19 Aralık 2021 Pazar

Memleketimden Market Manzaraları

Mekan, Kadıköy’ün merkezi mahallelerinden birindeki 3 harfli malum marketlerden biri... Bu market senelerdir buradadır, ama pek de rağbet gördüğü söylenemez. Bayram seyran gibi alışverişin yoğun olduğu zamanlarda bile sakindir. Çok mecbur kalmazsam ben de girmem pek. Ne yalan söyleyeyim sevmem; hem de oldum olası sevmem bu üç harfli sonradan çıkma marketleri. Köhnedirler, ne bileyim derme çatmadırlar. Alkol satmazlar, gazete satmazlar, kitap satmazlar… Tabii ki Kadıköy’de yaşayınca alternatif çok. Oysa mesela Sultanbeyli’ye git; 4 harfli market bulamazsın! Adeta bunlara mecburdur orada yaşayanlar.

Neyse efendim,  bunlar derin mevzular. Olaya dönersek, O gün giresim tuttu bu 3 harflilerden birine. Günlerden 18 Aralık Cumartesi. Yani  1 Euro’nun 18,50 TL, 1 Dolar’ın ise 16,33 TL olduğu günün ertesi. İyi ki de girmişim, birazdan okuyacağınız kocaman yazı çıktı o on dakikalık ziyaretten! Gözlem gücüme kuvvet!

Adeta film izlemiş gibi oluyor insan. Şöyle ki;

Kapıdan girince sol tarafta solmuş, deyim yerindeyse pörsümüş sebzeler. Sağ tarafta ise güya poşetlenmiş, ama bende nedense kirli izlenimi uyandıran bazlamalar gözlemeler falan var. Maviye boyalı raflar sanki yirmi yıl öncesine ait gibi.

İki adım atıyorum, arkamdan bir kadın sesi yükseliyor:

-        "Ne alacağımı unuttum, neden unutuyorum ki ne alacağımı. İhtiyacım olmayan şeyleri almamam lazım oysa!"

Gayrı ihtiyarı arkama dönüp bakıyorum. Belki altmış belki de yetmiş yaşlarında bir kadın. Saçları açık ve yarı boyalı; grili sarılı beyazlı ve dağınık. Kendi kendine konuşuyor. Psikolojik olarak hasta mı değil mi anlayamıyorum. Kadın söylene söylene bütün raflara bakıyor

-         " Ne alacaktım ben ya? Yok tuvalet kağıdı değil, bisküvi de değil, ama ne?

Duymamış gibi yaparak marketin dar ve çirkin koridorunda ilerliyorum. Plastikten yapılmış saçma ve de son derece estetik yoksunu mutfak eşyaları rafını hızla geçiyorum. Arkamdaki genç kadın, hızlı adımlarla önüme geçiyor, dondurucuya yaklaşıyor. Eğilip bakıyor ve

“Tavuk burada da 60 TL. Allah kahretsin bunları!” diye söylenerek hızla kapıya doğru ilerliyor. Evet bu kadın da kendi kendine ve yüksek sesle konuşuyor. Ve bence kesinlikle psikolojik bir rahatsızlığı yok. Atmosferin kendisinde var bir enayilik. Yok kesin öyle! 

Bir paket çekirdek alıp kasaya yöneliyorum. Bu market hiç bu kadar kalabalık olmazdı! Sanki olağanüstü hal olmuş diyeceğim ama, zaten öyle değil mi!

Tam çıkış kapısının ağzında iki kasa var. Soldakinde kuyruk uzuyor. Sağdaki boş. Bu arada bir yaşlı adam beliriyor giriş kapısında;

“Oğlum maske var mı, benimki evde kalmış” diye yüksek sesle soruyor. Hepimiz bakıyoruz ister istemez. Kasadaki maskesiz kasiyer cevap veriyor:

“Biraz ilerleyin, sağ tarafta var”

“Satılık mı?” diye soruyor yaşlı adam.

