26 Aralık 2020 Cumartesi

KELİME OYUNU #4 – Yeşil-Şiir-Baharat-Yol-Sabah

Odun sobası kömürün alevinden kırmızıya dönmüş. Üzerinde çaydanlık fokur fokur kaynamakta. Evin en çalışkan, belki de en ezilen iki numaralı kız çocuğu, demliği mutfaktan getirip çaydanlığın üzerine oturtuyor. Arka planda tek kanallı televizyondan gelen türkünün sesi:

“Müdür Beyin yeşil kürküüü,

Yeni çıktı bu türküüü,

Müdür Bey izin verdiiii,

Söylenecek bu türkü de yanıyom ben…”

Ben de yanıyorum vallahi, hem de yürekten! Olanı biteni anlamaya çalışmaktan içim şişmiş! Sobanın yanına kıvrılıyorum, ki bu keyif Sultan Süleyman’da yok! Bir numaralı hayta oğlan, kucağında tarih kitabı ile sandalyede oturuyor. Evin külyutmaz babası yavaşça dolanıp kenardan, tam da hayta oğlanın arkasından kitaba eğiliyor. Bizim hayta anında kitabın kapağını kapatıyor, yüzünü bir heyecan kırmızılığı almış. Baba:

“Oğlum açsana kitabı bakalım hangi konuyu çalışıyorsun?”

“Aman baba ya, Selçuklular işte…”

“Aç da görelim”

Derken kitap haytanın kucağından yere düşüyor ve içine gizlediği Tommiks Teksas saçılıyor ortalığa.

“Anlat bakalım oğlum Teksaslı Selçuk ne yapmış?”

Baba sinirleniyor, bense gülümsüyorum bu olan bitene. Ama kim takar ki! Zaten beni kimse duymaz ki!

Havada pişmekte olan bulgur pilavının sarhoş edici kokusu…  Şiir gibi bir şeyin içindeyim adeta. O kadar kısa, o kadar derin ve bir o kadar da yok hükmünde…

Anne, ekoseli sofra bezini getirip yere seriyor. Sonra da tahta sofrayı koyuyor üzerine. Tabakları diziyor üç tane!  Bir bana koymuyor tabak, bir de kendisine. Anneler artıkları yer çünkü, görünmez çocuklar ise zaten yokturlar…

Ortada bulgur tenceresi, kenarda bir tas da erik hoşafı. Oturmuyorum sofraya. Edip Baba’nın “Çağrılmayan Yakup”u gibiyim. “Kurbağalara bakmaktan geliyorum..” diyesim geliyor, susuyorum.  Gözümden süzülen iki damla yaş… Biri yavaş yavaş kucağıma düşüyor. Diğerinden ağzımın içinde kekremsi, acı baharat  gibi bir tat kalıyor. Artık gitmeliyim diyorum, kaçmalıyım bu tuhaf sahneden. Oysa elim kolum bağlı. Zamanı gelmeden nereye kaçabilir ki insan!

Baba kalkıyor sofradan, hayta kalkıyor. İki numaralı kız çocuğu ortalığı topluyor, anne mutfakta tencerenin dibini sıyırarak karnını doyurmakta. Böylece bu yuva sahnesi de sisler içinde kayboluyor. Olması gerektiği gibi…  Ben mi, ben zaten yokum ki!

Yine sabah olacak, görünmez çocuklar yine yollara düşecekler birer birer. Müdür beyin yeşil kürkü unutulacak, tommiks teksaslar nostalji olacak. Ben yine en sıcak sobaların kenarında kendime kıvrılarak Sultan Süleyman konforu yaşayacağım.

Zaten aile dediğin nedir? Nihayetinde herkes kendine kıvrılır, herkes kendine sarılır. Mutlu çocukların ülkesi çoook uzak diyarlardadır…

 

NOT :

Kelime oyunu etkinliğini sevgili Deep organize ediyor. Bu haftanın kelimelerini Benhnf Blog a seçti. 

 ***GÖRSEL https://society6.com/product/sad-one-so-alone_print sitesinden alıntıdır.

 

Devamını Oku

19 Aralık 2020 Cumartesi

KELİME OYUNU #3 - Zambak Hayal Diyar Özgürlük Dilek

Kocaman bir bahçe. Etrafta yığın yığın soğanlar. Kimi lale, kimi sümbül, kimi de zambak soğanı. Bahçenin ta öbür ucunda devasa bir saray görünüyor.

