3 Şubat 2025 Pazartesi

Donanımlı Dijital Kölelik İşleri

Epeydir buralara gelmek için konsantrasyonum eksikti. Dedim bir bakayım artık. Değişik bir konuyla geldim üstelik.

Konumuz Donanımlı Dijital Köleler; havalı olması için kısaltabiliriz de bu tanımlamayı: DDK!

Yaklaşık iki aydır internette böyle işlerle uğraşıyorum. Resmen sanal ve paralel bir dünyada çalışıp geldim desem yeridir. Çok şey öğrendim; deneyim kazandım, çok da şaşırdım bu süreçte. Neresinden başlayacağımı tam da bilmiyorum ama haydi anlatayım olabildiğince. Bu sayede ülke gündeminin gıpgri havasından da uzaklaşmış oluruz biraz.

Nasıl İşler Bu DDK İşleri?

Bu aralar internet ortamında “moda olan” pek çok iş var. Tıpkı 2013 yılında o dönemin modası olan “makale yazma işleri, içerik üretme işleri” ne nasıl balıklama atladıysam; bu dönem “moda” olan yapay zeka işlerine de bir yerlerden girişmek istedim. Meraklıyım efenim; TikTok trendlerine değil ama internette yapılan işlere pek bi meraklıyım.

Evet, öncelikle “arama motoru kalite uzmanlığı” işine başladım. Aynı anda “Yapay Zeka Türkçe Eğitmenliği” işine de giriştim. Bir de “veri etiketleme- protator” işi var, ona da el atmak üzereyim. “Search Engine Evaluator- Arama Motoru Değerlendiricisi” işinde ise eğitim aşamasındayım.

Ne hoş geliyor değil mi kulağa… Serbest çalışıyorsunuz, yani evden… Ve pek havalı isimleri var yaptığınız işlerin.

Aynı anda isterseniz böyle bir sürü firmada çalışabilirsiniz. Firmaların biri Çin’de, biri Rusya’da, diğeri Amerika’da olabilir.

Elbette profesyonel bir mesleği icra etmekten bahsetmiyorum. Bu bahsettiğim işler; eğitim notlarını, mailleri anlayacak kadar İngilizcesi olan; bilgisayarla haşır neşir olmayı seven; araştırmaya ve öğrenmeye meraklı; yeterince zamanı olan, Türkçesi iyi olan; algısı yüksek olan; dikkatli ve odaklanabilen herkesin yapabileceği türden işler.  

Bazı firmalar canlı toplantılarla eğitimler veriyor; bazıları sayfalarca dosya gönderip okumanızı istiyor. Sonraki aşamada sizi sınava tabi tutuyorlar. Sınavdan geçerseniz parça başı ya da saat ücreti karşılığı size verilen görevi belirtilen zaman içinde bitiriyor ve paranızı alıyorsunuz. Bazı işler için bankada özel hesap açılması gerekiyor, Türk vergi kanununa göre %15 stopaj kesilerek ödeme alıyorsunuz. Yani bin lira kazansanız 150 lirasını, yüz lira da kazansanız 15 lirasını devlet sizden kesiyor! Bu tür işlerden küçük gelirler elde edenlerle milyonlar kazanan fenomenler maalesef devletin gözünde aynı kefede!

 Bazı firmalar Türk Bankası tanımadığı için Airtm, Payoneer gibi farklı ve yeni nesil ödeme araçları devreye girebiliyor. Ülkemizde nedenini hiç anlamadığım bir şekilde PayPal yasaklandığı için bilgisayarda işler yapan pek çok kişi maalesef bu Payoneer gibi aracılara yüksek komisyonlar ödemek zorunda kalabiliyor.

Ücretler elbette çok yüksek değil  bu işlerde ama;  teorik olarak görevleri kaliteli bir şekilde sonuçlandırırsanız ve yeterince görev üstlenebilirseniz ortalama maaşa yakın para kazabiliyorsunuz.

Tam da bu noktada bu tür işlere neden Donanımlı Dijital Kölelik adını verdiğimi anlatmam gerekiyor sanırım.



Tabiri caizse "Amele Pazarı Gibi" Platformlar!

Çok insan çalışıyor bu işlerde. Yapay Zeka’ya Türkçe öğreten bir projede 10 binin üzerinde benim gibi katılımcı var örneğin. Bu durumda size düşen görev sayısı da fazla olamıyor haliyle. Şirketin umurunda mı? Salıyor örneğin 2500 görevi bir gece havuza, hopp anında bitiyor iş. Şirket mutlu, görevi kapan 2500 kişi mutlu; peki geriye kalan 7500 kişi? Kimin umurunda? Şirket yetkililerine “Neden bir haftadır görev alamıyorum” diye sorduğunuzda alacağınız yanıt üç aşağı beş yukarı şöyle:

“Bu ana iş değil, bir ek iş… Dolayısıyla düzenli bir gelir beklemeyin…”

Siz de uzaktan çalışan bir katılımcı olarak el mahkûm bekliyorsunuz iş gelsin diye… Bu yüzden birden fazla işverenle çalışmak avantajlı…

 Beni asıl şaşırtan ve üzen şey ise birkaç dil bilen, bilgisayarda hızlı, yeni teknolojilere yüzde yüz adapte olmuş pek çok 30 yaş civarındaki genç insanın bu tip projelere “ANA İŞ” olarak bakmaları! Forumlardan mesajlardan anladığım kadarıyla pek çoğu buralardan kazandıkları paraları kripto gibi araçlarla değerlendirip çoğaltarak hayatlarını sürdürüyor. Bu işlerin bazıları çalışanı Bağkur’lu yapmaya zorluyor, bazıları ise sigorta konusuna hiç girmiyor. İşte Dijital Donanımlı Köleler’in ikinci sorunu da burada başlıyor: Çoğunun sosyal güvencesi yok!

Ya bir işe girmekten umudu kesmişler, ya KPSS mülakat gibi engellere takılmışlar… Evet içlerinde bu işleri ek iş olarak yapanlar da var (Kim bilir kaç işveren bu şekilde  kandırılıyor; çalışırmış gibi görünüp iş saatinde bu işleri yapanlar tarafından) Burası da ayrı bir konu başlığı… İçlerinde “Zaten bir işe girsem ancak bu kadar kazanacağım, ne gerek var başkasının derdini ve yol eziyetini çekmeye…” diyenler olduğuna da çokça şahit oluyorum.

