30 Aralık 2024 Pazartesi

2024'e Veda Ederken Çalakalem Tuhaf ve Anlamsız bir Yazı

Spotify’da Good Morning Jazz açık. Tatlı tatlı çalıyor arka planda. 

Saat 12.33. Az önce bugünün 30 Aralık olduğunu hayretle fark ettim. Yarın yılbaşıymış ya! Ben daha birkaç gün var sanıyordum. O kadar kopmuşum demek ki akıp giden zamanlardan.

Önceden de söylemiş olabilirim; bu sene bir tuhaf geçti. Bir tuhaf yalnızlaşma senesi olabilir, kendi kendimle konuşma senesi de olabilir. Merak etmeyin delirmedim; öyle sesli sesli konuşmuyorum. Sadece beynimde bana talimatlar veren, beni onaylayan; bazen de teselli eden iç sesim biraz daha duyulur oldu.

Evet arka plandan gelen sabah cazı gerçekten çok iyi.

Son beş, belki altı; bilmiyorum belki de sekiz senedir yeni yıllarda simli kartlar atıyordum yakınım hissettiklerime. Hatta ilk başlattığımda bu geleneği, kartları alanlar aşırı mutlu oluyordu; postacının getirdiği faturalardan sonra tuhaf geliyordu demek ki. Gerçekten millî ve de inandırıcıyken; bazılarının içine Milli Piyango bileti de koyuyordum. Millî Piyango almıyorum elbette artık. Boşver, tatlı anılardı hepsi, geçti gitti; arkalarından yakınmaya gerek yok. 


Neyse işte, geçen sene attığım kartların yarısından fazlası ulaşmadı yerlerine. Ben anlamıyorum, eskiden kaybolmazken mektuplar, bunca teknolojiye rağmen nasıl oluyor da… Amaan, şimdi bu da laf mı! Postanedeki bey de söylemişti geçen sene; eğer sigortalı göndermezsem kaybolurmuş! O zaman yeni yıl kartının ne anlamı kalır ki? Ben bilmiyor muyum kargo poşetine koyup güvenle göndermeyi… Zarfı görecek alan kişi… Ne güzel pembeli mavili zarflar da almıştım. Neyse işte, geçen sene galiba sekiz kart atmıştım, sadece ikisi ulaşmıştı yerine. Ve yağmurlu, fırtınalı bir günde nasıl da çabayla gitmiştim postahaneye...

Bu sene de göndermeyi düşünüyordum aslında, sonra birden vazgeçtim.

Ne gerek var ki! İnsan ilişkilerine olan inancım pek kalmadığı için diyorum; yıllarca sürprizler yaparsın, o sürprizleri yapacağın ânları hayal edersin, o sevdiğin insanların yüzlerindeki gülümsemeyi defalarca ama defalarca gözünün önüne getirerek mutlu olursun. Sonra bir bakmışsın, aaa bir çırpıda silinmişsin, seni yok sayıvermişler.  

Artık böyle; birini hayatından çıkarmak istersen uzun  uzun nedenini niçinini anlatmaya gerek yok.  Spotify aile listesinden siliyorsun, hoop o insan hayatında sanki hiç olmamış gibi siliniveriyor. en postundan modern zamanlar bunlar...

 O yüzden diyorum; en simli ve güzel kartları insan belki de kendisine atmalı! 

Zaten son yıllarda moda oldu yeniden bu kartlar! Ben sokak aralarındaki kırtasiyelerden zor bulurken o simli kartları, şimdi internette zibilyon tanesi satılıyor! Amaan; bunalım, melankoli şu bu olmaya gerek yok yani, boşveeerr...

Gerçekten bu kadar çok yazmamın tek sebebi  sadece şu arkada çalan sabah cazının tınıları.  Sanki notalar beynime girdi de oradan da parmaklarıma hükmediyor gibi. Bak işte inceden bir saksafon sesi ve piyano tınısı. Başka dünyalara ışınlıyor adeta beynimi... Ben hiç anlamam müzikten, türlerinden falan. Kulağıma ne hoş gelirse, ruhuma ne hitap ederse on an onu severim. Bu aralar televizyonda genelde caz müzikleri açık, bir de kırmızı kiremitli ev ve yağan kar manzarası… Ne bileyim arınıyorum herhalde içimin cızlarına karşı çalan cazla...Cıza karşı caz, hadi bakalım, bu da mı gol değil!

 


Yılbaşı kartları diyordum; her şey bu kadar kolay, bu kadar elinin altında olunca değeri de kalmıyor bir şeylerin. Çocukken çok acıkınca elimize tutuşturulan kalın dilim ekmekler mesela. Üzerine Sana yağı, onun da üzerine tuz serpilmiş ekmekler. Neden reçel değil de tuz? Tereyağına benzesin diye mi acaba? Hiçbir fikrim yok. Nasıl güzel yerdim o ekmekleri ben. Gluten mi yoktu o zamanlar, ya da ne bileyim Sana yağları daha mı faydalıydı, hiç kilolu çocuk da olmazdı…

Dün akşam, akşam yemeği için tencerede kestane pişirdim. Kestaneleri yıkayıp, üzerlerine artı şeklinde bıçakla çentik atıp, sonra bir tatlı kaşığı tuz ve bir tatlı kaşığı şeker ekleyip, bir parmak kadar da su ekleyip tencerede; ocağın üzerinde; kısık ateşte pişmeye bıraktım. Kestaneler suyunu çekti, çizildikleri yerlerden iyice açıldı, sonra yumuşadı. Tencerenin dibi hafiften kararmaya başladığında kestaneler de pişmiş oldu. Eskiden böyle yapılırdı, hiç internetten tarife bakmadım. Niye bunu anlattım ki şimdi? Ne bileyim, aklıma geleni yazıyorum işte. Bir çeşit yıl sonu bilinç akışı gibi, yıl sonu beyin temizliği geldi haanım!