Ezik ve büzük kelimelerinin adeta vücut bulmuş hali olan, orta boylu, kambur demeyelim de eğik duran isimsiz adam, dik duran ve belli ki biraz da olsa düşünebilen diğerine dert yanıyor:

“Eğer bu zambakların hepsini bu gece sarayın bahçesine dikemezsem, vay halime! Sürgüne gönderir beni Dük, ya da zindana kapatır! Hiçbir şey olmasa bile kesin bi şey yapar! Yandım ben, yanddımmm!”

Dik duran isyankar Duran, (ismi Duran) bu durumda her zaman olduğu gibi veriyor odunu ateşe:

“İyi de salak mısın sen! Tek başına bir gecede nasıl kalkacaksın bu işin altından? Oğlum sen Höö Dük’ün kölesi misin, yoksa özgür bir birey misin, önce buna karar ver!”

“Tabi tabii, bekara sarma yapmak kolay geliyor tabii! Sen söyle o zaman Sayın Hööö Dük’e. De ki ‘Efendim, haşmetmaap Hööö Düküm, bu kadar soğanı nasıl ayırayım’ de. Zambak soğanları bir tarafa, lale soğanları öbür tarafa, sümbüller şu tarafa… ‘Hadi ayırdım diyelim, bir gecede zambakları sarayın bu koooskocaman, dünyanın enn büyükk bahçesine eşit aralıklarla nasıl dikeyim’ de! De bunları da gör bakalım kırk katır mı geliyor kırk satır mı başına! Off git başımdan ya, herkes kendi işine baksın!…”

Dik duran isyankar Duran adama söylene söylene uzaklaşıyor.

köle misin aabii

İsimsiz eğik adam soğanlarla haşır neşir olmuşken, sarayda da büyük bir koşturmaca yaşanıyor! 

Tabii ki bu durumun da ulvi bir gerekçesi var. Çünkü, Özgürlük Dükalığının  yöneticisi, tek söz sahibi Höö Dük, her sabah tek kanallı televizyona çıkıyor ve halkının hiç göremediği, yiyemediği, içemediği ve hatta hayal bile edemediği şeyleri göstererek onları cahil kalmaktan kurtarıyor! Evet, bütün bunlar, işte bu kutsal görev için kendini parçalayan Höö Dük’ün telaşının yansıması! Çağırıyor Yaver Cafer’i :

“Cafeer, çabuk gel oğlum, şu yüzümü gözümü gül suyuyla yıka, kolajen kremlerimi sür! Sür ki, yarın televizyon programımda cahillere zambak tarlasını gösterirken rengim solgun çıkmasın!”

“Emredersiniz sayın Höö”

“Höö demeyeceksin bre cahil, Sayın Höö Düküm diyeceksin!”

“Pardon Sayın Höö Düküm, bir daha olmaz!”

Höö Dük, Yaver Cafer’in yetenekli parmaklarına yüzünü teslim etmişken, bahçede çalışmakta olan isimsiz eğik adam bir taraftan soğanları koklaya koklaya ayırıyor, bir taraftan da sesli sesli dua ediyor:

Ey Büyük Allahım! Biliyorsun ben öyle ota boka kafayı takıp seni meşgul etmem! Senden çok bi şey de istemem. Hele kendim için hiçbir şeycikler istemem. Şükür her şeyim var. Ama bugün senden tek bir dileğim olacak Yüce Allahım!  Ne olur benden ömür al Höö Düküme ver, Onu başımızdan eksik etme! Evet bazen imkansız şeyler istediği oluyor benden ama dükümdür, boynum karşısında büküktür! İsteyecek tabii! Arada ona kızıyorum falan ama sen affet Allahım! Amin! ”

Biraz önce Düküne içten içe kızdığı için suçluluk hissedip Allahtan af dileyen isimsiz eğik adam, böylece yüreğine su serperek can havliyle soğanları ayıklamaya devam ediyor.

Sarayda bir akşam daha böylece bitiyor...

Sizler, yani Özgürlük Dükalığından fersah fersah uzak diyarlarda yaşayanlar! Çok şanslısınız! Önce baş, işaret ve orta parmağınızı bir araya getirip öpün, sonra kulağınızı çekin, sonra da üç kere tahtaya vurun!

NOT :

Kelime oyunu etkinliğini sevgili Deep organize ediyor. Bu haftanın kelimelerini  Blog Kendi Dünyasında seçti. Ben de yazdım bir şeyler 

Umarım  okurken keyif almışsınızdır.

