25 Mart 2023 Cumartesi

Kemal Kılıçdaroğlu'nun Bana Verdiği Söz

Tarihlerden Nisan 2013. Çalıştığım fabrikanın “görkemli” batışının üzerinden çok zaman geçmemiş. Tekstile ara vereli daha bir yıl bile olmamış. İçimde haksızlığa uğramışlığın tortusu birikmiş. Ülkenin durumu zaten malum. Bütün bu kırılganlığı, okumakla yazmakla, alternatif çalışma biçimleri kurgulamakla, önüme gelen “sanat sepet” işlerine balıklama dalmakla aşmaya çalıştığım bir dönem. Blogumu açalı dört ay falan olmuş. İç dünyam zengin, hâlâ umudum var. Bir taraftan da Kadıköy’de ne kadar ücretsiz etkinlik varsa hepsine katılmaya çalışıyorum. Malum, işsizlik günleri.

Vaktimin bol olduğu o günlerde, eski Özen Sineması’nın sessiz sedasız bir şekilde restore edildiğini ve orada TAK, yani (Kadıköy Tasarım Ofisi)’nin açılacağını öğreniyorum. O zamanlar belediye başkanı Selami Öztürk. Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geçeli daha üç sene olmuş. “Gandi Kemal” diye herkes kendisini el üstünde tutuyor. (Henüz Ekmeleddin vakası gerçekleşmemiş. )2009’da Star Tv’de Uğur Dündar’ın canlı programında Gökçek’i belgelerle ve sakinliğiyle “dövmesi” hafızalarda taze…

Vay be! Şimdi anlatırken sanki tarih öncesinden bahsediyor gibiyim. Düşünsenize; bir belediye başkanı, hem de iktidar partisinin belediye başkanı, yani “anlı şanlı” Gökçek, muhalefet partisinin grup başkanvekili ile ana akım medyada, hem de Uğur Dündar’ın sunduğu bir canlı yayında düelloya çıkıyor! Gel de inan! Demek ki o zamanlar İsveç’de yaşıyormuşuz da farkında değilmişiz! Yazarken hâlâ şaşırıyorum. Günümüzde Uğur Dündar’ın Star Haber’de olması, düello programına Gökçek’i çıkartması! Kendim tanık olup kendim yazmasam, “paralel evren hikâyesi” deyip inanmayacağım, o derece gerçek üstü geliyor şu an bütün bunlar!

Neyse efendim, yaklaşan 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle herkes gibi ben de günlük politikayı sıkı takip ediyorum o günlerde. Aynı bugün olduğu gibi… Zaten işsizim. Aynı bugün olduğu gibi… Anlayacağınız; zamanın bütün koşulları bir araya geliyor ve ben TAK açılışına gidiyorum.

Mahalle arasında iki katlı küçük bir bina TAK. Bir taraftan da heyecanlıyım. Öyle ya, insan, ana muhalefet partisi liderini hayatında kaç kere canlı canlı görür ve dinler!

Biraz erken gidiyorum açılışa, yer falan bulamazsam diye. Bir taraftan da bakıyorum, öyle aman aman bir kalabalık da yok. Yaklaşık on arabalık bir konvoyla ara sokaklardan geliyor Kılıçdaroğlu. İçimden “Başka parti olsa ne gümbürtü kopardı!” cümlesinin geçtiği dün gibi hafızamda. Bu sadeliğin nedeninin, Kılıçdaroğlu’nun mütevazı kişiliği olduğunu bugünden bakınca ancak anlayabiliyorum

TAK

Açılış çok hoş. Bir kokteyl havası var. Keman, gitar, akordiyondan oluşan, papyon takmış şık giyimli müzisyenlerden nefis klasik parçalar dinliyoruz. Atıştırmalıkların olduğu masalar var etrafta. Sıkı durun; alkolsüz içeceklerin yanı sıra şarap da sunuluyor ikramlıkların arasında! O gün için hiç yadsımıyorum bu durumu. Ne yalan söyleyeyim, hoşuma da gidiyor

Çok değil, sadece 10 yıl sonra, yani günümüzde aynı açılışın olduğunu hayal edelim bir anlığına. Sizce CHP’li Kadıköy Belediyesi, açılışta şarap ikram eder mi bugün? Haydi etti diyelim, ya sonrasında ne olur? Ne kâfirliği kalır belediyenin, ne siyonistliği, ne Amerikancılığı, ne dinsizliği, ne şusu ne busu… Oysa açılış kokteylinde bir kadeh şarap içmenin ne gibi bir sakıncası olabilir! Cumhurbaşkanı olduğu ilk yıllarda Abdullah Gül’ün, (kendisini sevmem) Çankaya’da verdiği resepsiyonlarda papyon taktığını, eski geleneksel sunumlarda olduğu gibi konuklarına şarap ikram ettiğini ve üstelik ortama uyum sağlamak için gazozunu kadehte içerek fotoğraf çektirdiğini de anımsıyorum. 

Takiyesi bile hiç yoktan iyiymiş diyesim geliyor. Nerden nereye… 

Yâni demem o ki; çok değil sadece on sene içinde toplumumuz; alkol içenler içmeyenler, ocular bucular, sendenciler bendenciler diye diye ne kadar da bölünmüş ve bölünmekle kalmayıp ne kadar da birbirlerine tahammül edemeyen düşmanlar haline getirilmişiz. Günlük hayatın içindeki basit seremoniler bile nasıl da yok edilmiş!

Özümüzden uzaklaşmışız. Tıpkı yıllar içinde gram gram kilo alan bir insanın bunu fark etmediği ve zaman içinde aynada gördüğü şişman insana alıştığı gibi de normalleşmiş bu bizden olmayan görüntü.

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dediği gibi

  “İki iki daha dört, elde var Ayten” hesabı…

O gün orada ben de bir kadeh şarap içip müzik dinlediğimi, duvarlara asılan yazıları hayranlıkla okuduğumu, sanat içerikli konuşmaları dinlediğimi anımsıyorum. Zamanın Gazete Kadıköy’ünden küçük bir alıntı da yapayım:

 “İstanbul’un kimliği ve estetiğinin olup olmadığının oturulup tartışılması gerektiğini vurgulayan Kılıçdaroğlu, kentli olmanın; planları olan, geleceği olan bir kentte yaşamayı arzulamak anlamına geldiğini söyledi.

“Kılıçdaroğlu, insanın mutlu olduğu, insana hizmet eden kentlerin oluşturulması gerekliliğine vurgu yaptı.”