Biliyor musunuz bizim mahallede hâlâ akşamları bozacı geçiyor sokaklarda ve bağırıyor:

“Boza boozaaa, bozacııı…”

Orhan Pamuk’un son okuduğum kitabındaki gibi. Neydi adı “Kafamda Bir Tuhaflık..” Orada da bozacı vardı, kitapta en çok o aklımda kalmış.

Demek Orhan Pamuk’un da zaman zaman kafasında tuhaflık olabiliyor.

Kafam bir tuhaf ya bu aralar, kendime yandaş olarak Nobelli yazarı nasıl da seçtim ama... Böyle olmak lazım, seçici olmak yani. Melankolide bile avamdan kaçınmak lazım. Ne bileyim çıtayı yükseğe koyacaksın, kafan bi tuhafsa; Nobelli yazarlar da yarenin olacak. Ha bir de arka planda mutlaka caz olacak...

Yıllardır yeni yıl menüm sabittir.

Tencerede üç buçuk dört saatte pişip tel tel olan kuzu kol, pirinç pilavı, yaprak sarması, paçanga böreği, kereviz salatası…

Yarınmış yılbaşı! Yapar mıyım acaba bu sene de! Hiçbir kıpırdanma yok!

Kokina alırdım her sene, bu sene onu da almadım.

Ama güzel bir şey oldu, Refika Birgül’ü bilirsiniz. Öylesine denk geldim Instagram'da bir gönderisine. Gönlübol adında tombik çok şirin çay bardakları tasarlamışlar. “Çay en çok bize yakışır, çünkü...” cümlesini en güzel tamamlayan beş kişiye o bardaklardan hediye edecekmiş. Ben de şöyle bir şey yazmıştım çalakalem:





Çay en çok bize yakışır çünkü; hakkında ne söylesek eksik kalır. Biliriz ki çay içmek, sadece çay içmek değildir…

Mesela umutsuzluğa düştüğümüzde “hadi yeni bir çay demleyelim” diyerek ayağa kalkar ve asla enseyi karartmayız.

Çay; final zamanı sabahlayan öğrencinin dopingi; misafire sunulan kekin ekürisi; yorgunluğu gidermenin en mucizeli iksiri; her şeye sıfırdan başlamanın motive edicisi; dumanı tüten simitin adı konmamış yakın akrabasıdır. Sosyal medya hikâyelerinde kahve fincanı gibi fazla arz-ı endam eylemez; çünkü reklama ihtiyacı olmaz.

Bize yakışmasın da kime yakışsın bu çay?  Beş çayı içen kraliçe, verebilir mi böyle bir cevabı 😊

Beğenmiş, bana o harika bardaklardan hediye gönderdi. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Adeta  tuhaf ruh halime mucizeli bir yanıt gibiydi bu hediye. 

Bak işte diyordu, bak işte yeni yılın sürpriz hediyesi insanın hiç tanımadığı birilerinden sürpriz bir şekilde gelebilir diyordu.

Ne bileyim, kendi yazdığım “çay güzellemesi” nin içindeydi şifa belki de.

“Hadi yeni bir çay demleyelim!”

Bunu ben söylediysem, demek ki uygulamak da bana düşerdi. Kendi kendime ilaç oldum sanki. Çok mucizeli bir şeydi bu bence... 

Bazen böyle göz açıp kapayana kadar küçücük mucizeler gerçekleşebiliyor. Asıl güzel olan ise o mucizeleri görebilmek ve gördüğünde duyduğun o sevinç... Paha biçilemez anlar bunlar...

Bu yazıyı gerçekten hiç okumadan yazıp duruyorum dakikalardır, 2024’ün çer çöpü ne varsa akıp gitsin diye belki de.

Ve evet, caz müziği şahane ve bir dize geliyor aklıma:

“…Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile

Gelse de

Öyle sürekli değil

Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün

O kadar çabuk

O kadar kısa

İşte o kadar….”

Bu son zamanlarda ruhuma dokunan caz müzikleri, bu hiç olmadık bir zamanda Refika Birgül’den gelen “Gönlübol” adındaki şirin mi şirin çay bardağı hediyesi ve bu yazdığım ama farkına bile varmadığım” Yeni bir çay demleyelim” cümlesi sanki 2025’in ipuçlarını getirmiş bir araya…

Ve bu “bir caz müziği gibi akıp giden” yazının sonunda diyorum ki; 2025’de Gönlübol bardaklarımla yeni taptaze çayımı içerken, arkadaki caz müziği gibi şıkır şıkır,  kolaycacık ve telaşsız akıp gitsin hayat kendi yolunda ve üzmeden ve tüm doğallıyla ve mutlu ederek…

NOT: Bu başı sonu belli olmayan yazıyı sonuna kadar okuyan varsa aranızda; size de görebildiğiniz, gördüğünüzde mutlu olabileceğiniz küçüklü büyüklü mucizeler diliyorum 2025'de, hem de kalpten...

Sevgiyle...