 ***GÖRSEL İnternetten alıntıdır


Devamını Oku

13 Aralık 2020 Pazar

KELİME OYUNU #2 - Kırmızı İrlanda Tutku Kitap Viski

Günlerden cumartesi. Sokağa çıkmanın kısmen yasak olduğu sıradan bir korona günü.

Kucağımda keyif tepsisi, altı yumuşak olanlardan. Onun üzerinde laptop, bloglara bakıyorum. Kelime oyunu diye güzel bir etkinlik başlatmış Sevgili Deep. Her hafta bir katılımcı beş kelime veriyor, sonra o kelimelerden nefis öyküler çıkıyor. Dalıp gidiyorum öykülere, ben de yazsam ne güzel olur diye hayal kuruyorum bir taraftan da. İyi de, hamladım! Çok zamandır ne bir şey yazıyorum, ne de okuyorum…  

Yine de yazasım var. Haftanın kelimelerine bakıyorum, “kırmızı-irlanda-tutku-kitap-viski” Beş benzemez gibi, buyur burdan yak! Yok yok yazacak dermanım  da yok zaten. Vazgeçiyorum.

Tam da bu anda bir ses duyuyorum:

“Buldum bulduumm, buldummmm!”

Önce televizyondan geliyor sanıyorum. İzlemiyorum ama açık. Mucize Doktor bir tedavi yöntemi mi buldu acaba diye dikkatimi televizyona veriyorum. Yoo, ekranda vitamin hapı reklamı var. Pandeminin eti sütü ve de yününden yararlanan kapitalizm iş başında yine.

 Kendi kendime söylenirken aynı sesi  tekrar duyuyorum:

“Buldum diyorum, buldummm!”

***ARŞİMET HAŞMET


Sokaktan geliyor ses. Sitede değil de eski bir mahallede oturan insanların alışkanlığı ile hemen pencereyi açıp kafamı uzatıyorum. Saçı başı ıslak, üzerinde kırmızı bir bornoz olan adam hem koşuyor, hem de bağırıyor:

“Boşu boşuna kendinizi kapatmayın evlere, ben buldumm, buldummm, buldummm!… “

Nefes nefese kalmış, kıvırcık saçlarından sular damlayan adamı mahallemizin devrimci muhtarı durduruyor tam köşede:

“Neyi buldun yine Arşimet Haşmet?”

“Corona” diyor iki nefes alıyor. “Coronayı öldüren...” Devamını getiremiyor. 

“Dur bir soluk al “diyor muhtar. Çevresine bakıyor, tam arkasındaki evin bodrum katı camından sarkan adama sesleniyor:

“Bir bardak su verir misin hemen, Arşimet Haşmet neredeyse ölecek…”

“Ookey, su veriyor hemen ben!” diye kırık Türkçesiyle cevap veriyor camdaki adam. Kozmopolit mahallemizin İrlandalı James’i olur kendisi. Nereden mi biliyorum, viskiyi çok kaçırdığı bir gece sokağa çıkıp misket oynamıştı, karşı komşu Rakı Abi de katılmıştı kendisine. Bir şenlik, bir cümbüş. Oradan tanıyorum James’i. Bütün sokak sakinleri ne eğlenmiştik o gece!  NEyse lafı çok uzatmayayım, suyu uzatıyor pencerenin aralığından James.

İki yudum alıp soluk soluğa yutan Haşmet kendine geliyor biraz.

“Anlat bakalım” diyor bizim devrimci muhtar, “Bu sefer neyi buldun? Ne zaman banyoya girsen bir şeyler buluyorsun!.”  

Anlatıyor Arşimet Haşmet,

“Bu koronadan kurtulmanın yolunu buldum muhtarım. Sahiden buldum!”

“Neymiş bulduğun, haydi söylesene Haşmet, kızıyorum ama artık!”

“Muhtarım, ben buldum bulmasına ama söyleyemiyorum, korkuyorum.  Beni öldürürler  söylersem!”

Sesini iyice alçaltarak fısıldadığı sözcükleri dudak okuyarak anlayabiliyorum.

Muhtarım,  İlhan Selçuk Ziverbey Köşkü adlı kitabında yaşadığı işkenceleri akrostiş yöntemiyle anlatmıştı, hatırlar mısın! işte ben de aynı yöntemle bir kitap yazıp bulduğum çözümü herkese duyurmak istiyorum. Başka çarem yok!  Hani aşk romanları basan bir yayınevi var ya, neydi adı, dilimin ucunda, onlarla anlaştım.”

Tutku Yayınları mı?”

