13 Şubat 2022 Pazar

Tiyatro - Kimse Öyle Şeyler Konuşmuyor Artık

Müze Gazhane’nin “Küçük Sahne” olarak da adlandırılan meydan sahnesindeyiz.

Bildiğim kadarıyla izleyiciye oyunu dört taraftan yani 360 derece izleme olanağı sunan sahneler “meydan sahne” olarak adlandırılıyor. Ya da kısaca şöyle de diyebiliriz. Ortada daire şeklinde bir sahne var. Sahnenin etrafında ise sandalyeler yer alıyor. Bu durumda oyunun akışına göre kimi zaman oyuncuların yüzünü, kimi zaman da arkasını görüyoruz.

Küçük bir salon burası, sonradan araştırdım, 100 kişilikmiş. Sahnenin etrafında dizili sandalyeler 3-4 sıra ve numarasız.

Sahne Tasarımı

Önde oturuyorum. Dekor hazırlanmış, perde yok. Sahnenin zemininde raylı platform var, böylece oyundaki dekor kolayca hareket ettirilebiliyor. En büyük sürpriz ise dikkatli bakılınca anlaşılıyor. Sahne platformunda yaklaşık 10 santimlik bir derinlik var ve bu boşluğa su doldurulmuş. Ne işe yaradığını anlatacağım.

Sahne tasarımı, 2007’de kaybettiğimiz usta sanatçı Savaş Dinçel’in oğlu Barış Dinçel’e ait. Konservatuvarda sahne tasarımı eğitimi almış. Bence çok başarılı.

Barış Dinçel yaratıcılığıyla yanılmıyorsam 2007 yılında tanışmıştım. Babası Savaş Dinçel’in yazdığı “Uçurtmanın Kuyruğu” oyunuydu. Sahne ve dekor çok güzeldi diye hatırlıyorum. O zamanlar Savaş Dinçel yeni vefat etmişti ve Müjdat Gezen, tiyatrosundaki bir sahnenin adını “Savaş Dinçel Sahnesi” olarak düzenlemişti. Oyunculardan biri olan İlker Ayrık henüz televizyon ünlüsü olmamıştı; tiyatro oyuncusuydu.

 O günlerde İstanbul’daki kültür sanat dünyasının kalbi hala İstiklal’de, yani  Pera’da atıyordu. İstiklal’de hayat vardı. AKM vardı. İnsanlar sosyalleşmek, eğlenmek ve oyun izlemek için günümüzdeki gibi Kadıköy’e değil İstiklal’e akardı hafta sonları. Sokaklardan masalar kaldırılmamıştı henüz. Taksim’deki eğlence anlayışı Arabesk nargileye evrilmemişti yani. Adım başı sadece Arap değil, batılı turistler de gezerdi. Ben de o zamanlar akşam sekizde hayatın bittiği Kadıköy’deki Bahariye Caddesi’nde yani burnumun dibinde Müjdat Gezen Tiyatrosu açıldı diye ne kadar çok sevinmiştim. Şimdi ise Kadıköy’de sayısını bilmediğim kadar çok tiyatro salonu var. Hafta sonları dışarıda kalabalıktan adım atmak mümkün değil. Çünkü Taksim'e hem maddi hem de manevi anlamda "beton döküldü!"

Yakın zamanda Baba Sahne’de çok beğenerek izlediğim “Don Kişot’um Ben” oyunundaki sahne tasarımı da Barış Dinçel’a aitti ve o dekoru da çok sevmiştim.

 Sahne, dekor, anılar derken ne kadar çok şey anlattım böyle. O halde gelelim oyuna.

Kimse Öyle Şeyleri Konuşmuyor Artık!

Oyun başlıyor. Ve o meşhur metni duyuyoruz Mesut Mertcan’ın o meşhur sesinden:

“Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 numaralı bildirisi. Yüce Türk Milleti...”

1980 yılındayız. Darbe olmuş, sokağa çıkma yasağının uygulandığı sıradan bir gün yaşanıyor.

Sıradan bir ailenin evine konuk oluyoruz. O aileye darbenin etkisinin 2015 yılına kadar, yani tam 35 yıl süren yansımaları geçiyor gözümüzün önünden.

