Genellikle mutfakta çalışırken
Türk dizisi açıyorum telefonda. Eski diziler… Mümkünse on sene öncesinin
dizileri. Ses olsun diye, bir hikâye olsun diye… Film açmıyorum, çünkü filmi izlemek, dikkatini
vermek gerek. Neyse işte normalde açıp da izlemediğim romantik komedilere denk
gelirsem ne âla… Çok kavgalı, bağırışlı çığırışlı olursa diziyi yarıda bırakıyorum.
Sonra yine çok araştırmadan Youtube’da karşıma çıkan dizilerden çok abidik
gubidik olmayanları seçmeye çalışıyorum. Çünkü genelde elimde soğan ya da
domates olabiliyor. Ya da işte konusu neymiş falan diye araştırma yapmaktan
sıkılıyorum. Ne de olsa mutfak dizisi… İlk sahneyi beğendiysem devam ediyorum.
Zaten diziye baktığım da yok, ilk bölümde karakterleri tanıdıktan sonra sesleri
yetiyor. Radyo tiyatrosu gibi yani.
Neden anlatıyorum bunu uzun uzun…
Çünkü bu dizi mevzusunu güncel hayata, politikaya, memleket meselelerine
bağlayacağım da ondan.
Son bir haftadır izlediğim bir
dizi var. Hadi adını da söyleyeyim, Ihlamurlar Altında… 2005'de başlamış, şimdi
bize çook eski gelen zamanlara ait… İşte bu dizi başlarda ilgimi de çekmişti meslek
gereği. Tekstilin yıldızının yüksek olduğu zamanlar. Konu da tekstil fabrikasında başladı. Patronun
at çiftliği var, zengin… Çocukları yurt dışında okumuş ama babalarının fabrikasında
çalışıyor. Patronun kızı işçilere çok iyi davranıyor falan… Şimdiki dizilerde
göremezsiniz tekstil fabrikasında geçen konu. Çünkü tekstil bitti malumunuz.
Arka plan açısından bakıldığında
her ne kadar diziler toplumsal kaygılar taşımasa da detaylarda iyi kötü zamana
ayna olabiliyorlar. Şimdiki dizilerde tekstil patronu yok mesela, çünkü tekstil kalmadı. Günümüz dizilerinde mafya babaları var, havuzlu
villalarda oturan zengin aileler var ve genelde ne iş yaptıklarını bilmiyoruz. Zamanın
ruhu işte… İzlediğim dizide mahallede
meyhane var mesela. Meyhaneci tanıdık, zaman zaman ailecek gidip kızlı erkekli efkâr
dağıtabiliyorlar. Zamanın hüzünlü ruhu… Aşklarına üzülüyorlar iki kadeh
parlatıp. Günümüzde iyi karakterler meyhaneye gitmez dizilerde. Gitseler de
rakı kadehi falan görünmez. Dedim ya, zamanın ruhu…
Her neyse konuyu dağıtmayayım…
Benim dizide olaylar tekstil fabrikasında geçerken aşklar da var tabii ki. Bazı
aşklar başlıyor, iyi güzel, sonra malumunuz kader ağlarını iki ters bir düz
örüp… Hoş o zamanlar diziler şimdiki gibi üç saat olmasa da bölümler ilerleyince
bıktırıcı kadersel rastlantılar, bir
türlü olamayışlar, duyguları içine atıp yanlış anlamalar falan giriyor devreye. Yeşilçamvari...
Altmışıncı bölümde o kadar baydı
ki bütün bu ola(ma)yışlar, diziyi bırakacaktım nerdeyse… O kadar sıkıldım ki her
şeyin olumsuz gitmesinden! Yani işte esas kız, âşık olduğu adamdan çocuk
bekliyor, araları da bozuk. Her gün karar veriyor durumu söylemeye, telefon
açıyor. “Sana çok önemli bir şey söylemem lazım” diyor. “Telefonda olmaz”
diyor. Sonra bir şeyler oluyor, kaç bölümdür kız bir türlü söyleyemiyor durumu.
Tahmin edeceğiniz üzere kızın güya iyiliğini düşünen kötü, bencil ve de kibirli
annesi, doktordan sahte rapor alarak esas oğlana “kızım hamile ama başkasından”
diyor. Akıllara zarar senaryo klişeleri… Esas kız ve esas adam mutlu olamasın diye
senarist elinden geleni yapmış anlayacağınız. Dizi de olsa ruhu kararıyor
insanın...
Tabii ki bütün bu salaklıklara
sinir olup diziyi bırakmak istiyorum ben. İyi de 60 bölüm dinlemişim, finali
görmeyi hak etmedim mi? Yok bilemediniz, açıp final bölümüne bakmadım. Ama yapay zekaya sordum. Ve öğrendim ki
mutlu son oluyormuş ve bütün saçmalıkların neticesinde sevenler kavuşuyormuş. Heyt
be, hep kötüler kazanacak değil ya!
💪🏼👍🏼😇👏🏼👏🏼👏🏼🥰🙏🏼🫠💐🌸🌸🌸🌸🌸
İşte bunu öğrendiğimde resmen
aydınlanma yaşadım!
Diziyi izlerken, yani dinlerken
artık stres olmuyorum, biliyorum ki final güzel.
Peki aydınlanma bunun neresinde?
Dedim ki kendi kendime:
“Hayatımızın bıktırıcı taraflarına
da mutlu sonunu bildiğimiz dizi gibi bakamaz mıyız?”
Daha doğrusu son zamanlarda ülkemizde yaşanan şeylerin de aynı bu izleyicisini bıktıran, “Hadi ya, bu kadarı da olmaz ama ya, senarist bizimle dalga mı geçiyor?” dedirten dizilerden ne farkı var?
Her gün “Yok artık” dedirten "ülke dizimiz"in yüz bin bilmem kaçıncı bölümünü izlemekten vazgeçemeyiz de üstelik!
Kanal değiştirme şansımız var mı? Evet bazıları için mümkün bu ama genel izleyicinin
cüzdanı yeter mi ülke kanalları arasında geçiş yapmaya! Hem sevdiğimiz ülkemiz,
yani kanalımızı niye bırakalım… İşte tam da bu noktada benim aydınlanmam
giriyor devreye…
Yahu filmin sonunda iyiler kazanacak işte!
Sizi bilmem, ben hep mutlu sonlara
inanırım.
O halde sakin be… Az relaks… Az sabır... Biraz papatya çayı, az lavanta yağı kokusu... Olmadı sarı kantaron çayı içiverelim...
Edip Cansever’in de dediği gibi
“…Sanki beyaza keser gibisine yedi
renk…”
Apaydınlık oluverir ortalık…
Yani demem o ki, bizim hayatımız
da olmuş dizi film…
Mutlu sona inanırsak, mutlu sonu görürüz
be dostlar; enseyi karartmaya ne gerek var...