Devamını Oku

21 Aralık 2024 Cumartesi

Blogda Mim Var: 2025 Yılından Beklentilerim

Epeydir gelemedim buralara; ne sevdiğim bloglara uğrayabildim, ne de aklımdakileri yazmaya fırsatım oldu. 

Hayat bazen böyledir; bir şeyler ertelenir ertelenir, bir de döner bakarsın ki erteledikçe o şeylerin değeri de kalmamış. O yüzden kısacık da olsa geleyim ve ara fazla açılmasın dedim. 

Blogların eski günlerindeki gibi Mim etkinliği başlatmıştı Blog Forum sahibi sevgili Sinan. Sağolsun beni de mimlemiş. Daha fazla ertelemeden katılayım dedim. Etkinlik burada, dileyen herkes katılabilir. 

Sormuş: “2025 Yılından Beklentilerin Neler?” demiş…  Keşke tatlı tatlı yazabilseydim... Çok neşeli bir cevap olmayacak üzgünüm Sevgili BlogForum… Çünkü 2024’ün tadı maalesef ağzımda kekre bir tortu bıraktı…

O yüzden yeni yıldan beklentilerim de  fazla duygusal…

2024 yılında beni üzen, yalnız bırakan, kalbimi kıran herkes; bana yaptığı haksızlığı 2025 yılında anlasın istiyorum. Dinlemeden, anlamadan, empati kurmadan yargısız infazlar yaptılar. Sanki alışveriş listesinde sıradan bir nesne, mesela bir marulmuşum gibi üstüme çizgiyi çekip attılar kenara. Çok yaralandım, çok aşırı kırıldım. Neden mi? Üstat Pir Sultan vermiş cevabı...

“İlle dostun bir tek gülü yaralar beni …”

Hikayesini öğrendiğimde çok etkilenmiştim.



 

Pir Sultan Abdal’ı idama götürüyorlar... Emir vermiş Hızır Paşa, herkes taşlayacak! Taşlamayanın başı uçurulacak! Korkudan herkes taş atmaya başlamış . Atılan taşlar Pir'e ulaşmadan yere düşüyormuş.  

 Taşlayan kalabalığın içinde Pir Sultan Abdal'ın en yakını Ali Baba da varmış! 

 “Taş atmayayım” diye düşünüp elindeki gülü fırlatmış!

 Gül, Pir Sultan'a çarpmış ve kan akmaya başlamış... 

Sonrasında Pir Sultan Abdal’ın ağzından, şu dizelerin çıktığı söyleniyor:


 

“Şu kanlı zalımın ettiği işler,

Garip bülbül gibi zaralar beni.

Yağmur gibi yağar başıma taşlar,

İlle  dostun bir fiskesi yaralar beni.

-*-*-

Dar günümde dost düşmanım belli oldu.

Bir derdim var idi, şimdi elli oldu.

Ecel fermanı boynuma takıldı.

Gerek asa, gerek vuralar beni.

-*-*-

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz.

Haktan emrolmazsa rahmet yağmaz.

Şu ellerin taşı hiç bana değmez.

İlle dostun bir tek gülü yaralar beni.”


Öyle işte; yaralı bir seneydi 2024 benim için...

Ne bekliyorum peki? Hiç bir şey... Özür beklemiyorum mesela. Ama bana ne yaptıklarını görsünler ve dönüp aynaya baksınlar istiyorum. Kırılan vazo; bir parçası kaybolsa da tamir edilebilir;  ama kalpler öyle değil... 

Neyse işte; 2025 yılında beni kimseler üzmesin, üzemesin istiyorum. Değersizleştirmesin kimse beni ve ben gibi hissedenleri.

Zaten kalabalık değildir hayatım; kalanlar daha da azaldılar 2024'de. 2025 yılında böyle şeyler olmasın istiyorum.

Bir de sağlık… Sağlıkla çokça sınandığım bir yıldı 2024.

2025 yılında en çok sağlık diliyorum; bana ve sevdiğim insanlara… Bunu çok içtenlikle diliyorum hem de, kalbimin derinliklerinde bir yerlerden….

Hayatım arı duru olsun; entrikalardan uzak; art niyetli iki yüzlü insanlardan uzak, huzurlu olsun…

Tatillere gidebilelim eskisi gibi, ne bileyim çiçeklerimiz insansızlıktan solmasın… Gördüklerimiz, sevdiklerimiz, seçtiklerimiz var olsunlar hep hayatımızda. Emeklerimiz heba olmasın, diktiğimiz fidanlar kuru dala durmasın...

Evime, ülkeme ve evrenin her bir köşesine baharlar gelsin…

Öyle işte; her şeye rağmen teşekkürler Hayat...  Rengahenksin, hayranım sana...


Devamını Oku

3 Aralık 2024 Salı

Bugün Engelliler Günü, hadi hamaset yapalım!

Bu yazıyı 2015'de, 2016'da tekrar tekrar yayınlamıştım. Aradan geçen 9 sene içinde yazının güncelliğini koruyor olması çok üzücü... Keşke mesela kentsel dönüşüm için kesilen ağaçlar aynen kalsaydı bu sürede de bu bakış açısı değişseydi!

Ha bu yazıya yeni bir şey daha eklemem lazım. Sevgili hükümetimiz, maddi olarak çok yoruyor demek ki, engellilere tanınan vergi indirimi ile erken emeklilik hakkını kaldırma yönünde yeni bir yasa tasarısı hazırlığı yapıyormuş. Öyle okudum, umarım yanlış bilgidir... Tasarruf için engellilere engel çıkaracak değil ya koskocaman devletî âliyye... Kesinlikle yanlış bilgidir bu...