Bu ortamlarda dillendirilmese de kıyasıya rekabet olduğunu anlamak zor değil. Mesela adı güya “dayanışma forumu” olan platformda yeni gelen biri işle ilgili soru sorduğunda bilerek yanlış yanıt verenler olabiliyor; ya da soruyu görmezden gelip hiç yanıt vermeyebiliyorlar. Aynı normal işlerdeki gibi burada da yeni gelene “çırak muamelesi” yapılıyor. Çok görev yapıp çok kazananlar hava atabiliyor ve haliyle kıskançlıklar da oluşabiliyor. 

Genellikle işler bir havuza düşüyor ve ne kadar çok insan görev üstlenirse  havuzdaki işler o kadar çabuk tükeniyor.

Ve düşünün, binlerce insan çalışıyor bu projelerde, dünyanın dört bir yanından hem de…

Benim mesajlaşma kanallarından gördüğüm kadarıyla, çalışanlar gerçekten gece gündüz kavramını da yitiriyor. Hayretle izliyorum kendilerini! Sabaha kadar görev yapanlar oluyor mesela. Ya da gece yarısına kadar görev bekleyenler… Zaman farkından örneğin gece 2’de havuza görev atıyor firma; bizim modern dijital köleler de bu işleri kapmak için bilgisayar başında sabahlıyor, hem de hiç zorlarına gitmiyor bu durum... 



Yapay Zekâyı Bizi Yönetsin Diye Eğitiyoruz!  

Çok enteresan gerçekten de… Normal insan döngüsünün dışında yaşanıyor her şey. Güya serbest çalışansın, güya çalışma zamanını kendine göre belirliyorsun! Bu söylem sadece bir illüzyondan ibaret. 8-6 çalışanlarda en azından mesai kavramı var; bu tür işlerde ise – eğer kendini kaptırırsa- gündelik yaşamın ritmi dışında başka bir boyuta kolaylıkla geçebiliyor kişi… Zombilik boyutu desek abartmış olmayız...

Yeni bir iş ilanı varsa mesela, insanlar birbirlerine pek de bahsetmiyor. Herkes birbirine rakip!

Ortam sanal güya ama gerçek iş ortamından farksız. Sadece mesajlaşma kanalındaki yazışmalarından kendisine gıcık olduğum tipler oldu örneğin. Ayakkabılarının topuk sesleri haricinde entrikalarını, sivri dillerini, kıskançlıklarını direkt sergileyen kadınlar mı dersiniz, egolu erkekler mi…  Bu işlerin mesajlaşma platformlarında her ne kadar saygı kuralları yazılsa da kavga eden tipler de olabiliyor. 

Çok ama çok enteresan bir deneyim oluyor bu işler benim için. Resmen modern zamanların distopyası diyebilirim… Çoğu işi algoritmalar yönetiyor, maillere robotlar yanıt veriyor. İnsan köleler her an işten atılabiliyor ve robot amirleri onlara neden atıldıklarını söyleme gereğini asla duymuyor.

 Yapay zekâyı eğitmiyoruz aslında bu işleri yaparak; yapay zekânın insana olan egemenliğini hızlandırmada küçük görevler alıyoruz!

Plaza Diline Alışmak

Komik şeyler de oluyor elbette. Evde çalışıyorum güya ama sanırsınız 28 katlı holdingdeyim! Biz tekstilciler, fabrikalarda çalışırken, plaza işleri ile kıyaslanınca “ilkel” kalıyorduk. Hiç öyle avokado ve karides soslu salatalar falan yemedik iş hayatında. Fabrikalarda “abicim sen yaparsın, aslansın kaplansın” gibi bir dil kullanıyorduk iletişim kurmak için.  

Bu sanal işler sayesinde salatama karides girmese de eskiden burun kıvırdığım plaza diline ben bile alışmış oldum ister istemez. Demek ki neymiş; “plaza dili konuşan tipler” diye bahane vermemek gerekiyormuş! İşin garip tarafı; insan buna çok da kolay alışabiliyormuş! Bu da kendime yaptığım öz eleştiri olarak burada kayda geçsin hakim bey!

Mesela “Image Rel’e annot task’ı yapıyorum” demek çok normal gelmeye başlayabiliyor çok değil bir hafta içinde. Enteresan değil mi? Benim gibi dile önem veren, kelimelerin doğru yazılışları ve anlamları için sözlüğe sık sık bakan birine hiç yakışıyor mu bu durum?

Maalesef ortam ve gerçekler böyle…



 Bir şey daha söyleyeyim;

”PQ Task’ındaki annot yanlışsa Irrel mi vereceğiz?” cümlesinde PQ yerine Türkçe “sayfa kalitesi” demeye; “annot” kısaltmasını “annotation” olarak uzatmaya, bunu da “açıklama” olarak Türkçeye çevirmeye de üşeniyormuş insan bir süre sonra! Yaşayarak öğrenmiş oldum ben de! Çünkü herkes böyle konuşuyor ve hayat hızlı akıyor bu işlerde. Ve enteresan olan şu ki; plaza dilini hiç bilmeyen, İngilizcesi hiç de iyi olmayan ben bile çok kısa bir sürede adapte olabildim bu duruma…

İyi bir hayat dersi var bence tam da bu noktada: 

Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil, gerçekten de öyle!

“İyi de insan evde çalışırken neden böyle bir dil kapar ki tek başına?” diyor olabilirsiniz. Öyle bir iletişim ağı var ki çalışanlar arasında, plazada kahve makinesi  önü sohbetlerini dörde katlar beş ile çarpar, o derece yoğun! Evde sakin sakin çalışırken birden yüzlerce binlerce iş arkadaşı arasında buluyorsun kendini. Özel mesajlaşma kanalında bir çok konu başlığında yardımlaşabiliyor, “konu dışı” başlığında ise farklı konularda iletişim kurabiliyorsunuz.

Bu tür sistemlerin kendilerine özel portalları var. O portallarda forumlar var, mesajlaşma yerleri var; hatta oyunlar, yapay zekanın son versiyonları bile var. Yani normal bir işte çalışmaktan farksız her şey.  İşten canın mı sıkıldı; gir uygun mesaj kanalına “kripto sohbeti yap birileriyle, ya da git yapay zeka ile vakit geçir…

Pat Diye İşten Atılabilirsin

Bu tür platformların bazılarında görevsiz kalmanın en önemli nedeni, görev kalitesinin düşmesi oluyor. Mesela on gün görevsiz kaldığınızda mail atıyorsunuz, bir robot size cevap veriyor:

“Görev kalitenizdeki düşüklük nedeniyle bu durumu yaşıyorsunuz.”

