23 Haziran 2019 Pazar

Bugün benim doğum günüm



Bugün benim doğum günüm. Seçimle ilgili metafor yaptığımı düşünmesin kimse. Bugün benim geçekten de doğum günüm.



Bir şey bekliyor muyum? Evet bekliyorum. Madem doğum günümde seçim yapılıyor, o halde seçimin sonucu gönlüme göre olsun istiyorum.

Evet, bugün benim doğum günüm; kimin arayıp kimin aramadığını gerçekten umursamıyorum. Eskiden çetelesini tutardım, eğer listemdeki kişilerden biri aramazsa üzülürdüm. Hatta ağladığım bile olurdu. Artık öyle değil. Her geçen sene zamanın süzgecinden geçen arkadaş, dost, beni önemseyen kişi artık ne derseniz deyin, işte o insanların sayısının giderek azaldığını düşünüyorum. Her doğum günüm kendime giden yolu daha da kısaltıyor sanki. Belki de yolun en kısaldığı an, ben olma bilincinin en yüksek olduğu andır ve yok oluştur. Bunu kimse bilmiyor, ben de bilmiyorum.

Bugün doğum günüm evet. Sosyal medyada doğum günü fotoğrafı yayınlamayacağım yine. Hiç öyle bir şey yapmadım zaten. Pembiş balonlar ve kutu kutu hediyeler de olmayacak. Niye olsun ki! Bugün benim doğum günüm, içimde hiç bir kıpırtı yok! Coşku yok, şımarma isteği yok. Oysa her doğum günümde kendimi özel hissederdim. İnsanın yaşı ne olursa olsun doğum günleri özeldir derdim.

Bilmiyorum, hele şu seçim bir bitsin sağ salim. Hele şu üzerimizdeki ağır baskı bir kalksın. Hele şu yorgunluk bir geçsin. Belki her şey daha güzel olur o zaman...








Devamını Oku

16 Haziran 2019 Pazar

Pendik Kadıköy Dolmuşunda Umuda Dair!


Mekan Pendik- Kadıköy dolmuşu. Akşam iş çıkışı saatleri, arabanın içi tıklım tıklım dolu. Şoför “Buyurun buraya oturabilirsiniz” diyor. Yanındaki motor merdivenine küçük bir minder koymuş, orayı gösteriyor. Oturuyorum; arkam dönük ama ne söylediğini duyacak kadar yakınındayım.

Fonda seksenlerin hit grubu Modern Talking’den “Chery Chery Lady” çalıyor.




Yaşlı bir kadın ve torunu gibi görünen genç kız durduruyor arabayı. Şoförümüz pozitif bir tonda yüksek sesle şöyle sesleniyor bizlere:
    - Ananemize bir yer veren olur mu?

Oturan bir kaç kişi hemen ayaklanıyor. Genç kız “Ananeciğim haydi böyle gel” diyor, özenle oturtuyor kadını. Gülümsüyorum. Nasıl da bildi kadının anane olduğunu! “Hanım teyzeye yer verin” diyebilirdi! “Yaşlı kadına yer verin!” diyebilirdi. “Ablaya yer veren yok mu beyler! " şeklinde kabadayıca bir salvo da atabilirdi. Böyle bir durumda  şoförün bir şey söylemesini beklemiyordum açıkçası. Çünkü alışmışız dolmuş şoförlerinin yolculara hoyrat davranmasına, insanın içini dışına çıkaracak şekilde hızlı araba kullanmalarına, çaldıkları  bayıltan arabesk müziklere ve hatta trafikte kavga çıkarmalarına! Dolayısıyla şaşırıyorum şoförün bu içten, bu samimi, bu sıcacık hitap şekline.

Ön koltukta oturan yüzünü görmediğim kişi de gülümsemiş olmalı ki kaptanımız ona dönerek “Anneanne babaanne fark etmez, saygı göstermek lazım!” diyor.

Haziranın kavurucu sıcağında sırtımdan ter aka aka oturuyorum dolmuşun motor üstü merdiveninde, ne gam! Bu müthiş sahnede günün bütün stresi sanki sırtımdaki terle birlikte akıp gidiyor.

Sonra şort giymiş modern görünümlü bir adamla on yaşlarında bir kız çocuğu biniyor dolmuşa. Adam kızı tam önümdeki boşalan koltuğa oturtuyor, kendisi ayakta. Alnına bir öpücük konduruyor sonra küçük kızın. Aralarında babacığım’lı, yavrucuğum’lu kısa ama sıcacık bir diyalog geçiyor. Nasıl güzel bütün bu insanlar, huzur doluyorum adeta!
Şarkı değişiyor, tema yine seksenler :

Self Control - Laura Branigan




Bir  kadın biniyor sonra . “Ne kadar? “diye soruyor. Şoför “İki buçuk lira” diyor, kadın bozukluk ararken “Bir buçuk da olur” diye ekliyor. Sanki Polyanna masallardan kaçmış da dolmuşa binmiş gibi! İçimdeki mutluluk dozu artıyor da artıyor. Kadın sonunda buluyor parayı, “Lütfen alın” diyor, “Peki madem, o zaman bu da paranızın üstü” diyor şoför. Bu arada küçük kızın yanı boşalıyor, modern görünümlü baba oturuyor oraya. Şofore müziklerin ne kadar güzel olduğunu söylüyor”  Şoför anlatıyor:


Bu şarkıları özellikle kaydettim, bunlar olmadan süremiyorum arabayı, huzur veriyor içime bunlar” 
 Baba, “Zaten çok sakin araba kullanıyorsunuz” diye yanıtlıyor, kaptan ekliyor “Bu benim en gergin halim!


Ayakta kimse kalmıyor bu arada. Ben de kapının yanındaki tekli koltuğa oturuyorum. Şoför anlatıyor, hepimiz dinliyoruz dikkatle ve de gülümseyerek. Pendik-Kadıköy dolmuşunda değil de turistik gezi arabasındaymışız gibi hissediyorum o an. Herkes halinden memnun ve müzikler sanki bütün yolcuları birbirine bağlamış gibi.


Merdivenaltında sürpriz çiçekler!

İnsan yaptığı işten zevk almalı” diyor sıradışı şoförümüz, arkadan “Kaptan harikasınız” diye yorumlar geliyor.

Anlatıyor kaptan,

-Bundan beş altı yıl önce bir gün, Diyarbakırlı olduğunu sonradan öğrendiğim bir yolcu bindi arabama. Ben yine bu şarkıları dinliyordum. Türkçesi iyi değildi, ama anlaşabildik. Eskiden bu şarkıları liste yapıp dinlermiş okul zamanında Diyarbakır’dayken.” Çıkardım verdim ben de kaseti. Israrla “Kaç para fiyatı?” diye sordu. Öylesine “100 Lira” dedim. Düşünebiliyor musunuz uzattı 100 lirayı, indi arabadan! Arkasından seslendim ama geri dönmedi. O gün bugündür bu şarkıları kopyalar kopyalar isteyenlere dağıtırım, hiç de para almam!”

Biz dolmuştakiler mest olmuş halde dinliyoruz şoförü. Bu arada en arkadan bir genç “Abi biz böyle güzel şeylere alışkın değiliz, başka dolmuşlarda da aynı şeyi arayacağız şimdi” diyor. Gülüşüyoruz.

Umuda açar bütün çiçekler

Dolmuş güzergahlarında bazı küçük çay ocakları olur görmüşsünüzdür. Genelde trafiğin sıkıştığı sokaklardadır bunlar. Şoförler  dururlar önlerinde, otomatik kapıyı açarlar. Seslenirler mesela “Bir çay bir de su” diye… Çay ocağının bitirim elemanı hızla gelir şoförün istediklerini verir. Para alışverişi ile zaman harcamazlar. Sonra hallederler belli ki alacak verecek işlerini. Bütün bu seremoni taş çatlasın bir dakikada olup biter. Kendi içinde mükemmel bir akışı vardır yani.