***********

Seneye 3 Aralık'ta çok güzel şeyler yazmak dileğiyle 9 sene önce yazdığım yazıyı tekrar yayınlıyorum efenim...

************


Şimdi bugün 3 Aralık Engelliler Günü ya, hamasetin en abartılı hallerine tanık olacağız. Hoş gündem politika üzerine dönüyor gerçi, belki de tam tersi olur. Türkiye'de bu kadar engelli var, onlara sahip çıkalım, tekerlekli sandalye alalım falan deyip geçiştirebilirler. Ya da 23 nisanda çocukların başbakan koltuğuna oturması gibi, engellilere bir günlük askerlik yaptırırlar, engelli tiyatrolarında en engellileri bir arada oynatarak milletçe acıma ritüellerine kapılırlar, ya da bir engelliyle sağlam kişinin evlenmesini ana haber bültenine taşıyarak, ne kadar yürek burkucu bir hikâye olduğunun altını çizerler ve fonda en acılı arabesk müzik çalarken hep birlikte göz yaşlarına boğulurlar...


photo from mymodernmet.com 

Bense bütün bunları görmezden gelerek o hamaset kokan cümleden bahsetmek istiyorum.

Bu konuya toplumumuzun genelinin bakış açısının ne kadar hastalıklı olduğunu anlatan ve nedense her yıl tekrarlanmaya devam eden o meşhur cümle hakkında düşüncelerimi anlatacağım naçizane... Çünkü artık bu cümleden çok ama çok sıkıldım!

 Diyorsunuz ki Hepimiz birer engelli adayıyız!”

 Şimdi cümleyi inceleyelim:

 Hepimiz” diyorsunuz ya, dakika 1 gol 1; baştan ötekileştirdiniz bile! Pardon biraz düşünün, “hepimiz” engelli adayıyız derken, engelli olmayanları kast ediyorsunuz değil mi? Yani bunda hemfikiriz. Zira engelli olan kişi, bir kez daha engelli olmaya neden aday olsun? Kim ister ki duble engeli? Yani diyorsunuz ki bu “hepimiz” sözcüğü ile, “bizler, hepimiz, yani sağlam olanlar da engelli olabiliriz bir gün.” Peki bu ötekileştirici, üzerinde düşünülmemiş, güya empati kurmak için söylediğiniz cümleyi bir engelli okuduğunda ne düşünecektir? Onlar yani “hepsi” ne güzel de empati kuruyor, aman da aman mı diyecekler? Toplumun genelini engelsiz “hepimiz” sözcüğü ile anlatırken, bunun nerelere gideceğini, bu cümlenin bir engelli için ne kadar anlamsız olduğunu düşünemiyor musunuz? O kadar mı karmaşık bir durum bu? Aslında belki de ben çok ince düşünüyorum, zira kaba saba yığınla problem var ve çözülmeyi bekliyor ya, neyse...


photo from: realimprints.org 

“Yok bunda bir art niyet ki!” diyorsunuz, sineğin yağını çıkarmakla itham ediyorsunuz belki de beni! Zaten bizim toplumumuzda kimse art niyetli değil ki, herkes birbirinin iyiliğini düşündüğü için bir şeyler söylüyor, bir şeyler yapıyor... Mesela kendi halinde yolunda yürüyen bir görme engelli vatandaşa, sizden yardım istemediği halde sokulup, izinsiz dokunarak, onu rahatsız etmenizde nasıl bir art niyet olabilir? Yürüme engelli bir kişiye yine sizden yardım istemediği halde “yardım edeyim mi?“ deyip sonra da “ne oldu, kaza mı?” diye sormanız da sizin iyi niyetinizden elbette! Aynı engelliyi metrobüste gördüğünüzde yer vermemek için uyuma taklidi yapmanız da gerçekten art niyetli değil, yorgunluktan sadece... Çocuklarınıza engellilerin de normal insan olduğunu, onları sokakta görünce pis pis bakmanın çok ayıp olduğunu öğretememenizde de art niyet yok, çocuk onlar tabii, masumlar! En karmaşık bilgisayar oyunlarına kafaları çalışabilir ama sokaktaki engelliye bakmamak gerektiğini öğrenemiyorlar, ebeveynlerinin ne suçu var değil mi?

Hellen Keller -  görmez ve duymaz, yazar, öğretim üyesi, aktivist

Bırakalım engellileri, mesela kız çocukları okula gönderilmiyor, sırf iyi niyetten! Adam çocuğunu dövüyor, onun iyiliğini düşündüğü için, kötü şeyler yapmasın diye! Sırf iyilik olsun diye, art niyet olmaksızın çocuklara kamyondan oyuncak da dağıtıyorlar! Çocuklar ağlıyor, birbirlerini eziyor bir oyuncak almak için ama, sırf iyi niyetten, merhametten oluyor böyle şeyler! Ya da ne bileyim, art niyeti yok ki birine iyilik yapmaya giden ünlünün yanında kamera götürmesinin... İçeriğe ve niyete bakmak lazım; yöntem ve söylem kaba saba olsa ne olur ki, velev ki olmuş ne olacak yani! Velev ki diyen insanlar bütünüyüz vesselam!