“Evet, kullanmak için yok” diyor kasiyer. Adam “Evde otuz tane var” diye söylenerek çıkıyor marketten. Devir hesap devri, ne diye para versin şimdi maskeye…

 Bu arada kasa kuyruğundaki bilinçli kadın, kasiyere itiraz ediyor:

“Siz neden maske takmıyorsunuz?”

“Birazdan takacağım” diye yanıtlıyor pişkin kasiyer ve hiçbir şey olmamış gibi işine devam ediyor.  Kemal Sunal sanki distopik film çekmiş, ben de market sahnesinde figüranmışım gibi hissediyorum o an. Bu filmde virüsle yaşamak normal, maske takmak normal, doların füze halini izlemek normal; ama Kemal Sunal'ın kırk sene önce serbest olan kelimeleriyle  tepki vermek RTük'e takılıyor! Böyle bir hikayeyi  George Orwel bile kurgulayamazdı, helal olsun bize! 

Kuyruk sıkıştıkça sıkışıyor. Bu arada sağdaki kasaya  bu tip marketlerde görmeye alışık olduğumuz tipte kasiyer kadın geliyor. Adeta işportacı ağzıyla, makineli tüfek gibi başlıyor konuşmaya:

“Evet, bu tarafa gelin, sadece kredi kartı ödemesi olanları alabiliyorum maalesef” Ve devam ediyor:

“Bu dünyada böyle sıkışık dar alanlarda yaşıyoruz, Allah geniş kabirler nasip eylesin!”

Neye uğradığımı şaşırıyorum! Böyle bir dua hiç duymadım, kırk yıl düşünsem de sanırım aklıma gelmezdi! Kaosa alışmış, başka türlü yaşamaktan adeta umudunu kesmiş; mezarı geniş olsun diye dua eden genç bir kadın var karşımda! Hayır mezarı geniş olsa eline ne geçecek? Rahat rahat nefes mi alabilecek sanki? 

Devam ediyor işportacı ağzıyla:

Şu arkamda gördüğünüz tuvalet kağıtları 10 liralık alışverişte yarı yarıya iniyor, ister misiniz?”

Ödeme yapan  kadın gayet mantıklı bir soru yöneltiyor:

“İyi de kaç liradan kaç liraya düşüyor, yazmıyor ki üstünde bir şey?”

Geniş kabir hayali kuran işporta ağızlı kasiyer kadın cevap veriyor:

Onu maalesef bilemiyoruz hanımefendi” "Yarıya inmiş işte daha ne soruyorsun" der gibi bir hali var, ama demiyor o kadarını. En azından yüksek sesle!  

E kendi çapında o da haklı tabii ki! Fiyatlar günlük olarak değişiyor. Nasıl aklında tutsun onca sayıyı!

Sıra bana geliyor. Aldığım çekirdeği geçiriyor işportacı kasiyer ve makineli tüfek gibi konuşmaya devam ediyor.

Efendim izninizle şu çikolatayı da ekliyorum.”

Hayır” diyorum. “Ne münasebet!  Niye alayım sen prim alasın diye o saçma markasız şeyi!” diye de geçiriyorum içimden.

“Poşet ister misiniz?” sorusuna jet hızıyla olumsuz yanıt veriyor ve mavi kapıya doğru kendimi zor atıyorum.

En sevdiğim renk mavi, bu kadar mı uzaklaşır mavilikten!


Görsel kaynak: https://www.wallpaperbetter.com/en/hd-wallpaper-zcney

Devamını Oku

12 Aralık 2021 Pazar

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikayesi

Her şeye rağmen geçtiğimiz günlerde birkaç oyuna gitmeyi başardım. Burada kısa kısa anlatmak istiyorum ki anısı kalsın. 

 

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikayesi

Gezi’den sonra Şehir Tiyatroları’ndan saçma bahanelerle uzaklaştırılan; aradan geçen bunca yılda tek kişilik gösterisi pek çok şehirde eften püften nedenlerle engellenen Levent Üzümcü vardı İBB sahnesinde… Ne yalan söyleyeyim, içime su serpti sanki ilahi adaletin görünmez elleri. “Ulan hep mi kötüler kazanıyor şu kavanoz dipli dünyada!” pesimistliğinden azıcık da olsa kurtardım bu sayede kendimi. Zaten oyunda da demiyor muydu Rüstem:

“İnsan umudunu yitirdiği anda ölür” diye… Umut geldi içime be dostlar, kendimi iyi hissettim!