Kadıköy’e Söğütlüçeşme’den girişte dolmuşların sağa döndükleri sokakta da var böyle bir büfe. Kaptanımız duruyor önünde, “Bir su falanca abi! “ diye sesleniyor. Sonra bize dönerek “Var mı bir şey isteyen?” diye soruyor. Biz yolcular,  şaşkınlık içinde teşekkür ediyoruz kendisine. Sanki bir yerlerden gizli kamera çıkacakmış gibi alışılmışın dışında gelişiyor her şey. Ön sıralarda oturan yaşlıca kadına dönerek “Ablacığım istediğin bir şey var mı?” diye soruyor tekrar şoförümüz. “Haydi bir su alayım o zaman. Doktor sürekli su içmemi söyledi, şişem büyük olduğu için yanıma alamamıştım” diyor kadın ve cüzdanından para çıkarmaya çalışıyor.  Bu sefer de şoförün sezgisine şaşırıyorum. Nereden bildi kadının suya ihtiyacı olduğunu!

Davranıyor para vermeye kadın, “Hayatta olmaz!” diyor şoför ve sesleniyor falanca abiye :

Ablama bir su!, Ama sakın para alma!”

Almaz ki falanca abi” diye ekliyor; “Ben senelerdir yolculardan para kazanıyorum. Hep bana hep bana olmaz ki, biraz da vermek lazım!” 

Artık dayanamıyorum bu sıradışı hallere;

Hayatımda hiç bu kadar güzel bir dolmuşa binmemiştim, çok teşekkür ederim.” diyorum Arkadan beni destekleyen yorumlar geliyor.

Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle ve istemeye istemeye iniyorum araçtan. Bu güzel gün, evrenden gelen bir mesaj olmalı! Yıllardır hoyrat davranılmaya alışmış ve mutsuz ve stresli ve kavgacı ve bencil bir toplum haline gelmişken, birisi hiç beklenmedik bir anda çıkıp ezberleri bozabiliyor işte!

Her ne kadar olumsuzla korkutulmaya alıştırılsak da, kendi içimizde bölünmeye zorlansak da, hayat böyle değil aslında!  Güzellikler, 80'ler şarkılarının birleştirici notaları gibi  basit şeylerde, unuttuğumuz değerlerimizde, içimizde, özümüzde gizli. Üstelik insanımıza dair umut hiç de tükenmemiş!. Ve biliyorum ki her şey çok güzel olacak bundan sonra!

Yeniden yeşeren umuda dair

Bu arada not almıştım o gün. 34 M 0538 plakalı Pendik - Kadıköy dolmuşuna denk gelirseniz, duyarsınız mutlaka 80’ler şarkılarını. Şoföre kısaca anlatırsınız belki  bu hikayeyi. Benden selam söylemeyi de sakın unutmayın olur mu...

Kalın sağlıcakla,

Sevgiyle ve umutla…





Devamını Oku

15 Haziran 2019 Cumartesi

Artık Arabalar da Akıllı!

Turkcell Kopilot ile Arabanızın ve Sevdiklerinizin Güvenliğini Sağlayın!

Varsayalım insan soyu kaldırılıp her şeyin kendiliğinden gelişip olgunlaştığı, sütlerin balların yerden kaynadığı, yiyeceklerin dallarından koparılmayı beklediği, herkesin gönlünden geçirdiğini hiç vakit kaybetmeksizin önünde bulduğu ve elde etmekte hiç zorlanmadığı bir Utopia ülkesine götürüldü. O zaman ne yaparlardı bu insanlar?

Schopenhauer’un Hayatın Anlamı adlı eserinde bahsettiği bu durum aslında sahip olduğumuz şeyler üzerinde uygulanabilse çok daha ağrısız dönemler geçirip asıl odaklanmak veya ilgilenmek istediklerimize daha fazla zaman ayırabiliriz.

Şehir hayatında araba sahipliği de aslında biraz bu alana giriyor. Sahip olduğunuz arabada aklınız kalmadan geçireceğiniz zamanları veya siz arabada değilken sevdiklerinizin güvenliğini sizin yerinize düşünen birisi olsa nasıl olurdu?

İşte Turkcell’de bu ihtiyaçtan yola çıkarak Kopilot’u geliştirmiş. Kopilot’un benzersiz özelliklerinden yararlanmak için, Turkcell’in makineler arası iletişimi sağlayan Kopilot tarifesine abone olarak alabileceğiniz, bir adet Turkcell Kopilot cihazı ve akıllı telefonunuza kolayca indirebileceğiniz ücretsiz Turkcell Kopilot uygulaması yeterli. Sistemi özetlemek gerekirse, Kopilot cihazının içinde bir adet Turkcell sim kart bulunuyor ve cihazı aracınıza taktığınızda, otomobiliniz ile akıllı telefonunuzu eşleştirmenizi sağlıyor. Ve bu sayede aracınızın tüm dijital verilerine akıllı telefonunuzdan ulaşabiliyorsunuz.

Kurulum ise çok basit. Cihazınızı, aracınızda bulunan OBD soketine takıyorsunuz. Bu soketin yeri, aracınızın marka ve modeline göre farklılık gösterebilir. Uygulamada bu soketin yerini bulmanız için bir kılavuz da mevcut.

Turkcell Kopilot’un ana ekranından tüm sürüş bilgilerinize kolayca ulaşmak mümkün. Klasik bir araç takip çözümünün sağladıklarından çok daha fazlasını sunan uygulamanın Seyahat Günlüğü bölümünde; yaptığınız yolculuklarda nereden nereye gittiğinizi harita üstünde görebilir, kaç kilometre yol aldığınızı, ne kadar yakıt tükettiğinizi ve ne kadar sürede ulaştığınızı, tüm ayrıntılarıyla kolayca öğrenebilirsiniz. Yakıt tüketiminin çok önem kazandığı şu günlerde, otomobilinizi bu sayede çok daha verimli ve tasarruflu bir şekilde kullanabilirsiniz.

Ana ekrandan kolayca ulaşabileşeceğiniz bir diğer bölüm ise Kontrol Sizde özelliği... Bu bölümde Vale modu, Ebeveyn modu ve Güvenli mod bulunuyor. Tek dokunuşla aktif hale getirebileceğiniz bu modlar, aracınız sizin belirlediğiniz limitler dışında kullanıldığında size haber veriyor. Diyelim ki aracınızı valeye teslim ettiniz ya da bir yere gitmesi için çocuğunuza verdiniz; eğer sizin belirlediğiniz hız limiti veya uzaklık limiti aşıldıysa anında bilgilendiriliyorsunuz. Güvenli mod’da ise aracınız bir yerde park halindeyken; bir sarsıntı olduğunda, aracınızın motoru çalıştığında ya da hareket ettiğinde bunun bilgisi o an akıllı telefonunuza sizin tercihinize göre arama veya bildirim olarak geliyor. Yani bu fonksiyonu, bir dijital alarm olarak kullanmak mümkün. Zaten Turkcell Kopilot da bunu “Dijital Anahtar” olarak uygulamada adlandırmış.

Turkcell Kopilot, sahip olduğu teknoloji sayesinde sürücünün yorgunluk durumunu da takip ediyor ve onu alarm vererek uyarıyor. Hatta bunu sürücüyü kahve molasına davet ederek hoş bir şekilde yapıyor. Ayrıca otomobile gelen darbeleri de analiz ederek olası kaza durumlarında uygulamada önceden tanımlanmış kişilere, anında bilgilendirme gönderebiliyor.

