18 Kasım 2014 Salı

Dur, hemen kıskanma!

İş hayatında kıskançlık vakalarına rastlamayan yoktur. Şimdi en uçtan örnek vereyim de kimseler üzerine alınmasın.

Diyelim ki siz iyi bir beyin cerrahısınız. Sizin çalıştığınız hastahanede bir de çok iyi bir kalp uzmanı var, ismi de Macit olsun. Bu Macit Bey bir bilimsel çalışma yapıyor, aşk acısından muzdarip kalpler için bir ağrı kesici icat ediyor. Siz beyincisiniz, o da kalpçi, normalde aranızda bir rekabet yok. Ne yapmanız lazım normal koşullar altında? Gidip Mucit Macit Bey'in kapısını çalıp kendisini tebrik etmeniz lazım değil mi? Hatta varsa bir aşk derdiniz, yeni ilaçtan da isteyebilirsiniz, emin olun siz meslektaşına seve seve o ilaçtan verecektir Macit Bey.

Böbürlenme padişahım!

Ama yok, duyunca bu yeni icadı, içinizi kaplar bir kıskançlık. “Neden Macit buldu da o ilacı ben bulamadım!” diye dövünmeye başlarsınız. “O kalpçi ama olsun, ben de beyinsel olarak bulabilirdim bir çözüm!” diye kendinizi yiyip bitirirsiniz. Şimdi basın gelecek Macit'i övecekler, röportajlar yapacaklar, sabah programlarına bile davet ederler O'nu diye içinizdeki kurtlar kendi kendini kemirmeye başlar. Birden en kötüsü aklınıza gelir, ya Macit'in maaşına zam da yaparlarsa? Sanki sizin maaştan kesip Macit Bey'e mi verecekler? Olsun, hiç fark etmez, bu acıya katlanamayacağınızı düşünüp hemen karşı saldırıya geçmeye başlarsınız.

Aşk acısı kalple değil beyinle ilgilidir, Macit Bey'in bulduğu bu ilaç hiçbir şeye yaramayacaktır” diye sağda solda konuşmaya başlarsınız mesela. Ya da daha da ileri gider: “Macit bu ilacı benden çaldı, on yıldır üzerinde çalışıyordum, dosyalar bilgisayarımda kayıtlıydı ama çalınmış!” diyerek komplo teorisi yaratıp adamı hırsızlıkla da itham edebilirsiniz. Çamur at izi kalsın misali, Macit Bey aklanana kadar kamuoyu bu haberle meşgul olabilir. Ya da apar topar kendi teorinizi geliştirirsiniz, maksat karşı saldırı olsun, mesela şöyle dersiniz:


Aşk acısı diye adlandırılan şey aslında bağırsak gazıdır, çaresi de beyindeki nöronlara sinyal göndermektir, gazdır çıkar gider. Niye abartılıyor ki bu kadar!”
Genelde en sık başvurulan yöntem de işinize yarayabilir. Patron ve de ilgili otoritelerin olduğu bir ortamda patronun bir takıntısından yola çıkıp kendinizce zeki bir manevrayla gündemi değiştirebilirsiniz. Gramer takıntısı olduğunu bildiğiniz patronunuzun yanında şöyle dersiniz mesela:

nereden baktığınız önemli!


O değil de Macit Bey'in yazdığı tez imla hatalarıyla dolu, ben şahsen okuyamadım ve dolayısıyla da anlayamadım” dersiniz. Hemen gözler noktaya virgüle çevrilir, kalpmiş acıymış kimsenin aklına bile gelmez. Böylece Macit Bey'in tam da övüleceği zaman diliminde hatalar yapabilen bir ölümlü olduğunun altını şahane bir şekilde çizer, ortamda alevli “nokta-virgül” tartışmaları yapılırken siz kıs kıs gülerek keyifle kahvenizi yudumlarsınız.

Bütün bunları yaparak belki gündemi meşgul ettiniz, belki sahiden de Macit Bey'in icadını itibarsızlaştırmayı başardınız, ya da kendinizi “Şu beyinci de ne hırslı birisi, ne saçmalıyor!” dedirtecek kadar küçülttünüz. Ne oldu? İçinizin yağları mı eridi? Hayır cidden ne geçti elinize?
Muhtemelen bir zafer duygusu yaşadınız ama içinizdeki haset ateşi yine de sönmedi değil mi? Kendinize yeni kurban bulmakta gecikmezsiniz merak etmeyin!

Bakın dostum, hayat böyle geçmez. Bırakın Macit Bey başarısının hazzını yaşasın, siz de madem beyin cerrahısınız, gidin beyin nöronlarınızı bir kontrol edin. Kısa devre yapıyor onlar, yangın mangın çıkar maazallah!

en büyük kim?



Devamını Oku

13 Kasım 2014 Perşembe

Mimlendim, keyifli bir yemek yazısı çıktı ortaya...