Stephen Hawking- bilim insanı

Bence bu toplum bazen gerçekten fazla iyi niyetli oluyor, ben ve benim gibiler art niyetli... Acaba kimlerden özür dilesem...

Neyse ben şu şahane cümleyi kuran her kimse ona saygı ve sevgilerimi ileterek (!) irdelememe devam etmek istiyorum.


Hepimiz birer engelli adayıyız!

 Şimdi TDK'dan “aday” sözcüğünün anlamına bakalım:

aday(1. anlamı)

  1. Bir görev, bir iş için kendini ileri süren veya başkaları tarafından ileri sürülen kimse: Babası da beni damat adayı olarak görüyordu. -M. Yesari.
  2. Bir iş için yetiştirilmekte, eğitilmekte olan kimse, namzet: Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan adayları, on gün içinde Başkanlık Divanına bildirilir. -Anayasa.

 

Yani ben bu “aday” sözcüğünden ne anlıyorum, seçilmek isteyen kişiyi anlamıyor muyum? Birbirleriyle yarışır adaylar. Bir rekabet olur, ne bileyim aynı kızı seven iki damat adayı birbirinin ayağını kaydırmaya çalışır. Ya da iki parti seçime gider, her ikisi de iktidar olmaya adaydır ve kıyasıya bir mücadele başlar aralarında...

 Şimdi çok mânâlı cümlemize geri dönelim; ne diyor empati gurusu büyüklerimiz:


Hepimiz birer engelli adayıyız!”

Yani engelli olmak için birbirimizle yarışıyoruz! Çok istiyoruz engelli olmayı, günlerce haftalarca bunun için çalışıyoruz! Trafik kazaları organize ediyoruz, gerekirse ortama virüsler salıyoruz hastalanabilmek için, iş kazaları olsun diye var gücümüzle çalışıyoruz, akraba evliliklerini teşvik ediyoruz, yanlış ilaç kullanımına ön ayak oluyoruz... Çünkü bizler hepimiz, yani engelli olmayan sağlıklı olan HEPİCİĞİMİZ, bir de öyle sempatik empatiler kuruyoruz ki, şahaneyiz, yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyoruz hatta En büyük engelli bizim engelli, hepimiz adayız seçilmeye layığız; engelli olanlar da bizim kardeşimiz, onları sevelim aman da aman, ley ley ley loy loy loy!

Sloganlar ve marşlar eşliğinde Ortaçağa doğru koşar adım gidiyoruz!  Engelli bireylerin sorunları mı, amaan canım olur geçer ne olacak, kader kısmet, bu millet çile çekmeye alışık zaten! 


Bütün insanlar eşittir!


Devamını Oku

1 Aralık 2024 Pazar

Tiyatro- Yenilmez Oyunu- Çok Sevdim

Sezonun ilk oyununu izledim geçen gün. Adı Yenilmez. 

Oyun, Müze Gazhane’deydi. Salona girdik. Sahnede boş bir evin dış çeperlerini andıran bir ışıklandırma vardı sadece. Hani çocukken yaptığımız ev resimleri var ya, aynı öyle…  Boş bir çerçeve gibi düşünün.


İlk anda dekorsuz bir oyun diye yorumladım. Ama seyircilerin büyük bir kısmı koltuklarına oturduktan sonra, çok sevdiğim “Oyunun başlamasına 10 dakika var” anonsunun hemen ardından; o boş ev dolmaya ve anlam kazanmaya başladı.

Bazı izleyiciler, “Dekoru yerleştirmeye neden geç kalmışlar?” diye düşünmüş olabilir. Oysa oyun tam da o anda yaşanıyordu. Sahneye koltukları getirdiler; sonra masayı, sandalyeyi, kütüphaneyi… Oyunculardan biri, kütüphaneye kitapları yerleştirdi yavaş yavaş. Henüz salonda ışıklar kapanmamış, oyun görünürde başlamamıştı; oysa oyunun içindeydik…

Boş bir çerçeveden ibaret olan eve bir çift taşınıyordu ve o boş çerçeve, yaşanmışlıklara sahne olacaktı az sonra.



Geç Kalanlar ve Geçit oyunlarındaki yönetmenliğini beğendiğim yönetmen Nihat Alpteki’nin bu yorumunu çok beğendim. Işıklar sönmeden önce başlayan oyunlardan ayrı bir haz alıyorum. Böylesi tanıklıklarımda, yaşamın içinde var olan her şeyin âdeta bir oyun olduğunu ve bizlerin de “eğer istersek” bu oyunları izlemeyi başarabileceğimizi düşünüyorum hep.

Oyunun Konusu

Boş eve taşınan çiftimiz Oliver ve Emily ile tanıştırayım sizi. Oliver, bakanlıkta çalışırken işinden atılmış, liberal görüşte biri. Partneri Emily ise sosyalist görüşlerinden asla taviz vermeyen bir ressam. Bu ikisinin sahnede hiç görmediğimiz, içeride uyuduğunu söyledikleri bir çocukları var, ama evli değiller. Çünkü Emily, kapitalizmin pek çok kuralına olduğu gibi evliliğe de karşı.

Daha oyun başlarken Emily “barış” simgeli bayrağı özenle katlıyor. Sehpanın üzerine Marx’ın Kapital kitabını yerleştiriyor. Oyun boyunca “kitabî” bir dille yaptığı konuşmalardan, sosyalizm teorisini tabiri caizse “yalayıp yuttuğunu” anlıyoruz. Duvarda iki soyut tablo var. Sonradan öğreniyoruz ki bu tabloları Emily yapmış.