“İyi de hangi hatayı yapmışım?” diye soramıyorsunuz. Çünkü algoritmanın kalitenizi nasıl değerlendirdiği sır gibi saklanıyor. “Görev kaliteniz düştüğü için 7 gün içinde göreviniz sonlandırılacaktır!” mesajı da alabiliyorsunuz her an. Ya da böyle bir mesaja gerek bile duymadan portala giriş şifrenizi bloke ettiklerinde anlıyorsunuz işten atıldığınızı! Ben bu durumu  meşhur Squid Game dizisine benzetiyorum. Orada görev yapamayanı öldürüyorlar ya, bu işlerde de görev kaliteniz düşükse sizi pat diye işten atıveriyorlar!

Mesajlarda görüyorum, insanlar işten atılma korkusuyla anksiyete yaşıyor resmen.

İnanılır gibi değil…

Yeni Dünya Düzeni

Tabii ben bu tarz işlerin hepsi böyledir demiyorum, benim gördüklerim böyle. Sonuçta elbette evde boş boş oturan binlerce insan için iyi kötü bir uğraş ve ekmek kapısı buralar. Bakmayın pek çok şey de öğreniyorsunuz dijital dünyaya dair. 

Gerçeklerle yüzleşmek gerekiyor bence. Yeni dünya düzeninin işte böyle bir yere doğru evrildiği ile yüzleşmek lazım bir an önce. Kim bilir yapay zeka yeterince eğitildiğinde daha neler göreceğiz!

Eskiden; yetmişli yıllarda nasıl ki bizim yoksul köylülerimiz Almanya’ya fabrika işçisi olarak 

 gidiyordu; ucuz işgücü kaynağıydı ülkemiz; iki bin yirmi’li yıllarda da internetin ucuz işgücü kaynağı oldu gençlerimiz! Aradaki fark, bu gençlerin donanımlı olmaları ve köle düzenine evlerinden katılmaları…

“E bu kadar kötü madem, neden oralardasın?” diye sorabilirsiniz haklı olarak.

Meraktan, e zamanım da var… İyi kötü, hiç yoktan iyi, para kazanmak hoşuma gidiyor; yapay zekânın eğitim sürecinde yer almak heyecan veriyor. İnsan bütün bu defoların farkında olarak projelerde yer aldığında, zaten  beklentisini ayarlayabiliyor ve olan bitenden etkilenmiyor da…

Bir de  ister beğenelim ister beğenmeyelim; devir böyle bir devir. Yapay zekâ bütün bu işleri bu hızla öğrenmeye devam ettiği sürece bizim gibilere yapacak pek bir iş de kalmayacak yakında…

O yüzden treni kaçırmamakta fayda var. Ne demişler:

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir…”

 Kalın sağlıcakla… 

Devamını Oku

4 Ocak 2025 Cumartesi

Artık Selçuk Tepeli İzlememeye Karar Verdim, Peki Hangi Haberleri Önerirsiniz?

Yıllardır alışkanlığımdır, çalışırken eğer işten geç gelmediysem; çalışmazken de saatine göre ayarlama yaparak akşam haberlerini izlerim. Dijital çağda hâlâ mı dediğinizi duyar gibiyim, evet hâlâ akşam haberlerini tv’den izleme alışkanlığım var. Epeydir Now Tv’de Selçuk Tepeli’nin haberlerini izliyordum; dün akşam büyük bir aydınlanmayla bu kötülüğü artık kendime yapmamaya karar verdim!

Evet, “Sesdeş” kanallardan tek perdede yapılan yayınları duymak istemiyorum, bünye farklılık arıyor. Ama sanırım daha da farklısını bulmam lazım. Selçuk Tepeli iyi okullardan mezun olmuş, çok bilgili, çok dil bilen biri olabilir; bir diyeceğim yok. Ama öyle bir stres yüklüyor ki izleyiciye! Ben şahsen dün kendi kendime “Manyak mısın bu haberleri dinleyip kendine eziyet ediyorsun?” dedim.

İlk başladığı zamanlarda kibarlığı, kitaplardan alıntılar yapması ve bilgisi ile gerçekten de göz dolduruyordu. Ama özgüven patlaması mı yaşıyor bilmiyorum, artık sadece anksiyete yüklüyor bünyelere.

 Dün fark ettim ki, Selçuk Tepeli izlerken kalbim daha hızlı çarpıyor, geriliyorum ve mutsuz oluyorum. Kendime bu işkenceyi niye yapayım? Amaçları insanları sinir edip toplumu daha da germek; bizler de af edersiniz koyun gibi bunların gazına geliyoruz… 

Niye ya? Now Tv çok mu düşünüyor sanki sizi beni! Dertleri reyting rekorları kırıp daha çok kazanmak değil mi? Bizi çok düşünselerdi, yani kendilerine para kazandıran izleyiciyi düşünselerdi yeni yıl gecesi beş kuruş harcayıp iyi kötü özel bir program yaparlardı değil mi? Ne yaptılar? Bir dizinin yüzüncü tekrarını verdiler yeni yıl gecesi!

 O halde ben de kendimde eleştirme hakkı görüyorum…


Her akşam güya haber anlatmak adına bize negatif enerji yüklüyorsunuz Sayın Tepeli!

Tamam ülke gündeminin kendisi kötü de birisi televizyondan gözlerini kısıp sinirli sinirli soluyarak ;

“Bütün bunların zararı sizedir. Bu paralar sizin cebinizden çıkıyor. Daha bunlar iyi günleriniz…”

gibi şeyler söylerse insan anksiyete bozukluğu yaşamaz mı?

Sayın Tepeli’ye sormak isterdim “Sizin cebinizden, sizin hakkınız…” falan diyor da kendisini nerede konumlandırıyor acaba? “Siz” yerine “biz” dese, mesela “bu yanlışlıkların cezasını biz çekiyoruz” dese belki bu kadar kızmazdım kendisine…  

Halktan yanaysan dilin de söylemin de halktan yana olacak! Öyle kendini kenara çekip “Siz daha da kötü olacaksınız, berbat şeyler yaşıyorsunuz…” falan derse birisi “Bir dakika ya, bu adamın amacı ne?” diye ister istemez düşünür insan…

Ah be dostlar, bütün bunlar hep manipülasyon… Elbette “Siz daha kötü olacaksınız!” diyecek günümüzün haber sunucusu! Onun görevi millete gaz vermek! Haber saati bitince ortalamanın kim bilir kaç katı aldığı maaşla hayatına geri dönecek; canı çok sıkılırsa atlayıp Fransa’da orada burada gezecek, olmadı çiftliğinde toprakla uğraşıp stres atacak…

Kibrinden bahsetmiyorum bile… Televizyona çıkanlarda neden böyle kibir oluşuyor acaba? Eskinin habercileri, spikerleri böyle miydi, ne kadar mütevazı ve kibar insanlardı!