Yazar Şirin Gürbüz, yönetmen Emre Koyuncuoğlu ikisi de kadın. Zaten hikaye de iki kız kardeşi odağa alarak anlatılmış. Dolayısıyla 12 Eylül Darbesinin yarattığı yıkımın kadın gözünden anlatımı da diyebiliriz oyuna.

Oyundan çıktıktan sonra aklımda sadece şu cümle vardı:

“Ne hayatlar kararmış 12 Eylül’de ve sonrasında, ne hayatlar sönmüş…”

Babasız kalan çocuklar, çocuksuz kalan babalar… Kim vurduya giden suçsuz insanlar, faili meçhul cinayetler, kitap yakmalar, görüş ayrılığı nedeniyle yıkılan yuvalar, intihar eden insanlar…  Aradan yıllar geçtikten sonra bulunan insan kemikleri…

Oyun sonunda, yıllar sonra birbirini bulan iki kız kardeşin kucaklaşması, yine de umudun var olduğu mesajını veriyor… Ben öyle algılamak istedim belki de.

Şöyle söyleyeyim; oyun, tarih dersi gibi değildi. Dolayısıyla sıkıcı değildi, akıyordu. 12 Eylül’ün üç kuşağı nasıl etkilediğini insan hikayelerinden yola çıkarak anlatıyordu. Benim gibi o dönem hakkında çok okumuş, çok dinlemiş biri için oyun yeni bir şeyler anlatmıyordu. Sadece hafızamı tazelemiş oldum. Oyun kişilerinden gördüklerim, duyduklarım beni şaşırtmadı.  Ama o dönemi tam bilmeyenler için oyunu izlemek mutlaka 12 Eylül hakkında farkındalık yaratacaktır.

Yeri gelmişken metinden aklımda kalan bir cümleyi eklemek istiyorum buraya:

"Farkında olanlar, değiştimek ister..."

Hani 80 sonrası bir dönem entel dantel filmler furyası vardır bilir misiniz? Nur Sürer’li, Tarık Akan’lı falan. O filmlerde 12 Eylül direkt olarak anlatılmaz ama, insan hikayeleri ve ruhsal çözümlemelerle o dönemin psikolojik yansımalarına değinilir. Bu oyunu izledikten sonra tam da öyle bir tat kaldı damağımda.

Yerdeki su neydi peki?

Sahnenin zemininde yer alan su, tam da oyunun ruhuna uygun bir şekilde çok zekice kullanılmıştı. Çünkü yönetmen ve sahne tasarımcısı, hafızalarda silik silik yer alan 12 Eylül kırıntılarını suya yansıtmış! Flu ama anlaşılır, karanlık ama dokunduran…

Mesela şu sahne çok etkileyiciydi bana göre:

“Ortada bir sandalye. Suyun içinde. Sandalyede bir kadın oturuyor. Elleri bağlı, belli ki işkence görmüş. “Ben kimseyi tanımıyorum, sadece sokağa çıkma yasağı bitmeden çocuğum  eve dönsün diye onu aramaya çıkmıştım!” cümlesini tekrar tekrar söylüyor. İşte tam da bu anda, suda yansımalar beliriyor. Kara gölgeler bunlar. Asker gölgeleri, işkence yapan adamların gölgeleri… Yüzleri yok, sadece gölgeleri var.

Yine başka bir sahnede suda bu sefer renkli yansımalar beliriyor. O dönemi çağrıştıran bir şarkıcının yansıması bu. Müşerreff Akay!  Kırmızı Türk Bayraklı elbise giymiş. Türkiyem Şarkısından bir kaç dize var fonda kısık sesle…

Yönetmen, suya görüntü yansıtma tekniği ile hafızamızda o günlere ait bölük pörçük yer alan kırıntıları adeta açığa çıkarıyor.  Hem de o günlerin bulanıklığını, karanlığını, tekinsizliğini ve de sırlarını düşündürerek…

Bence çok etkileyiciydi.