Konuşmanın bir yerinde Oliver Emily’ye “Sanki kilisede mi evlenelim diyorum, yine de kabul etmiyorsun!” gibi bir şey söylüyor. Emily’nin tavizsiz bakış açısını daha net anlayabiliyoruz bu sayede. Öyle “sosyalist ki” hesapta; Oliver’in ölmek üzere olan hasta annesinden kalacak mirası bile kabul etmek istemiyor. O parayı ihtiyacı olanlara dağıtma derdinde. Ve gayrı resmî kayınvalidesinin son isteği olan evliliği de asla kabul etmiyor. Oliver ise annesinden kalacak miras ile çocuğuna iyi bir gelecek kurabileceğini düşünüyor.

Oliver daha liberal, daha esnek görünüyor. Emily’ye boyun eğmiş gibi duruşuna başlangıçta anlam veremiyorum. Karşı çıksa da O'nun her isteğini yerine getirmeye çalışmasına şaşırıyorum. Oyun kişilerinin hayat hikayelerini öğrendikçe, bütün bu davranışların nedenleri de anlamlanıyor. 

 Çiftimiz, Londra’da gayet iyi bir muhitte yaşarken, gelirleri düşünce İngiltere’nin kuzeyinde, sakin bir kırsala yerleşmeye karar vermiş. Zaten daha oyun başlamadan, onların yeni evlerine yerleşmelerine tanık olmuştuk.

Komşuları Alan ve Dawn’ı bir akşam çaya davet ediyorlar. Teoride komün yaşamı savunan Emily, aslında insanlarla sosyalleşmekten de pek hoşlanmıyor. Bu daveti atılması gereken zoraki bir adım gibi görüyor. 

Ev sahibi Emily ve Oliver'ın şehirli ve eğitimli olduğunu biliyoruz. Oysa davet ettikleri Alan ve Dawn tam tersi bir çift. Kasabada doğmuşlar ve eğitimsizler. Alan, bir posta memuru; Dawn da sıradan bir sekreter…

Önce Dawn geliyor davete. Kırmızı, göz alıcı, dekolteli bir kıyafet giymiş. Evin erkeği Oliver’a asılacak kadar samimi… Sonradan gelen eşi Alan ise futbol fanatiği, elinde bir kasa bira ile misafirliğe gelmiş; kendi göbeğiyle bile dalga geçebilecek rahatlıkta. 

Resmî dille konuşan, klasik müzik dinleyen, alkol kullanmayan ev sahiplerimizin karşısında küfürlü konuşmaktan çekinmeyen, su gibi bira içen Dawn ve Alan çifti var. Alan, karısının ne kadar güzel olduğunu fütursuzca söyleyebiliyor. Tam bir tezatla karşı karşıyayız anlayacağınız. 

Ev sahiplerimiz, her ne kadar dolaplarında yıllanmış şaraplar olsa da; içki içmedikleri özellikle belirtiyorlar. Bunun altında yatan trajik nedeni daha sonra öğreniyoruz.

 Sınıf ve yaşam farkı çok belirgin… Oyun ilerledikçe her iki çiftin kendi içlerinde yaşadıkları sorunlara yakından tanık oluyoruz. Beklenmedik gelişmeler yaşanıyor ve izleme keyfi gittikçe artıyor. 

Oyuna gidecekler için “spoiler” vermek istemiyorum. Bu iki çift arasında olaylar yer yer komedi, yer yer dramatik ögelerle gelişiyor. Mesela sarhoş olma sahnesinde gülünüyor, bazı sahnelerde ise hüzün var. 

Oyun kişilerinin hayatlarına katman katman dahil oluyoruz. Nefis bir metin, iki perdeli yaklaşık iki saat süren oyun hiç sıkılmadan akıp geçiyor…

Peki oyunun adı neden Yenilmez?

Çünkü Alan’ın kedisinin adı Yenilmez!

Özetle farklı sınıflara ait iki çiftin yaşamlarına tanık oluyoruz oyun boyunca. Çelişkileri, sorunları, aşkları, duyguları…

Oyunun sonunda ise dekor ilk sahnenin tersine toplanıyor ve o evin sadece dış çeperlerini gösteren ışıklar kalıyor geride.

Çok güzel bir oyun bence. Hemen hemen tüm oyunlarını izlediğim için ancak kasım ayında gidebildiğim Şehir Tiyatroları iyi ki var! Özel tiyatrolar biliyorsunuz artan bilet fiyatlarıyla orta sınıftan giderek uzaklaşırken Şehir Tiyatroları çölde vaha gibi...


Oliver rolündeki Gökçer Genç’i  Şehir Tiyatroları’nda İngiliz oyunları Yatak Odası Komedisi ve Aldatma, Fransız oyunu Uzlaşma’dan biliyor ve severek takip ediyorum. Sanatçıyı İngiliz ve Fransız oyunlarına çok yakıştırıyorum; ki bu oyun da İngiliz yazar Torben Betz’e ait. Yüz hatları ve vücut dilinden midir nedir bilmiyorum, kendisini izlerken bir Türk oyuncuyu değil; sahici bir İngiliz ya da Fransızı izliyor gibi hissediyorum.

Alan rolündeki Tankut Yıldız’ı özellikle Öldün Duydun Mu’dan hatırlıyorum. İyi bir komedi oyuncusu bence. Yenilmez’de de çok başarılı.

