Spotify’da Good Morning Jazz açık. Tatlı tatlı çalıyor arka planda.
Saat 12.33. Az önce bugünün 30
Aralık olduğunu hayretle fark ettim. Yarın yılbaşıymış ya! Ben daha birkaç gün
var sanıyordum. O kadar kopmuşum demek ki akıp giden zamanlardan.
Önceden de söylemiş olabilirim; bu
sene bir tuhaf geçti. Bir tuhaf yalnızlaşma senesi olabilir, kendi kendimle
konuşma senesi de olabilir. Merak etmeyin delirmedim; öyle sesli sesli
konuşmuyorum. Sadece beynimde bana talimatlar veren, beni onaylayan; bazen de
teselli eden iç sesim biraz daha duyulur oldu.
Evet arka plandan gelen sabah cazı
gerçekten çok iyi.
Son beş, belki altı; bilmiyorum
belki de sekiz senedir yeni yıllarda simli kartlar atıyordum yakınım
hissettiklerime. Hatta ilk başlattığımda bu geleneği, kartları alanlar aşırı
mutlu oluyordu; postacının getirdiği faturalardan sonra tuhaf geliyordu demek
ki. Gerçekten millî ve de inandırıcıyken; bazılarının içine Milli Piyango
bileti de koyuyordum. Millî Piyango almıyorum elbette artık. Boşver, tatlı
anılardı hepsi, geçti gitti; arkalarından yakınmaya gerek yok.
Neyse işte, geçen sene attığım kartların yarısından fazlası ulaşmadı yerlerine. Ben anlamıyorum, eskiden kaybolmazken mektuplar, bunca teknolojiye rağmen nasıl oluyor da… Amaan, şimdi bu da laf mı! Postanedeki bey de söylemişti geçen sene; eğer sigortalı göndermezsem kaybolurmuş! O zaman yeni yıl kartının ne anlamı kalır ki? Ben bilmiyor muyum kargo poşetine koyup güvenle göndermeyi… Zarfı görecek alan kişi… Ne güzel pembeli mavili zarflar da almıştım. Neyse işte, geçen sene galiba sekiz kart atmıştım, sadece ikisi ulaşmıştı yerine. Ve yağmurlu, fırtınalı bir günde nasıl da çabayla gitmiştim postahaneye...
Bu sene de göndermeyi düşünüyordum
aslında, sonra birden vazgeçtim.
Ne gerek var ki! İnsan ilişkilerine olan inancım pek kalmadığı için diyorum; yıllarca sürprizler yaparsın, o sürprizleri yapacağın ânları hayal edersin, o sevdiğin insanların yüzlerindeki gülümsemeyi defalarca ama defalarca gözünün önüne getirerek mutlu olursun. Sonra bir bakmışsın, aaa bir çırpıda silinmişsin, seni yok sayıvermişler.
Artık böyle; birini hayatından çıkarmak istersen uzun uzun nedenini niçinini anlatmaya gerek yok. Spotify aile listesinden siliyorsun, hoop o insan hayatında sanki hiç olmamış gibi siliniveriyor. en postundan modern zamanlar bunlar...
O yüzden diyorum; en simli ve güzel kartları insan belki de kendisine atmalı!
Zaten son yıllarda moda oldu yeniden bu kartlar! Ben sokak aralarındaki kırtasiyelerden zor bulurken o simli kartları, şimdi internette zibilyon tanesi satılıyor! Amaan; bunalım, melankoli şu bu olmaya gerek yok yani, boşveeerr...
Gerçekten bu kadar çok yazmamın tek sebebi sadece şu arkada çalan sabah cazının tınıları. Sanki notalar beynime girdi de oradan da parmaklarıma hükmediyor gibi. Bak işte inceden bir saksafon sesi ve piyano tınısı. Başka dünyalara ışınlıyor adeta beynimi... Ben hiç anlamam müzikten, türlerinden falan. Kulağıma ne hoş gelirse, ruhuma ne hitap ederse on an onu severim. Bu aralar televizyonda genelde caz müzikleri açık, bir de kırmızı kiremitli ev ve yağan kar manzarası… Ne bileyim arınıyorum herhalde içimin cızlarına karşı çalan cazla...Cıza karşı caz, hadi bakalım, bu da mı gol değil!
Yılbaşı kartları diyordum; her şey
bu kadar kolay, bu kadar elinin altında olunca değeri de kalmıyor bir
şeylerin. Çocukken çok acıkınca elimize tutuşturulan kalın dilim
ekmekler mesela. Üzerine Sana yağı, onun da üzerine tuz serpilmiş ekmekler.
Neden reçel değil de tuz? Tereyağına benzesin diye mi acaba? Hiçbir fikrim yok.
Nasıl güzel yerdim o ekmekleri ben. Gluten mi yoktu o zamanlar, ya da ne
bileyim Sana yağları daha mı faydalıydı, hiç kilolu çocuk da olmazdı…
Dün akşam, akşam yemeği için
tencerede kestane pişirdim. Kestaneleri yıkayıp, üzerlerine artı şeklinde
bıçakla çentik atıp, sonra bir tatlı kaşığı tuz ve bir tatlı kaşığı şeker
ekleyip, bir parmak kadar da su ekleyip tencerede; ocağın üzerinde; kısık ateşte
pişmeye bıraktım. Kestaneler suyunu çekti, çizildikleri yerlerden iyice açıldı,
sonra yumuşadı. Tencerenin dibi hafiften kararmaya başladığında kestaneler de
pişmiş oldu. Eskiden böyle yapılırdı, hiç internetten tarife bakmadım. Niye
bunu anlattım ki şimdi? Ne bileyim, aklıma geleni yazıyorum işte. Bir çeşit yıl
sonu bilinç akışı gibi, yıl sonu beyin temizliği geldi haanım!