 Gelelim asıl anlatmak istediğim anıya:

Nasıl olduysa bilmiyorum, belki içtiğim bir kadeh şarabın verdiği cesaret ile de olabilir, bir şekilde Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanında buluyorum kendimi. O zamanlar akıllı telefonum yok, sanırım selfi çılgınlığı da yaygın değil! Dolayısıyla fotoğraf çekilmiyorum kendisiyle. Ama konuşma fırsatı bulduğumda kaygılı bir cümle dökülüyor ağzımdan:

“Kemal Bey” diyorum, “Çok endişeliyim, nasıl olacak bu memleketin hali?”

Omzuma babacan bir tavırla dokunuyor ve 

 “Hiç merak etmeyin, bana güvenin. Bütün olumsuzlukların takipçisi olacağım, her şey düzelecek, az sabır” diyor.

Çok heyecanlı küçük bir ân benim için bu kısa konuşma. Gülümseyerek ve umutla dönüyorum eve. 

Sonra gökten üç elma düşmüyor tabii ki, çünkü bir masal değil yaşadığımız. Ne diyorlar, Türkiye siyasetinin sert iklimi, evet bu iklim ve üstüne üstlük başımıza iki ters bir düz ağ örmeyi marifet sayan zalim kader giriyor tabii ki devreye! Kabul edelim artık, hayatımız böyle bizim. Uçlardayız, pamuk ipliklerine tutunarak anlık kurtuluşlara bel bağlamakla geçiyor ömrümüz. Aksiyon filmi gibi ülkeyiz.

Velhasıl kelam, bir yıl sonra pat diye olup biten Ekmeleddin vakası ile sudan çıkmış balık şaşkınlığının ötesinde bir şey yaşıyoruz toplum olarak. O zamanlar birçok kişi gibi ben de kızıyorum Kılıçdaroğlu’na. Hem de ne kızmak! Bana verdiği söz aklıma geliyor, daha da kızıyorum. Hiç unutmuyorum o sözü. Kendimi kandırılmış gibi hissediyorum. Tanınmayan, bilinmeyen, kusura bakmasın ama gayet itici bir tip olan, çağın çok gerisinde laflar eden “Ekmek için Ekmeleddin” kişisini ve oldu bittisini hak etmediğimizi düşünüyorum çok insan gibi.

**********

Ne o, yazının bu bölümünde heyecan mı yaptınız yoksa.  Belki de bazılarınız şaraba takıldı ve içinizden “Cehape zihniyeti” diye diş biliyorsunuz. Kimilerinizse “Nasıl olacak bu işler Kemal Bey’le” diye bugün için kaygılanıyorsunuz o günleri anımsayarak. Önceki yazımın başlığında dediğim gibi “linç yemeyeceksem” devam edeyim o halde.

İtiraf edeyim; 2014 seçimlerinden sonra Kemal Bey’e kızıp, kendisine Twitter’dan defalarca “Bırakıp gidin” yazmışlığım vardır. Sıkışmışlık yaşadığımda, umutsuzluğa düştüğümde suçlulardan biri olarak Kemal Bey’i görmüştüm hep. Bir partili değildim, sadece kaygılı bir vatandaştım. Ve iktidara eleştiri yazmaya korkan çoğunluk gibi, ben de gücümün yettiği ana muhalefet partisine sosyal medyadan ulaşıyor ve kendi kendimin gazını almaya çalışıyordum. Ne bileyim, öyle günlerdi işte.

Sonrasında biliyorsunuz muhalefet açısından 2019 belediye zaferleri gerçekleşti. Adını sanını öncesinde duymadığımız başkanlar, günümüz siyaset sahnesinde kutup yıldızı gibi parlıyorlar.  

Kendimle gurur duyduğum bir konudur futbol takımı gibi parti tutmamak. O yüzden de her seçim döneminde esneyebiliyorum zamanın koşullarına bakarak. Ekmeleddin dönemini bize yaşattığı yıllarda nasıl ki Kemal Bey’e çok kızdıysam, bu dönem de kendisini takdir ediyorum.

Çünkü on yıllardır kimsenin yapamadığı bir şeyi yapıyor Kemal Bey. Sağı, solu, muhafazakârı, sosyalisti bir çatı altında topluyor! Halk Partisi olmanın unutulan gerekliliklerini gerçekleştiriyor aslına bakarsanız. Bunu yapmak, herkesin gerçekten de harcı değil. Başka türlüsünün olmayacağını düşünerek, birbirine düşman olmuş partileri empati ve sempati ile bir araya getirmek kolay mı?

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanır ya da kazanmaz, 14 Mayıs’da bunu hep birlikte göreceğiz. Ama ben, şimdi geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki, Kemal Bey gerçekten de iyi bir stratejistmiş. Benim gibi yüzbinlerce insanın kızmasına rağmen, adeta uzun soluklu bir satranç maçı gibi toplumu barıştırmak için küçük küçük adımlar atmış yıllarca. Kızgınlıktan algılayamamışız bu durumu.

Demek ki Kemal Bey’in Nisan 2013’de bana verdiği söz, aslında öylesine söylenmiş bir söz değilmiş. Anlamam için 10 yıl geçmesi gerekiyormuş.

 Hayat böyle bir şey işte;

 İki ters bir düz, beş düz bir ters,

 “İki iki daha dört, elde var Ayten” hesabı.

 Aslında olup biten hepsi bu kadar galiba…

 

NOT: Lütfen linç olmasın, kimse kimseye düşüncelerini dikte etmesin, sevgi ve hoşgörüyle kalalım…

 Alıntı kaynak burada 

Görsel kaynak  burada


Devamını Oku

14 Mart 2023 Salı

Linç Yemeyeceksem!

Sosyal medya kullanıcılarının çok aşina olduğu nur topu gibi yeni bir deyimimiz var artık:

“Linç yemek…”  

 “Yargısız infaz” anlamına gelen “linç etmek” versiyonu, eskiden beri kullanılır. Bakalım sözlükler ne diyor bu konuda:

Linç: Birden çok kimsenin, kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi (Kaynak TDK).

Bir kalabalığın, bir grubun, yasal bir yargılama / karar olmadan, bir kişinin hayatına son vermesi ya da onu şiddete maruz bırakması (Kaynak Larousse)

Günümüzde işin içine sanallık girince linçi de haliyle yemeye başladık. Zaten her şeyi yiyoruz, bu da eksik kalmasın!

Sanal olmayan hayatta, meselâ bir hırsız mahalledeki dükkânlardan birini soymaya kalksa, mahallenin tüm esnafı toplanır, o hırsızı eşşek sudan gelinceye dek döver. Böyle bir olay da gazetelerin üçüncü sayfalarına “Hırsızlık yaparken yakalanan E.T, vaktinde gelen polis sayesinde mahallelinin linç girişiminden kurtarılarak mahkemeye sevk edildi” gibi yansır. Yani fiziksel bir şeydir “linç etmek”! İyi midir? Kesinlikle hayır. Saldırganlık iyi bir şey olabilir mi? Cahilce ve insanlık dışı bir şeydir elbette. Ama en azından yaygın değildir. Yani önüne gelen, önüne geleni linç etmez, edemez! Dediğim gibi ne yazık ki “yemek” fiiliyle birleşince, linç de sıradanlaşıp sosyal medyada “normal” bir eylem haline geldi. Ama bizler, yani aklıselim insanlar ne yapıyoruz? Her ‘normal’ leştirilmeye kalkışılanı alıp bağrımıza basmıyoruz.