Otomobiliniz ile ilgili harcamalarınızda  kullanabileceğiniz Turkcell Kopilot’un Size Özel menüsü sayesinde ise; kaskonuzu yaptırabilir, periyodik bakım hizmetlerinden faydalanabilirsiniz. Ayrıca özel şoför hizmeti ile  aracınızı kolayca muayene ettirebilir, ikame araç talep edebilir ve hatta kolayca lastik satın alabilirsiniz.  Üstelik tüm bu hizmetlerden; Turkcell işbirlikleri sayesinde indirimli olarak  faydalanabilirsiniz.

Bütün bu özellikler dışında daha pek çok yenilik, Turkcell tarafından sürekli olarak geliştirilmeye ve Turkcell Kopilot’un yeni fonksiyonları arasına katılmaya devam ediyor. Siz de Turkcell Kopilot’un bu ayrıcalıklı dünyasına katılmak isterseniz en yakın Turkcell mağazasına uğrayabilir veya turkcell.com.tr’den siparişinizi verebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

7 Haziran 2019 Cuma

Tatillerden İnsan Manzaraları / Pamuk Şeker

Sapsarı saçları vardı, Nazım'ın “Saman sarısı” dediği cinsten. Uzun ve çok doğal. Şirin bir yüzü vardı, hep makyajsız. Ama O'nu asıl güzel kılan şey, gülümseyişiydi. Sanki yüzünün bir parçası gibiydi bu gülümseme. Yürürken, otururken, bir şey içerken hep gülümsüyordu. Otuzlu yaşlarındaydı belki, belki de değil; bilemiyorum. Bildiğim tek şey, O'nun bir masal prensesine benzediği. Dedim ya güzeldi evet, ama çarpıcı bir güzellik değildi bu. O'nu bu kadar izlememe neden olan şey, çevresine yaydığı yumuşak enerjiydi. Pembe pamuk şekerler gibi... Evet tam da böyle gibi. Sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi.

Masal Prensesi

Önceleri kendisine benzeyen, sessiz, huzurlu 3-4 yaşlarındaki bir kız çocuğuyla birlikteydi. İki şezlong ayırırdı. Birini kendisi, birini de sonradan “kızı” olduğunu anladığım küçük çocuk için. Hiç konuşmazlardı. Çocuk kendi aleminde sessizce güneşlenir, kendi kendine oynar, sonrasında havuza girerdi tek başına. Kolluklarıyla havuzun kenarında gülümserdi, suyla dans ederdi adeta. Sınırlarını bilir, annesinden uzaklaşmazdı hiç. Annesi de arada sırada öpücük atardı O'na şezlongdan.

Çocuğa “Şöyle yap, böyle yap!” diye telkinde bulunduğunu hiç duymadım. Daha doğrusu ben bu ailenin sesini hiç duymadım. Konuşsalar da sessiz sessizlerdi. Mesela bu küçük kız çocuğunun ağladığını da hiç duymadım. O yaştaki tanıdığım bütün kız çocukları tek başına hiç bir şey yapamazken, küçük pamuk şeker havuzdan çıkınca kendi kendine kurulanıyor, elbisesini tek başına giyiyor, minik ayaklarına terliklerini geçirip eşyalarını minik sırt çantasına dolduruyordu. O yavaş yavaş giyinirken annesi sessizce ve sabırla beklerdi. Bir keresinde elbisesinin kolunu bir türlü bulamadı, çünkü elbiseyi ters tutmuştu. Annesi sakince elbisenin yüzünü çevirip tekrar önüne koydu minik pamuk şekerin. Başka anne olsa giydirirdi, O ise minik kızın tekrar denemesini bekledi. Ufaklık, hiç itiraz etmeden kendisine verilen görevi yerine getirdi sessizce.

Sırt çantaları hep terlikleriyle uyumluydu. Annede pembe terlik, küçük kızda pembe terlik. İkisinin de sırt çantası pırıltılı! Küçük kız, gülümseyen pamuk şeker annesinin elini tutuyor, birlikte sakince terk ediyorlardı havuzu. Birkaç saat sonra görüyordum onları tekrar bahçede. Anne kız bir örnek şortlarını giyerler, süslenip pamuk şeker gibi yemek saatini beklerlerdi.

pink world
Bir akşam 6-7 yaşlarındaki bir erkek çocuğu da dahil oldu bu masal ailesine. Hepsi bir örnek siyah üzerine karikatür desenli tişörtler giymişlerdi. Sonraları üçünü bir arada görmeye başladım. Demek ki minik kızın abisiydi bu delikanlı. O da diğer aile fertleri gibi sessiz, tatlı ve kendi işini kendisi gören bir çocuktu.

Gülümseyen pamuk prensesesin çevresinde bir erkek yoktu; ne çocukların babası, ne de bir sevgili. Aslında çevresinde kadın arkadaşı da yoktu. Daha doğrusu ben hiç görmedim. Birlikte bir şeyler içtiği veya dans ettiği bir kişi gördüm yanında. O da eşcinsel olduğu vücut diline ve dış görünüşüne yansıyan animatör! Hatta O'na memleketinden getirdiğini düşündüğüm yerel votka şişesi hediye etmişti bir keresinde. Çok samimi oldukları belliydi.

Bu masumiyet, bu masalsı güzellik, akşamları çocuklarını otel odasında uyutup dans etmeye iniyordu disco'ya. Hep tek başına dans etti, dışarıdan bakıldığında gayet dişiydi de dansları. Ama belli ki kimseyi görmüyordu gözü. Yüzündeki gülümseme hiç gitmezdi; hep pamuk şeker gibi, hep naif... Bence erkekler O'na yaklaşmaya cesaret de edemiyordu. Çünkü dışarıya kapalı olan iç dünyasında çocuklarıyla mutlu olduğu o kadar belliydi ki! Sanki o dünyaya başka biri sığamaz gibi bir izlenim uyandırıyordu.

Bu satırları yazarken ben de şaşırıyorum kendime. Şimdiye kadar hiç bir kadın bu kadar ilgimi çekmemişti. Normalde böyle biri için kadınsı kıskançlık duyulur ya! Bence hiç bir kadın bu masal prensesini kıskanmaya bile kıyamaz! İşte ilginç olan da bu! Tanımadan çok sevdim ben kendisini. İsmini bile bilmiyorum.  Dedim ya, bu kadın sanki başka bir dünyadan geliyor gibiydi! Çizgi film kahramanı gibi, pamuk prenses gibi, Şeker Kız Candy gibi.

İşte tatillerden bir insan manzarası daha size...

Sevgiyle,



Devamını Oku

6 Haziran 2019 Perşembe

Tatillerden İnsan Manzaraları / Aslan Ailesi


Bu yaz tatili erken yaptım. Bayram kalabalığına girmek istemedim bir, ikincisi de bayramdan sonra otel fiyatları gerçekten de uçmuş. Sekiz dokuz bin lirayı gözden çıkarmazsanız adam gibi bir otelde her şey dahil tatil yapmanız pek olası değil. Vay ki ne vay!
Tatilim tatilsin tatiller ler ler ler
Asıl nedenlerden bir tanesi de okullar tatil olunca otellere akın edecek yurdum tatilcilerinden kaçmak istemem. İçinizde bana kızacaklar vardır mutlaka ama, ne yalan söyleyeyim yabancılarla tatil yapmayı daha çok tercih ediyorum. (Araplar hariç, daha doğrusu görgüsüz Araplar hariç diyeyim)