Biliyor musunuz bizim mahallede
hâlâ akşamları bozacı geçiyor sokaklarda ve bağırıyor:
“Boza boozaaa, bozacııı…”
Orhan Pamuk’un son okuduğum
kitabındaki gibi. Neydi adı “Kafamda Bir Tuhaflık..” Orada da bozacı vardı,
kitapta en çok o aklımda kalmış.
Demek Orhan Pamuk’un da zaman
zaman kafasında tuhaflık olabiliyor.
Kafam bir tuhaf ya bu aralar, kendime yandaş olarak Nobelli yazarı nasıl da seçtim ama... Böyle olmak lazım, seçici olmak yani. Melankolide bile avamdan kaçınmak lazım. Ne bileyim çıtayı yükseğe koyacaksın, kafan bi tuhafsa; Nobelli yazarlar da yarenin olacak. Ha bir de arka planda mutlaka caz olacak...
Yıllardır yeni yıl menüm sabittir.
Tencerede üç buçuk dört
saatte pişip tel tel olan kuzu kol, pirinç pilavı, yaprak sarması,
paçanga böreği, kereviz salatası…
Yarınmış yılbaşı! Yapar mıyım
acaba bu sene de! Hiçbir kıpırdanma yok!
Kokina alırdım her sene, bu sene
onu da almadım.
Ama güzel bir şey oldu, Refika
Birgül’ü bilirsiniz. Öylesine denk geldim Instagram'da bir gönderisine. Gönlübol
adında tombik çok şirin çay bardakları tasarlamışlar. “Çay en çok bize yakışır,
çünkü...” cümlesini en güzel tamamlayan beş kişiye o bardaklardan hediye
edecekmiş. Ben de şöyle bir şey yazmıştım çalakalem:
Çay en çok bize yakışır çünkü; hakkında ne söylesek eksik kalır. Biliriz ki çay içmek, sadece çay içmek değildir…
Mesela umutsuzluğa düştüğümüzde “hadi yeni bir çay demleyelim” diyerek ayağa kalkar ve asla enseyi karartmayız.
Çay; final zamanı sabahlayan öğrencinin dopingi; misafire sunulan kekin ekürisi; yorgunluğu gidermenin en mucizeli iksiri; her şeye sıfırdan başlamanın motive edicisi; dumanı tüten simitin adı konmamış yakın akrabasıdır. Sosyal medya hikâyelerinde kahve fincanı gibi fazla arz-ı endam eylemez; çünkü reklama ihtiyacı olmaz.
Bize yakışmasın da kime yakışsın bu çay? Beş çayı içen kraliçe, verebilir mi böyle bir cevabı 😊
Beğenmiş, bana o harika
bardaklardan hediye gönderdi. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Adeta tuhaf ruh halime
mucizeli bir yanıt gibiydi bu hediye.
Bak işte diyordu, bak işte yeni
yılın sürpriz hediyesi insanın hiç tanımadığı birilerinden sürpriz bir şekilde
gelebilir diyordu.
Ne bileyim, kendi yazdığım “çay
güzellemesi” nin içindeydi şifa belki de.
“Hadi yeni bir çay demleyelim!”
Bunu ben söylediysem, demek ki
uygulamak da bana düşerdi. Kendi kendime ilaç oldum sanki. Çok mucizeli bir şeydi bu bence...
Bazen böyle göz açıp kapayana
kadar küçücük mucizeler gerçekleşebiliyor. Asıl güzel olan ise o mucizeleri
görebilmek ve gördüğünde duyduğun o sevinç... Paha biçilemez anlar bunlar...
Bu yazıyı gerçekten hiç okumadan
yazıp duruyorum dakikalardır, 2024’ün çer çöpü ne varsa akıp gitsin diye belki
de.
Ve evet, caz müziği şahane ve bir
dize geliyor aklıma:
“…Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar….”
Bu son zamanlarda ruhuma dokunan
caz müzikleri, bu hiç olmadık bir zamanda Refika Birgül’den gelen “Gönlübol”
adındaki şirin mi şirin çay bardağı hediyesi ve bu yazdığım ama farkına bile
varmadığım” Yeni bir çay demleyelim” cümlesi sanki 2025’in ipuçlarını
getirmiş bir araya…
Ve bu “bir
caz müziği gibi akıp giden” yazının sonunda diyorum ki; 2025’de Gönlübol
bardaklarımla yeni taptaze çayımı içerken, arkadaki caz müziği gibi şıkır
şıkır, kolaycacık ve telaşsız akıp gitsin hayat kendi yolunda ve üzmeden ve tüm doğallıyla ve mutlu ederek…
NOT: Bu başı sonu belli olmayan yazıyı sonuna kadar okuyan varsa aranızda; size de görebildiğiniz,
gördüğünüzde mutlu olabileceğiniz küçüklü büyüklü mucizeler diliyorum 2025'de, hem de
kalpten...
Sevgiyle...