Selçuk Tepeli belli ki muhalefeti de beğenmiyor, hatta küçümsüyor… Laf arasında bir şeyler geveliyor, tavrı tamamen şu:

“Böyle muhalefet de yapılmaz, ben en iyisini en doğrusunu biliyorum da neyse işte…”

Yani kendini sıkışmış hisseden, Sayın Tepeli'nin sinirle söylediği şeyleri iliklerine kadar yaşayan sıradan muhalif vatandaşa şu mesajı veriyor alttan alta:

“Hiç şansınız yok. İktidar böyleyse muhalefet de zaten şöyle…”

Eee, ne yapsın sıradan vatandaş Sayın Tepeli? Kime güvensin, size mi güvensin? 

Bu tarz habercilerin yaptıkları şey aslında çöpleri sokağa yaymak! "Bakın" diyorlar;  "Sizin mahallede bu kadar çöp var! Siz çöp içinde yaşıyorsunuz” diyorlar. Kendileri başka mahallede yaşıyor çünkü!

Eskiden ana haber bültenlerini asla duygu katmadan, pırıl pırıl bir Türkçe ile sunan, aldığı nefesi mikrofona yansıtmayan, diksiyon eğitimi almış; ayakta oradan oraya gezinmeden, el kol işareti yapmadan, medeni medeni oturarak işini "olması gerektiği gibi yapan" spikerler vardı. Haberlere spikerin “duygusunu, yorumunu” ekleme modası çıkınca, her şeyin de tadı kaçtı bence. Aslında toplumdaki kutuplaşmanın eseri bütün bunlar.

Bir de eskiden ana haber bülteni bitince hava durumu, ardından spor haberleri sunulurdu; kültür sanata da mutlaka yer verilirdi.

Şimdilerde amaç, kanal muhalifse sadece berbat şeyleri anlatmak… Değilse de her şeyin ne kadar "tıkırında" gittiği yalanını empoze etmek...

Madem Now Tv’den açtık örnek vereyim. Saat 19:35’e kadar haberleri veriyorlar, sonraki 15 dakika ise sadece üçüncü sayfa haberleri yer alıyor bültenlerinde. Saçma sapan şeyler; ama duygusu mutlaka kötü olacak! Şiddet, bunalım, olmadı kaza haberleri... Hatta bazen ülkemizden böyle haber bulamazlarsa Amerika’dan falan sıradan bir kaza haberi bulup veriyorlar. Neden? Bu ülkenin insanları mutsuzluktan anksiyete geçirsin diye mi? Bence tam da bunun için; çünkü oradan para kazanıyorlar!

 Tamam kötü şeyler yaşanıyor olabilir de bu ülkede mesela hiç mi sergi açılmıyor, hiç mi konser verilmiyor, hiç mi güzel şeyler olmuyor kültür adına sanat adına?

Demem o ki sevgili dostlar; bugünden itibaren Selçuk Tepeli ve benzeri anksiyete yükleyen, manipülatör habercileri izlemeyeceğim!

Varsa akşamları izleyeceğim şöyle sakin, yalansız dolansız, yansız, sesdeş olmayan bir kanal ve haber spikeri öneriniz, çok memnun olurum.

Stressiz, huzurlu bir gün dilerim efenim,

Sevgilerimle 🌺



Devamını Oku

3 Ocak 2025 Cuma

Dün, Ferdi Tayfur Şarkısı Eklemiştim Bloga...

Dünkü yazıma son anda bir şarkı eklemek istedim. Bu şarkı da hiç dinleme alışkanlığımın olmadığı Ferdi Tayfur’a aitti. Kendime ben bile şaşırdım aslında.

Şarkının adı “Çiçekler açsın, Böcekler Ötsün” Belki de rahmetlinin en neşeli şarkısıdır. Rahmetli diyorum; çünkü dün ben o şarkıyı eklerken yazıya, belki de tam o saatlerde Ferdi Tayfur bu dünyadan göçmüş... Akşam haberlerde öğrenince biraz ürperdim açıkçası bu denk gelişe. Bazen böyle olur bana. Bir şeyleri hissederim ama yorumlayamam, yorumlasam zaten başka biri olurdum. Ama psişik bir tarafım olduğu kesin.

Müslüm’ün bir iki şarkısını, özellikle de son dönemlerdeki şarkılarından bir iki tanesini sever kırk yılda bir de olsa, efkârlanınca açar dinlerim. Teoman şarkılarını güzel söyler. Filmini, özellikle Timuçin Esen’in şahane oyunculuğunu severek izlemiştim. Ama açıp da bir Ferdi Tayfur şarkısı dinledim desem yalan olur. Bir dönem barlarda gitar ile modernize edilmiş Orhan Gencebay şarkıları çok moda olmuştu. O zaman da sevmedim. Arabeski hiç sevmedim; ama Türkiye’de yaşadığım için elbette bu şarkılara çok maruz kaldım. Bir dönem dolmuşlarda, şehirlerarası otobüslerde ne çok çalınırdı bu şarkılar. Hep hüzün, hep çaresizlik, hep ezilmişlik...

Şimdilerde acılı arabeskin yerini acılı rap aldı bence.

Çocukluğumda ablalarım Ferdi Tayfur’u çok severlerdi. O zamanlar sanırım Orhancı Ferdici diye arabesk fraksiyonları vardı. Orhan bence biraz daha şehirlilere, sanki biraz daha zenginlere hitap ediyordu. Ferdi halka, kasabalara daha yakındı; çok daha acılıydı. Müslüm bizim oralara pek uğramadı. Sonrası çorap söküğü gibi zaten. Acıların Kadını Bergen, boynu bükük Küçük Emrah, inşaat işçisi İbo, ardından küçük şarkıcılar modası, Küçük Ceylan…

Ne ağlattılar yurdum insanını… Ağlamak isteyenlere organik türkülerimiz, bozlaklarımız, uzun havalarımız vardı oysa… Arabesk ile âdeta beyinler uyuşturuldu o dönemlerde. Bir taraftan da ülkemize serbest piyasa hızla girdi, gelir adaletsizliği arttı. Arabesk şarkıların yükselişiyle birlikte adeta hayatımız da arabesk bir çamura bulandı.

Çocukken, kasabamızdaki sinemaya Ferdi Tayfur filmine beni de götürdüklerini hayal meyal anımsıyorum. Sinemadan çıkarken herkesin ağlamaktan gözlerinin kıpkırmızı olduğunu da... Filmde ya âşıklar kavuşamamıştır ya birileri ölmüştür ya çok fakirlerdir… Elbette fonda acılı arabesk şarkılar… O dönemlerde arabesk şarkıcıların hemen hemen hepsi film de çevirirdi. Daha doğrusu şarkılara film yazılırdı. Bu filmlerde hayatın zaten acımasız olduğu, bu hayatta eşitliğin ve adaletin asla olmadığı, ne kadar çabalasan da kaderine razı gelmen gerektiği işlenirdi bilinçaltlarına. Bana kalırsa; seksen sonrası gençlik hak aramasın, baş kaldırmasın diye piyasaya sürülmüş bir türdür acılı arabesk.

