İlk gün, nezarethanedeki polislerin kendisine ne kadar nazik davrandığını anlattı. Köhnemiş ortamdan, yan taraftan gelen kesif “ot” kokusundan ve kendisini uyutmayan nezarethane komşularının seslerinden bahsetti. Sonra Silivri… İki katlı odasına “süit” dedi, sabahları kuş sesiyle uyandığını anlattı. Sivrisinekleri öldürdüğünü ama duvardaki örümceklere kıyamadığını…
Yerler pisti, temizleyecek ne su vardı ne de su gideri... Derken koridordan bir şekilde su bastı odasını. Sevindi Altaylı... Öyle ya; yerdeki pislikler temizleniyordu işte kendiliğinden… Çekbasla suları geri yollayıp bir de üzerine güzel kokan deterjanla sildi mi, mis gibi olmuştu işte… Başkası olsa veryansın eder; yerler pis, üzerine bir de su basıyor odayı...
Kahramanımız bildiğim kadarıyla atadan babadan zengin. Tahminimce hayatı boyunca hiç yokluk görmemiştir. Fakat adaptasyon gücüne bakar mısınız? Hücre değil suit; su bastı kızgınlığı değil, oda kendiliğinden temizlendi mutluluğu… Ve bugünkü üçüncü yazısında “burasının da kendine göre konforu var” diyor, “hayatımda ilk defa bir yerlere geç kalma derdim yok ve sürekli çalan telefonlara bakma zorunluluğum yok, tek derdim sevdiklerimden uzak olmak…” Oysa bildiğiniz tecritte... Bütün alışkanlıkları ve insanla bağlantıları koparılmış... Adi suçlulara tanınan, "havalandırmada voleybol oynama, laflama ayrıcalığı" bile yok!
"Yalnızlık" diyor "zor geliyor"... Öte yandan, içeriye giren serçe kuşu ile bağlantı
kurmayı da ihmal etmiyor…
” Belki yine gelir bugün…” beklentisiyle avunabiliyor...
Ve annesine teşekkür ediyor; “Bütün
bu işleri zamanında kadınların değerini anlamam için bana öğretmiştin; sayende
hiç zorluk çekmiyorum” diyor…
Buradan alınacak çok ders var...
Görüşlerini seversiniz sevmezsiniz, ki çoğunlukla kızmışımdır bazılarına... Ama son zamanlarda en keyif alarak dinlediğim, aslında tek gazetecidir...
Yorumlarını bir kenara bırakalım, anlattığı günlüklerden alınacak çok ders var gerçekten de…
Olanı olduğu gibi kabullenip
adapte olmak teslimiyet değildir; o insanın yaşama direncini, ayakta kalma gücünü gösterir bu birrr!
“Her şey insanlar içindir” diyor
Altaylı, bu ikiii!
“Bu da geçer ya hu!” diyor; bu da
üççç!
Ve ben, en çok da olayları hikâyeleştirmesini benzetiyorum kendime… Zor durumlara düştüğümde, birileri beni üzdüğünde; evet ilk anda çok acı çekerim ama sonradan o olayları hafifletecek nedenler bulurum kendi kendime… Var olana adapte olur, şükür edecek şeyler icat ederim… Daha doğrusu hayat, böyle yapmayı, böyle bakmayı kafama vura vura öğretti şükür... Ya öğrenemeseydim...
Altaylı’yı izledikçe, kendimdeki
gücü de gördüm sanki, bu da döörtttt!
********************************************
NOT:
Evet, artık gerçeğe ve buralara
dönme zamanı… Yazmadan olmaz! Altaylı’nın yazdıkları ruhuma nasıl da iyi geldi;
belki benim yazdıklarım da birilerine iyi gelir; belli mi olur…
Evet, bunlar da geçer ya hu!
Aslında mücadeleye tam anlamıyla devam ediyor. Onu oraya gönderenlerin beklentilerinin tam aksine. Ayrıca yazmadan olmaz:)
YanıtlaSilBu dönemin belgeseli yapıldığında, kesinlikle o boş koltuğa da yer verilmeli… Beni ânında adapte oluşu çok etkiledi. Yazdıkları sanki normal bir hayattan kesinti gibi… Mücadele yöntemi örnek alınası… Bakalım çıkınca kaldığı yerden devam edebilecek mi… Çok acayip bir döneme tanıklık ediyoruz… Her şey film gibi adeta…
SilYazmadan olmaz evet bu arada, teşekkürler; sevgiler… 🥰🌸
Birbirine benzeyen iyi insanların dili üslubu da ne kadar benziyor, görüşleri tutumları bir zaman birilerine ters düşmesi bambaşka bir mevzu dediğin gibi, yazıların tabiki iyi gelir gelmez mi ❤️
YanıtlaSilHiç bu açıdan bakmamıştım, doğru söylüyorsunuz. Bu arada çok teşekkür ederim, sizin de aynı şekilde; sevgiler 🥰
YanıtlaSil