14 Mayıs 2025 Çarşamba

Kaçtığımız Konularla Yüzleşelim mi - 2

Madem bu aralar konuşulmayan konulara değiniyoruz, bir de şu engelli konusuna bakış açımızı masaya yatıralım mı tatlı tatlı…

Geçenlerde kendi kulağımla duydum. Hakkını gasp eden bir adama çıkışan bir engelli bireye adam aynen şöyle dedi, eksiksiz yazıyorum:

“Bir de engelliyim diyorsun, engelli dediğin bu şekilde sesini yükseltmez, biraz susar…”

Bizim toplumumuz çok merhametli, çok yardımsever falan geçinir ya, elbette “duyarlı” vatandaşları ayrı tutarak söylüyorum; toplumun engellilere bakışı özet olarak tam da böyle…


Yani engelliysen, sana verilene şükredip oturacaksın bir kenarda, hatta sana verilenlere minnet edeceksin ömrün boyunca! Sanki engelli olmayı sen seçmişsin gibi...Mesela sana çocukken yardım eden aile bireylerine, hayatının sonuna kadar minnet etmen beklenir. Seni kırsalar da üzseler de hep bu "minnet" gözlüğüyle bakman beklenir; azıcık isyan etsen ve engelliysen "nankör" diye yaftalanırsın... 

Eğer sesini yükseltip hakkını arıyorsan da bu adamın dediği kadar kaba olmasa da bir şekilde sana had bildiren birileri çıkacaktır! Dost acı söyler, maalesef gerçekler böyle...

Mesela ülkenin en büyüklerinden biri çıkar ve senede bir kere bayrammış gibi "kutladığı (!)" engelliler haftası gibi saçma bir haftada “Engelli Kardeşlerimize yardımcı olmalıyız” der… “Engelli kardeşlerimiz” söylemi, görünüşte masum ve merhamet dolu gibi görünen ama engelli bir insanın gözünde ise dışlayıcı, küçümseyen, sadece acıyan bir ifadedir.

Daha da ileri gidelim. Bir işyeri düşünün; çok mümkün değil ama hadi diyelim oldu ya bedensel engelli biri çabalarıyla yönetici pozisyonuna gelmiş olsun. Ve sert, disiplinli, işini çok ciddiye alan biri olsun. Alt pozisyonunda çalışan insanların kaç tanesi ardından “hem engelli hem de bize ahkâm kesiyor” diyordur acaba? Öyle ya engelli dediğiniz kişi sekreterya, büroda veri girişi gibi pasif görevler yapmalıdır. Yönetici olmak kimin haddinedir? Ya da çok okumuş biriyse de gitsin bir engelli derneğinde engelli haklarını savunsun değil mi ama…


Ailelerde engelli bireyin başına buyruk davranışları hiç hoş karşılanmaz. Çünkü engelli kişi oturduğu yerde oturmalı; her zaman naif, her zaman saygılı, her zaman denilene boyun eğen kişi olmalıdır…

Adamın dediği laf Türkiye’de pek çok insanın iki yüzlülüğünü bir tokat gibi çarptı suratıma o gün…

“Bir de engelliyim diyorsun, engelli dediğin bu şekilde sesini yükseltmez, biraz susar…”

Mesela “engelli” biri “engelsiz” biri ile evlenirse ana haber bültenlerine çıkar:

 “Aşk engel tanımadı” diye kocaman başlıklar atılır!! Çünkü bu, normal dışı bir şeydir. Davul bile dengi denginedir… Yani sağır sağırla, kör körle olmalıdır…

Şimdi toplumda bu kadar demokrasi, özgürlük sorunu varken bu da nerden çıktı diyeceksiniz ama, bence tam da zamanı böyle şeyler konuşmanın… Çünkü toplumun gözle görülmeyen defoları sümen altına atıldığı sürece; ben iyileşme ve barış olacağına inanmıyorum!

Dönüp aynada yüzleşmek lazım; lütfen şu soruları sorun kendinize:

Ø  Engelli biriyle karşılaştığınızda “Çok şükür ben böyle değilim” diyerek o kişiye acıyarak bakıyor musunuz?

Ø  Engelli bir arkadaşınız varsa O’na nasıl davranıyorsunuz? Mesela bu adamın dediği gibi kaba olmasa da onaylamadığınız bir şey söylediğinde ya da yaptığında “engelli haline bakmadan neler söylüyor, hadsiz…” gibi ya da benzeri bir cümle yakaladınız mı hiç içinizde, lütfen dürüstçe düşünün…

Ø  Bedensel bütünlüğünde ya da görsel simetrisinde eksiklik olan birini mesela dans ederken gördüğünüzde ya da ne bileyim havuz kenarında güneşlenirken gördüğünüzde içinizde bir yerlerde bu görüntüden rahatsız olan flu da olsa bir düşünce beliriyor mu?

Ø  Mesela halka açık bir pilates dersine gittiğinizde, hoca eğer kenarda kendince hareketleri tekrar etmeye çalışan engelliye fazladan üç beş dakika ayırdı diye içinizden kızıp “ben o kadar para veriyorum, bu engelli benim iki dakikamı yedi” diyen bir iç ses duydunuz mu hiç; ya da böyle bir durumda ne hissedersiniz veya o kişiye nasıl bakarsınız ya da o kişiden uzak kalmayı mı tercih edersiniz?

Ø  Mesela halka açık bir havuzda hep sağ kenarda yüzmek zorunda olan bir engelliyi havuz görevlisine şikâyet edip “Bu kişi lütfen engelli havuzuna gitsin, sağ tarafı meşgul ediyor” der misiniz?

Ø  Bana ne engelliyse, benim yüzümden mi diye mesela, engelliye tanınan örneğin geçiş önceliği hakkını yanlış bulduğunuz oldu mu hiç?

Ø  Ya da böyle biriyle gönül ilişkisine giren birine yüce gönüllü insan muamelesi yapar mıydınız?

Ø  Mesela bacağından engelli çocuğunuz varsa, elalem bakmasın diye ona hep pantolon mu giydirirdiniz?

Ø  Mesela kendi çocuklarınıza sokakta engelli birini gördüğünde sakın O’na dik dik bakma evladım, bu çok ayıp bir şey, bazı insanların farklı hastalıkları olabilir, kör olabilirler, topal olabilirler, sağır olabilirler, ama biz onlara dik dik bakarsak çok yanlış bir şey yapmış oluruz diye öğrettiniz mi?