İki sene önceydi sanırım. Kurban bayramında beş gün tatil yapayım diye Kemer'de kalitesine güvendiğim zincir otellerden birine gitmiştim. O sene turizm kötüydü, yalan olmasın Rusların uçağını mı düşürmüştük, öyle bir kriz vardı ekstra. İşte kapasite dolmayınca bu kalitesine güvendiğim otel mecbur mu kalmış nedir, Arap turistlere kapılarını açmış. Bence büyük bir risk almış, mesela beni kaybetti! Zincirin üç oteline gitmiştim, kalan otellerine de gidebilirdim, ama bu müşteri politikaları nedeniyle çizdim artık üzerlerini! Elbette bir örnekle bütün Arap turistleri yaftalamak olmaz ama, istatistik bilimine de inanmak lazım. O tatilde o Araplarla yan yana gelmemek için ne uğraşmıştım! Şimdi hatırlayınca gülüyorum ya, gerçekten de kötüydü. Çok mu merak ettiniz, anlatayım efendim:

Tatil mazisi
Otellerde şezlonga havlu ya da çanta koyup rezervasyon yapmak adettendir bilirsiniz. Yani bir şezlongda havlu ya da çanta varsa o havluyu kenara koyup oturulmaz, ayıptır. Ben de şezlonga çantamı bırakıp su içmeye gitmiştim. Geldiğimde ne göreyim! Arap hatun benim çantayı kenara atmış, kendisinin çantasını koymuş, üstelik yan taraflarda boş şezlonglar var! Hiç çirkef olmayan ben, hanımefendi kişiliğimi bozup “Ne yapıyorsun?” diye kızmıştım kadına. Kadının etrafında aynı yaşlarda üç beş tane çocuk! Abartmıyorum ellerinde tepeleme dolu meyve ve tatlı tabakları, kocası dersen yarım dünya gibi bir adam. Adam havuza giriyor, ister inanın ister inanmayın, kadın da elinde tabakla kenarda durup bu adamı beslemeye çalışıyor! Adam sularını akıta akıta havuzun içinde karpuz yiyor! Paranın gözünü seveyim, bir tane otel görevlisi de kalkıp “Yasak beyefendi havuzda meyve yenmez!” demiyor.

köpüğe gel hanım!
 Adam belki de petrol milyarderiydi bilemiyorum. Kırk derece sıcağın altında kadın full kapalı, sentetik koyu renk giysiler içinde bunalmış, sadece ayaklarını suya sokuyor ve sıkıntıdan sürekli yemek yiyor, adamın çevresinde pervane! Bildiğin köle! Adamınsa gözleri fırıl fırıl Rus turistlerde! Önde erkek çocuğuyla yürüyor, kadın kız çocuklarıyla arkada! Bu eşitliksiz görüntü zaten can sıkıntısı! Yemek sırası falan derseniz onlar da hak getire! Arkadan gelip ittire ittire öndekinin sırasını alıyorlar. Böyle görgüsüzce davrandıkları için de onların olduğu masaların etrafı, onların olduğu havuz tarafı doğal olarak boşalıyor. Ben mi? Bütün bu gözlemleri havuzun ta öbür ucundan yapmıştım. O gün bugündür böyle görgüsüzlere bir daha rastlamamak için gideceğim oteli seçmeden önce yorumları didik didik okuyorum, böylelerine bir daha rastlamadım da çok şükür! Önceden bir kaç oteline gittiğim zincir marka oteli de sildim defterden. Görgüsüz müşterileriyle baş başa kalsınlar benden uzak olsunlar! Dünya para verip kafa dinlemeye gittiğim bir otelde böyle manzara görmek istemem, kim ister ki zaten! Otelin intiharı bence bu!

Ne güzeldi
Peki ya Türk tatilciler? Türk tatilcilerin hepsine karşı değilim elbette. Örneğin “Sade çift” olanlarında sakınca görmedim bugüne kadar. Tek gelenlerden de rahatsız değilim. 10-15 yaş aralığında çocuğu olanlar da pek sıkıntı olmayabiliyor. Ama tecrübelerim, yanlarında en fazla beş-altı yaşında çocuk olan Türk tatilcilerden fersah fersah kaçılması gerektiğini söylüyor. Neden mi?Bunlar sanki tatile kendileri için değil de çocuğa şebeklik yapmak için gelmiş gibi davranıyorlar da ondan! Nitekim bu sefer de yanılmadım bu konuda. Bir aile vardı akıllara zarar! Tam Türk Malı dizisine konu olacak cinsten! Ben bu tiplere kısaca “Aslan Ailesi” diyorum. Hikayesi var elbette bu tabirin, bir ara anlatırım. Özetlemek gerekirse, çevrelerine huzursuzluk yayan tipler bunlar. Huzursuzluğun nedeni kavga olabilir, şımarık kadın olabilir, şımarık çocuk olabilir, gürültücü halleri olabilir, sinirli koca olabilir, yani değişkendir huzursuzluğun sebebi. Ama “aslan ailesi”ni görür görmez gözlerinden tanırım. Bu seferki aslan ailesini zevkle izledim, adeta sitcom karakteri gibiydiler.

Ailemiz bir şımarık kız etrafında şekillenmişti. Kızın kocası var, iki yaşlarında bir “oğluşu” var, yirmi yaşlarında kardeşi var, annesi var, bir de babası var. Ama esas karakter bu kız. Adına “Ece” diyelim. Ece'nin oğluşunun adı “Berk” “Annesinin ballı lokma tatlısı” diye seviyor Ece bebeğini! Tabi o severken bütün havuz da sevmiş oluyor mecburen!

Hani bazı erkekler vardır, eşlerinin ailesinin karşısında el pençe divan dururlar ya! Ece'nin kocası da bu cinsten. Anneanne dersen taş gibi hatun! Elinde popüler aşk romanlarından biri. Berk'i ayağında sallıyor bir taraftan. Ece havuzda şımarık şımarık sesleniyor annesine:

-“Anne yaa, hadi havuza gell! Çocuk bakıcılığı yapan anneanneler gibisin! Ben seni tatile bunun için mi getirdim ama yaaaa! Lütfen lütfen!” Yalaka damat da Ece'yi destekliyor:

-“ Hadi anneciimm, kırmayın bizi lütfen lütfen lütfennn!”

Ece böyle seslenirken, üç gündür yan şezlongda bira içip kitap okuyan erkek Türk, şezlong


Ah mojito vah mojito!
değiştirip uzaklaşmak zorunda kalıyor. Rus aileler bu kadar gürültü yapmıyor çünkü! Ece'nin dünya umurunda değil! Parasını vermiş, tatilini elbette yüksek sesle yapacak!

Aile kendisiyle övünmeye pek meraklı. Bir animatör geliyor anlatıyor büyükanne:

Bizim sitemizde 12 tane havuzumuz var, buraya değişiklik olsun diye geldik!” Aynısınız, keşke değişseniz diyorum içimden. Bu arada spor yaparak kas yapmış büyükbaba geliyor;

Hadi amaa, ben tatilde yüzmeye geldim, birinizin elinde kitap, öbürü yatıyor olmaz ama ekşın, ekşın ekşın!

Bırakıyor kendini cumburlop havuza, stilli stilli yüzüyor, kime hava atıyorsa artık! Bence hem büyükannede hem de büyükbabada “Biz hala genciz güzeliz!” psikolojisi hakim. Akşam canlı müzikte görmeliydiniz hallerini! Büyükbaba kesin seksenlerin Tolga Han dans grubunda falan çalışıyormuş! Şapkayı kafaya ters takmış, bir disko figürler bir disko figürler... Animatör kızlar çevresinde pervane oluyor. Büyükannenin de ondan geri kalır yanı yok. Önce veliaht prens bebiş Berk de sahnede bir iki figür dans ediyor annesinin kucağında, ama sonra yavrunun uykusu geliyor. Kim uyutmaya götürüyor? Tabii ki ezik babası!