“Evet evet işte o yayınevi. Salak bir pembe dizi gibi yazacağım kitabı. Akrostişi çözen, dünyayı kurtarmanın ipuçlarını da elde etmiş olacak!”

“Anladım Haşmet, anladım ben seni! Ama elini çabuk tutman lazım!”

“Ne olur muhtarım, devrimin ayak sesleri bunlar, ne olur yardım et bana!”

“Tamam Haşmet, hadi kalk, gel önce saçlarını kurutalım, üzerine bir şeyler giy, sonra konuşuruz detayları. Seni evine götüreyim.”

“Her şey çok güzel olacak muhtarım, çok heyecanlıyım, çok çok çok…”

"Ah Haşmet, keşke Haşmet..."

Konuşa konuşa uzaklaşıyorlar yavaşça...

Bütün bunları duyduktan sonra ben de şöyle bir silkinip kendi kendime tekrarlıyorum: 

“Kırmızı- İrlanda-Tutku-Kitap-Viski”

“Kırmızı- İrlanda-Tutku-Kitap-Viski”

“Kırmızı- İrlanda-Tutku-Kitap-Viski”

“Kırmızı ……”

Hak ettim bunu, çoktaan hak ettim...

**************************************************************************

NOT 

Kelime oyunu etkinliğini sevgili Deep organize ediyor. Bu haftanın kelimelerini  ise Kırmızı Ruh seçti... Ben de kalemim elverdiğince karaladım bir şeyler.

Umarım  okurken keyif almışsınızdır.

 ***GÖRSEL ALINTI:  https://paperpedia.fandom.com/it/wiki/Archimede_(WOM)

 

 

Devamını Oku

6 Aralık 2020 Pazar

Corona-13- Memleketimden Sürreal Korona Manzaraları

Sokağa çıkma yasağı zamanları. Günlerden cumartesi. Saat öğleden sonra iki civarı. Sokaktan bir ses geliyor. Biri polis, biri de tahmini yaşı 65 üstü vatandaş konuşuyor:

-Tamam memur bey ben hemen eve giriyorum, ne olur kusura bakmayın!

Bunları söylerken bir taraftan da telaşla karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor elinde bastonuyla.

65 yaş üstü vatandaşlar 10-13.00 arası sokağa çıkabiliyor ya! Kendisi 72 yaşında olan, ama bakkal olduğu için sokağa çıkabilen, yani yasaklardan muaf tutulan Ali Abi de polisle vatandaşın konuşmasına karışıyor. Belli ki derdi komşusunu korumak! Biraz da acımış mı ne!

“Memur bey siz kusura bakmayın, hemen eve gidiyor şimdi…”  

Corona 10 TL

Ben de manava gidiyorum güya! Memur önde, ben arkada! Ben önde memur arkada. Manav dediğin iki adım uzakta zaten. Tekel bayisinin önünden geçiyor yolum. Hani kapısında “Korona 10 TL” yazan tekel bu! Hem matrak, hem de günü takip eden cinsten. Ev yapımı şarap falan satan tekel.  Aynı memur, bu sefer mahallenin tekel bayisi ile kavga etmeye başlıyor:

-        -  Niye açtınız, açmayacaktınız dükkanı, hemen kapatın!

-       -  İyi de genelgede tekel bayileri kapanacak diye bir madde yok ki!

-         - Ceza keserim, kapat hemen!

Tekel bayileri taş yesin tabii! İçki satan pis münafıklar!

Bunlar var ya bunlar! Bunlaaarrr! Hep bunlar yüzünden zaten! Tez elden dükkanları dürülesicelerrr!

(İyi de bunlar iyi vergi vermiyor mu sayın şeyim)

Haa öyle mi! Bunlaaarr!  Açabülülerr dükkanlarunuuu! Amma velakünn! Her geceee! 19’u 48 buçuk geçeeee! Kapatacaklarduuur! Duyduk duymaduk demeyün eyy ahalüüü! 19’u 49 geçe kapataaannn! Kırk kırbaçç yesünnn! Yok yok kırk bin dislayk atulsuun sossyalll medyalarınaaa!

Bu sürrealist diyalog akıp geçerken kafamın içinden, manavda bir bulanık ruh hali içinde doldurdum torbama bir şeyler. Pırasa, soğan, yine soğan, yine soyan… Hay Allah soğanı unutmuşum ya ben!