Nedir bu normalleştirilen şey peki?

Örneğin birisi sosyal medyada bir şey yazıyor, aynı görüşte olmayan diğerleri 

“Vay sen bunu nasıl yazarsın, vatan hainisin, teröristsin, şusun busun…”

diye başlıyor psikolojik şiddete! Ve bu şiddet yaygınlaşıyor, öyle ya tuşa basmak kolay! Yüzlerce binlerce insan tarafından çok kısa süre içinde hedef tahtası haline gelebiliyor düşüncelerini yazan kişi. Ya da birisi bir fotoğraf paylaşıyor; başlıyorlar alay etmeye. 

Ne kadar çirkinsin, şişkosun, o saçlarla cadıya benzemişsin… vs”.

Bu davranışların ardında yatan nedenleri araştırmak elbette psikologların uzmanlık alanı. Tabii ki ahkâm kesmeyeceğim bilmediğim konuda. Ama  ben de, bu olayların sonuçlarıyla her vicdanlı insan gibi ilgileniyorum elbette. Çünkü ötekileştire ötekileştire iyice zıvanadan çıkan toplum beni de çevreliyor ne yazık ki!

“Benim gibi düşünmezsen yazma, çizme konuşma! Hatta benim gibi düşünmüyorsan yok ol!”

“Benim tuttuğum parti hakkında laf edecek kişi daha doğmadı!” (parti tutmak, dikkatinizi çekerim)

“Bu film hakkında nasıl böyle konuşursun, sen ne anlarsın sanattan, bre cahil!”

“Kutsalıma dokunanı yakarım!”

“Blog senin de olsa, düşüncelerini özgürce yazamazsın. Beni rahatsız eden düşünceni yerden yere vurma hakkım var! Ülkedeee dimokraaasi varrr! “

“Kabul görmüş vücut ölçülerinde değilsen, fotoğraf paylaşma. Paylaşıyorsan da sonuçlarına katlanırsın!

Örnekler çok… Geldiğimiz noktada, zaten yazarken çizerken oto sansür sıradan hale gelmişken, linç yemeyi de normalleştiren bir cümleyle başlar oldu çoğu kişi sözlerine:

“Linç yemeyeceksem ben şu diziyi sevmedim” demek zorunda kalıyor mesela. Yani sıradan bir dizi hakkında yazılanlar için bile “linç yeme” tehlikesi var! Ve bunun adı da “Demokrasi, söz söyleme özgürlüğü”! oluyor. İfade özgürlüğünü kendi bakış açılarına göre ne de güzel sınırlandırıyorlar! Hele hele medeniyete bak sen!

Makul ölçülerde eleştiri elbette yapılabilir; ama be kardeşim eleştirinin de bir yolu yordamı, usulü olmaz mı? Kafa kol dalar gibi, küfürlü aşağılamalı sözler eleştiri değil basbayağı hakaret sınıfına girmez mi?

İşte bu hakaretlerden korunmak için “Linç yemeyeceksem” ile başlayarak baştan önlem almak zorunda kalıyor kişi. “İçinizden bazıları bu şeyi seviyorsunuz ama yüksek müsaadelerinizle ben de sevmediğimi belirtmek istiyorum. Baştan söylüyorum, aman ha benimle alay falan etmeyin…” babında, biraz da espriyle karıştırıp yumuşatarak kendine kalkan yapma gereği hissediyor anlayacağınız.

Peki bütün bunları neden anlatıyorum? Bir önceki yazımda da niyetlenip girizgâhı çok uzatarak değinemediğim  konu için… Evet, önceki yazıda olduğu gibi aslında yine cumbaba adayı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında duygularımı ve düşüncelerimi anlatacaktım. Yazıya da “Linç Yemeyeceksem” diye başlamayı planlıyordum. Yine laf lafı açtı, laf derine kaçtı, uzadı da uzadı. Şimdi Cumbaba adayı hakkında düşündüklerimi böyle son paragrafa sığdırsam ayıp olur. Başka yazıya söz diyeyim.

Linç yemeden kaçıp gideyim en iyisi

Sevgiyle,

Not: Görseller, internetten alıntıdır. 

Devamını Oku

11 Mart 2023 Cumartesi

Yazmaya Dair Sayıklamalar

Yazmak, hele ki azıcık edebiyata yeteneği varsa insanın, dar zamanlarda öyle yardımcı olan bir şey ki! Anlatmazsan içinde patlayacak ve fakat güvenip de kimselere aktaramadığın duyguları, olayları, sanki sihirli bir kaşık ile ağzından alır ve döker mürekkeple kağıtlara. Ya da günümüzde, klavyenin sihirli tuşlarıyla ekranlara… Evet kusarsın içindeki zehiri böylece, kimseler anlamaz.

Seems to Be by Marc Civitarese 45″x45″; oil and wax on linen
Yazdığın zaman kendini çok iyi hissedersin, kurtulmuş hissedersin, sanki sihirli bir güç seni şifalandırmış hissedersin. Nereden mi biliyorum bu duyguyu? Bugün çok uzak bir geçmiş gibi anımsadığım lise çağlarında, gizli gizli yazdığım günlüklerimden biliyorum. Ta o zamanlar çözmüştüm yazının sihirli dünyasını. Ve ta o zamanlar biliyordum, eğer o günlükler, birilerinin eline geçerse, benimle ya da duygularımla nasıl alay edeceklerini! İşte ta o günlerden bu yana kendimce metaforlar kullanarak, içimdeki çağlayanları kimselerin anlayamayacağı şekilde yazarak, kendimi korumaya aldım hep.  Belki de bilinçsizce ve el yordamıyla kendi kendimi şifalandırdım bu şekilde.  Aradan çok zaman geçti... Artık bir işlevleri kalmadığını anladığımda, bir parçam haline gelseler de o günlüklerle vedalaşmayı başardım. Ardından, blog başladı son on yıldır. Yazmak insanın kanına giren bir virüs gibi, kolay kolay vazgeçilemiyor. Sizler zaten buna şahitsiniz. Bu blogu takip eden herkesin, şöyle ya da böyle, yazı virüsünü tatmışlığı var, hissediyorum yorumlardan.