Ailenin en değişik ferdi ise Ece'nin kardeşi Engin! Çocuğun tipine bakan korkar kaçar, öyle yamuk bir duruşu var! Zaten hiç aileyle takılmıyor. Bir kere geldi havuz başına, güya sosyetik ailenin taş hatun büyükannesi aynen şöyle hitap etti oğluna:

Nerdesin lan piç! Saat ikide arayacağım seni aqua'ya geleceksin, bak ona göre!”

Bunu duyunca ben şok! Güya sosyetik, kitap okuyan, on iki havuzlu sitede yaşayan annenin oğluna böyle hitap etmesine mi şaşırayım, oğlanın psikopat duruşuna mı şaşırayım bilemiyorum. Bu absürt ötesi diyalog şöyle devam ediyor:

Hadi atla da göreyim bakayım yüzüşünü!”

tekilanın yolları taştan!
Engin sanki az önceki tuhaf diyalog olmamış gibi atlıyor havuza, babası gibi stilli stilli yüzüp beş dakika içinde çıkıyor. Çocuk değişik bir asosyal. Ailesinin yanında hiç durmuyor, gün içinde hiç görünmüyor, ne havuzda ne sahilde yok! Böyle bir tipten ne bekler insan? Kızların peşinde koşmasını falan değil mi? Hayır o da yok! Asosyal duruyor. Ama akşam olup da şovlar başlayınca kabuk değiştiriyor sanki! Babasıyla karşılıklı bir dansı vardı, sanırsınız profesyonel dansçı! Bir akşam da “Mr. Otel” yarışması vardı, bizim asosyal Engin orada da boy gösterdi.

Kendi içlerinde gülüyorlar eğleniyorlar ama hep bir laf sokma halleri var. Dominant büyükanne herkese laf sokuşturuyor, kocasının göbeğine, kızının oğluşuna verdiği mamaya... Veliaht prens bebek Berk ise dünyanın merkezini şimdiden icat etmiş gibi el üstünde tutuluyor güya ama, bu şekilde giderse ileride annesine sormadan hiç bir işi beceremeyecek! Yalaka damat ezilmiş de ezilmiş. Büyük baba ise gençliğinin son demlerini yaşama derdinde. Tipik bir Türk ailesi yani bizim aslangiller! Sevgi doluymuş gibi görünen fanusun içi kaynıyor da kaynıyor! Halbuki birbirlerini bu kadar sıkmasalar, bu kadar yorum yapmasalar, bu kadar konuşmasalar her şey daha güzel olacak

disko disko partizane
Ben bu aileyi neden bu kadar uzun uzun anlatıyorum? Sanmayın ki dip dipe tatil yaptık. Hayır sadece bir gün havuzda bana yakın oturuyorlardı. O gün de “aslan ailesinin” şerrinden bütün Alman ve Ruslar çil yavrusu gibi dağılmıştı. Neyse ki sonraki günler yer bulamadılar bizim oralarda ama bir gün görmek bile kendilerini bu yazıya baş karakter yapmama yetti görüyorsunuz. Otursam roman yazarım bu aile hakkında, o derece yani!


Aslan ailesinin en küçük ferdi Berk var ya, acıyorum O'na ben. Ece sürekli konuşuyor çocukla.
Halbuki Rus anneler takıyor kolluğu bebeğe, salıyor havuza. Oh mis! O çocukların hiç sesi de çıkmıyor, kafalarını havuza da çarpmıyorlar, başlarına bir şey de gelmiyor! Bizim aslan ailesinde ise bebek varsa ortada hep bir “ekşın” olması gerekiyor gibi davranılıyor! Misal, bu Berk çocuk uslu uslu oturuyordu. Ece durur mu, “Hadi dedeye su atalım” diye diye çocuğun eline verdi su kovasını, şezlongda uyuyan dedeyi uyandırdı! Berk anneyi taklit ediyor ya, elindeki kovayla bütün şezlongları teker teker ıslatmaya başladı. Ece bu sefer “Yapma ama Beerkk, ballı lokmam yapmaa!“ diye çocuğu durdurmaya çalışsa da nafile! Ok yaydan çıktı bir kere! İyi de Ece, canım benim, sen öğrettin ya çocuğa daha demin bu saçma hareketi! Bıraksaydın da çocuk takılsaydı kafasına göre!


tatil güzel şey

İşte böyle sevgili blog dostları, aslan ailesini hiç unutmayacağım! Hep merak edeceğim, Engin ne yapıyor acaba şimdi, esas kız Ece ikinci çocuğu doğuracak mı? Taş anneanne on iki havuzun en çok hangisini seviyor? Pısırık damat sonunda dayanamayıp isyan bayrağını çeker mi? Veliaht Berk uzay taşının sırrını bulur mu? Sorular bitmek bilmiyor.


İyi bayramlar efendim, küçüklerin ellerinden, büyüklerin gözlerinden...






Devamını Oku

5 Haziran 2019 Çarşamba

Lviv Gezi Hikayem -13 / Şehirde Son Gün


9.04.2019 Salı. Lviv’de beşinci günümüz, yarın dönüyoruz. Bugün müze gezme günü. Katedral gezmeyeceğiz. Zaten ilk gün sokakta gezerken önümüze çıkan katedrallere girip çıkmıştık. Evet katedraller muazzam ama ne yalan söyleyeyim, dini içerikli oldukları için bu binalar pek de ilgimi çekmiyor. Sanki hepsi aynıymış gibi geliyor bana.

Rynok Meydanı’nda yan yana bir kaç tane müze var. Bir tanesine giriyoruz; yine tarihi bir bina. Kharkov’da olduğu gibi burada da müze görevlileri hep kadın. Yaşlı kadınlar, yaşlı müzelere bekçilik yapıyor. Hayat kendi dengesini bulmuş gibi.

İç İçe geçen müze odaları

Üst kata çıkıyoruz. İç içe geçmiş pek çok oda var. Odadan odaya, odadan odaya tarihte bir yolculuk bu. On yedinci, on sekizinci yüzyıllardan kalma ahşap mobilyalar, duvarlarda devasa yağlı boya tablolar. Polonya’dan, Almanya’dan izler. Eski eşyaların buğusu sanki havaya da sinmiş. Ruh halim, yaşlı ve yalnız bir kadının evini gezer gibi, sessiz ve saygılıyım.


Müzede mobilyalar

İtalian Courtyard (İtalyan Avlusu)

İtalyan Avlusu
Girişte nefis bir avlu, avluda restoran var. İtalyan bir mimar inşa etmiş burayı. 




İkinci katı çepeçevre saran balkondan içeriye girince tarihi mobilyalar, şıkır  şıkır avizeler, nefis tablolar. Yerdeki çiçek desenli ahşap döşemeyi çok beğeniyorum.


Lviv Tarih Müzesi

Nasıl da Halit Ergenç!
Odanın köşesinde kaldığımız evdekinden daha ihtişamlı, yine tavana kadar uzanan siyah zarif bir soba. Babaannemden kalma işlemeli bakır kaplar geliyor aklıma. Annemin ceviz ağacından oyulmuş işlemeli büfesi sonra. Kimbilir ne oldu onlara! Yok arkadaş yok; biz kıymet bilmiyoruz; bu insanlar hayata başka türlü bakıyor. Genlerimize göçebe toplumun kodları işlendiğinden belki de; her şeyi yıkıp yerlerine bize ait olmayan ruhsuz şeyleri koyarak nereye gidiyoruz böyle! Gerçekten de içim acıyor.



Lviv'in zarif sobaları
Giysi Müzesi

Yan yana bu müzeler, hepsi Rynok Meydanı’nda. Girişte Ukrayna’nın geleneksel köy kıyafetlerini sergilemişler. Bizim köy kıyafetlerine nasıl da benziyor! Bele sarılan kuşaklar, kanaviçe işlemeli bluzlar, kadınların taktıkları önlükler.