Eve girdim, attım maskeyi çöpe. Yıkadım ellerimi antisosyal medya piçi, pardon, anti bakteriyel sıvı sabunla. Oturdum. Açtım en iyi arkadaşım sosyal medyayı, baktım aval aval!

Sanki memlekette yeterince kutuplaşma konusu yokmuş gibi bu aralar aşı kutuplaşması çıkmış bir de!

Birileri diyor ki "Aşı ayağına kanımıza çip atacaklar, genetiğimizi takip edecekler!"

"Bizi robot yapacaklar, erkeklerimiz kısır kalacak, soyumuzun kökü kuruyacak! "

Hay bin kunduz! Çin aşısında virüsü büzüşesiceler!


Devamını Oku

22 Kasım 2020 Pazar

Corona-12- İç Döküş, İçe Döküş

Şimdi saat 09:19. Günlerden cumartesi. Sokağa çıkma yasağının bitmesine 41 dakika kaldı. Yasaklar bildiğim kadarıyla akşam 8 ve sabah 10 arası. Sadece cumartesi gecesi var bu uygulama. Ya da ben yanlış biliyorum. Neyse ne artık, sorgulayacak güç mü kaldı! Çık çalış diyorlar çıkıp çalışıyoruz, hafta sonu çıkma evde otur diyorlar, tamam peki diyoruz. Avemeler açık, marketler açık, arap turistler Taksim’de fink atıyor.  Onlara hep serbest. Ama hesapta cumartesi gecesinden pazar sabahı 10’a kadar sokağa çıkma yasağı var. Bu yasak  üretimde çalışanlara, şunlara bunlara geçerli değil..65 yaş üstü bahtsız vatandaşlara gündüz belirli saatlerde çıkmak yasak ama cuma namazı saati özel izinli sayılıyorlar! Çocuklar belli saatlerde çıkamıyor ama ebeveynleri yanlarında olunca falan filan. Çok yorucu, çok bıktırıcı, çok şey... Ne bileyim, tarifi zor. Bir çay daha koymak lazım belki de. İnsan bu kadar saçmalığı nasıl kaldırabilir başka türlü!

 Virüs tabii ki alınan bu cılız önlemler yüzünden yayıldıkça yayılıyor. Artık herkesin en az bir tanıdığı Korona oldu. Artık herkesin çevresinde en az bir kişi bu virüs yüzünden hayatını kaybetti.

Türk Tabibler Birliği dün Corona’ya yakalanan sayıyı 47 bin 629 olarak açıkladı, Sağlık Bakanlığı verileri ise 5 Bin 103’ü gösteriyor.

Aklımda yine üniversite birinci sınıfta aldığım istatistik dersinden kalan cümle var:

“İstatistikler bikini gibidir, asıl merak edilen yerler hep kapalı kalır” diyen hocamız, meğer ne büyük bir hayat dersi vermiş bizlere…

Kahvehaneler, lokantalar kapatılsın diyorlar, kapanıyor mecbur. Peki o işlerden evlerine ekmek parası götürenler ne olacak? Ne yiyecekler, ne içecekler, nasıl ısınacaklar! Yedek akçesi olan ülkeler de bu tip işyerlerini kapatıyor, ama vatandaşlarına karşılıksız maddi destek  sağladıkları için kimse en azından aç kalmıyor.  İngiltere’de yaşayan bir arkadaşım yazmış. Geçen yılki cirosunun %70’ini karşılıksız veriyormuş devlet esnafa. Bizde ise virüsün ilk dalgasında  biraz kredi verdiler, tabii ki geri ödemeli. Sonrası ise meçhul. 

Coğrafya kader, coğrafya acımasız, coğrafya cahil bırakılmış...

Arka fona acılı bir kaval ezgisi ne de yakışır şimdi. 

Dürü dürüüüü dürü dürüüüü...

Şu an bu kelimeleri sıcak evimde, kesilmeyen internetimle, arka planda çalan “Free as a bird” albümünün huzur veren ezgileri eşliğinde yazıyorum.  Ve ne kadar şanslı olduğumun bilinciyle...

Bir Amerikan Doları 7,5922, bir Euro 9,0112, bir İngiliz Sterlini ise 10,0920 TL olmuş. Kafamı kaldırıp yağmur sonrası açan güneşe doğru bakıyorum. Kızamıyorum bile. Ne acı değil mi; insan “kızamaz” noktaya da geliyormuş, bunu da öğreniyoruz yavaş yavaş...

Çok değil geçen sene bu zamanlar Prag’a ve görmediğim ülkelere gezi hayalleri kuruyordum. Şimdi ise ülkemin her geçen gün daha da fakirleşmesine tanık oluyor gözlerim.