Peki yazarken çok açık mıyım, evet değilim. Bırakın kendimle alakalı konuları; toplumla alakalı; politik, eleştirel yazılarımda bile hep metaforlar, hep benzetmeler, hep soyutlamalar kullanıyorum uzun zamandır.

 Neden?ü

Çünkü öyle bir dönemde yaşıyoruz ki; seninle aynı fikirde olmayanlar ya iğrenç yorumlarla enerjini sömürüyor, ya gücü varsa sana dava açıyor, ya da ne bileyim üst aşamada “Silivri soğuktur” diye bir gerçek var hayatımızda. Hal böyle olunca, çoğunluk gibi ben de etliye sütlüye dokunmadan, küçücük dünyamda beş düşünüp bir yazarak, yazdıklarımın da onunu silip birini bırakarak iç huzurumu korumaya alıyorum. Evet, belki içinizden birileri “Ne korkaksın!” diyebilir. Ama gerçek bu! Etim belli, budum belli!  Mecazen söylersek, arkamda dayım yok! Bir dayım var aslında gerçek hayatta. Annemin bütün miras haklarını bir imza ile üstüne alan sevgili biricik dayım! Niye aramıyorum diye bana tatlı tatlı sitem eden dayıcığım! Geçen gün doğum gününü kutladım kuru bir mesajla. Kin tutmuyorum böyle tiplere ben. Sadece sınırları belli hücreleri var onların kalbimde. Asla çizgiyi aşmalarına izin vermiyorum ve böylece huzurumu muhafaza ediyorum. 

Tahmin edeceğiniz üzere hiç kancı, sülaleci, akrabacı falan değilim. Ama yine de şunu söylemeye hakkım olduğunu düşünüyorum.

 Kendi dayım böyle iken, parti başkanı veya ne bileyim devlet başkanına güvenebilir miyim?

 “Ya şimdi senin dayın ayı diye genelleme yapamazsın!” demeyin ne olur. Kendi ailenize, apartman komşularınıza, iş çevrenize, televizyon yüzlerine falan bir bakın. İddia ediyorum, herkesin çevresinde benim dayım gibilerden var. Mutlaka var! Çıkarcı, bencil, güvenilmez, kimseye faydası dokunmayan iki yüzlü tiplerden yani! Hal böyle olunca, insan ister istemez oto sansürle, şununla bununla, teslim olmamakla, sorgulamakla, yani  kendince yöntemlerle kendini korumaya alıyor. Ya da ben öyle yapıyorum.

 Niye mi anlatıyorum bunları? Aslında baştan beri derdim, Kılıçdaroğlu hakkında iki çift laf etmekti. Girizgâh biraz uzun oldu, öyle aktı yazı işte. Şimdi bu kadar alakasız laftan sonra bir iki paragrafa sığdırırsam, ayıp olur cumbaba adayımıza. O yüzden bu yazı burada bitsin. Kendisine özel bir başka yazı için sözüm olsun sizlere. Merak etmeyin, kötü şeyler yazmayacağım.

Bu sefer de böyle oldu, sıkıcı bir yazı oldu çoğunuz için. Ama ne yapayım, içimden böyle geldi, idare edin sevgili dostlar...

Esenlikle,

 

 

Devamını Oku

8 Mart 2023 Çarşamba

Bitget Kripto Türevleri İşlemleri için TradingView ile Entegre Oluyor

Viktorya, Seyşeller — Lider kripto türevleri borsası ve Copy Trade platformu olan Bitget, dünya çapında milyonlarca trader tarafından kullanılan bir grafik ve işlem platformu olan TradingView ile doğrudan entegrasyonunu duyurdu. Bu ekleme, Bitget hizmetlerinin kullanılabilirliğini daha da artıracak ve kullanıcılara TradingView arayüzünden ayrılmadan kripto işlemi yapma ve Bitget'in birinci sınıf koruma ve güvenliğinden yararlanırken daha bilinçli ve profesyonel kararlar alma şansı sunacak.

TradingView, bir grafik ve işlem platformudur. Kullanıcılara sadece anlaşılabilir araçlarla teknik ve temel analizler sunmakla kalmaz ayrıca yatırımcıların da, en büyük sosyal platform aracılığıyla iletişim kurmalarını sağlar. Bitget kullanıcıları TradingView entegrasyonu ile; grafik araçları, gerçek zamanlı piyasa verileri, teknik göstergeler de dahil detaylı analiz araçlarına ulaşabilecek; gelişen ve dünyaya yayılan milyonlarca aktif trader tarafından test edilmiş yeni stratejiler hakkında bilgi sahibi olabilecekler.

Daha da önemlisi; TradingView ile olan bu entegrasyon; Bitget kullanıcılarına doğrudan TradingView'in arayüzünden sürekli vadeli işlem yapma esnekliği, daha fazla kolaylık ve hareket halindeyken erişilebilirlik için araçlardan yararlanmalarını sağlayacak. Böylece işlem süreci daha kolay hale gelecek ve güncel piyasa bilgilerine ve topluluk yardımına hızlı erişim sayesinde riskler büyük ölçüde azaltılacaktır.

Bitget Yöneticisi Gracy Chen ortaklıkla ilgili şöyle konuştu: “Bitget, endüstrideki birkaç oyuncu arasından, entegrasyon için seçildiği için gurur duyuyor. Bu ortaklıktan; gelişmiş kullanıcı deneyimi ve derin içgörüler bekliyoruz. Saygın kuruluşlarla ortaklık yoluyla, kripto adaptasyonunu teşvik etmek, her zaman Bitget’in ana odağı olmuştur. Sunabileceklerimizi; gelişmiş ve gelişen ekosisteme sunmak için, global finansal bir platform olan TradingView ile işbirliği yapıyor olmaktan memnuniyet duyuyoruz. Bu entegrasyon; milyonlarca kullanıcıya TradingView hesaplarından Bitget hizmetlerine ulaşma şansı verecek ve daha fazla traderın Web3 dünyasına geçişini kolaylaştıracak”.

Bitget, işlem hacimlerine bağlı olarak; 2022 yılında en iyi 3 kripto türev borsasından biri oldu.  TradingView ile entegrasyon, spot piyasada Copy Trade'in Bitget hizmetlerine dahil edilmesinden kısa bir süre sonra gerçekleşti ve borsa kullanıcılarının profesyonel traderların yatırım becerileriyle hem vadeli hem de spot piyasa varlıklarında işlem yapmalarına olanak tanıdı.

Bitget Hakkında

2018 yılında kurulan Bitget, temel özellikleri olarak yenilikçi ürünler ve sosyal işlem hizmetleri ile dünyanın lider ilk beş kripto para borsası arasındadır ve şu anda dünya çapında 100'den fazla ülkede 8 milyondan fazla kullanıcıya hizmet vermektedir. Borsa, kullanıcılara tek noktadan ve güvenli işlem çözümleri sağlamayı taahhüt ediyor ve Arjantinli efsanevi futbolcu Lionel Messi, İtalyan lider futbol takımı Juventus, PGL Major'ın resmi espor kripto partneri ve lider espor organizasyonu Team Spirit dahil olmak üzere güvenilir partnerle işbirlikleri yaparak kripto kullanımını artırmayı hedefliyor.