Ø  Sokakta bir engelliye dik dik bakan çocuğa “Ne bakıyorsun? “diye kızan bir engelliye “Ama o çocuk, ne bağırıyorsun” diyen anne haklı mıdır mesela? Çocuklar masum mudur, yoksa cahil ebeveynlerinin yansıması mıdırlar? Böyle bir hadsizlik yapan çocuğa bir şey dememek mi gerekir?

Gibi gibi şeyler işte…

Hayatta her canlının kendi tekamülü var. Belki de sizin tekamülünüz de benzer bir soruya verdiğiniz cevapla olacaktır…

Sevgiyle…

Devamını Oku

11 Mayıs 2025 Pazar

Teyzeler Anne Yarısıdır Aldatmacası...

Şimdi size anneler günü için bir soru sormak istiyorum.

Teyze anne yarısı mıdır?

Gelin bu kabul görmüş ama sorgulanmamış hassas konuya parmak basalım birlikte, ama dürüstçe…

Bizim toplumumuzda hep böyle söylenir; teyze anne yarısıdır denir. Ben de eskiden böyle düşünüyordum…

Ama artık buna inandığım söylenemez. Ha çok samimi olanlar vardır, birbirlerini çok seven teyze yeğenler vardır ayrı. Ama mesela şöyle düşünelim. Bir anne çocuğunun onaylamadığı bir şey söylese o çocuk annesini siler mi? Silmez… Peki teyzesini siler mi? Silme ihtimali yüksektir.

İstisnalar kaideyi bozmaz diyeceksiniz; bence dememek lazım bence. Genel kabullerin ardına sığınıp da istatistiklerde kendilerine yer bulmayan gerçekleri niye göz ardı edelim ki…

Mesela deprem olsa çocuk önce kimi arar? Annesini arar değil mi, dur annemin yarısı da teyzemdi diyen kaç duygusal kişi vardır şu dünyada? Teyzeler, sözüm meclisten dışarı, kurtarılacak kişiler sıralamasında kaçıncı önceliklidir? Ben söyleyeyim; anne, baba, kardeş, öbür kardeş, eş, çocuk, öbür çocuk… Yani kurtarılacaklar listesinde aile için zurnanın son deliğidir teyzeler; hatta belediye yeğenlerden önce koşturabilir bir derdi olduğunda teyzelerin… Yalan mı? “Teyzeyim, yeğenlerim var, yardımıma koşarlar” diye kendini güvende hissedenler büyük yanılgı içindedir bence. Zaten sevdiğimiz insanlardan böyle şeyler beklemek de sanırım biraz feodallikten gelir. Modern toplumlarda bireyler yalnızdır ve kendilerinden sorumludur... 

Konuya dönecek olursak; mesela bir yeğen, eşi ile anlaşmıyor diye annesini siler mi? Çok zor, en azından gizli gizli görüşür annesiyle. Ama teyzesini direkt yok sayabilir eşini üzmemek için. Bu da teyzelik müessesesinin önemsizliğine örnektir. Elbette doğrusu da budur, çünkü çekirdek aile çok önemlidir. Teyzesini yok sayan yeğenleri asla ama asla kınamıyorum. Zira hayatım boyunca kendi teyzelerimle en ufacık bir bağ kurmuşluğum da yoktur… Bu işler gönülden gelirse anlamlıdır, sevgi yoksa kurulan iletişimde  zaten kandırılçılık olur. 

Şimdi bana “katısın, saçmaladın, antisosyal yaratıksın, duygusuzsun, bencilsin… ” gibi şeyler diyecek olanlar vardır ama içimden geçeni söyleyeyim:

Teyzeler, dayılar, şunlar bunlar aslında hepsi dış kapının mandallarıdır! Evet, öyledir; en azından benim için...İçlerinden bazıları iyi insan oldukları için sevilir, diğerlerine de toplum ayıplamasın, ailede kavga çıkmasın diye seviyormuş gibi davranılır. 

Yani yineliyorum; kimse kimsenin annesinin yarısı değildir ve anne yarısı muamelesi görmeyi hak etmez! Sadece hak edenlere sevgi gösterilir, gerisi “mış gibi yapmak”tır…

Peki kınıyor muyum?  Yine söylüyorum; ASLA!

Bence teyze anne yarısı falan değil, hatta bazen yangında üstüne daha da ateş atılacak, bunu hal eden biri bile olabilir. Çünkü teyzeler sevilecek diye bir kaide yoktur. Ama çok çok cani falan olmadığı sürece anneler hep affedilir, sevilir.

Aslında akrabalık denilen şey de büyük bir aldatmacadır! Kimse kimseyi içtenlikle sevmez; en yakınların birbirlerini düşmanlaştırması bir küçücük kırmızı çizgiye bakar…

Kırmızı çizgiyi aşan kişi ister teyze olsun, ister baba olsun, ister akrabadan öte dost olsun; anında düşmanlaştırılabilir. Sadece anneler hariç tutulur kırmızı çizgilerden.

Yani konuyu nerelere getirdim, bağlayayım; anneler gününde “teyze anne yarısıdır” diye düşünüp kutlama falan beklemeyin sayın teyzeler… Acıdır ya da değildir, hissiyatınızı bilemem; ama gerçek budur. Eğer hak ediyorsanız, yani o yeğenler sizi sevmeye değer görüyorsa zaten her gün bunu gösterir, hissettirir. Özel günlere ihtiyaç yoktur. Ama siz onların gözünde sevilmeye layık değilseniz, anneler gününde öyle kös kös oturup sevgi beklersiniz. Bence beklemeyin; gerçeklere dönün, hatta kendinizi sevmenin yollarını arayın… Kendinizden kimsenin size göstermediği şefkati ve hoşgörüyü eksik etmeyin…

Ha, anneler gününde aranmayan teyzeler de kendilerine dönüp bir baksınlar; muhtemelen sevgiyi hak etmediklerini gösteren pek çok yanlışları vardır… Kalan mı terk etmiştir, giden mi sorunsalına benzer bir durumdur bu...