Eski iki katlı evimizde ablamla kaldığım odada Ferdi Tayfur posteri asılıydı, anımsıyorum. Hatta eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, o ev apartman furyası zamanında yıkılırken riske girip yıkıntılar arasından o posteri çıkarmıştı ve yeni eve de asmıştı ablam.

Türkiye’nin genetik kodlarıyla oynandığı dönemler… Şahane türkülerimizin yerini alan “acılı arabesk” ile yavaş yavaş sancılı bir topluma dönüştürüldük. Ezilmişiz, hayat zaten bize gülmemiş, kaderimiz böyleymiş, değiştiremiyoruz madem batsın bu dünya, ben zaten her acının tiryakisi olmuşum ile kabulleniş… 

Acılı arabesk sonrasında biraz daha yumuşatılmış piyanist şantör döneminden etkilendim ben. Lise yıllarımda ablamların yeni favorisi olan Ümit Besen’i severdim. Ruhumun arabesk kodları Ümit Besen’e daha yatkındı demek ki. Neyse ki üniversiteye İzmir’e gittiğim yıl Zülfü Livaneli, Yeni Türkü, Grup Yorum ve o zamanlar “özgün müzik” denilen tür ve elbette türküler girdi hayatıma da, arabesk yolculuğum piyanist şantörlerle sınırlı kaldı ve çabuk bitti.

Hatta burnumuz öyle havadaydı ki o zamanlar; Ahmet Kaya’yı arabesk söylediği için sevmezdik. O derece nefret ederdik arabeskten ve tınılarından...  Şanslıymışım diyorum. Eğer o arabesk furyasına kapılıp gitseydim ne düştüğümde ayağa kalkabilir ne hayatıma yön verebilir ne de bugünkü kişiliğime kavuşabilirdim.

Hâlâ şaşkınım; dün hayatımda ilk kez bir yazıma Ferdi Tayfur Şarkısı ekledim ve Ferdi Tayfur aynı gün öldü…Bu da kayıtlara böyle geçsin sevgili günlük. 

 Her ne kadar bende bir izi olmasa da ruhu huzur bulsun Ferdi Tayfur’un… Sevenlerine baş sağlığı diliyorum...


Devamını Oku

2 Ocak 2025 Perşembe

Yılın İkinci Gününde Bir Bahçem Olsun Hayalini Abartalım

Yılın ikinci günü, bugün yine hava çok güzel. Aklıma ne gelirse yazma çabasına devam ediyorum, bakalım nereye kadar sürecek bu macera…

Dışarı çıkabilsem çok daha güzel olacak aslında.

Ama sanki içimde bir güç var, beni hep engelliyor.

İşe giderken nasıl çıkıyordum yağmur demeden çamur demeden.

Mecburiyetler ve keyfiyetler demek ki…

Şöyle diyorum, şahane kocaman bir bahçem olsa. Hangi ağaçları dikerdim?

Bir kere vişne olacak kesin. Sonra kızılcık, sonra mürdüm eriği, sonra mor üzüm. Ve mutlaka leylak ağacı olmalı ve misler gibi kokutmalı bahçeyi. Bence ayva da olsun bir tane. Şeftali, elma ve armut da olsun. Yağ armudu diyorlar, kocaman sapsarı olandan… Bir de portakal ağacı, yanına da limon yakışmaz m? Hadi bir de kumkuat dikelim yamacına. Dut olmasın, yerlere dökülür uğraşamam onunla. Ama muz olabilir bak. Bu yaz tatilde ilk kez dalında muz gördüm, çok güzeldi.


Peki sadece ağaçlar mı olacak bahçede?

Bir köşeye çilek ekmek isterim. Bir de ot köşesi yaparım. Nane, maydanoz, dereotu, mor reyhan sonra. Sahi yazın kuruttuğum reyhanlardan çay mı yapsam, bak iyi geldi aklıma. Salkım domates de mi eksem bir köşeye, belki yanına da karpuz… Dalında karpuz hiç görmedim, ilk kez kendi bahçemde tanık olurum büyümesine… Şahane olmaz mı?

Peki ya çiçekler? Bu bahçede çiçek olmayacak mı?

Olmaz mı iki gözüm, elbette çiçekler de olacak. Bir köşede kokulu yediveren gülü, kendiliğinden yedi kere açacak her sene. Sonra bir köşede ortancalar olmalı, pembeli ve mavili karışık. Ama ortanca gölgede yetişmez mi? Tamam işte ben de ortancaları bahçe duvarının dibine, bol yapraklı bir ağacın gölgesine dikerim. Dert dediğin böyle olsun yeter ki…

Peki başka ne çiçekler olsun bu bahçede?

Bence şebboylar da olsun. Akşam serinliğinde mis gibi koksunlar. Biraz papatya köşeye, sonbahara doğru kırmızılı sarılı kasımpatıları da ekerim. 

Sen ne unuttun?

Ne unutmuş olabilirim? 

Begonvilleri mi? Onları en sona sakladım.

Bir küçük okuma köşesi yapmayacak mısın bu bahçeye?

Asmanın altına olur mu?

Çok da güzel olur.

Ananas ağacı olur mu peki? Ya da ejder meyvesi? Belki de kivi?

Biliyor musun, hayalleri de bir yerde durdurmalı insan.

Senin de durun durağın yok, ha deyince koşturup gidiyorsun.

Evet öyle; yeter ki bir başlayayım, hayal olsun gerçek olsun kimse tutamaz beni sonra…

İyi o zaman, unuttuğun bir şeyi söyleyeyim sana…

Neymiş?

Bahçe kapısını saracak mis gibi kokan yaseminleri unuttun; bahçe çitini süsleyecek melisaları unuttun. Bir de ne unuttun biliyor musun? Lavantaları unuttun…

Hadi yaaa, nasıl dikmem bahçeme lavanta!

Hemen dikiyorum, ohh mis gibi kokuları şimdiden burnuma geliyor!

Çok güzel oldular, hadi sen de gelsene….

Bir de şarkı patlat da bari, sürrealizmi arşa çıkaralım..

Emrin olur, işte şarkı da geldi...



 


Devamını Oku

1 Ocak 2025 Çarşamba

2025'in İlk Pozitif Yazısı


2025’in ilk günü bugün.

Yazdım yazdım, bir de baktım ki çemkirme yazısı olmuş; sildim sonra. Söylenen insan gibi yeni yıla başlamanın ne alemi var şimdi! Bakış açımı pozitife çevirerek yeniden başlıyorum yazıya.