TradingView Hakkında

TradingView;  teknik çizim ve analitik araçlar sunan, dünyanın öncü grafik ve işlem platformudur.  Tarayıcı, masaüstü ve mobil aplikasyonlarla desteklenen platform; canlı veriler, en son haberler, finansal raporlar ve seçilmiş brokerlarla entegrasyon sunar. On yıl boyunca sürekli büyümenin ardından;  TradingView topluluğu; grafik, sohbet ve işlemleri tek bir noktadan yapan aylık 30 milyondan fazla kullanıcı tarafından ziyaret edilmektedir.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Devamını Oku

4 Mart 2023 Cumartesi

"Oh Be" Deyince Geçip Gitse Keşke!

Şu hayatta öğrendiğin şey nedir diye sorsalar, derim ki:

 “Büyük konuşmayacaksın, ‘ötesi olmaz’ demeyeceksin. Sonuca tüm duyu organlarınla ikna olmadan bir şeye ‘oldu’ demeyeceksin!”

Örnek mi vereyim, tamam vereyim. O kadar çok ki;

Örneğin üniversite sınavı bittiğinde “oh be” demiştim; şimdi artık her şey çok kolay olacak. Bu kadar stres bir daha olmaz hayatta!

İlk işime girdikten sonra demiştim, “oh be” bundan sonra bolluk bereket var artık!

Birinci işten ayrıldıktan sonra demiştim, “oh be” bundan sonra bu kadar strese sokan patron olmaz artık hayatımda!

İkinci işten ayrıldıktan sonra yine demiştim, “oh be” bundan sonra kafam rahat olur en azından!

Sekizinci işten tazminatımı alamadan ayrıldığımda demiştim “oh be”, sektör değiştirmeme bahane oldu bu durum!

Onuncu iş diye tazminatımı alamadığım sekizinci işe geri döndüğümde demiştim “oh be”, belki haklarımı da tamamlarım!

Sevmediğimiz bir başbakan değiştiğinde “oh be” demiştik arkadaşlarla, ülkemiz artık bu kadar karanlık bir yönetim görmez!

Depremden sonra demiştik “oh be” artık ülkemiz bilinçlenecek, binalarımız güçlenecek, deprem dede hepimizi kurtaracak!

İkinci depremden sonra yine demiştik “oh be” artık çok daha deneyimliyiz bu konuda!

İnsanlar ağaçları korumak için seferber olduğunda; yani gezi’lerdeyken demiştim “oh be”, artık birleşebiliyoruz, ağaçları kolay kolay kimse kesemez!

Yılların ana muhalefet partisi başkanı aniden bırakıp gidince herkes gibi ben de “oh be” demiştim, artık iktidar da değişir, yeni bir nefes gelir hayatımıza!

Bir öğretmen çıkıp “Endüstri 4.0 diyen bir cumhurbaşkanınız olacak!” deyince “oh be” demiştim ben de, artık muasır medeniyetler seviyesine coşarak gireriz!

Altı benzemez bir araya gelince çok inanmasam da “oh be” demiştim, nihayet ülkede bir şeyler değişiyor.

Ne mi oldu peki gerçekte?

Üniversite sınavı bitti ama, üniversiteyi bitirme stresi başladı. İlk işe girdiğimde hiç de bolluk bereket olmadı, maaşım kuş kadardı. Birinci işimden ayrıldıktan sonra “deli” lakabıyla anılan ilk patronumu aratacak cinslikte patronlarım ve yöneticilerim oldu. Sekizinci işten ayrıldıktan sonra sektör değiştirdim evet ama, yenisinde de insanların “ha sektör!” dedirtecek kadar berbat olduklarını gördüm ve kuyruğumu pısarak kendi mesleğime geri döndüm. Onuncu işimde patron aniden intihar edince, bırakın haklarımı tamamlamayı, üstüne beş sene daha yakmış oldum! Sevmediğimiz başbakan öldüğünde çok gençtik, aldık boyumuzun ölçüsünü sonra kat be kat! Deprem dede ülkemizi kurtaramadan göçtü gitti bu dünyadan. Yeni depremler geldi, hem de çok daha yıkarak, sanki “Hiçbir şey yapmadınız, bu da sizin cezanız” dercesine! O ağaçlar da kesildi sonra, ormanlar kesildi hatta! Can suyu olan ne varsa yok oldu gitti. Ana muhalefet yerli yerinde duruyor. O öğretmen maalesef ders zili çalmadan öğrencilerini yarı yolda bırakıp çekti gitti.  Şimdilerde yine ortaya çıktı ama geçmiş olsun, “endüstri 4.0” söylemi güzel bir umut olarak mazide kaldı çoktan. Altı benzemezin masası şimdiden beş benzemeze dönüştü bile. İçlerinden birisi sandalyesinden kalktığı yetmiyormuş gibi, masayı da devirmeye yeltenerek çekti gitti.



Peki hiç umut yok mu? Hep daha kötüsü mü olur hayatta? 

Umut elbette var, umut olmaz olmaz olur mu hiç! Bunun sırrını kendimce çözdüm ben.

“Şu hayatta büyük konuşmayacaksın!” demiştim ya yazının başındayken, büyük konuşmayacaksın evet. Başına daha büyüğü gelmeden o “musibeti” masaya yatırıp analiz edeceksin. Dersini alacaksın ki, daha büyük şeyler gelmesin başına! Ve bir de esnemeyi bileceksin arkadaş! Esnemek derken sakın yanlış anlaşılmasın; yanar döner olmaktan bahsetmiyorum ben. “Duruma göre pozisyon almaktan” bahsediyorum, belki de analitik düşünmektir bunun diğer adı. Siz nasıl anlarsanız artık.

İşte böyle sevgili dostlar. Umut hep var. Büyük usta Nazım’ın da dediği gibi,

“…Kararmasın yeter ki
Sol memenin altındaki cevahir!

Devamını Oku

3 Şubat 2023 Cuma

Evde Yazar 10 Yaşında!

23.Ocak.2013’müş tarihlerden. İlk yazımı yazmışım. Başlığa da “İlk Merhabam ve Hayallere dair.” demişim. Açtım ve duygulanarak okudum az önce. Ne kader acemice, ne kadar çekinerek, ne kadar heyecanlanarak ve ne kadar çok noktalama ve boşluk hatası yaparak yazmışım. Ve ne kadar çok iki nokta yan yana (..) kullanmışım. Yazı burada…Yazar olmayı hayal etmişim, hayal etmeye devam ediyorum hâlâ.