O yüzden; özel günler anlamsızdır, çok da şey etmemek lazım… Bırakırsınız Oruç Arıoba'nın dediği gibi, evet bırakırsınız ve biraz da yağmur yağar.... 

Devamını Oku

10 Mayıs 2025 Cumartesi

Domates Attıran Hakim Bey İle İçsel Muhasebe

---Çok uzun zamandır yaz(a)mayışlarımın dış güçlerle bir ilgisi var mıdır hâkim bey?

---Tabi tabi kesin vardır!! Dış güçler işlerini güçlerini efendime söyleyeyim nükleer projelerini falan bırakmışlar seni düşünüyorlar zaten!

 ---İyi de hâkim bey, yani ne demek istiyorsunuz şimdi ben anlayamadım? Dış güçler değilse hiç güçler mi beni böyle şeettiriyo?

---Yavrum evladım, hiç güçler ya da iç güçler, kimse kim? Sen böyle mağdur edebiyatı yapacağına otur bir realiteye bak, hangi ahval ve şerait altındasın bir düşün…

---Hâkim beyciğim, içim şişiyor ama yazamıyorum, yazsam n’olcak… Mesela yıllarca çok sevdiğim birileri “hmm bunları yazmışsın, al ben de seni siliyorum” deseler – yine bi derece katlanırım… Ama hâkim beyciğim sen, sen de beni yargılayabilirmişsin ya!! Buna ne diyeceksin?? Meğer sen de beni aldatmışsın...Keşke bunu öğrenmeseydim! Ben seni hayalimde hep babacan, tatlı sert, ama aslında merhametli Hulusi Kentmen gibi tonton bir amca olarak hayal ettim bugüne kadar; meğer sen kötü adammışsın!! Söyle şimdi ben kime inanayım? İnandıklarımı hapse atıyorsun, o da yetmezmiş gibi beni sanık koltuğuna oturtup en sevdiklerimi de karşıma dizip yüzüme yüzüme domates attırıyorsun… 


--- Dua et sopa attırmıyorum; domates atmanın içinde yine bir espri var, bir güzelleşme var. Ne bileyim domates atılan yüz beslenir, gençleşir falan...

--- Yani diyorsun ki yüzüne atılan domatesleri topla, ez, salça yap ve buna şükret! Tamam da bu noktaya da mı geldik be hâkim bey!! Hiçliğin içinden içlik çıkarma noktasına kadar geldik mi yani?

--- Bak, uzatma… Bu yazıyı da yayınlama! Bunca senedir seni takip edip yazdıklarını okuyanlara da mı hürmetin yok!

---Ah be hâkim bey, dışarıda hâkim beyler olaydı; yani Hulusi Kentmen gibi hâkim amcalar olaydı, bu kadar içlenir miydim? Güvenirdim, sırtımı yaslardım, olmadı hayal kurardım. Kitap okurdum, şiir yazardım belki de… Sevdiğim birinin evine hiç sormadan çat kapı giderdim hiç olmazsa… Çat kapı gideceğim kimse bile bırakmazsan halimiz nic’olacak böyle?

--- Bunun aklı başına gelmemiş daha! At kızım; biraz daha domates at, sulu sulu at! Çanakkale domateslerinden at, kiraz domates at! Yüzüne isabet ettir, sen sen… Evet sen, eski dostum dediği sen, al şu bir kasa domatesi!!

--- Domatesi soydum hâkim bey, tam başucuma koyacaktım ki başucuma koymam gereken şeyin domates değil de portakal olduğunu ayrımsadım birden!! Biliyor musun, sökmez bu saatten sonra attıracağın kasa kasa domatesler… Bir ben varmış bende, benden içeride bir yerlerde…. Teşekkürler o beni tanımak zorunda bıraktığın için!

Dünyanın bütün domatesleri birleşip de Elon Mask’ın füzesiyle üzerime üzerime gelse ne yazar bu saatten sonra…. 

Devamını Oku

1 Nisan 2025 Salı

Bu sene 1 Nisan'ı Pas Geçiyorum

Senelerdir bu blogda 1 Nisan günleri şakalı yazılar yazarım.

Bu sene pas geçiyorum!

Değişiklik olsun, 

Mesela bu sene 1 Nisan, Ciddiyet Günü olsun.

Ama sadece bu senelik, öyle yağma yok!

Vermeyiz gülüşümüzü uzun süre!

Meselâ memleket meselelerine kafa yoralım bugün…

Seneye aynı gün,


Şaka yapacak ortamlarımız olsun diye…

Sevgiyle ve umutla…

Devamını Oku

3 Şubat 2025 Pazartesi

Donanımlı Dijital Kölelik İşleri

Epeydir buralara gelmek için konsantrasyonum eksikti. Dedim bir bakayım artık. Değişik bir konuyla geldim üstelik.

Konumuz Donanımlı Dijital Köleler; havalı olması için kısaltabiliriz de bu tanımlamayı: DDK!

Yaklaşık iki aydır internette böyle işlerle uğraşıyorum. Resmen sanal ve paralel bir dünyada çalışıp geldim desem yeridir. Çok şey öğrendim; deneyim kazandım, çok da şaşırdım bu süreçte. Neresinden başlayacağımı tam da bilmiyorum ama haydi anlatayım olabildiğince. Bu sayede ülke gündeminin gıpgri havasından da uzaklaşmış oluruz biraz.

Nasıl İşler Bu DDK İşleri?

Bu aralar internet ortamında “moda olan” pek çok iş var. Tıpkı 2013 yılında o dönemin modası olan “makale yazma işleri, içerik üretme işleri” ne nasıl balıklama atladıysam; bu dönem “moda” olan yapay zeka işlerine de bir yerlerden girişmek istedim. Meraklıyım efenim; TikTok trendlerine değil ama internette yapılan işlere pek bi meraklıyım.

Evet, öncelikle “arama motoru kalite uzmanlığı” işine başladım. Aynı anda “Yapay Zeka Türkçe Eğitmenliği” işine de giriştim. Bir de “veri etiketleme- protator” işi var, ona da el atmak üzereyim. “Search Engine Evaluator- Arama Motoru Değerlendiricisi” işinde ise eğitim aşamasındayım.

Ne hoş geliyor değil mi kulağa… Serbest çalışıyorsunuz, yani evden… Ve pek havalı isimleri var yaptığınız işlerin.