En kötüsü de ne biliyor musunuz? Akşam yastığa başını koyunca hayal kuramıyor ya insan!

 Ben eskiden güzel hayallerle uyurdum, oysa şimdi... Oysa şimdi az delikli uykuya bin şükür noktasındayım.

 Ve aklıma geliyor Edip Cansever’in o muhteşem şiirinden birkaç dize…


 “…Ah güzel Ahmet Abim benim

Gördün mü bak

Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar

Ve dağılmış pazar yerlerine memleket…

Gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile

Gelse de

Öyle sürekli değil.

Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün!

O kadar çabuk

O kadar kısa

İşte o kadar...

 

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

Mendilimde kan sesleri…”


görsel:

https://www.etsy.com/listing/656140418/vintage-handkerchief-bleeding-hearts..

Devamını Oku

1 Kasım 2020 Pazar

DEPREM VE ÖTESİ

Her şey oluyor ve sanki film gibi geçip gidiyor.

30 Ekim İzmir Depremi’ni de iş yerindeyken duydum. Panik halinde Karşıyaka’da oturan yakın arkadaşımı aradım. Deprem anında evdelermiş. Çok korkmuşlar, çok sallanmışlar, çok uzun sürmüş kabus. Evlerinde küçük çatlaklar oluşmuş. Hemen sokağa inmişler ve geceyi daha yeni ve sağlam bir evde geçirmişler.

İzmir

Arkadaşımın söylediğine göre haberlerde Bornova’da diye belirtilen yıkıntılar aslında Özkanlar’ın ilerisindeki Manavkuyu’da oluşmuş. İzmirliler bilir. Bornova ve Karşıyaka arasında önceleri boş olan bu Manavkuyu Mahallesi, 90’lı yıllarda hızla ev dolan yerdir. Karşıyaka’da elli yıllık binalar sapasağlam dururken, daha yeni olan bu binalar neden yıkıldı kağıt gibi? Sizce… Niye soruyorum ki bu soruyu, cevabını herkes bilmiyor mu zaten! Peki ama kentsel dönüşüm bahanesiyle yıkılan evlerin yerine yapılan yenilere nasıl güveneceğiz bundan sonra!

Güven öyle bir şey ki, insanın hazinesi gibi. Bir kavrama, bir kuruma, ne bileyim hukuka, atıyorum eğitim sistemine, ya da birine güvenir insan, atar hazinesine. Bu hazine sandığı ne kadar doluysa o kadar iyi hisseder kendini. Son yıllarda kendi adıma söyleyeyim bu hazinenin gittikçe eridiğini görmek, üstelik kendim harcamadan, hazinemdeki tüm değerlerin başkaları tarafından çalınıp yok edildiğini görmek, beni nasıl üzüyor anlatması çok zor.

Çoğumuzun aklının bir köşesinde yok muydu, yeni yapılan, deprem yönetmeliğine uygun bir eve taşınıp “evim güvenli” değerini  kişisel hazinemize eklemek! Bu amaç için çalışıp para biriktirenler yok mu aramızda? İşte son depremle göçtü bu hayallerimiz de! Kime güveneceğiz, hangi müteahhite, hangi kuruma, kime? Bu soru kalıbında “hangi” sözcüğünden sonra “hukuka, eğitime, hastaneye, istatistiğe…” gibi kelimeleri koyup aynı soruyu sordukça, güven hazinemin gittikçe eridiğini görmekten çok yoruldum. Çok yorucu, çook…

Deprem konusuna dönersek; son yıllarda İzmir pazarlaması yapıldı biliyorsunuz. İstanbul’dan bıkan “beyaz Türkler” hedef kitlesiydi ağzının suları akan birilerinin. İstanbul’u yiyip bitiren “müteahhitler” İzmir’de bilmem ne rezidansı, bilmem ne tower’ı diyerek allayıp pulladıkları beton yığını projeler pazarladılar. En son bundan dört yıl önce gittiğimde bile tanıyamamıştım canım İzmir’i. Depremin en çok yıktığı bölgede yer alan öğretmenevinde kalmış, sanki öğrencilik yıllarımın Manavkuyu’sunda değil de başka bir şehirde gibi hissetmiştim kendimi. Aradan geçen dört yılda kim bilir ne hale gelmiştir bu kadim şehir... Nitekim öyle de olmuş.