Hayalimde her yaştan, her cinsten, her sosyal seviyeden insanla bu blog ortamında buluşmak var…

Ne kadar güzel olurdu; yüzünü görmediğim bir sürü insanın oluşturduğu bir zincirde halka olabilmek."

 demişim bloga dair. Bak işte o oldu. Blog sayesinde yüzünü görmediğim, ama yakından tanımış kadar olduğum, yani öyle hissettiğim, acaba şimdi ne yapıyor diye düşündüğüm, ailelerine ve evlerine kelimeleriyle konuk olduğum bir sürü arkadaşım oldu blogosferde. Hem de dünyanın her yerinde bu arkadaşlarım. Zaman zaman yorumlarla fikir alış verişi yapıyoruz; zaman zaman mesajlaşıyoruz. Birbirimizden bir şeyler öğreniyoruz, birbirimizi merak ediyoruz. Bundan daha güzel kazanım olabilir mi? Zaten arkadaşlık da bir tür zihinler arası yolculuk değil mi? Evde Yazar olmasaydı sizlerle nasıl bu kadar yakın olabilirdik?


Dile kolay; 10 sene geçmiş aradan. Kocaman 10 sene!

Hâlâ amatörüm blog dünyasında, en çok da bunu seviyorum. İlk zamanlar, bir yazı yazdığımda sabah kalkar kalkmaz yorumlara bakardım. Ve gelen yorumlardan acayip mutlu olurdum. Biliyor musunuz, hâlâ öyleyim. Bir yazı yazmayagöreyim, sabah ilk işim bilgisayarı açıp yorumlara bakmak oluyor. Eskiden, daha da acemiyken Google Analytics, Alesta falan değerlere bakardım, her sene blogumun doğum gününü kutlama yazılarında istatistiklere yer verirdim. Şu kadar izleyen var, şu kadar yorum var, yok alesta sıralamam şu falan diye… Şimdilerde umursamıyorum böyle şeyleri. Çünkü gerçekten de tek hedefim yazmak. Ve yazdıklarımı okuyan birileri varsa ve güzel yorumlar yapıyorlarsa değmeyin keyfime. Gerisi hakikaten boş.

Kimler geldi, kimler geçti blog dünyasından. Kimileri blog yazmayı bıraktı ve yıllar sonra İnstagram’da ya da Twitter’da karşılaşınca sanki eski bir dosta rastlamış gibi oluyoruz ya, işte bu durum; blog dünyasını bilmeyen birinin anlayabileceği bir şey değil. Biz burada sahiden alternatif evren yaratmışız meğer kendimize. Ne iyi olmuş; ne iyi etmişiz de birbirimizi takip etmeyi akıl etmişiz. Aferin bize, kocaman hem de…

Bir de şu 10 yıl için söyleyeceklerim var. İşten ayrıldıktan sonra açmıştım bu blogu.  Sonra, 2017’de tekstile tekrar dönünce pek de zaman ayıramamıştım son beş yıl.  Yıllar yılları kovaladı ve şu an yine ayrıldım işten.

“Bak sen şu kadere” diyesi geliyor insanın... 10 yılın sonunda hâlâ buralardayım işte. Bakalım hayat daha neler getirecek önüme.

İşte böyle…

O halde nice 10 yıllara Evde Yazar, sakın yalnız bırakma beni hayat yolculuğumda…

Ve sizler de iyi ki varsınız sevgili blog dostlarım; sizler de yalnız bırakmayın beni buralarda...

Sevgiyle, 

Devamını Oku

26 Ocak 2023 Perşembe

Anlatması Zor Bir Şey

Evet birkaç aydır kıvranıyorum bu yazıyı yazmak için, artık zamanı geldi. Yazayım ve geride kalsın tüm tortuları ve ben de önüme bakayım artık.

2012’de ara vermiştim tekstile, hatta bu blogu da tekstil sonrası evde yazı yazma süreçlerinde açmıştım. Ondandır adının “Evde Yazar” oluşu. Takip edenler bilir o günleri. Ve kader işte, 2017’nin bir eylül akşamında, Avşa Adası’nın gün batımı manzarasına karşı akşam birasını içerken, eski patronumdan gelen telefonla tekrar başlamıştım tekstilli günlere. Ve 2023 itibariyle bir kez daha nokta koydum. Başlaması gibi bu bitiş de çok âni oldu. Gerçi çok bıkmıştım bu yoğun, stresli ve gitgide bıktırıcı hale gelen süreçten. Ama bu kadar trajik olmasını kimse beklemiyordu.

Bir cümle gibi oluyor böyle süreçler. Bir cümleye başlar gibi büyük harfle ve büyük umutlarla başlıyorsun bir işe de.  Zannediyorsun ki özne artı tümleç artı yüklemden oluşan huzurlu bir hayat bekleyecek seni. Öyle olmuyor işte… Gizli öznelerin yüklemi direkt etkilediğini sonradan anlıyorsun. İş işten geçtikten sonra yani. Yüklem’e sorduğun çoğu sorunun yanıtı belirsiz kalıyor. “Kim?” diye soruyorsun, yanıtı belli değil; “Ne zaman?” diyorsun, yanıt yine belirsiz…” Ne için?” diyorsun ya var ya yok cevaplar çıkıyor karşına… Üstüne üstlük her şeye maydanoz olan dolaylı tümleç gibi iş arkadaşları ile uğraşırken; belirtisiz isim tamlamaları, edatlar ve de bağlaçlar ile boğuşurken; bir de bakıyorsun ki bu başı sonu birbirine bağlanmayan saçma cümleye nokta koymanın zamanı çoktan gelmiş. Evet, bir cümleye nokta koymaktan daha doğal ne olabilir değil mi? Hiçbir işin sonsuza dek sürmesini beklemiyoruz ki zaten. Ama diyorum ya, kimse bu kadar trajik bir son beklemiyordu. 

Gerçi belliydi şirketin batacağı ama, dedim ya; kimse bu kadar trajik bir son beklemiyordu. Dışarıdan neşe dolu görünen, ne olursa olsun yaşama bağlılığından asla taviz vermeyen; sporunu düzenli yapan, yaşlı da olmayan, sosyal hayatı inanılmaz renkli, herkese moral veren, konuştuğu herkesi kendine hayran bırakan, iletişim konusunda süper yetenekli biriydi bizim büyük patron. Hatta o sabah da işe gelmiş ve hiçbir şey olmayacakmış gibi, sanki yarını varmış gibi, işlerle ilgili konuşmuştuk kendisiyle. Biraz da kızmıştım hatta içimden; yine hesapsız kitapsız anlık kararlarından birini aldığı için… Sonra normal bir şekilde müşteri toplantısına gideceğini söylemiş ve çıkıp gitmişti. Gidiş o gidiş!