Aynı anda isterseniz böyle bir sürü firmada çalışabilirsiniz. Firmaların biri Çin’de, biri Rusya’da, diğeri Amerika’da olabilir.

Elbette profesyonel bir mesleği icra etmekten bahsetmiyorum. Bu bahsettiğim işler; eğitim notlarını, mailleri anlayacak kadar İngilizcesi olan; bilgisayarla haşır neşir olmayı seven; araştırmaya ve öğrenmeye meraklı; yeterince zamanı olan, Türkçesi iyi olan; algısı yüksek olan; dikkatli ve odaklanabilen herkesin yapabileceği türden işler.  

Bazı firmalar canlı toplantılarla eğitimler veriyor; bazıları sayfalarca dosya gönderip okumanızı istiyor. Sonraki aşamada sizi sınava tabi tutuyorlar. Sınavdan geçerseniz parça başı ya da saat ücreti karşılığı size verilen görevi belirtilen zaman içinde bitiriyor ve paranızı alıyorsunuz. Bazı işler için bankada özel hesap açılması gerekiyor, Türk vergi kanununa göre %15 stopaj kesilerek ödeme alıyorsunuz. Yani bin lira kazansanız 150 lirasını, yüz lira da kazansanız 15 lirasını devlet sizden kesiyor! Bu tür işlerden küçük gelirler elde edenlerle milyonlar kazanan fenomenler maalesef devletin gözünde aynı kefede!

 Bazı firmalar Türk Bankası tanımadığı için Airtm, Payoneer gibi farklı ve yeni nesil ödeme araçları devreye girebiliyor. Ülkemizde nedenini hiç anlamadığım bir şekilde PayPal yasaklandığı için bilgisayarda işler yapan pek çok kişi maalesef bu Payoneer gibi aracılara yüksek komisyonlar ödemek zorunda kalabiliyor.

Ücretler elbette çok yüksek değil  bu işlerde ama;  teorik olarak görevleri kaliteli bir şekilde sonuçlandırırsanız ve yeterince görev üstlenebilirseniz ortalama maaşa yakın para kazabiliyorsunuz.

Tam da bu noktada bu tür işlere neden Donanımlı Dijital Kölelik adını verdiğimi anlatmam gerekiyor sanırım.



Tabiri caizse "Amele Pazarı Gibi" Platformlar!

Çok insan çalışıyor bu işlerde. Yapay Zeka’ya Türkçe öğreten bir projede 10 binin üzerinde benim gibi katılımcı var örneğin. Bu durumda size düşen görev sayısı da fazla olamıyor haliyle. Şirketin umurunda mı? Salıyor örneğin 2500 görevi bir gece havuza, hopp anında bitiyor iş. Şirket mutlu, görevi kapan 2500 kişi mutlu; peki geriye kalan 7500 kişi? Kimin umurunda? Şirket yetkililerine “Neden bir haftadır görev alamıyorum” diye sorduğunuzda alacağınız yanıt üç aşağı beş yukarı şöyle:

“Bu ana iş değil, bir ek iş… Dolayısıyla düzenli bir gelir beklemeyin…”

Siz de uzaktan çalışan bir katılımcı olarak el mahkûm bekliyorsunuz iş gelsin diye… Bu yüzden birden fazla işverenle çalışmak avantajlı…

 Beni asıl şaşırtan ve üzen şey ise birkaç dil bilen, bilgisayarda hızlı, yeni teknolojilere yüzde yüz adapte olmuş pek çok 30 yaş civarındaki genç insanın bu tip projelere “ANA İŞ” olarak bakmaları! Forumlardan mesajlardan anladığım kadarıyla pek çoğu buralardan kazandıkları paraları kripto gibi araçlarla değerlendirip çoğaltarak hayatlarını sürdürüyor. Bu işlerin bazıları çalışanı Bağkur’lu yapmaya zorluyor, bazıları ise sigorta konusuna hiç girmiyor. İşte Dijital Donanımlı Köleler’in ikinci sorunu da burada başlıyor: Çoğunun sosyal güvencesi yok!

Ya bir işe girmekten umudu kesmişler, ya KPSS mülakat gibi engellere takılmışlar… Evet içlerinde bu işleri ek iş olarak yapanlar da var (Kim bilir kaç işveren bu şekilde  kandırılıyor; çalışırmış gibi görünüp iş saatinde bu işleri yapanlar tarafından) Burası da ayrı bir konu başlığı… İçlerinde “Zaten bir işe girsem ancak bu kadar kazanacağım, ne gerek var başkasının derdini ve yol eziyetini çekmeye…” diyenler olduğuna da çokça şahit oluyorum.

Bu ortamlarda dillendirilmese de kıyasıya rekabet olduğunu anlamak zor değil. Mesela adı güya “dayanışma forumu” olan platformda yeni gelen biri işle ilgili soru sorduğunda bilerek yanlış yanıt verenler olabiliyor; ya da soruyu görmezden gelip hiç yanıt vermeyebiliyorlar. Aynı normal işlerdeki gibi burada da yeni gelene “çırak muamelesi” yapılıyor. Çok görev yapıp çok kazananlar hava atabiliyor ve haliyle kıskançlıklar da oluşabiliyor. 

Genellikle işler bir havuza düşüyor ve ne kadar çok insan görev üstlenirse  havuzdaki işler o kadar çabuk tükeniyor.

Ve düşünün, binlerce insan çalışıyor bu projelerde, dünyanın dört bir yanından hem de…

Benim mesajlaşma kanallarından gördüğüm kadarıyla, çalışanlar gerçekten gece gündüz kavramını da yitiriyor. Hayretle izliyorum kendilerini! Sabaha kadar görev yapanlar oluyor mesela. Ya da gece yarısına kadar görev bekleyenler… Zaman farkından örneğin gece 2’de havuza görev atıyor firma; bizim modern dijital köleler de bu işleri kapmak için bilgisayar başında sabahlıyor, hem de hiç zorlarına gitmiyor bu durum... 



Yapay Zekâyı Bizi Yönetsin Diye Eğitiyoruz!  