Sosyal medyada gördüm,  milyon liralara satılan  bu “Bilmem ne Tower” larda ne kadar hasar olduğunu! İzmir’in eski apartmanlarına hiçbir şey olmazken tower’ların nasıl döküldüğünü! Vatandaş iki yaşındaki evinin videosunu paylaşmış twitter'da. Merdivenler yıkık, salondaki bütün sıvalar dökük! Birileri de savunuyor bu durumu! Neymiş efendim kolonlar yerinde kalmış, sıva dediğin dökülürmüş! Müteahhitlere haksızlık yapılmasınmışmış! Elli sene önce yapılan evlerin sıvaları niye dökülmüyor o zaman!

Farkında mısınız, çoğumuz tepki yorgunuyuz artık. O kadar saçmalık var ki tepki gösterecek, hangi birine yetişelim! Hadi yetiştik diyelim, bu kadar sinire strese nasıl cinnet geçirmeyelim!

İnsanlar can derdinde,  yakınları göçük altında kalmış, evleri yuvaları yok olmuş! Biraz saygı, biraz empati, biraz vicdan, biraz merhamet gerek! Olması gereken bu! Temel insanlık paydası bu!

Oysa şov biziniz yine iş başında! Bir tarafta bakanın biri göçük altındaki yaralıyla konuşan uzmandan telefonu kapıp şov yaparak o değerli anları, belki de o kalan iki çubukluk şarjı yiyor!  Öte yanda bir muhabir, göçük altındaki bir kişinin, - bir çocuğun da olsa fark etmez, o da bir birey - yazdığı özel mektubu -izin almadan- okuyarak reyting peşinde!

Söyleyecek çok şey var, çook…

Bu son olsun, lütfen son olsun artık!

 Aptallık ve cahillik yüzünden yitip gitmesin artık hayatlar…

Ve lütfen, lütfen artık Ortadoğu klasmanından çıksın canım ülkem!


Devamını Oku

25 Ekim 2020 Pazar

Corona-11-Corona Sonrası Müsahipzade’de Oyun İzlemece

Corona Sonrası ilk kez iki hafta önce gittim Şehir Tiyatroları’na. Oyun, Üsküdar Müsahipzade Sahnesi’ndeki “Lanet Olası Lanet Kuş”, orijinal adıyla “Stupid F..king Bird’dü. Bu sezon İBB, özel tiyatrolara sahnelerini açtı destek amaçlı. İşte bu oyun da Kadıköy Theatron’un oyunuydu.

Müsahipzade'de Oyun Öncesi
İtiraf edeyim, Müsahipzade’yi ilk kez bu kadar sıcak buldum. Belediyedeki değişim, sahnelere de yansımaya başlamış. Bu havayı hissetmek, ne yalan söyleyeyim içimi ısıttı. Ne mi değişmiş, mesela girişte  eski belediye başkanının kartondan kocaman resmi ve mesajı olurdu. (Sahi neydi önceki başkanın adı, hatırlamıyorum bile… ) Tiyatroya sanat açlığıyla gelmişken, karşımda belediye başkanının kartondan suratını görmek hafifçe gererdi ruhumu. Sonra fuayede otururken bir dergi olurdu masalarda. İçinde “Belediye yol yaptı, köprü yaptı, bi şey bakanı geldi bi yeri açtı bla bla bla…” yazan propagandist yazıların olduğu bir dergiydi bu. Şimdi yine belediyenin dergisi var masalarda. İçinde sanata dair keyifli yazılar, güzel söyleşiler… Bunlar minik detaylar belki ama, insan nefes aldığını hissediyor. Kuşatılmışlık hissinden uzak, daha bir özgür… Ben sevdim tiyatrodaki bu değişimi, umarım daha da güzelleşir her şey.

Bu güzel duygularla açılan sahne kapısından girdik içeriye. Merdivenlerden çıkınca yer gösterme görevlisi ( Tam da bilemedim ne demeli) “Hoş geldiniz, buyurun sizi şöyle alalım” diyerek yerimizi gösterdi. Koltuklarımız tam kapıya yakındı. Her gelene “Hoş geldiniz, buyurun sizi böyle alalım, iyi seyirler…”  diyen bu görevlinin ses tonu, vurguları, vücut dili öylesine öncüydü ki, ister istemez izlemeye başladım. Bu özenli karşılamayla oyunun içine girmiştim bile. Yıllar öncesinin samimiyetinde, Darülbedayi’de oyun izlemeye gelmiş müdavimlerden biriydim sanki. 

