Tarihlerden Nisan 2013. Çalıştığım fabrikanın “görkemli” batışının üzerinden çok zaman geçmemiş. Tekstile ara vereli daha bir yıl bile olmamış. İçimde haksızlığa uğramışlığın tortusu birikmiş. Ülkenin durumu zaten malum. Bütün bu kırılganlığı, okumakla yazmakla, alternatif çalışma biçimleri kurgulamakla, önüme gelen “sanat sepet” işlerine balıklama dalmakla aşmaya çalıştığım bir dönem. Blogumu açalı dört ay falan olmuş. İç dünyam zengin, hâlâ umudum var. Bir taraftan da Kadıköy’de ne kadar ücretsiz etkinlik varsa hepsine katılmaya çalışıyorum. Malum, işsizlik günleri.
Vaktimin bol olduğu o günlerde, eski Özen Sineması’nın sessiz sedasız bir şekilde restore edildiğini ve orada TAK, yani (Kadıköy Tasarım Ofisi)’nin açılacağını öğreniyorum. O zamanlar belediye başkanı Selami Öztürk. Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geçeli daha üç sene olmuş. “Gandi Kemal” diye herkes kendisini el üstünde tutuyor. (Henüz Ekmeleddin vakası gerçekleşmemiş. )2009’da Star Tv’de Uğur Dündar’ın canlı programında Gökçek’i belgelerle ve sakinliğiyle “dövmesi” hafızalarda taze…
Vay be! Şimdi anlatırken sanki tarih öncesinden bahsediyor gibiyim. Düşünsenize; bir belediye başkanı, hem de iktidar partisinin belediye başkanı, yani “anlı şanlı” Gökçek, muhalefet partisinin grup başkanvekili ile ana akım medyada, hem de Uğur Dündar’ın sunduğu bir canlı yayında düelloya çıkıyor! Gel de inan! Demek ki o zamanlar İsveç’de yaşıyormuşuz da farkında değilmişiz! Yazarken hâlâ şaşırıyorum. Günümüzde Uğur Dündar’ın Star Haber’de olması, düello programına Gökçek’i çıkartması! Kendim tanık olup kendim yazmasam, “paralel evren hikâyesi” deyip inanmayacağım, o derece gerçek üstü geliyor şu an bütün bunlar!
Neyse efendim, yaklaşan 2014
cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle herkes gibi ben de günlük politikayı sıkı
takip ediyorum o günlerde. Aynı bugün olduğu gibi… Zaten işsizim. Aynı bugün
olduğu gibi… Anlayacağınız; zamanın bütün koşulları bir araya geliyor ve ben
TAK açılışına gidiyorum.
Mahalle arasında iki katlı küçük
bir bina TAK. Bir taraftan da heyecanlıyım. Öyle ya, insan, ana muhalefet
partisi liderini hayatında kaç kere canlı canlı görür ve dinler!
Biraz erken gidiyorum açılışa, yer falan bulamazsam diye. Bir taraftan da bakıyorum, öyle aman aman bir kalabalık da yok. Yaklaşık on arabalık bir konvoyla ara sokaklardan geliyor Kılıçdaroğlu. İçimden “Başka parti olsa ne gümbürtü kopardı!” cümlesinin geçtiği dün gibi hafızamda. Bu sadeliğin nedeninin, Kılıçdaroğlu’nun mütevazı kişiliği olduğunu bugünden bakınca ancak anlayabiliyorum
![]() |
Açılış çok hoş. Bir kokteyl havası var. Keman, gitar, akordiyondan oluşan, papyon takmış şık giyimli müzisyenlerden nefis klasik parçalar dinliyoruz. Atıştırmalıkların olduğu masalar var etrafta. Sıkı durun; alkolsüz içeceklerin yanı sıra şarap da sunuluyor ikramlıkların arasında! O gün için hiç yadsımıyorum bu durumu. Ne yalan söyleyeyim, hoşuma da gidiyor
Çok değil, sadece 10 yıl sonra, yani günümüzde aynı açılışın olduğunu hayal edelim bir anlığına. Sizce CHP’li Kadıköy Belediyesi, açılışta şarap ikram eder mi bugün? Haydi etti diyelim, ya sonrasında ne olur? Ne kâfirliği kalır belediyenin, ne siyonistliği, ne Amerikancılığı, ne dinsizliği, ne şusu ne busu… Oysa açılış kokteylinde bir kadeh şarap içmenin ne gibi bir sakıncası olabilir! Cumhurbaşkanı olduğu ilk yıllarda Abdullah Gül’ün, (kendisini sevmem) Çankaya’da verdiği resepsiyonlarda papyon taktığını, eski geleneksel sunumlarda olduğu gibi konuklarına şarap ikram ettiğini ve üstelik ortama uyum sağlamak için gazozunu kadehte içerek fotoğraf çektirdiğini de anımsıyorum.