Çok enteresan gerçekten de… Normal insan döngüsünün dışında yaşanıyor her şey. Güya serbest çalışansın, güya çalışma zamanını kendine göre belirliyorsun! Bu söylem sadece bir illüzyondan ibaret. 8-6 çalışanlarda en azından mesai kavramı var; bu tür işlerde ise – eğer kendini kaptırırsa- gündelik yaşamın ritmi dışında başka bir boyuta kolaylıkla geçebiliyor kişi… Zombilik boyutu desek abartmış olmayız...

Yeni bir iş ilanı varsa mesela, insanlar birbirlerine pek de bahsetmiyor. Herkes birbirine rakip!

Ortam sanal güya ama gerçek iş ortamından farksız. Sadece mesajlaşma kanalındaki yazışmalarından kendisine gıcık olduğum tipler oldu örneğin. Ayakkabılarının topuk sesleri haricinde entrikalarını, sivri dillerini, kıskançlıklarını direkt sergileyen kadınlar mı dersiniz, egolu erkekler mi…  Bu işlerin mesajlaşma platformlarında her ne kadar saygı kuralları yazılsa da kavga eden tipler de olabiliyor. 

Çok ama çok enteresan bir deneyim oluyor bu işler benim için. Resmen modern zamanların distopyası diyebilirim… Çoğu işi algoritmalar yönetiyor, maillere robotlar yanıt veriyor. İnsan köleler her an işten atılabiliyor ve robot amirleri onlara neden atıldıklarını söyleme gereğini asla duymuyor.

 Yapay zekâyı eğitmiyoruz aslında bu işleri yaparak; yapay zekânın insana olan egemenliğini hızlandırmada küçük görevler alıyoruz!

Plaza Diline Alışmak

Komik şeyler de oluyor elbette. Evde çalışıyorum güya ama sanırsınız 28 katlı holdingdeyim! Biz tekstilciler, fabrikalarda çalışırken, plaza işleri ile kıyaslanınca “ilkel” kalıyorduk. Hiç öyle avokado ve karides soslu salatalar falan yemedik iş hayatında. Fabrikalarda “abicim sen yaparsın, aslansın kaplansın” gibi bir dil kullanıyorduk iletişim kurmak için.  

Bu sanal işler sayesinde salatama karides girmese de eskiden burun kıvırdığım plaza diline ben bile alışmış oldum ister istemez. Demek ki neymiş; “plaza dili konuşan tipler” diye bahane vermemek gerekiyormuş! İşin garip tarafı; insan buna çok da kolay alışabiliyormuş! Bu da kendime yaptığım öz eleştiri olarak burada kayda geçsin hakim bey!

Mesela “Image Rel’e annot task’ı yapıyorum” demek çok normal gelmeye başlayabiliyor çok değil bir hafta içinde. Enteresan değil mi? Benim gibi dile önem veren, kelimelerin doğru yazılışları ve anlamları için sözlüğe sık sık bakan birine hiç yakışıyor mu bu durum?

Maalesef ortam ve gerçekler böyle…



 Bir şey daha söyleyeyim;

”PQ Task’ındaki annot yanlışsa Irrel mi vereceğiz?” cümlesinde PQ yerine Türkçe “sayfa kalitesi” demeye; “annot” kısaltmasını “annotation” olarak uzatmaya, bunu da “açıklama” olarak Türkçeye çevirmeye de üşeniyormuş insan bir süre sonra! Yaşayarak öğrenmiş oldum ben de! Çünkü herkes böyle konuşuyor ve hayat hızlı akıyor bu işlerde. Ve enteresan olan şu ki; plaza dilini hiç bilmeyen, İngilizcesi hiç de iyi olmayan ben bile çok kısa bir sürede adapte olabildim bu duruma…

İyi bir hayat dersi var bence tam da bu noktada: 

Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil, gerçekten de öyle!

“İyi de insan evde çalışırken neden böyle bir dil kapar ki tek başına?” diyor olabilirsiniz. Öyle bir iletişim ağı var ki çalışanlar arasında, plazada kahve makinesi  önü sohbetlerini dörde katlar beş ile çarpar, o derece yoğun! Evde sakin sakin çalışırken birden yüzlerce binlerce iş arkadaşı arasında buluyorsun kendini. Özel mesajlaşma kanalında bir çok konu başlığında yardımlaşabiliyor, “konu dışı” başlığında ise farklı konularda iletişim kurabiliyorsunuz.

Bu tür sistemlerin kendilerine özel portalları var. O portallarda forumlar var, mesajlaşma yerleri var; hatta oyunlar, yapay zekanın son versiyonları bile var. Yani normal bir işte çalışmaktan farksız her şey.  İşten canın mı sıkıldı; gir uygun mesaj kanalına “kripto sohbeti yap birileriyle, ya da git yapay zeka ile vakit geçir…

Pat Diye İşten Atılabilirsin

Bu tür platformların bazılarında görevsiz kalmanın en önemli nedeni, görev kalitesinin düşmesi oluyor. Mesela on gün görevsiz kaldığınızda mail atıyorsunuz, bir robot size cevap veriyor:

“Görev kalitenizdeki düşüklük nedeniyle bu durumu yaşıyorsunuz.”

“İyi de hangi hatayı yapmışım?” diye soramıyorsunuz. Çünkü algoritmanın kalitenizi nasıl değerlendirdiği sır gibi saklanıyor. “Görev kaliteniz düştüğü için 7 gün içinde göreviniz sonlandırılacaktır!” mesajı da alabiliyorsunuz her an. Ya da böyle bir mesaja gerek bile duymadan portala giriş şifrenizi bloke ettiklerinde anlıyorsunuz işten atıldığınızı! Ben bu durumu  meşhur Squid Game dizisine benzetiyorum. Orada görev yapamayanı öldürüyorlar ya, bu işlerde de görev kaliteniz düşükse sizi pat diye işten atıveriyorlar!

Mesajlarda görüyorum, insanlar işten atılma korkusuyla anksiyete yaşıyor resmen.

İnanılır gibi değil…

Yeni Dünya Düzeni

Tabii ben bu tarz işlerin hepsi böyledir demiyorum, benim gördüklerim böyle. Sonuçta elbette evde boş boş oturan binlerce insan için iyi kötü bir uğraş ve ekmek kapısı buralar. Bakmayın pek çok şey de öğreniyorsunuz dijital dünyaya dair. 