Emily rolündeki Nurdan Kalınağa ve Dawn rolündeki Gizem Akkuş da gayet başarılılar.

2014’de yazılmış, görece yeni olan metin; iyi organize edilmiş, akıcı ve evrensel. Yeni bir oyun olmasına rağmen 10’dan fazla ülkede oynanması zaten başarısının kanıtı. Türkiye’de ise ilk kez Şehir Tiyatroları’nda oynanıyor. Bu seçim için kendilerini tebrik ediyor ve iyi ki gitmişim diyorum.

 Oyundan Bende Kalan

Oyun sonrasında sorguladığım ilk şey şuydu:

İnsanların, kendilerini anlatırken tanımladıkları ideolojik kimlikleri ne kadar gerçek?

Keskin bir sosyalist olarak kendini tanımlayan Emily, kasabaya yerleşirken halkın katılacağı sanat enstitüsü gibi bir şey açmayı hayal ediyordu. Ama komşusu Alan’ın büyük bir tutkuyla çizdiği resimleri son derece kırıcı ve hatta yıkıcı bir şekilde eleştirirken aslında kimdi? Üstten bakan tavrı ile eşitliği savunması arasındaki çelişki nasıl açıklanabilir? Konfor ve hatta ciddi bir zenginlik içinde yaşarken, kendilerini ateşli bir sosyalist olarak tanımlayan tanıdıklarım geldi aklıma. Hangisi gerçek? Yaşananlar mı, savunulanlar mı? 

Oyundaki sıradan kişinin askere giden oğlu için “Neden zenginlerin değil de bizim çocuklarımız ölüyor savaşlarda” çığlığı bir de… Neden birilerinin umutları, aileleri, çocukları ya da yaptıkları işler diğerlerininkilerden daha değerli oluyor? Eşit ve sınıfsız toplum hiç mi mümkün değil?  

Oyunda öyle eleştirdi ki Emily, Alan'ın çizdiği resimleri. En sonunda bütün resimlerini yaktı Alan! Peki eleştirinin sınırları nerede son bulmalı? Sanat gerçekte nedir? Emily’nin “kendi duygularını aktardığını” söylediği ve bakan kişilerin ilk etapta anlamlandıramadığı soyut çizimler sanat kabul edilirken; eğitimsiz Alan’ın sevgiyle çizdiği ve daha anlaşılabilir tablolar neden sanat kabul edilmiyor?

Oyundan çıkarken böyle şeyler düşünüyordum...

Baysan Pamay Anısına;

Geçtiğimiz Eylül ayında Baysan Pamay’ı kaybettik. Tiyatro izleyen hemen hemen herkesin bildiği, sevgili Baysan Abi, senede 300’e yakın oyun izleyen çok özel biriydi. Hatta TRT-2, O'nun hakkında belgesel bile yapmıştı. Nezaketiyle, bilgisiyle, zarafetiyle tam bir İstanbul beyefendisiydi.

Ortak oyuncu dostumuz aracılığıyla 2015'de tanışmıştık. Bilet alma kuyruklarında sık sık karşılaşırdık. Oyunlar hakkında çokça bilgi alırdım kendisinden.

Salona girdiğimde Baysan Abi geldi aklıma. İlk kez “O’nun izlemediği bir oyuna geldim” diye düşündüm…

Bu oyunu Baysan Abi adına da izleyeceğim dedim kendi kendime. 

O’nun lafı ile kapatayım yazıyı:

"Çok Yaşa Tiyatro!"

Ruhu huzur bulsun, anısına saygıyla…


Devamını Oku

20 Kasım 2024 Çarşamba

Bugün Hayata Pozitif Baktım

Su sesi duyup camdan baktım. Temizlik işçileri sokağı yıkıyordu. Hava serin olmasına rağmen camdan izledim işleri bitene kadar. Karşı komşu da baktı sonra. O, camı açmadı. Belki de üşüyordu. Sokakların basınçlı hortumla yıkanmasını izlemeye bayılırım ben. Size de böyle olur mu?

Sokaklar yıkanırken, hortumdan çok az su fışkırtılır aslında. Ama öyle basınçlıdır ki o su, bütün çöpleri öne doğru sürükler. Hortumu tutan kişi ilerledikçe, geride ıslak bir temizlik kalır. Neden severim bunu izlemeyi? Bilmem. Belki de bir çeşit arınma hissi gelir içime o anlarda. Bir anlığına dünya güzelleşir sanki!

 İzlerken, yerden havalanan izmaritleri kimlerin attığı düşüncesi bir an gelir; sonra suyun kaldırma kuvvetinin etkisiyle geçer gider aklımdan. Normalde kızarım izmariti yere atanlara. Ama böylesi anlarda, sokaklar temizlenirken yani; içim de arındığı için midir nedir, hiç öyle kötü şeyler düşünesim gelmez.

Temizlik işçilerine bakkal Ali Abi’nin çay ikram etmesi sonra… Nasıl huzur dolu bir andır o… 

“Her şey, tam da olması gerektiği gibi duygusu…” Bence paha biçilemez buna.



Vergi dairesine gittim sonra. Hiç sıra yoktu. Soruma yanıt veremedi memur. “Siz nasıl ki hastalanınca hastaneye gidiyorsanız bu soruyu da SSK’ya sormalısınız” dedi. Tane tane, cahile anlatır gibi anlattı. Çok kızmadım, biraz hayal kırıklığı oldu. “Ama size yönlendirdiler” dedim. “Yanlış yapmışlar” dedi. Yine kızmadım çok, böyle oldu işte ne yapalım...