Takiyesi bile hiç yoktan iyiymiş diyesim geliyor. Nerden nereye…Yâni demem o ki; çok değil sadece on sene içinde toplumumuz; alkol içenler içmeyenler, ocular bucular, sendenciler bendenciler diye diye ne kadar da bölünmüş ve bölünmekle kalmayıp ne kadar da birbirlerine tahammül edemeyen düşmanlar haline getirilmişiz. Günlük hayatın içindeki basit seremoniler bile nasıl da yok edilmiş!
Özümüzden uzaklaşmışız. Tıpkı
yıllar içinde gram gram kilo alan bir insanın bunu fark etmediği ve zaman
içinde aynada gördüğü şişman insana alıştığı gibi de normalleşmiş bu bizden
olmayan görüntü.
Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dediği gibi
“İki
iki daha dört, elde var Ayten” hesabı…
O gün orada ben de bir kadeh şarap
içip müzik dinlediğimi, duvarlara asılan yazıları hayranlıkla okuduğumu, sanat
içerikli konuşmaları dinlediğimi anımsıyorum. Zamanın Gazete Kadıköy’ünden
küçük bir alıntı da yapayım:
“İstanbul’un kimliği ve estetiğinin olup olmadığının oturulup tartışılması gerektiğini vurgulayan Kılıçdaroğlu, kentli olmanın; planları olan, geleceği olan bir kentte yaşamayı arzulamak anlamına geldiğini söyledi.
“Kılıçdaroğlu, insanın mutlu olduğu, insana hizmet eden kentlerin oluşturulması gerekliliğine vurgu yaptı.”
Gelelim asıl anlatmak istediğim anıya:
Nasıl olduysa bilmiyorum, belki içtiğim
bir kadeh şarabın verdiği cesaret ile de olabilir, bir şekilde Kemal
Kılıçdaroğlu’nun yanında buluyorum kendimi. O zamanlar akıllı telefonum yok,
sanırım selfi çılgınlığı da yaygın değil! Dolayısıyla fotoğraf çekilmiyorum
kendisiyle. Ama konuşma fırsatı bulduğumda kaygılı bir cümle dökülüyor ağzımdan:
“Kemal Bey” diyorum, “Çok
endişeliyim, nasıl olacak bu memleketin hali?”
Omzuma babacan bir tavırla dokunuyor ve
“Hiç merak etmeyin, bana güvenin. Bütün
olumsuzlukların takipçisi olacağım, her şey düzelecek, az sabır” diyor.
Çok heyecanlı küçük bir ân benim için bu kısa konuşma. Gülümseyerek ve umutla dönüyorum eve.
Sonra gökten üç
elma düşmüyor tabii ki, çünkü bir masal değil yaşadığımız. Ne diyorlar, Türkiye
siyasetinin sert iklimi, evet bu iklim ve üstüne üstlük başımıza iki ters bir düz ağ örmeyi marifet sayan zalim kader
giriyor tabii ki devreye! Kabul edelim artık, hayatımız böyle bizim. Uçlardayız,
pamuk ipliklerine tutunarak anlık kurtuluşlara bel bağlamakla geçiyor ömrümüz. Aksiyon
filmi gibi ülkeyiz.