Aylardır tiyatro izlemeyi özleyen bünyeme o kadar iyi geldi ki bu atmosfer! "Tiyatro iyileştirir " sloganı boşuna atılmıyordu işte!

 Devam ediyordu görevli kişi:


“Hoş geldiniz, buyurun sizi böyle alalım.”

Bu arada maskesiz birileri giriyordu salona. Onlar yerlerine geçtikten sonra bizim görevli diyafram sesiyle konuşuyordu yine:

“Maskelerinizi burnunuza indirdiğinizi görüyorum, ben her şeyi görürüm, benden bir şey kaçmaz!”

Sanki oyun başlamış gibiydi. İnsan ister istemez gülümsemez mi bu tavra. Bu arada sahnede oyuncuların hepsi pijamalı olarak yerlerini almış, nefis bir şarkı söylüyorlardı. Dediğim gibi sıcacık bir havaydı içeride esen.

Yer gösteren kişi kendi çapında oyun kurmuş ve  belli ki çok eğlenerek yapıyordu bu işi. Diyaframdan çıkan gür sesiyle bıkmadan usanmadan

“Hoş geldiniz, buyurun  buyurun sizi önden ikinci sıraya alıyoruz…” diyordu.

Bir ara bizim önümüzden geçerken dayanamadım:

“Oyun sizinle başladı benim için, keyifle izliyorum” dedim. Gülümseyerek devam etti:

“Zaten tiyatro gişede başlar, yer göstericiyle devam eder, seyirciyle…”

Lafı ağzından aldım; çünkü bu tanımı biliyordum:

“Seyirciyle tamamlanır” dedim. O da zaten aynı şeyi söylüyordu:

“Seyirciyle tamamlanır...” 

Dayanamadım sordum artık:

“Siz oyuncu musunuz?”

“Evet” der gibi oldu ve hızla uzaklaştı. İnsanların duymasını istememişti belki. Bilemiyorum, belki de oyunu bozulsun istememişti. Ama benden de kaçmazdı, o arada yaka kimliğini okuyup ezberlemiştim. Eve gelip araştırdığımda gördüm ki yanılmamışım. Kendisi iyi bir oyunculuk eğitimi almış, film ve dizilerde oynamış, gencecik pırıl pırıl bir sanatçıydı. Eminim bu ruhla çok da güzel yerlerde hep izleyeceğiz kendisini.

 Bunları yazarken bile gülümsüyorum şu an. Çünkü o akşam muhtemelen bir tek ben anladım yer göstericinin aslında oyuncu olduğunu. Kendimle gurur duydum elbette.  Kül yutmam, oyuncuyu konuşmasından anlarım! Şaka bir yana, asıl güzel olan şey; hayatın içinde insanı gülümseten bu sıcak anları yakalayabilme becerisi değil miydi?

Lanet Olası Lanet Kuş’a gelirsek… Çehov’un Martı’sının karamsar, depresif gösterimlerinin parodisi diye özetleniyor oyunun açıklamasında. Orijinal Martı’yı önceden izlemiş olsaydım belki daha derin yorumlayabilirdim bu konuyu. Orijinal Martı’yı bilmeyen biri olarak kendi izlenimimi ileteyim.

Şehir Tiyatrolarında geçen yıllarda gittikçe muhafazakarlaşan, sloganvari oyunları düşününce, bu oyun gerçekten de cesur ve sansürsüz yorumuyla bende olumlu izlenim bıraktı. Canlı müzikler güzeldi, bazı repliklerde güldüm. Ama bana sorarsanız metaforların havada uçuştuğu, yazarın dilini anlamakta zorlandığım, araya anlatıcının girdiği, bu izlediğimiz şeyin bir oyun olduğunu gözümüze sokan metin ve yorumlardan pek de hoşlandığımı söyleyemem. Ben tiyatroda klasik estetikten, güzel repliklerden yanayım sanırım. Evet küfür hayatın içinde varsa elbette tiyatroda da olacak. Ama yerli yerinde olursa... Bu oyundaki küfürleri biraz, nasıl desem “ olmamış” buldum. Anlatıcının sık sık araya girmesiyle dikkatim dağıldı. 

Demem o ki, çok tarzım olmasa da oyun iyiydi, güzeldi, hoşça vakit geçirdim. Emeklerine sağlık herkesin.

Sloganımı atıyor ve gidiyorum şu an,


Tiyatro iyidir, tiyatro iyileştirir. Corona'ya rağmen hem de.

Mutlu pazarlar efendim. 

Devamını Oku