Eve geldim sonra.  SSK’yı aradım. ALO 170. Hemen açıldı telefon.

“Size nasıl yardımcı olabilirim, adım Furkan” dedi medenî bir ses.

Derdimi anlattım, “Birkaç dakika bekletelim sizi” dedi, “Elbette” dedim. Birkaç dakika sonra son derece pozitif ve kibar bir yaklaşımla ve özetle tam da sorumun yanıtını verdi. “Şahane bir şekilde yanıtladınız, çok teşekkür ederim” dedim. Umarım bu ses kaydını amiri dinliyordur ve umarım Furkan Bey’e çok zam yapar. Saygılı ve bilgili olduğu için. Yaa bak işte! Eğer vergi dairesinde sorumun yanıtını alabilseydim, SSK’yı aramazdım. SSK’yı aramayınca da Furkan Bey gibi işini iyi yapan, saygılı ve bilgili bir memurun varlığından haberdar olmaz ve kendimi böyle iyi hissetmezdim.

Sonuç olarak ben bugün hayata pozitif baktım.

Aslında kayda değer bir şey yoktu günümde.

Ama pozitif baktığım için pozitif şeyler gördüm.

Ben bugün sebepsizmiş gibi görünen küçük mutluluklar yaşadım...

Teşekkürler hayat, olumsuzluklara perde çektiğin için…

Ve, bunu görmeyi başarabildiğim için…


Devamını Oku

17 Kasım 2024 Pazar

Paralel Evrende Mutlu Ülkemizden Kesitler

Kapımızın önündeki dört buçuk metre genişlikte kaldırıma bayılıyorum. Akşamları ferah ferah yürüyüşlere çıkıyoruz. Kaldırımlara dikilen ıhlamur ağaçlarının kokusu yok mu, insanı mest ediyor. İyi ki sokaklara böyle güzel kokan, meyve veren ağaçlar dikilmiş otuz sene önce.

Haberleri açayım bakalım neler varmış:

“Sevgili Seyirciler,

Bugün yine harika haberlerle karşınızdayız. İlk haberimiz bir ödül ile ilgili. İstanbul, dünyanın en yeşil büyük şehirleri yarışmasında birinci oldu. Paralel evrenlerde “kupon arazi” diye adlandırılan, istenilse gökdelenler dikilebilecek alanları kent ormanı, kent göleti, park şeklinde devasa yeşil alanlara dönüştürüp halkın hizmetine açan yöneticilerimize şükranlarımızı iletiyoruz.


Sıradaki haberimiz, “ulusal tarım kalkınması” programı ile ilgili. Türkiye, gıda anlamında “kendi kendine yeten” birkaç ülkeden biri olma özelli
ğini koruyor. Köye teşvik programının da etkisiyle verimli Anadolu topraklarında ilaçsız, zehirsiz, ata tohumlarıyla yapılan üretimlerden âdeta bereket fışkırıyor. Hatta dünyanın pek çok ülkesi, Türkiyeden gönderilen tarım ürünlerini, meyve ve sebzeleri test etmeye bile gerek duymadıklarını; Türkiyeye çok güvendiklerini basın araçlarında sürekli gündemlerinde tutuyor.

Evet sayın seyirciler, ülkemizin her noktasına eşit kalkınma olanakları sunan Merkez Planlama Teşkilatı sayesinde fabrikasız şehrimiz kalmadı biliyorsunuz. Her ilimizde, o ilin özelliklerine uygun fabrikalar adeta sosyal yaşam alanına dönüşmüş durumda. Atatürk’ün Sümerbank projesinin devamı dalga dalga tüm kasabalara yayılıyor. Fabrika yerleşkelerinde açılan okullar, kurslar; düzenlenen bahar şenlikleri, Cumhuriyet baloları; konserler, sinema etkinlikleri… Kapalı meclis oturumundan sızan kulis bilgilerine bakılırsa; Almanya’dan bir heyet, fabrika sosyalleşmesini incelemek üzere yakında ülkemize gelecekmiş. Bu konudaki yorumlarınızı lütfen bizimle paylaşın. Alman heyet sizce neden ülkemize gelmek istiyor?


Sıradaki haberimiz yurt dı
şından ülkemize çalışmak ve okumak için gelmek isteyen batılı gençler ile ilgili. Kısa sürede zenginleşen ülkemizde biliyorsunuz bilim alanında da harika gelişmeler yaşanıyor. Üniversitelerimizin akademik üretimleri, bilimsel buluşları dünyanın dört bir yanında hayranlıkla izleniyor. Almanya, İsviçre, İngiltere gibi Avrupa ülkelerinden ülkemizde okumak ve çalışmak için gelmek isteyen son derece donanımlı gençler için Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen sınava başvurular yarın başlıyor. Dünya ülkeleri bizi kıskanıyor mu bilemeyiz ama bizi hayranlıkla izledikleri bir gerçek.

Bu günlük bültenimiz bu kadar Sevgili Seyirciler. Şahane ülkemizde şahane günler, şahane akşamlar sizlerin olsun efendim, kalın sağlıcakla…

*******************

Haberleri kapatıp dışarıya çıkıyorum. Etraf mis gibi… Ne kadar şanslıyım… Kim bilir paralel evrenlerde benim diğer versiyonlarım neler yaşıyordur?

Mutlu pazarlar…


Devamını Oku