Minimal sezonun – kimse kusura bakmasın ama- ruhsuz, dekorsuz bomboş sahnelerine kıyasla dekor gayet de güzeldi. Hatta Levent Üzümcü de bu konuya değindi bir ara. En fazla bir metre uzunluğundaki dekor tekneyi gösterip:

“Koskoca Şehir Tiyatrosu oynayayım diye bu kayığı mı vermiş bana!”

Güldük. Sonra da bu minik kayığa oturup ayağıyla hareket ettirdi Rüstem.

Üzümcü’nün bunun gibi birkaç kere daha hikayeden çıkıp seyirciye ve orkestraya laf atması bence hoş oldu. Hiç sıkılmadım 75 dakikalık tek perdeli oyunda.

Sahnenin ön tarafında olur ya orkestra çukuru. Bu oyunda sahnenin arkasında tül gibi bir dekorla saklanmıştı. Bence çok iyilerdi. Hele ki Esen Koçer’in mikrofonsuz söylediği Girit şarkıları yüreğe dokunur cinstendi.

Bir meddah gibi anlattı hikayeyi Levent Üzümcü. Beden dilini, sesini, mimiklerini çok iyi kullandı. Gerçekten sahneye çok yakıştı, iyi ki dönmüş Şehir Tiyatroları’na. İyi ki gitmişim oyuna; fırsatınız varsa siz de gidin. Üstelik simitin 3,5 liraya satıldığı bu acayip günlerde, Şehir Tiyatrosu biletleri sadece 20 TL!

Tam da bu noktada kalemine hayran olduğum, yazdığı  “Hayat Der Gülümserim” oyununu severek izlediğim, sosyal medyadan da takip ettiğim sanatçı Özen Yula’dan bir alıntı yapmak istiyorum:

Aslında oyunun konusu çok da özel değildi. Demirci ustası Rüstem ve oğlu Cemal’in hikayesiydi anlatılan. Dönem Osmanlı’nın sonu. İktidara rüşvet vermek için özel bir hançer yaptırmak isteyen o zamanın kıro zenginine yalakalık yapmaz Rüstem. Tahmin edeceğiniz üzere bu davranışı tabii ki iktidar tarafından cezasız kalmaz. Sürerler Rüstem’i Girit’ten İstanbul’a. Sonrasında Rüstem, İstanbul’da yeni bir yaşam kürar kendine. Ve yaşamın doğası gereği, oğlu Cemal’in hikayesi başlar sonra…

Oyunun başında Osmanlıca girizgah yapılırken şöyle diyor Üzümcü:


“Sanatçı eğmez başını seyirciden başka kimseye”
Ve eğiyor başını… İşte o anda bütün salon alkışlarken, orada olmak nasıl da güzel bir duygu!

Tam da o anda “Nereden nereye!” diyorum kendi kendime. Çok değil bir iki yıl öncesinde iktidara selam çakan -müsameremsi- oyunlardan(!) sonra Darülbedayi sanatçısının sahnede bunu söyleyebilmesi... Nasıl da iyi geldi yaralı bereli bünyeme. 

İşte böyle iyileştiriyor tiyatro insanı!

Demem o ki, hikaye öyle aman aman çok özel bir hikaye değildi. Ama Levent Üzümcü’nün meddah gibi her karakteri ayrı ayrı ete kemiğe büründürmesi, hiç düşmeyen enerjisi ve müthiş performansı; orkestranın harika şarkıları; yerli yerinde ışık ve sahne dinamiği o kadar güzeldi ki! Emeği geçen herkese teşekkürler diyorum ve çok sevdiğim sloganlarımı atarak ayrılıyorum huzurlarınızdan:

#Tiyatroiyidir 

#Tiyatroiyileştirir




Devamını Oku