Lviv Köylü Giysileri
Bir de anı defteri var burada, son sayfası açık. Gözüme çarpan not şöyle:



Halk eğitim merkezi sergisi gibi bir yer, herkesin emeğne sağlık”

Gülümsüyorum bu nota. Dün kahvecide gördüğüm orta yaşlı Türk kadınlar vardı, kesin onlardan biridir bunu yazan. Gerçekten de insanlarımız bazen çok sevimli olabiliyor.

Bu şehirde her şeyin müzesi var. Eczacılık Müzesi var, gezmiyorum. Silah müzesi var, gezmiyorum. Yeter bu kadar şehir merkezinde kalmak. Biraz da şehrin periferisini görmek lazım.

Tramvaydan Tramvaya Şehir Turu


Atlıyoruz 2 Numaralı tramvaya. Son durağa kadar gidiyoruz. Tramvaylar her ne kadar eski olsa da internetleri gayet hızlı. Yol boyunca video çekip İnstagram’a yüklüyorum. (Buradan bakabilirsiniz) Gittikçe turistik bölgeden uzaklaşsak da evler hala tarihi. Sonra 6 numaralı tramvaya biniyoruz, sonra 9 numaralıya. Gerçekten çok keyifli geçiyor vakit. Bence yabancı bir şehri tanımak için bundan güzel bir yöntem olamaz. Bilet 1 TL ve tramvayın içinden alınıyor. Her şey çok kolay. Çok geniş bir tramvay ağı kurmuşlar buraya. Şehir küçük olduğu için metroya gerek duymamışlar sanırım.




Stryisky Park

Son bindiğimiz tramvaydan inince Google Map sayesinde nefis bir parkla karşılaşıyoruz. Parkın etrafında çok bakımlı, çok lüks olduğu dışarıdan da belli olan evler var. Şehir gerçekten de sürprizlerle dolu. Heyecan ve merakla giriyoruz parka. Asırlık ağaçlar, nefis yürüme yolları, heykeller, kuş sesleri. Biraz ileride bir gölet var. Hayatımda ilk kez siyah kuğu görüyorum, Nefis, gerçekten çok nefis.


Lviv'de Park
Birileri bisiklete biniyor, birileri köpeğini gezdiriyor, tabii ki tasmayla! Birileri çocuğunu almış, elinde piknik sepeti. Bağrış çığrış yok, cümbüş gürültü yok, mangal dumanı yok, kalabalık zaten yok. Tam bir sessizlik hakim, doğayla başbaşayız. Modern şehrin modern insanlarına hayran oluyorum. Dünyanın bir yerlerinde böyle yaşamlar varken bizim coğrafyamızda neden her şey çileli, neden her şey bu denli karmaşık, ve neden huzur yok diye düşünürken buluyorum kendimi.


Huzur
Turistik gezi bloglarında bu parkın tavsiyesine hiç rastlamamıştım. Google Haritalar’dan bakıyoruz, devasa boyutta başka parklar da var Lviv’de. Park yapmamışlar aslında, var olan doğayı koruyarak biraz estetik dokunuşlarda bulunmuşlar hepsi bu! Müzelerde nasıl yaşlı mobilyaları korumaya almışlarsa, yaşlı ağaçları ve gölleri de korumaya almışlar. Ne yalan söyleyeyim; bu huzurlu yeşilliğin ortasındayken İstanbul’un keşmekeşine dönesim hiç gelmiyor. 
Ağaç ve Heykel

Uzaktan izlediğim ülkemde aradan neredeyse on gün geçmesine rağmen seçim sonuçları hala açıklan(a)mamış, insanlar mutsuz, geleceklerinden umutsuz!Millet Bahçeleri diye inşa edilecek alanlarda mangal yapılsın mı yapılmasın mı diye referandum yapılacağı konuşuluyor sosyal medyada! Falan filan...  ( Bu yazıyı temize çekerken seçimler iptal edilmişti artık ve yeniden seçim olacak 23 Haziran’da; hem de doğum günümde!)

Lviv Tren İstasyonu - Woksal

Tramvaylara binip son duraklarında inerken karşımıza tren garı çıkıyor. Haydarpaşa Tren Garı’mızın mahzun sessizliği yanında burası cıvıl cıvıl. Çok geniş bir demiryolu ağı var ülkede belli ki, ışıklı tabelada uçak seferleri gibi tren seferleri yazıyor ard arda. Eğer dünya vatandaşı olabilseydik, vize uygulanmasaydı biz Türklere, bu gardan bir trene atlayıp Polonya’ya ya da Macaristan’a ya da ne bileyim başka ülkelere gidebilirdik belki. Ama bize vizeler var, sorgular var, neden geldin’ler var, ne kadar kalacaksın’lar var…

Lviv Tren Garı

Son akşam yağmuru


Saat beşe geliyor neredeyse, hava bulutlanmakta. 8 numaralı tramvaya atlayarak Opera’nın oradaki, önceden anlattığım AVM’nin arkasında iniyoruz. Marketten ufak tefek bir şeyler alıyoruz. Tam çıkacakken o da nesi, dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur başlamış! Sevgili güzel Lviv bize beş gün boyunca nefis bir bahar havası yaşattı, ve son akşamımızda bu güzel geziyi yağmurla taçlandırıyor.

Belki alışveriş merkezinin içinde restoran vardır diye asansörle yedinci kata çıkıyoruz. Burası boş. Altıncı kata iniyoruz, burada da ofisler var, kapıları kapalı. Bu duruma seviniyorum. Çünkü İstanbul’da hatta küçük şehirlerimizde bile insanların yeme içme, eğlenme gibi bütün sosyal aktivitelerinin avemelere hapsedilmesi durumu henüz buraya gelmemiş demek ki. İnsanlar yemek için restorana, tiyatro ve sinema için salonlara, kahve içmek için kafe’lere gidiyor hala bu şehirde. Böyle olmasına rağmen içim yine de burkuluyor. Çünkü görünen o ki, kapitalizm tohumları çoktan yeşermeye başlamış bile bu şehirde de ! Ruhunu kaybedecek bu güzellikler bir süre sonra! Her şey daha çok satılık olacak! Daha sentetik olacak. Yerel halk şehir merkezinden gittikçe uzaklaşacak. Zaten öyle de olmaya başlamış. Bizim kaldığımız tarihi ev mesela! Bir kat üçe bölünmüş ve apartlar yapılmış. Kapitalizm silip sürüyor önüne çıkan yerelleri, ruhsuz standartlara hapsediyor kalan gölgeleri. 

Dışarıya çıkıyoruz, yağmur hafiflemiş. Günlerdir svetlerle dolaşıyorduk, eve gidip montları almak lazım. Serinlemiş biraz hava. Kafamı kaldırıp baktığımda fark ediyorum, yağmur nasıl da yakışıyor bu şehre. Zaten tertemiz olan parke taşları daha da parlamış. O kadar şiddetli yağışa rağmen etrafta hiç su birikintisi yok! Binalarda genelde hakim olan romantik sarı daha bir koyulaşmış sanki. Şehre İnstagram’daki Lo-Fi filtresinden bakıyor gibiyim. O kadar koyu, o kadar derin ve bir o kadar da berrak.

Acıktığımı hissediyorum bir anda. Normalde hiç aramadığım pirinç pilavını çekiyor canım. Türkçe konuştuğumuzu görünce elime restoran kartı tutuşturan kadın geliyor aklıma. Türk ve Akdeniz mutfağı yazıyordu! Gitsek mi derken vazgeçiyoruz. Ver elini Churrasco grill & beer. İlk akşam gittiğimiz, 42 dakikada pişen bifteğini çok sevdiğimiz restoran bu. Şehirdeki son akşam yemeğimizi de şölen haline getirelim diyoruz.