Oyuncular

Bütün oyuncuların emeğine sağlık ama ben en çok ilk kuşakta hemşire anne rolünü oynayan Radife Baltaoğlu’nu beğendim. Aytaç Arman’ın eşiymiş kendisi.

Tunç Başaran, Yeşim Ustaoğlu gibi değerli yönetmenlerin sinema filmlerinde rol almış, onlarca tiyatroda önemli roller üstlenmiş. İzlerken gerçekten hayran oldum oyunculuğuna, müthişti.

Skolyozu olan kız kardeş rolündeki Hazal Uprak’ın  bedenini kullanışı ve oyunculuğu da bence çok başarılıydı.  Oyunda emeği geçen herkesin emeğine sağlık tekrar...

Benden bu kadar... 

Uzun  bir yazı oldu, umarım sıkılmadınız.  O halde sloganımı atıp gidiyorum her zamanki gibi

#Tiyatroİyidir #Tiyatroİyileştirir…

NOT: 

Şehir Tiyatroları'na, Müze Gazhane'yi böyle güzelleştiren belediyeye binlerce teşekkür...

Mutlu pazarlar 


















 

 

Devamını Oku

6 Şubat 2022 Pazar

ALIŞTIM BİRTANEM ALIŞTIM SANA...

Cılız cılız protestolar oldu önce. Mesela bir ünlü, doğal gaz faturasını gösterip sosyal medyasında “kira gibi” diye paylaştı. Yaratıcı esprisine güldük geçtik.

Sonra bir başka ünlü isyan etti, “7000 TL doğal gaz faturası mı olur?” diye! İnstagram'dan paylaştı. Bu sefer “Yuh artık!” dedik ve başka bir konuya geçtik.

Yine birkaç ünlüden “battaniye altında oturuyoruz” gibi cılız bir iki eleştiri daha geldi, kaale bile almadık.

Memur emeklisi Ferhunde Hanım, gittiği beş çayında “Maaşıma 1200 TL zam geldi, 900 TL’sini elektriğe ödedim, ne kaldı geriye?” diye yakındı. Söylendi ve rahatladı. Sonrasında hiç bir şey olmamış gibi çikolatalı kekinden kocaman bir ısırık alarak gelininin dedikodusunu yapmaya başladı.

Bu kadar.

Hepsi bu kadar...

Sonra yine sustuk.

İşin trajikomik tarafı, eskiden bu tip eleştirileri ve protestoları işçiler, sendikalar, siyasi partiler, basın yayın kuruluşları, gazeteler, hatta öğrenci dernekleri falan yapardı. Demek ki artık böyle olmuyor! Ya da elektrik, doğal gaz, pırasa, pirinç, süt, yumurta faturalarından daha önemli konuları var gündemlerinde ! Pek bir susuyorlar. Belki sesleri çıkıyordur haklarını yemeyeyim ama, o kadar cılız ki bu sesler; mesela ben hiç duymuyorum.

Belki de şu klişe cümlenin tekrar altını çizmenin ve gerçeklerle yüzleşmenin tam da zamanı artık!

“ALIŞIYOR İNSAN HER ŞEYE!”

Ya da ne bileyim, “alışma çağında” yaşıyoruz.

Hatta yeni yeni kitaplar da yazılır yakında döneme dair; yazılsın da zaten! Mesela “ALIŞMA GÜNLERİNDE AŞK!” koysunlar birinin de adını.  

 “Alışmak sevmekten daha zor geliyor” diye bir şarkı vardı. Aklıma geldi birden. Eski aşk şarkıları bile daha mı çok sorguluyormuş hayatı yoksa …  Kim bilir, belki de öyleydi.  Bakış açılarımız, sorgulayışlarımız, kendimize verdiğimiz değerle birlikte silinip gitti belki de her şey…

Şimdi ne yapmalı! Sizi bilmem ama, rutin rakamını 3’e katlayan elektrik faturamla dans etmek geliyor benim içimden. Başka ne yapabilirim bilemiyorum. 

Fondaki şarkı tabii ki şu:

ALIŞTIM BİRTANEM ALIŞTIM SANAAAA…

Lay lay lay layyyyy

 

 

 

Devamını Oku