Gerçeklerle yüzleşmek gerekiyor bence. Yeni dünya düzeninin işte böyle bir yere doğru evrildiği ile yüzleşmek lazım bir an önce. Kim bilir yapay zeka yeterince eğitildiğinde daha neler göreceğiz!

Eskiden; yetmişli yıllarda nasıl ki bizim yoksul köylülerimiz Almanya’ya fabrika işçisi olarak 

 gidiyordu; ucuz işgücü kaynağıydı ülkemiz; iki bin yirmi’li yıllarda da internetin ucuz işgücü kaynağı oldu gençlerimiz! Aradaki fark, bu gençlerin donanımlı olmaları ve köle düzenine evlerinden katılmaları…

“E bu kadar kötü madem, neden oralardasın?” diye sorabilirsiniz haklı olarak.

Meraktan, e zamanım da var… İyi kötü, hiç yoktan iyi, para kazanmak hoşuma gidiyor; yapay zekânın eğitim sürecinde yer almak heyecan veriyor. İnsan bütün bu defoların farkında olarak projelerde yer aldığında, zaten  beklentisini ayarlayabiliyor ve olan bitenden etkilenmiyor da…

Bir de  ister beğenelim ister beğenmeyelim; devir böyle bir devir. Yapay zekâ bütün bu işleri bu hızla öğrenmeye devam ettiği sürece bizim gibilere yapacak pek bir iş de kalmayacak yakında…

O yüzden treni kaçırmamakta fayda var. Ne demişler:

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir…”

 Kalın sağlıcakla… 

Devamını Oku

4 Ocak 2025 Cumartesi

Artık Selçuk Tepeli İzlememeye Karar Verdim, Peki Hangi Haberleri Önerirsiniz?

Yıllardır alışkanlığımdır, çalışırken eğer işten geç gelmediysem; çalışmazken de saatine göre ayarlama yaparak akşam haberlerini izlerim. Dijital çağda hâlâ mı dediğinizi duyar gibiyim, evet hâlâ akşam haberlerini tv’den izleme alışkanlığım var. Epeydir Now Tv’de Selçuk Tepeli’nin haberlerini izliyordum; dün akşam büyük bir aydınlanmayla bu kötülüğü artık kendime yapmamaya karar verdim!

Evet, “Sesdeş” kanallardan tek perdede yapılan yayınları duymak istemiyorum, bünye farklılık arıyor. Ama sanırım daha da farklısını bulmam lazım. Selçuk Tepeli iyi okullardan mezun olmuş, çok bilgili, çok dil bilen biri olabilir; bir diyeceğim yok. Ama öyle bir stres yüklüyor ki izleyiciye! Ben şahsen dün kendi kendime “Manyak mısın bu haberleri dinleyip kendine eziyet ediyorsun?” dedim.

İlk başladığı zamanlarda kibarlığı, kitaplardan alıntılar yapması ve bilgisi ile gerçekten de göz dolduruyordu. Ama özgüven patlaması mı yaşıyor bilmiyorum, artık sadece anksiyete yüklüyor bünyelere.

 Dün fark ettim ki, Selçuk Tepeli izlerken kalbim daha hızlı çarpıyor, geriliyorum ve mutsuz oluyorum. Kendime bu işkenceyi niye yapayım? Amaçları insanları sinir edip toplumu daha da germek; bizler de af edersiniz koyun gibi bunların gazına geliyoruz… 

Niye ya? Now Tv çok mu düşünüyor sanki sizi beni! Dertleri reyting rekorları kırıp daha çok kazanmak değil mi? Bizi çok düşünselerdi, yani kendilerine para kazandıran izleyiciyi düşünselerdi yeni yıl gecesi beş kuruş harcayıp iyi kötü özel bir program yaparlardı değil mi? Ne yaptılar? Bir dizinin yüzüncü tekrarını verdiler yeni yıl gecesi!

 O halde ben de kendimde eleştirme hakkı görüyorum…


Her akşam güya haber anlatmak adına bize negatif enerji yüklüyorsunuz Sayın Tepeli!

Tamam ülke gündeminin kendisi kötü de birisi televizyondan gözlerini kısıp sinirli sinirli soluyarak ;

“Bütün bunların zararı sizedir. Bu paralar sizin cebinizden çıkıyor. Daha bunlar iyi günleriniz…”

gibi şeyler söylerse insan anksiyete bozukluğu yaşamaz mı?

Sayın Tepeli’ye sormak isterdim “Sizin cebinizden, sizin hakkınız…” falan diyor da kendisini nerede konumlandırıyor acaba? “Siz” yerine “biz” dese, mesela “bu yanlışlıkların cezasını biz çekiyoruz” dese belki bu kadar kızmazdım kendisine…  

Halktan yanaysan dilin de söylemin de halktan yana olacak! Öyle kendini kenara çekip “Siz daha da kötü olacaksınız, berbat şeyler yaşıyorsunuz…” falan derse birisi “Bir dakika ya, bu adamın amacı ne?” diye ister istemez düşünür insan…

Ah be dostlar, bütün bunlar hep manipülasyon… Elbette “Siz daha kötü olacaksınız!” diyecek günümüzün haber sunucusu! Onun görevi millete gaz vermek! Haber saati bitince ortalamanın kim bilir kaç katı aldığı maaşla hayatına geri dönecek; canı çok sıkılırsa atlayıp Fransa’da orada burada gezecek, olmadı çiftliğinde toprakla uğraşıp stres atacak…

Kibrinden bahsetmiyorum bile… Televizyona çıkanlarda neden böyle kibir oluşuyor acaba? Eskinin habercileri, spikerleri böyle miydi, ne kadar mütevazı ve kibar insanlardı!

Selçuk Tepeli belli ki muhalefeti de beğenmiyor, hatta küçümsüyor… Laf arasında bir şeyler geveliyor, tavrı tamamen şu:

“Böyle muhalefet de yapılmaz, ben en iyisini en doğrusunu biliyorum da neyse işte…”

Yani kendini sıkışmış hisseden, Sayın Tepeli'nin sinirle söylediği şeyleri iliklerine kadar yaşayan sıradan muhalif vatandaşa şu mesajı veriyor alttan alta:

“Hiç şansınız yok. İktidar böyleyse muhalefet de zaten şöyle…”

Eee, ne yapsın sıradan vatandaş Sayın Tepeli? Kime güvensin, size mi güvensin? 