Yan masaya 3 kadın 4 erkek yine Türk grup geliyor. Hepsi genç, ben diyeyim yirmili yaşların sonundalar, siz deyin otuzların başında. Kadınların hepsi son derece makyajlı. Sosyal medyada makyaj videoları çıktı çıkalı zaten kadınların çoğu aynı stil makyaj yapar oldu. Hepsinin elmacık kemiklerinde metalik, heykelsi bir bronzluk, kirpikler son derece koyu boyanmış, allık son derece belirgin. Hani estetik ameliyat yaptıran kadınlar nasıl birbirlerine benziyorsa bu tarz makyaj yapan kadınlar da hep aynı görünüyor benim gözüme.

Cep telefonlarını alıp menünün fotoğrafını çekiyorlar, hemen Google Translate devreye giriyor. Öyle yazmadan çizmeden çözüyorlar yabancı dil sorununu. Bizim de Türkçe konuştuğumuzu duyunca fotoğraf çektirmek için yardım istiyorlar. Tam ben düğmeye basacakken bir tanesi “Bir saniye” diyor. Önündeki birayı bizim masaya doğru iteliyor  ve devam ediyor:

Şimdi bizim müdür görür falan sorun olur!”

Böyle bir olaya tanık olmak! İnsanların iki yüzlü olmasına mı üzüleyim, kişiliklerini gizlemelerine mi, yalancı  zavallılıklarına mı üzüleyim, yoksa  özel hayatta içki içmenin iş yerinde sorun olmasına mı üzüleyim bilemiyorum. O çok makyajlı, sarı boyalı saçlı kadınların hepsi pepsi kolalarını gururla koyuyorlar kadraja. Gece kulübüne gideceklermiş, “Var mı bildiğiniz yer” diye soruyorlar, “Bilmiyoruz!” diyoruz.

Nefis yemeğimizi yedikten sonra çıkıyoruz dışarıya. Hava soğuk. Kahve Madeni’ne giderek seramik küçük fincanlarda sunulan “National Coffee”den içiyoruz. Saat akşam on civarı. Derken kulağıma şu cümle çalınıyor:

Cafe mi yazılıyor yoksa kafe mi”

Oradan kalkıp vişne likörü içmeye gidiyoruz. “Globalleşen dünyada yok olan yerli değerler” cümlesi takılıyor aklıma. Ertesi gün öğlene doğru tatlı ev sahibemiz tam da söylediği gibi öğlen saat 13’de geliyor. Telefon numarasını istiyorum. Adım Natalie diyor, kaydediyorum. Sonradan ilave diyor; “Nataşa Değil!” Bıkmış demek ki kendisine Nataşa diye hitap edilmesinden. Belki de bizim iğrenç Türk erkeklerinden bıkmıştır. 

Bu güzel gezi ve bu uzun yazı dizisi de böylece bitiyor. Hoşçakal Lviv, çok güzeldin. Ve sizler; bu yazı dizisini bıkıp sıkılmadan buraya kadar okuyan, yorum yapan herkes… Çok teşekkürler.

 Güzel anılara ve güzel günlere doğru hayat maceramız devam ediyor. 

Başka konularda görüşmek üzere, sevgiyle...




Devamını Oku

4 Haziran 2019 Salı

Lviv Gezi Hikayem -12 / Orta Çağ Restoranı ve Kahve Madeni


Brezilya dizileri gibi uzayıp giden Lviv Gezi Hikayem serisinde dördüncü akşamdayız. Tarihlerden 8 Nisan Pazartesi. Kaptanın seyir defteri gibi de oldu bu seri ya, bakalım sonu nereye varacak.
Bu akşam, “The First Lviv Grill Restaurant of Meat and Justice” adlı restoranda yiyeceğiz.  Restoranın özet adı"Et ve Adalet!" Söylemiştim önceden; bu şehirde hemen hemen her kafenin ve restoranın özgün bir konsepti var. Bu gideceğimiz uzun isimli restoran da Orta Çağ temalı bir mekan.

Sekiz gibi evden çıkıyoruz, yaklaşık yirmi dakika yürüdükten sonra restorana geliyoruz. Burası gerçek bir manastır. Avlusuna giriyoruz. Tarihi doku çok etkileyici.

Orta Çağ Temalı Resstoran - Lviv
İçeriye giriyoruz. Kapının sağında devasa bir mangal var, üzerinde etler pişiyor sıra sıra. Yanık et kokusu hissediyorum. Kötü değil bu koku; ama değişik!  Garsonlar kırmızı giysili, bellerinde baltalar asılı. Sanki tarihi bir filmin figüran ordusu gibiler. Masaya oturuyoruz, siparişimizi veriyoruz. 

Filmlerde vurmalı çalgıların sesi aniden yükselir ve sonrasında gerilim sahnesi olur ya, burada da aynısı oluyor. Davulların sesi aniden yükseliyor ve girişte yer alan giyotin hızla inerek eti parçalıyor! Alkış kıyamet müşteriler bu gösteriden çok memnun. Etrafta Orta Çağ’a özgü çeşitli işkence aletleri var. Mesela garson, isteyen misafiri demir bir kafese kapatıp iple bodruma sarkıtıyor! Dozunda rock müzik ambiyansı tamamlıyor.

İyi pişmiş ve oldukça büyük kalın et gerçekten de çok lezzetli. Ama iki sene öncesinin fiyatlarına göre neredeyse iki buçuk kat daha pahalı. Demem o ki, iki sene önceki blog yazılarındaki gibi çok ucuz bir şehir değil artık burası. Okuduğuma göre devlet 2017 yılında Avrupa Birliği uyumu için asgari ücreti iki katına çıkarmış, ve buna paralel olarak da fiyatlar en az iki buçuk kat pahalanmış! Yani eğer içinizde Lviv’e gelmek isteyen varsa, elini çabuk tutsun. Fiyatlar daha da yükselecek gibi görünüyor, benden söylemesi.

Şimdi soruyorum kendime;

Sayın kendim, bu restorandaki Orta Çağ temasından keyif aldın mı? Şehirdeki yediğin en pahalı yemek buydu, sence değdi mi?”

Cevap veriyorum;

Evet et lezzetliydi, bira güzeldi. Ama hesap fişinin balta ile masaya saplanması beni fazla etkilemedi.”

Baltaya saplanan hesap pusulası
Demem o ki; çok turistik ve yapay bence bu şov. Giyotinle et parçalayan garsonun suratında her akşam aynı şeyi yapmaktan bezmiş bir ifade var. Ve insan neden işkence aletlerini görerek et yer ki? Nitekim, enteresan bir tema olmuş. Belki de restoran sahipleri, Orta Çağ'da yaşamadığımız için şükretmemizi istiyordur ne bileyim. Ama şu da var; bu şehre gelenleri oyalamayı çok iyi başarmışlar. Turizm belki de böyle bir şeydir. İstatistik gibi yani. Gerçekleri perdeleyen illüzyonlar, şovlar, şovlar, gösteriler... Evlerin misafir odaları gibi. Arkadaki dağınık odanın kapısı kapalı, ama misafirlerin buyur edildiği oda çiçek misali... Tabi insan gittiği misafirlikte dağınık odayı görmek ister mi, o da ayrı bir mevzu. Sonuç olarak ben, bu Orta Çağ temalı restoranda nefis ve pahalı et yedim. Hepsi bu kadar. Çok övmenin, "Mutlaka gidip fotoğraf çektirin" demenin alemi yok! Sosyal medya tuzakları bunlar.