Saat üç sularında öğrendik ki intihara gitmiş meğer! Çıkmış gitmiş şirketten, ortağı olduğu diğer şirkete uğrayıp öğle yemeğini yemiş oradakilerle, demek ki içten içe veda etmiş onlarla da. Cep telefonunu bırakmış o şirketteki sekretere, şarja tak demiş. Sonra evine gidip önceden hazırladığı mektupları bırakmış yastığının altına. Evdeki yardımcıya da tembih etmiş. “Aman ha!” demiş, “Bu mektupları mutlaka eşime ver!” Sonra da atladığı gibi arabasına, basmış köprüye… Köprüde arabadan inmiş, hatta arkadan gelen bir araba kendisine neredeyse çarpacakmış, pardon demiş arkadaki şoföre, koşarak geçmiş bariyerleri, ve hoop atlamış boğazın derin sularına! Birkaç saat içinde bulunmuş bedeni. Biz de öğleden sonra öğrendik. Sonrası hızlı çekim film sahnesi gibi. Karakola gitmeler, gelen alacaklılar, tefeciler, bankalar, şunlar bunlar, gözyaşları…Yaşarken abi abi diye yalakalık yapanların daha ceset soğumadan ardından küfür etmeleri… Değişen duruma göre konumlarını değiştiren yanar döner tipler… Filmlerdeki zaman atlaması sahneleri gibi… Her şey hem hızlı, bir o kadar da yavaş gelişti. 

Eğer şirket kurumsal bir yer olsaydı bütün bu olanlardan belki üç gün sonra işimize kaldığımız yerden devam ederdik. Ama işte patron şirketi olunca öyle olmuyor. Kafasının içindeymiş bütün ödeme planları, alacaklılar, verecekliler, projeler… Zekasına güvenen ve de egosu yüksek olan insanların tipik hatasıdır bu…

Neyse işte olanlar oldu ama her şey o anda bitmedi. Meğer şirket düşündüğümüzden daha çok batmış borca. Sadece faktöring ve bankalar olsa yine iyi. Digorlu mafyası bir taraftan, otopark mafyası başka taraftan, hatta içlerinde koyunlarını satıp bizim patrona faizli borç veren birileri bile vardı…

Birkaç ay daha kaldım şirkette işler toplansın diye. “Batan gemi” benzetmesinin neden söylendiğini de ince ayrıntılarına kadar görmüş oldum bu sayede. Daha cenaze kalkmadan, ama cidden kalkmadan, depodaki malları sattılar sudan ucuza. Kendi kendine karar veremeyen öbür ortağın basiretsizliği öyle bir çıktı ki ortaya. Her “Sana yardım edeceğim” diyene inandı. Batan geminin mallarını bölüşmek isteyen ve de timsah gözyaşları döken herkese inandı. Kendisine gerçekten destek olacak, çıkar gözetmeyecek herkesi dışladı, çakalların kucağına teslim etti kendini. Onlar ne derse yaptı, yapmaya devam ediyor. İşyeri kapandı, karşılığı olmayan yüzlerce çek kaldı piyasada. Mafyalar alacaklarını alamadılar, ne yaparlar bundan sonrası için yaşayıp göreceğiz. Tabii ki hiçbir işçi hakkını alamadı, tazminatlar yandı, iki üç maaş yandı bitti kül oldu.

Demem o ki, olayın üstünden neredeyse üç ay geçmesine rağmen hâlâ kendime gelmiş değilim. Olanlara inanmak çok kolay değil. Dediğim gibi sıradan biri olsaydı belki “Bunalıma girdi, dayanamadı gitti” derdim ama, bunalıma girecek biri asla değildi. Ve size garip bir şey söyleyeyim. Bu bizim ölen patronun birlikte eğlendiği, maç yaptığı, iş yaptığı en yakın arkadaşı da kendisinden bir ay sonra nedensiz bir şekilde bu dünyaya veda etti. İntihar değil ama sağlıklı bir adamın nedensiz ölümüydü o da. Hikâye tamamlayan kafam hemen olayı başka yerlere çekti tabii ki. Yani demem o ki, sanki çağırdı arkadaşını gibi geldi bana. Belki de tezgâhı kurdular gittikleri yerde ve eğlenmeye devam ediyorlar; belki de bu yazdıklarımı bile şu anda okuyup bana omzumun üzerinden gülümsüyor. Kim bilebilir… Her şey gizemli, ama her şeyin bir zamanı var. Üç ay sonra dönüp arkama baktığımda, kendisine teşekkür edesim bile geliyor. Eğer bu şekilde âniden veda edip gitmeseydi, işe devam ederdim. Kaç kere denediysem işten ayrılmayı hep beni O durdurmuştu çünkü. Yine beceremezdim ayrılmayı ve stres topuna dönerdim muhtemelen. Hayat geçip giderdi ve ben, sabah yedi, akşam yedi temposuyla hayatı izlemeye bile vakit bulamazdım. Belki de beni kurtarmak için böyle bir şey yapmıştır; hayatın gizemini kim çözebilmiş ki…

İşte böyle sevgili blogcuğum, hayat çok acayip... Bütün bunlar olup biterken, koltuktan kalkmadan yaşadım son aylarda. Artık bir şeyler yapmam lazım. Ne bileyim, çok yoğun olmayan bir işe başlamam lazım belki. Bilmiyorum, belki bir senaryo ekibine dahil olurum. Aslında haftada iki gün gidilen, kalan zamanı evde çalışılan, parası bol, kendisi hoş, insanları tatlı bir iş olsa ne güzel olur. Belki burayı okuyan birilerinden iş teklifi bile alırım…  Hayatın mucizelerinin bitmediğini en iyi ben biliyorum çünkü.  

Omzundan bakıyorsa eğer, patrona da "aşk olsun" demem lazım.

 

 

 

Devamını Oku

8 Ocak 2023 Pazar

2022'ye Atış Serbest

2022’ye söylenecek çok sözüm var. Bizim zaten genlerimize işlemiş, gidenlerin ardından olur olmaz söylenmeler.

Başlıyorum:

Ey 2022! Utanmadın mı bu kadar enflasyonun altında hepimizi ezmeye! Her gün etiket değiştiren marketler sardı dört bir yanımızı. Fiyat cahili olduk sayende. Geçen gün bakkal Ali Abi’den 1 litrelik karton kutuda süt alacaktım, 10 lira uzattım; güldü. Süt meğer 30 lira olmuş! Ne diyeyim ben sana 2022! Karton süt kutularının altında kalasın, sütler dökülsün üzerine yapış yapış olasın. O yapış yapışlığına sinekler konasın! Sineklerin salyaları kuyruğuna dolanasın.