Bu tarz habercilerin yaptıkları şey aslında çöpleri sokağa yaymak! "Bakın" diyorlar;  "Sizin mahallede bu kadar çöp var! Siz çöp içinde yaşıyorsunuz” diyorlar. Kendileri başka mahallede yaşıyor çünkü!

Eskiden ana haber bültenlerini asla duygu katmadan, pırıl pırıl bir Türkçe ile sunan, aldığı nefesi mikrofona yansıtmayan, diksiyon eğitimi almış; ayakta oradan oraya gezinmeden, el kol işareti yapmadan, medeni medeni oturarak işini "olması gerektiği gibi yapan" spikerler vardı. Haberlere spikerin “duygusunu, yorumunu” ekleme modası çıkınca, her şeyin de tadı kaçtı bence. Aslında toplumdaki kutuplaşmanın eseri bütün bunlar.

Bir de eskiden ana haber bülteni bitince hava durumu, ardından spor haberleri sunulurdu; kültür sanata da mutlaka yer verilirdi.

Şimdilerde amaç, kanal muhalifse sadece berbat şeyleri anlatmak… Değilse de her şeyin ne kadar "tıkırında" gittiği yalanını empoze etmek...

Madem Now Tv’den açtık örnek vereyim. Saat 19:35’e kadar haberleri veriyorlar, sonraki 15 dakika ise sadece üçüncü sayfa haberleri yer alıyor bültenlerinde. Saçma sapan şeyler; ama duygusu mutlaka kötü olacak! Şiddet, bunalım, olmadı kaza haberleri... Hatta bazen ülkemizden böyle haber bulamazlarsa Amerika’dan falan sıradan bir kaza haberi bulup veriyorlar. Neden? Bu ülkenin insanları mutsuzluktan anksiyete geçirsin diye mi? Bence tam da bunun için; çünkü oradan para kazanıyorlar!

 Tamam kötü şeyler yaşanıyor olabilir de bu ülkede mesela hiç mi sergi açılmıyor, hiç mi konser verilmiyor, hiç mi güzel şeyler olmuyor kültür adına sanat adına?

Demem o ki sevgili dostlar; bugünden itibaren Selçuk Tepeli ve benzeri anksiyete yükleyen, manipülatör habercileri izlemeyeceğim!

Varsa akşamları izleyeceğim şöyle sakin, yalansız dolansız, yansız, sesdeş olmayan bir kanal ve haber spikeri öneriniz, çok memnun olurum.

Stressiz, huzurlu bir gün dilerim efenim,

Sevgilerimle 🌺



Devamını Oku

3 Ocak 2025 Cuma

Dün, Ferdi Tayfur Şarkısı Eklemiştim Bloga...

Dünkü yazıma son anda bir şarkı eklemek istedim. Bu şarkı da hiç dinleme alışkanlığımın olmadığı Ferdi Tayfur’a aitti. Kendime ben bile şaşırdım aslında.

Şarkının adı “Çiçekler açsın, Böcekler Ötsün” Belki de rahmetlinin en neşeli şarkısıdır. Rahmetli diyorum; çünkü dün ben o şarkıyı eklerken yazıya, belki de tam o saatlerde Ferdi Tayfur bu dünyadan göçmüş... Akşam haberlerde öğrenince biraz ürperdim açıkçası bu denk gelişe. Bazen böyle olur bana. Bir şeyleri hissederim ama yorumlayamam, yorumlasam zaten başka biri olurdum. Ama psişik bir tarafım olduğu kesin.

Müslüm’ün bir iki şarkısını, özellikle de son dönemlerdeki şarkılarından bir iki tanesini sever kırk yılda bir de olsa, efkârlanınca açar dinlerim. Teoman şarkılarını güzel söyler. Filmini, özellikle Timuçin Esen’in şahane oyunculuğunu severek izlemiştim. Ama açıp da bir Ferdi Tayfur şarkısı dinledim desem yalan olur. Bir dönem barlarda gitar ile modernize edilmiş Orhan Gencebay şarkıları çok moda olmuştu. O zaman da sevmedim. Arabeski hiç sevmedim; ama Türkiye’de yaşadığım için elbette bu şarkılara çok maruz kaldım. Bir dönem dolmuşlarda, şehirlerarası otobüslerde ne çok çalınırdı bu şarkılar. Hep hüzün, hep çaresizlik, hep ezilmişlik...

Şimdilerde acılı arabeskin yerini acılı rap aldı bence.

Çocukluğumda ablalarım Ferdi Tayfur’u çok severlerdi. O zamanlar sanırım Orhancı Ferdici diye arabesk fraksiyonları vardı. Orhan bence biraz daha şehirlilere, sanki biraz daha zenginlere hitap ediyordu. Ferdi halka, kasabalara daha yakındı; çok daha acılıydı. Müslüm bizim oralara pek uğramadı. Sonrası çorap söküğü gibi zaten. Acıların Kadını Bergen, boynu bükük Küçük Emrah, inşaat işçisi İbo, ardından küçük şarkıcılar modası, Küçük Ceylan…

Ne ağlattılar yurdum insanını… Ağlamak isteyenlere organik türkülerimiz, bozlaklarımız, uzun havalarımız vardı oysa… Arabesk ile âdeta beyinler uyuşturuldu o dönemlerde. Bir taraftan da ülkemize serbest piyasa hızla girdi, gelir adaletsizliği arttı. Arabesk şarkıların yükselişiyle birlikte adeta hayatımız da arabesk bir çamura bulandı.

Çocukken, kasabamızdaki sinemaya Ferdi Tayfur filmine beni de götürdüklerini hayal meyal anımsıyorum. Sinemadan çıkarken herkesin ağlamaktan gözlerinin kıpkırmızı olduğunu da... Filmde ya âşıklar kavuşamamıştır ya birileri ölmüştür ya çok fakirlerdir… Elbette fonda acılı arabesk şarkılar… O dönemlerde arabesk şarkıcıların hemen hemen hepsi film de çevirirdi. Daha doğrusu şarkılara film yazılırdı. Bu filmlerde hayatın zaten acımasız olduğu, bu hayatta eşitliğin ve adaletin asla olmadığı, ne kadar çabalasan da kaderine razı gelmen gerektiği işlenirdi bilinçaltlarına. Bana kalırsa; seksen sonrası gençlik hak aramasın, baş kaldırmasın diye piyasaya sürülmüş bir türdür acılı arabesk.