Velhasıl kelam, bir yıl sonra pat
diye olup biten Ekmeleddin vakası ile sudan çıkmış balık şaşkınlığının
ötesinde bir şey yaşıyoruz toplum olarak. O zamanlar birçok kişi gibi ben de
kızıyorum Kılıçdaroğlu’na. Hem de ne kızmak! Bana verdiği söz aklıma geliyor,
daha da kızıyorum. Hiç unutmuyorum o sözü. Kendimi kandırılmış gibi
hissediyorum. Tanınmayan, bilinmeyen, kusura bakmasın ama gayet itici bir tip
olan, çağın çok gerisinde laflar eden “Ekmek için Ekmeleddin” kişisini ve oldu
bittisini hak etmediğimizi düşünüyorum çok insan gibi.
**********
Ne o, yazının bu bölümünde heyecan
mı yaptınız yoksa. Belki de bazılarınız
şaraba takıldı ve içinizden “Cehape zihniyeti” diye diş biliyorsunuz. Kimilerinizse
“Nasıl olacak bu işler Kemal Bey’le” diye bugün için kaygılanıyorsunuz o
günleri anımsayarak. Önceki yazımın başlığında dediğim gibi “linç yemeyeceksem”
devam edeyim o halde.
İtiraf edeyim; 2014 seçimlerinden
sonra Kemal Bey’e kızıp, kendisine Twitter’dan defalarca “Bırakıp gidin”
yazmışlığım vardır. Sıkışmışlık yaşadığımda, umutsuzluğa düştüğümde suçlulardan
biri olarak Kemal Bey’i görmüştüm hep. Bir partili değildim, sadece kaygılı bir
vatandaştım. Ve iktidara eleştiri yazmaya korkan çoğunluk gibi, ben de gücümün yettiği
ana muhalefet partisine sosyal medyadan ulaşıyor ve kendi kendimin gazını
almaya çalışıyordum. Ne bileyim, öyle günlerdi işte.
Sonrasında biliyorsunuz muhalefet açısından 2019
belediye zaferleri gerçekleşti. Adını sanını öncesinde duymadığımız başkanlar, günümüz siyaset sahnesinde kutup yıldızı gibi parlıyorlar.
Kendimle gurur duyduğum bir konudur
futbol takımı gibi parti tutmamak. O yüzden de her seçim döneminde esneyebiliyorum zamanın koşullarına bakarak. Ekmeleddin dönemini bize yaşattığı yıllarda nasıl
ki Kemal Bey’e çok kızdıysam, bu dönem de kendisini takdir ediyorum.
Çünkü on yıllardır kimsenin
yapamadığı bir şeyi yapıyor Kemal Bey. Sağı, solu, muhafazakârı, sosyalisti bir
çatı altında topluyor! Halk Partisi olmanın unutulan gerekliliklerini
gerçekleştiriyor aslına bakarsanız. Bunu yapmak, herkesin gerçekten de harcı
değil. Başka türlüsünün olmayacağını düşünerek, birbirine düşman olmuş partileri
empati ve sempati ile bir araya getirmek kolay mı?
2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini
kazanır ya da kazanmaz, 14 Mayıs’da bunu hep birlikte göreceğiz. Ama ben, şimdi
geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki, Kemal Bey gerçekten de iyi bir
stratejistmiş. Benim gibi yüzbinlerce insanın kızmasına rağmen, adeta uzun soluklu
bir satranç maçı gibi toplumu barıştırmak için küçük küçük adımlar atmış
yıllarca. Kızgınlıktan algılayamamışız bu durumu.
Demek ki Kemal Bey’in Nisan
2013’de bana verdiği söz, aslında öylesine söylenmiş bir söz değilmiş. Anlamam
için 10 yıl geçmesi gerekiyormuş.
Hayat böyle bir şey işte;
İki ters bir düz, beş düz bir ters,
“İki iki daha dört, elde var Ayten” hesabı.
Aslında olup biten hepsi bu kadar galiba…
NOT: Lütfen linç olmasın, kimse kimseye düşüncelerini dikte etmesin, sevgi ve hoşgörüyle
kalalım…