Çıkıyoruz manastırdan, sessiz sokaklarda tekrar kaybolarak yürüyoruz. Tipik bir pazartesi akşamı. Dün ortalığı şenlendiren kalabalık adeta yok olmuş gibi.



Lviv Coffee Mining Manufacture ( Kahve Madeni)

Hazır ortada kalabalık yokken meşhur Kahve Madeni’ne gitmeye karar veriyoruz. Çünkü dün kalabalıktan girememiştik. Nisan başında buralar böyleyse demek ki yaz sezonunda daha da kalabalık olur. Biz gerçekten de ideal zamanda gelmişiz Liviv’e. 

Kahve Madeni'ne girişte "Zihni Sinir" projesi gibi çarklı dişlerden ve kocaman borulardan öğütülerek dökülen kahveler karşılıyor bizi.  Koku nefis. Etrafta çuval çuval kahve var. Konsept ince ince düşünülmüş.

Kahve Madeni-Lviv
 Hediyelik kahvelerin olduğu bölümden arkaya ilerliyoruz. Dar merdivenlerden aşağıya iniyoruz. Gerçek bir madene iner gibi! Raylar döşeli alçak tavanlı galerilerden geçiyoruz. Sanki her an kahve yüklü bir vagon çıkacakmış gibi hissediyor ve hafiften ürperiyorum.

Lviv- Kahve Madeni
Yerin altında dolaşırken kahve içilen bölmelere de rastlıyoruz. Hayır bu kadarını deneyemem. Burası yerin altı! Merdivenlerden çıkıp üstü camlı kış bahçesine geçerek söylüyoruz kahvelerimizi. Nefis bir orkestradan yükselen canlı rock müzik sesi! Gerçekten çok güzel bir deneyim bu.
Yerin altında kahve keyfi!



Kahveciler
Yine söylüyorum; sanki bu şehir insanları eğlendirmek üzere tasarlanmış bir film platosu gibi…

Yarın son gün, menüde müze gezileri var.






Macera devam ediyor,

To be continued...





Devamını Oku

3 Haziran 2019 Pazartesi

Lviv Gezi Hikayem -11 / Lychakiv Mezarlığı ve şehre yürüyüş


Bugün 8 Nisan 2019, Lviv'de dördüncü günümüz. Sabah kahvaltısını mis gibi evde yapıyoruz. Menüde kiraz domates, zeytin, peynir, bal, portakal, Rize sallama çayı ve meyveli aktivya yoğurt var. Müze manzaralı mutfakta kahvaltı keyfi ayrı bir zevk.

Hava yirmi dereceyi gösteriyor, inanılır gibi değil! Tam bir bahar var dışarıda. İstanbul'da ise yağmur. Bu bir mucize olmalı! Kalın montları evde bırakıp svitşört ile çıkıyoruz. Günün ilk programı mezarlık gezisi! Doğrusu yabancı bir ülkeye gidip de mezarlık gezeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama bu muhteşem açık hava müzesini görmeden dönmek de olmazdı!

7 Numaralı tramvaydan Lviv Manzarası
7 Numaralı tramvaya biniyoruz. Şehrin estetiğini izleyerek katettiğimiz on dakikalık yol çabucak bitiyor. Evet, artık Lychakiv Mezarlığı’ndayız. Aslında kapıda bilet gişesi var. Turistlere 40 Grivna (8 TL), yerlilere 20 Grivna yazıyor. Ama görünürde kimse olmadığı için biz bedava giriyoruz.

Burada yanılmıyorsam 400 binden fazla mezar bulunuyor. Gerçekten de devasa bir alan. Büyükçe bir meydandan sonra dar yollardan birine sapıyoruz. Burası mezardan çok bir açık hava müzesi. Zaten 1991’de müze statüsüne almışlar. Tarihlerini korumakla kalmayıp mezarlarını bile müze yaparak ekstra özen gösteriyorlar. Yine kıskanıyorum sanırım. Hatırlasanıza; bizde metro inşaatı sırasında çıkan tarihi eserler için “Üç beş çanak çömlek için inşaatı mı durduralım!” diyen yöneticiler vardı. Sahi ne oldu o çanak çömlek acaba?


Bu mezarda şehrin ileri gelen sanatçıları, ünlü isimleri de yer alıyormuş. 1600’lü yıllardan kalma mezar taşları bile var. Nefis heykelleri izlerken hayran olmamak elde değil. 

Bazı mezarlar tek başına, bazıları ise aile kabristanı. Aileler için taşlardan küçük binalar inşa etmişler. Bu binaların altında çekmece gibi bir bölme bulunuyor. Sanırım aileye ait tabutları bu çekmecelerden itiyorlar içeriye. Mezarların üzerinde sadece insanların yaşadıkları tarih değil, genellikle fotoğrafları da yer alıyor. Sepya suretlere dalıp gidiyorum. Her bir mezarda yağ ya da mum kandiller gözüme çarpıyor; çoğu yanıyor hafif hafif. Manevi bir anlamı olmalı bu ritüelin.
4 kişilik aile mezarı, her birinin fotoğrafı...



Çok güzel ağaçlar ve kuş sesleri arasında yürüyoruz. İleride bir cenaze töreni var. Kilise korosu, kulağıma hoş gelen bir ilahi söylüyor. Kadınlar, ellerinde taze çiçek demetleriyle gelmişler; öyle hepsi siyah da giyinmemiş. Gayet bakımlı ve hoş görünüyorlar. Saygılı kıyafetleri ve abartısız makyajlarıyla katılmışlar törene. Erkekler takım elbiseli. Bir iki büyük çocuk haricinde ağlayan kimse görmedim törende.



Mezarlarda yapma çiçekler ve yapma çiçeklerden çelenkler var. Taze çiçek ekmemişler nedense.

Bir saat kadar bu muhteşem mezarlıkta kaldıktan sonra genelde üniversitelerin yer aldığı yemyeşil yoldan yürüyerek şehir merkezine dönüyoruz. Bu sayede on sekiz binin üzerinde adım atarak kendi yürüyüş rekorumu da kırmış oluyorum. Şehir merkezinden epey uzakta olmamıza rağmen caddeler hala çok temiz. Binalar hala tarihi ve insanlar hala sessiz. Çevreye hayran hayran bakıyor, arada fotoğraf çekiyorum.

Bizdeki Gratis gibi burada da “Eva “ mağazası var. Kharkov’da da görmüştüm. Şampuan almak için bu mağazaya giriyoruz. Loreal gibi uluslararası markaların çoğu bizdekinden daha pahalı. Ama ilginç bir şekilde Parodontax diş macunu bizdeki fiyatın tam yarısı. Gelmişken bir kaç tane alıyoruz. Hatta kendime yerel markalardan bir ruj bile alıyorum. Kozmetik alışverişi de yaptığımıza göre artık iyice Lviv’li gibi olduk diyebiliriz.

Hatırlarsanız evi anlatırken girişteki inşaat pisliğinden bahsetmiştim. O pislik meğer evin altına yeni açılan market nedeniyleymiş. Ertesi gün giriş pırıl pırıl olduğu gibi market de içindeki ürünlerle birlikte açılıvermişti “pıt” diye. Ne büyük lüks! Bu şehirde evlerin altlarında bizdeki bakkallara benzeyen küçük marketler var. Ve o kadar sevimliler ki.

Masal gibi
Yorucu mezarlık gezisinden dönüşte evimizin altındaki marketten tanesi 2,5 TL’ye satılan biralardan alıyoruz. Gerçekten de lezzetliler. Bizdeki laz bakkallarda bulunmuyor böyle şeyler ne yazık ki. Evde bira içerek dinleniyoruz biraz.

Akşama Ortaçağ Restoranı'na gideceğiz.

Macera devam ediyor,
To be continued...





Devamını Oku