Eski iki katlı evimizde ablamla kaldığım odada Ferdi Tayfur posteri asılıydı, anımsıyorum. Hatta eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, o ev apartman furyası zamanında yıkılırken riske girip yıkıntılar arasından o posteri çıkarmıştı ve yeni eve de asmıştı ablam.

Türkiye’nin genetik kodlarıyla oynandığı dönemler… Şahane türkülerimizin yerini alan “acılı arabesk” ile yavaş yavaş sancılı bir topluma dönüştürüldük. Ezilmişiz, hayat zaten bize gülmemiş, kaderimiz böyleymiş, değiştiremiyoruz madem batsın bu dünya, ben zaten her acının tiryakisi olmuşum ile kabulleniş… 

Acılı arabesk sonrasında biraz daha yumuşatılmış piyanist şantör döneminden etkilendim ben. Lise yıllarımda ablamların yeni favorisi olan Ümit Besen’i severdim. Ruhumun arabesk kodları Ümit Besen’e daha yatkındı demek ki. Neyse ki üniversiteye İzmir’e gittiğim yıl Zülfü Livaneli, Yeni Türkü, Grup Yorum ve o zamanlar “özgün müzik” denilen tür ve elbette türküler girdi hayatıma da, arabesk yolculuğum piyanist şantörlerle sınırlı kaldı ve çabuk bitti.

Hatta burnumuz öyle havadaydı ki o zamanlar; Ahmet Kaya’yı arabesk söylediği için sevmezdik. O derece nefret ederdik arabeskten ve tınılarından...  Şanslıymışım diyorum. Eğer o arabesk furyasına kapılıp gitseydim ne düştüğümde ayağa kalkabilir ne hayatıma yön verebilir ne de bugünkü kişiliğime kavuşabilirdim.

Hâlâ şaşkınım; dün hayatımda ilk kez bir yazıma Ferdi Tayfur Şarkısı ekledim ve Ferdi Tayfur aynı gün öldü…Bu da kayıtlara böyle geçsin sevgili günlük. 

 Her ne kadar bende bir izi olmasa da ruhu huzur bulsun Ferdi Tayfur’un… Sevenlerine baş sağlığı diliyorum...


Devamını Oku

2 Ocak 2025 Perşembe

Yılın İkinci Gününde Bir Bahçem Olsun Hayalini Abartalım

Yılın ikinci günü, bugün yine hava çok güzel. Aklıma ne gelirse yazma çabasına devam ediyorum, bakalım nereye kadar sürecek bu macera…

Dışarı çıkabilsem çok daha güzel olacak aslında.

Ama sanki içimde bir güç var, beni hep engelliyor.

İşe giderken nasıl çıkıyordum yağmur demeden çamur demeden.

Mecburiyetler ve keyfiyetler demek ki…

Şöyle diyorum, şahane kocaman bir bahçem olsa. Hangi ağaçları dikerdim?

Bir kere vişne olacak kesin. Sonra kızılcık, sonra mürdüm eriği, sonra mor üzüm. Ve mutlaka leylak ağacı olmalı ve misler gibi kokutmalı bahçeyi. Bence ayva da olsun bir tane. Şeftali, elma ve armut da olsun. Yağ armudu diyorlar, kocaman sapsarı olandan… Bir de portakal ağacı, yanına da limon yakışmaz m? Hadi bir de kumkuat dikelim yamacına. Dut olmasın, yerlere dökülür uğraşamam onunla. Ama muz olabilir bak. Bu yaz tatilde ilk kez dalında muz gördüm, çok güzeldi.


Peki sadece ağaçlar mı olacak bahçede?

Bir köşeye çilek ekmek isterim. Bir de ot köşesi yaparım. Nane, maydanoz, dereotu, mor reyhan sonra. Sahi yazın kuruttuğum reyhanlardan çay mı yapsam, bak iyi geldi aklıma. Salkım domates de mi eksem bir köşeye, belki yanına da karpuz… Dalında karpuz hiç görmedim, ilk kez kendi bahçemde tanık olurum büyümesine… Şahane olmaz mı?

Peki ya çiçekler? Bu bahçede çiçek olmayacak mı?

Olmaz mı iki gözüm, elbette çiçekler de olacak. Bir köşede kokulu yediveren gülü, kendiliğinden yedi kere açacak her sene. Sonra bir köşede ortancalar olmalı, pembeli ve mavili karışık. Ama ortanca gölgede yetişmez mi? Tamam işte ben de ortancaları bahçe duvarının dibine, bol yapraklı bir ağacın gölgesine dikerim. Dert dediğin böyle olsun yeter ki…

Peki başka ne çiçekler olsun bu bahçede?

Bence şebboylar da olsun. Akşam serinliğinde mis gibi koksunlar. Biraz papatya köşeye, sonbahara doğru kırmızılı sarılı kasımpatıları da ekerim. 

Sen ne unuttun?

Ne unutmuş olabilirim? 

Begonvilleri mi? Onları en sona sakladım.

Bir küçük okuma köşesi yapmayacak mısın bu bahçeye?

Asmanın altına olur mu?

Çok da güzel olur.

Ananas ağacı olur mu peki? Ya da ejder meyvesi? Belki de kivi?

Biliyor musun, hayalleri de bir yerde durdurmalı insan.

Senin de durun durağın yok, ha deyince koşturup gidiyorsun.

Evet öyle; yeter ki bir başlayayım, hayal olsun gerçek olsun kimse tutamaz beni sonra…

İyi o zaman, unuttuğun bir şeyi söyleyeyim sana…

Neymiş?

Bahçe kapısını saracak mis gibi kokan yaseminleri unuttun; bahçe çitini süsleyecek melisaları unuttun. Bir de ne unuttun biliyor musun? Lavantaları unuttun…

Hadi yaaa, nasıl dikmem bahçeme lavanta!

Hemen dikiyorum, ohh mis gibi kokuları şimdiden burnuma geliyor!

Çok güzel oldular, hadi sen de gelsene….

Bir de şarkı patlat da bari, sürrealizmi arşa çıkaralım..

Emrin olur, işte şarkı da geldi...



 


Devamını Oku