Efendim bu sene yeni yıla ülkece coşkusuz girmiş olabiliriz. Buna hayıflanmak yerine bir de şöyle düşünelim; geçmiş yıllarda yeni yıla coşkulu giriyorduk da başımız göğe mi eriyordu? Belki de bu sene bizim yükseliş senemiz olacak. Mesela kendimden örnek vereyim. Eskiden Eurovision şarkı yarışmasını her sene büyük bir coşkuyla izlerdim. 2003’de değil izlemek, televizyonu açmadım bile.  Öyle bir umutsuzluk hali yani. Sabah bir de baktım; her yerde bizim şarkımız çalıyor; Sertap birinci olmuş! Önce “Tüh kaçırdım o ânı” dedim, ama sonrasında düşündüm; izleseydim belki de birinci olmayabilirdi şarkımız! Haticeye değil neticeye bakmalı bazen. Belki 2025 de böyle sürprizli bir yıl olur! Öyle şeyler olur ki, kişisel ve toplumsal tarihimizde şahane dönüm noktaları yakalarız her birimiz; neden olmasın…

Beklentiler ve gerçekler arasındaki fark ne kadar büyürse, insan o kadar da şair oluyor azizim.

Dün, yeni yılımı kutlarlar diye hafiften beklentiye girdiğim hiç kimse aramadı beni iyi mi! Üzülmeli miyim? Elbette hayır.

 Çünkü beklemediğim bir anda hem de hiç beklemediğim birinin araması ile bu açık kapanıverdi! On iki senedir başka bir kıtada yaşayan, on iki senede belki iki kere sesini duyduğum, çok sevdiğim bir arkadaşımdan telefon almak, şahane bir sürpriz oldu.

 Hayat böyle bir şey işte; birileri giderken birileri geliverir! Bir elinden akar, öbür elinden dolar coşkular. Hep denge var yaşadıklarımızda. Bir açıdan çok çaresiz olursun, ama bir diğer açıdan dünyanın en şanslı insanısındır.

 2025’in dengelerine güveniyorum şimdiden. Bendeki kredisi 100 üzerinden 100 şu anda.  

Hem karar aldım; bu sene, etrafımda kim varsa ona değer vereceğim! Kendiliğinden gidenler ve beni artık sevmeyenler 2024’de kaldılar. Önceki yazıda sevgili Deep’in yorumunda tavsiye ettiği gibi 2024’ü unuttum gitti! 2025’de eminim ki ruhuma hitap eden çok tatlı insanlar olacak hayatımda. Evren’e pozitif enerjiler gönderiyorum.

Saat 12:53, dışarıda çıt yok. Pardon simitçinin sesi yaklaşıyor gittikçe. Sokaktan araba geçmemesi harika. Demek ki insanlar çok belli etmeseler de dün geceyi özel geçirmişler ve bugün dinleniyorlar. Bir de öyle düşünmek lazım.

Sarmal gelişim yasası diye bir şey var. Bir helezon gibi aslında hayat. Azıcık geriye gitsek bile hoop ileriye adım atabiliriz. Ülkece üzerimize boca edilen acılı arabesk günler de elbette bitecek. Neşemizi, coşkumuzu yeniden kazanacağız. Bu fakirlik elbette sona erecek! Cebimizden ekmeğimizi aşımızı çalıp günlerini gün edenler elbette uzayın karanlıklarında layık oldukları bir yere ışınlanacaklar. Kötü insanlar elbette kötülükle karşılaşacak. Kalp kıranların kalbi elbette sızlayacak içten içe. Hem de bu sızının nedenini asla bilemeyecekler. 

Canım 2025, senden çok umutluyum. Neden bilmiyorum, bugün öyle hissediyorum. Dün sana karşı nötrdüm, bugün pozitifim. Bugün kar yağdırmadın ama güneş pırıl pırıl, gökyüzü masmavi. Sanki güzel şeylerin müjdecisi gibi hava…

Kendime söz verdim, bu sene kimseye eyvallahım olmayacak. Beni kim seviyorsa ona değer vereceğim. Toplumsal anlamda da böyle; kişisel anlamda da böyle….

Hadi bakalım 2025, gazamız mübarek olsun. Bu sene bittiğinde geriye dönüp bakalım ve yaşanan 365 günün ne kadar harika geçtiğini görelim olur mu!

Seni seviyorum 2025, bak değerini bil; hiç bir seneye bunu peşin peşin söylemedim bugüne kadar…

Hadi bakalım, çıkarma yüzümü kara...

 


Devamını Oku

30 Aralık 2024 Pazartesi

2024'e Veda Ederken Çalakalem Tuhaf ve Anlamsız bir Yazı

Spotify’da Good Morning Jazz açık. Tatlı tatlı çalıyor arka planda. 

Saat 12.33. Az önce bugünün 30 Aralık olduğunu hayretle fark ettim. Yarın yılbaşıymış ya! Ben daha birkaç gün var sanıyordum. O kadar kopmuşum demek ki akıp giden zamanlardan.

Önceden de söylemiş olabilirim; bu sene bir tuhaf geçti. Bir tuhaf yalnızlaşma senesi olabilir, kendi kendimle konuşma senesi de olabilir. Merak etmeyin delirmedim; öyle sesli sesli konuşmuyorum. Sadece beynimde bana talimatlar veren, beni onaylayan; bazen de teselli eden iç sesim biraz daha duyulur oldu.

Evet arka plandan gelen sabah cazı gerçekten çok iyi.

Son beş, belki altı; bilmiyorum belki de sekiz senedir yeni yıllarda simli kartlar atıyordum yakınım hissettiklerime. Hatta ilk başlattığımda bu geleneği, kartları alanlar aşırı mutlu oluyordu; postacının getirdiği faturalardan sonra tuhaf geliyordu demek ki. Gerçekten millî ve de inandırıcıyken; bazılarının içine Milli Piyango bileti de koyuyordum. Millî Piyango almıyorum elbette artık. Boşver, tatlı anılardı hepsi, geçti gitti; arkalarından yakınmaya gerek yok. 


Neyse işte, geçen sene attığım kartların yarısından fazlası ulaşmadı yerlerine. Ben anlamıyorum, eskiden kaybolmazken mektuplar, bunca teknolojiye rağmen nasıl oluyor da… Amaan, şimdi bu da laf mı! Postanedeki bey de söylemişti geçen sene; eğer sigortalı göndermezsem kaybolurmuş! O zaman yeni yıl kartının ne anlamı kalır ki? Ben bilmiyor muyum kargo poşetine koyup güvenle göndermeyi… Zarfı görecek alan kişi… Ne güzel pembeli mavili zarflar da almıştım. Neyse işte, geçen sene galiba sekiz kart atmıştım, sadece ikisi ulaşmıştı yerine. Ve yağmurlu, fırtınalı bir günde nasıl da çabayla gitmiştim postahaneye...