Bitti mi, hayııır bitmedi!

Sen ne utanmazmışsın 2022! Kış saatine bizi sen de geçirmeyi başaramadın. Çoluk çombalak gece karanlığında yollara döküldük. Senin yüzünden güneş yüzü görmeden aylarımız geçti. Karanlıklarda kalasın 2022, sevgiyle anılmayasın! “Ayy 2022 mi, aman adını bile anma o mendeburun” diyesiler.


Daha soğumadım 2022!

Sosyalizmi bile kendine göre yorumladın; eğdin büktün. Okumuş dirsek çürütmüş, 20 sene tecrübe edinmiş nitelikli işgücü ile hiç deneyimi olmayan vasıfsız işçi arasındaki makası daralttın. Eşitliği tersten anladın. Herkesi asgari ücretin üç aşağı beş yukarı bir yerlerinde eşitledin. Gerçi küçük kardeşin 2023, daha üç günlükken bu konuda senin pabucunu dama attırmadı ya neyse… Makaslara gelesin 2022, kovalayanlardan kaçamayasın!

Kişisel özgürlüklerimizin senin yılında daha da daralmasına mı söyleneyim, küresel ısınma yüzünden bir tanecik kar yağmadan geçen aralık ayına mı kızayım, sana ne diyeyim a 2022!  Yeni yılı karşılama coşkumuzu bile yok ettin, tüh be yazıklar olsun sana 2022!

Daha yazacak çok şey var da vaz geçtim şu anda! Beni Cennet Mahallesi’nin söylenen Pembe’sine benzettin ya! Hay kunduzlar kovalasın seni e mi! En iyisi seni yok saymak! Ben söylendikçe kendini bir şey zannedeceksin madem, yoksun sen 2022, zaten hiç olmadın ki!

2023, sen bari böyle yapma, canımızsın, bitaneciğimizsin...

NOT: Bu yazıyı okuyanlar, aşağıda istediği kadar 2022’ye söylenebilir, atış serbest 

 😊


Devamını Oku

29 Aralık 2022 Perşembe

BU KARAKTER KİM - YAZI DİZİSİ -1

Haydi gelin hem yazı dizisi yapalım birlikte, hem de bir anlamda oyun oynayalım.  Şöyle efenim:

Varsayalım ki bir senaryo var. Bu senaryoda değişik karakterler var. Ben her yazıda bir karakteri ve başından geçenleri özet olarak anlatacağım. Yorumlarda da sizden bu karakterin kimliğini yazmanızı rica edeceğim. Mesela şöyle yazacaksınız:

Bu karakter 45 yaşında, sarı kısa saçlı bir kadın, adı Emine, şerefsizin önde gideni olur kendisi. Zaten çocukken mahallede “Yampiri Emine” lakabıyla bilinirdi ” gibi...

who is that

Haydi o zaman başlıyorum.

Bizim bu şahsiyet büyük bir şehirde doğmuş. 8 nüfuslu bir ailenin ortanca çocuklarından biri oluyor kendisi. Anne cahil, baba cahil. Kardeşlerin kimi ilkokul mezunu, kimi iteleye kakalaya liseyi zor bitirmiş. Bizimki (cinsiyetini siz biliyorsunuz) daha ortaokuldayken keşfettiği gönül işlerine bir takılmış ki, üniversite falan hak getire tabii ki! 

 Eh eli yüzü düzgün, boy pos da olunca sevgililerinden biriyle birlikte bir manken ajansına yazılmışlar. Efendim yok ayakkabı reklamı, yok gazoz reklamı derken boy boy fotoğrafları dergilerde çıkmaya başlamış mı. Yaşadıkları dönem itibariyle.

  ( hangi yıllar olduğunu siz biliyorsunuz) dergide  fotoğrafının çıkması, hele ki bir lise öğrencisi için mükemmel bir sınıf atlama aracı.

 Bu bizim şahsiyet, paranın kokusunu da alınca, liseden diplomayı kaptığı gibi terk eylemiş baba evini. Çok para kazanmamış belki ama; yemiş, içmiş, gezmiş. Partiler, diskolar, sahiller, plajlar… Bir gencin hayallerini süsleyen yaşam işte; daha iyisi Şam’da kayısı.

Elbette bir sürü sevgilisi olmuş ama içlerinden birine vurulmuş bizimki. Öyle bir aşk ki bu, platoniğin en dibi. Kendinden dokuz on yaş büyük olan bu insan, hem çapkın, hem de evli miymiş bir de! Al sana dizi konusu! Efendim bizimkinin yıllar sonra  kişiliğinin bir parçası haline gelen yalancılık huyu da  işte o zamanlarda başlamış. Abi- abla kategorisindeki bu insana aşkını ilan edememiş ama, yanından da uzaklaşamamış. Ne O’nunla, ne de O’nsuz hesabı… Aşkını içine gömüp takılmış bu insanın peşine! O da manken ya; bunlar o defile senin, bu defile benim gezmişler Balkanları, Avrupa’yı. Derken kader işte,  bizimki evlenmek zorunda kalmış bir başkasıyla.

 "Hayat ne kadar sürprizli, onlar ermiş muradına, mutlu son." diyeceksiniz şimdi. Acele etmeyin. Öyle olmuyor işte.


 Kader ağlarını bir ters bir düz örerken, maalesef ki bizim şaşkolozun  hayatı da savrulmuş bir o yana, bir bu yana.

Şöyle ki;

Bu platonik aşık olunan kişi mankenlikten istifa edip bir iş açmış. Bizimki durur mu, vın peşinden. Birlikte çalışmışlar, ihracat, ithalat işlerinde. Sonra gelsin paralar, gitsin paralar. Yatlar, katlar, lüks tatiller, dünya turları. Bitmiş mi? Tabii ki bitmemiş.

Tahmin edeceğiniz üzere her şey dört dörtlük ilerlerken afili bir iflas gelmiş. Neden? Çünkü aşık olduğu kişi meğer mafyanın tedarikçisiymiş. Mafya hesaplaşmasında para muslukları aniden kesilebilir bilirsiniz.  Ama film tabii ki burada da  bitmemiş. 

Sonunu beraber belirleyeceğiz, derin karakter analizleri yapacağız. İnsan dediğin öyle bir sayfada anlatılır mı?

Şimdi top sizde, haydi bakalım pamuk eller klavyelere…

Diyorum ki bu karakter kimdir, cinsiyeti nedir, yaşı kaçtır, adı nedir, akıbeti nedir. Yani demem o ki, bu karakterin eti bende, kemiği sizde. İçinizden ne geliyorsa yazın, hatta giydirin giydirebildiğiniz kadar. 

Bu iyiliğimi de unutmayın, bedavadan katarsis yaşatıyorum size 

Devamını Oku