Bu sene de göndermeyi düşünüyordum aslında, sonra birden vazgeçtim.

Ne gerek var ki! İnsan ilişkilerine olan inancım pek kalmadığı için diyorum; yıllarca sürprizler yaparsın, o sürprizleri yapacağın ânları hayal edersin, o sevdiğin insanların yüzlerindeki gülümsemeyi defalarca ama defalarca gözünün önüne getirerek mutlu olursun. Sonra bir bakmışsın, aaa bir çırpıda silinmişsin, seni yok sayıvermişler.  

Artık böyle; birini hayatından çıkarmak istersen uzun  uzun nedenini niçinini anlatmaya gerek yok.  Spotify aile listesinden siliyorsun, hoop o insan hayatında sanki hiç olmamış gibi siliniveriyor. en postundan modern zamanlar bunlar...

 O yüzden diyorum; en simli ve güzel kartları insan belki de kendisine atmalı! 

Zaten son yıllarda moda oldu yeniden bu kartlar! Ben sokak aralarındaki kırtasiyelerden zor bulurken o simli kartları, şimdi internette zibilyon tanesi satılıyor! Amaan; bunalım, melankoli şu bu olmaya gerek yok yani, boşveeerr...

Gerçekten bu kadar çok yazmamın tek sebebi  sadece şu arkada çalan sabah cazının tınıları.  Sanki notalar beynime girdi de oradan da parmaklarıma hükmediyor gibi. Bak işte inceden bir saksafon sesi ve piyano tınısı. Başka dünyalara ışınlıyor adeta beynimi... Ben hiç anlamam müzikten, türlerinden falan. Kulağıma ne hoş gelirse, ruhuma ne hitap ederse on an onu severim. Bu aralar televizyonda genelde caz müzikleri açık, bir de kırmızı kiremitli ev ve yağan kar manzarası… Ne bileyim arınıyorum herhalde içimin cızlarına karşı çalan cazla...Cıza karşı caz, hadi bakalım, bu da mı gol değil!

 


Yılbaşı kartları diyordum; her şey bu kadar kolay, bu kadar elinin altında olunca değeri de kalmıyor bir şeylerin. Çocukken çok acıkınca elimize tutuşturulan kalın dilim ekmekler mesela. Üzerine Sana yağı, onun da üzerine tuz serpilmiş ekmekler. Neden reçel değil de tuz? Tereyağına benzesin diye mi acaba? Hiçbir fikrim yok. Nasıl güzel yerdim o ekmekleri ben. Gluten mi yoktu o zamanlar, ya da ne bileyim Sana yağları daha mı faydalıydı, hiç kilolu çocuk da olmazdı…

Dün akşam, akşam yemeği için tencerede kestane pişirdim. Kestaneleri yıkayıp, üzerlerine artı şeklinde bıçakla çentik atıp, sonra bir tatlı kaşığı tuz ve bir tatlı kaşığı şeker ekleyip, bir parmak kadar da su ekleyip tencerede; ocağın üzerinde; kısık ateşte pişmeye bıraktım. Kestaneler suyunu çekti, çizildikleri yerlerden iyice açıldı, sonra yumuşadı. Tencerenin dibi hafiften kararmaya başladığında kestaneler de pişmiş oldu. Eskiden böyle yapılırdı, hiç internetten tarife bakmadım. Niye bunu anlattım ki şimdi? Ne bileyim, aklıma geleni yazıyorum işte. Bir çeşit yıl sonu bilinç akışı gibi, yıl sonu beyin temizliği geldi haanım!

Biliyor musunuz bizim mahallede hâlâ akşamları bozacı geçiyor sokaklarda ve bağırıyor:

“Boza boozaaa, bozacııı…”

Orhan Pamuk’un son okuduğum kitabındaki gibi. Neydi adı “Kafamda Bir Tuhaflık..” Orada da bozacı vardı, kitapta en çok o aklımda kalmış.

Demek Orhan Pamuk’un da zaman zaman kafasında tuhaflık olabiliyor.

Kafam bir tuhaf ya bu aralar, kendime yandaş olarak Nobelli yazarı nasıl da seçtim ama... Böyle olmak lazım, seçici olmak yani. Melankolide bile avamdan kaçınmak lazım. Ne bileyim çıtayı yükseğe koyacaksın, kafan bi tuhafsa; Nobelli yazarlar da yarenin olacak. Ha bir de arka planda mutlaka caz olacak...

Yıllardır yeni yıl menüm sabittir.

Tencerede üç buçuk dört saatte pişip tel tel olan kuzu kol, pirinç pilavı, yaprak sarması, paçanga böreği, kereviz salatası…

Yarınmış yılbaşı! Yapar mıyım acaba bu sene de! Hiçbir kıpırdanma yok!

Kokina alırdım her sene, bu sene onu da almadım.

Ama güzel bir şey oldu, Refika Birgül’ü bilirsiniz. Öylesine denk geldim Instagram'da bir gönderisine. Gönlübol adında tombik çok şirin çay bardakları tasarlamışlar. “Çay en çok bize yakışır, çünkü...” cümlesini en güzel tamamlayan beş kişiye o bardaklardan hediye edecekmiş. Ben de şöyle bir şey yazmıştım çalakalem:





Çay en çok bize yakışır çünkü; hakkında ne söylesek eksik kalır. Biliriz ki çay içmek, sadece çay içmek değildir…

Mesela umutsuzluğa düştüğümüzde “hadi yeni bir çay demleyelim” diyerek ayağa kalkar ve asla enseyi karartmayız.

Çay; final zamanı sabahlayan öğrencinin dopingi; misafire sunulan kekin ekürisi; yorgunluğu gidermenin en mucizeli iksiri; her şeye sıfırdan başlamanın motive edicisi; dumanı tüten simitin adı konmamış yakın akrabasıdır. Sosyal medya hikâyelerinde kahve fincanı gibi fazla arz-ı endam eylemez; çünkü reklama ihtiyacı olmaz.

Bize yakışmasın da kime yakışsın bu çay?  Beş çayı içen kraliçe, verebilir mi böyle bir cevabı 😊

Beğenmiş, bana o harika bardaklardan hediye gönderdi. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Adeta  tuhaf ruh halime mucizeli bir yanıt gibiydi bu hediye. 

Bak işte diyordu, bak işte yeni yılın sürpriz hediyesi insanın hiç tanımadığı birilerinden sürpriz bir şekilde gelebilir diyordu.

Ne bileyim, kendi yazdığım “çay güzellemesi” nin içindeydi şifa belki de.

“Hadi yeni bir çay demleyelim!”

Bunu ben söylediysem, demek ki uygulamak da bana düşerdi. Kendi kendime ilaç oldum sanki. Çok mucizeli bir şeydi bu bence... 

Bazen böyle göz açıp kapayana kadar küçücük mucizeler gerçekleşebiliyor. Asıl güzel olan ise o mucizeleri görebilmek ve gördüğünde duyduğun o sevinç... Paha biçilemez anlar bunlar...

Bu yazıyı gerçekten hiç okumadan yazıp duruyorum dakikalardır, 2024’ün çer çöpü ne varsa akıp gitsin diye belki de.

Ve evet, caz müziği şahane ve bir dize geliyor aklıma:

“…Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile

Gelse de

Öyle sürekli değil

Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün

O kadar çabuk

O kadar kısa

İşte o kadar….”

Bu son zamanlarda ruhuma dokunan caz müzikleri, bu hiç olmadık bir zamanda Refika Birgül’den gelen “Gönlübol” adındaki şirin mi şirin çay bardağı hediyesi ve bu yazdığım ama farkına bile varmadığım” Yeni bir çay demleyelim” cümlesi sanki 2025’in ipuçlarını getirmiş bir araya…

Ve bu “bir caz müziği gibi akıp giden” yazının sonunda diyorum ki; 2025’de Gönlübol bardaklarımla yeni taptaze çayımı içerken, arkadaki caz müziği gibi şıkır şıkır,  kolaycacık ve telaşsız akıp gitsin hayat kendi yolunda ve üzmeden ve tüm doğallıyla ve mutlu ederek…

NOT: Bu başı sonu belli olmayan yazıyı sonuna kadar okuyan varsa aranızda; size de görebildiğiniz, gördüğünüzde mutlu olabileceğiniz küçüklü büyüklü mucizeler diliyorum 2025'de, hem de kalpten...

Sevgiyle...


Devamını Oku

21 Aralık 2024 Cumartesi

Blogda Mim Var: 2025 Yılından Beklentilerim

Epeydir gelemedim buralara; ne sevdiğim bloglara uğrayabildim, ne de aklımdakileri yazmaya fırsatım oldu. 

Hayat bazen böyledir; bir şeyler ertelenir ertelenir, bir de döner bakarsın ki erteledikçe o şeylerin değeri de kalmamış. O yüzden kısacık da olsa geleyim ve ara fazla açılmasın dedim. 

Blogların eski günlerindeki gibi Mim etkinliği başlatmıştı Blog Forum sahibi sevgili Sinan. Sağolsun beni de mimlemiş. Daha fazla ertelemeden katılayım dedim. Etkinlik burada, dileyen herkes katılabilir. 

Sormuş: “2025 Yılından Beklentilerin Neler?” demiş…  Keşke tatlı tatlı yazabilseydim... Çok neşeli bir cevap olmayacak üzgünüm Sevgili BlogForum… Çünkü 2024’ün tadı maalesef ağzımda kekre bir tortu bıraktı…

O yüzden yeni yıldan beklentilerim de  fazla duygusal…

2024 yılında beni üzen, yalnız bırakan, kalbimi kıran herkes; bana yaptığı haksızlığı 2025 yılında anlasın istiyorum. Dinlemeden, anlamadan, empati kurmadan yargısız infazlar yaptılar. Sanki alışveriş listesinde sıradan bir nesne, mesela bir marulmuşum gibi üstüme çizgiyi çekip attılar kenara. Çok yaralandım, çok aşırı kırıldım. Neden mi? Üstat Pir Sultan vermiş cevabı...

“İlle dostun bir tek gülü yaralar beni …”

Hikayesini öğrendiğimde çok etkilenmiştim.



 

Pir Sultan Abdal’ı idama götürüyorlar... Emir vermiş Hızır Paşa, herkes taşlayacak! Taşlamayanın başı uçurulacak! Korkudan herkes taş atmaya başlamış . Atılan taşlar Pir'e ulaşmadan yere düşüyormuş.  

 Taşlayan kalabalığın içinde Pir Sultan Abdal'ın en yakını Ali Baba da varmış! 

 “Taş atmayayım” diye düşünüp elindeki gülü fırlatmış!

 Gül, Pir Sultan'a çarpmış ve kan akmaya başlamış... 

Sonrasında Pir Sultan Abdal’ın ağzından, şu dizelerin çıktığı söyleniyor:


 

“Şu kanlı zalımın ettiği işler,

Garip bülbül gibi zaralar beni.

Yağmur gibi yağar başıma taşlar,

İlle  dostun bir fiskesi yaralar beni.

-*-*-

Dar günümde dost düşmanım belli oldu.

Bir derdim var idi, şimdi elli oldu.

Ecel fermanı boynuma takıldı.

Gerek asa, gerek vuralar beni.

-*-*-

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz.

Haktan emrolmazsa rahmet yağmaz.

Şu ellerin taşı hiç bana değmez.

İlle dostun bir tek gülü yaralar beni.”


Öyle işte; yaralı bir seneydi 2024 benim için...

Ne bekliyorum peki? Hiç bir şey... Özür beklemiyorum mesela. Ama bana ne yaptıklarını görsünler ve dönüp aynaya baksınlar istiyorum. Kırılan vazo; bir parçası kaybolsa da tamir edilebilir;  ama kalpler öyle değil... 

Neyse işte; 2025 yılında beni kimseler üzmesin, üzemesin istiyorum. Değersizleştirmesin kimse beni ve ben gibi hissedenleri.

Zaten kalabalık değildir hayatım; kalanlar daha da azaldılar 2024'de. 2025 yılında böyle şeyler olmasın istiyorum.

Bir de sağlık… Sağlıkla çokça sınandığım bir yıldı 2024.

2025 yılında en çok sağlık diliyorum; bana ve sevdiğim insanlara… Bunu çok içtenlikle diliyorum hem de, kalbimin derinliklerinde bir yerlerden….

Hayatım arı duru olsun; entrikalardan uzak; art niyetli iki yüzlü insanlardan uzak, huzurlu olsun…

Tatillere gidebilelim eskisi gibi, ne bileyim çiçeklerimiz insansızlıktan solmasın… Gördüklerimiz, sevdiklerimiz, seçtiklerimiz var olsunlar hep hayatımızda. Emeklerimiz heba olmasın, diktiğimiz fidanlar kuru dala durmasın...

Evime, ülkeme ve evrenin her bir köşesine baharlar gelsin…

Öyle işte; her şeye rağmen teşekkürler Hayat...  Rengahenksin, hayranım sana...


Devamını Oku