Sevgili Decoridea eğlenceli bir mimde beni mimlemiş, teşekkür ediyorum kendisine, evet gelsin sorular:


En sevdiğiniz yemek?
Ne desem bilemedim. Şimdi zeytinyağlı sarma desem, baklalı enginarın hatırı kalır, içli köfte desem deniz börülcesinin boynu bükülür. Cemal Süreya'nın "Aşk" şiirinden aşırma bir cevap oldu böyle de, en iyisi “sevdiğim yemeklerin hakkını veririm” demek sanırım.

cevizli baklava
En sevdiğiniz tatlı?
Sütlü tatlıların prensesi kazandibi, evde pişiyorsa azıcık yanmış dibi hem de, ismine yaraşır cinsten.
Şerbetli tatlılardan elbette ki cevizli ev baklavası. Baklava dediğin fıstıklı mı olurmuş, ceviz dolacak içi, tereyağının o özgün kokusunu hissedeceksiniz damağınızda, ağzınızda şerbet damlacıkları lezzet patlaması oluştururken, yavaş yavaş yutacaksınız lokmaları.
Bir de treliçe çıktı yeni, sütün aramosında o ne hafiflik, o ne lezizlik, o ne şahaneliktir öyle, bir de üzerinde karamel de var ki oy oy oy...



Siz çocukken anneniz sizi?
Ee? Ne diyeyim ki şimdi, soruyu yazan arkadaşımız bir zahmet yüklem de koysaymış ya! Protesto ediyorum bu yarım cümleyi. Bazen böyle kıl Türkçeci moduna geçerim bilirsiniz.

Çocukken, şimdi de?
Pardon, Fransız kaldım yine. Bu soruyu nasıl anlasam bilemedim. Twitter'da 140 karakter yazmaktan mı oluyor acaba bu sözcüklerden tasarrufa gitme anlayışı? Bir mani yazayım bari ben de:

Sosyal medya zehirledi bizi,
Viran etti cümlelerimizi,
Duymayanlar da duysun
Aradaki boşluklar kelimelerle dolsun☺

Yemeği sevdiğiniz ilginç şeyler?
Biz çocukken bahçemizde ayva ağacı vardı, biz onun çiçeklerini yemeğe bayılırdık, çok güzel bir tadı vardı o çiçeklerin. Şimdi olsa yine yer miyim, ne yalan söyleyeyim bir ayva ağacı görebilsem,çiçeğinin tadına yine bakarım sanırım.

Türk mutfağı dışında?
Evet yine yüklemsiz bir cümleyle karşılaştık. Ne zaman mim yanıtlasam ille de sorulara takılıyorum elimde değil. Türk mutfağı dışında hangi mutfakları sevdiğimi soruyorlar şeklinde varsayıp cevap vereyim.

Ben yemek konusunda hiç de açık fikirli bir insan değilim maalesef. Her yemeğe peynir atılan İtalyan mutfağı benim gibi peynir düşmanına ters. Etlerin pembe pembe neredeyse çiğ yenildiği Fransız mutfağı benden uzak olsun. Çok acılı sevmediğim için Meksika mutfağı da yerinde kalsın. Amerika'nın zaten mutfağı yok. İngiltere'nin mutfağı yok da işte kahvaltıları var, ama sanırım kahvaltıda tatlı fasulye yemek pek hoşuma gitmez. Böcek möcek, yosun mosun ne varsa pişirilen Uzak Doğu mutfağı benden uzak olsun, geriye ne kaldı? Rus mutfağının votkası olur bakın, Absolute'a hayır demem..


meyveler şahane


Yemeyi sevdiğiniz sağlıksız şey?
Nutella'lı ekmek, hmmm nefis!

En sevdiğiniz meyve?
Yine doğanın bize bahşettiği şahane meyvelere haksızlık edecek zor bir soru bu. İncirin ağızda bıraktığı o yapışkan ama güzel tadı nasıl kıyaslarım ananasın o sulu, o şahane kokulu etkisiyle! Karpuz kavun demez mi ki bizim neyimiz eksik. Çileğin o iç gıcıklayan kokusuna kim dayanabilir? Hele bu aralar tezgahlarda göz kırpan tatlı sulu mandalinalar, portakallar, Amasya elmaları çıtır çıtır.. Edalı işveli bir görünüp bir yok olan kara dutun gizemi, kızılcığın güzelliğine aldananların damaklarında kalan o şakacı mayhoşluk.. Kayısının sarısı, yere düştü yarısı mı desem, kiraz aldım dikmeden Halimem ben yanıyom yürekten mi desem, yoksa üzümler birbirlerine bakarak kararsa da çarşıdan bir tane nar alıp eve gidince bin tane olmasının sihrini mi anlatsam?
En iyisi ben bu soruyu pas geçeyim.


meyveler, taze taze...
En sevdiğiniz atıştırmalık?
Açsam, atıştırdığım her şey en sevdiğimdir. O anda meyve de olabilir, çerez de olabilir, kurabiye de olabilir, hatta kuru ekmek parçası bile olabilir. Adı üzerinde atıştırmalık, açlığı yatıştırmalık.. (yine reklam sloganı oldu)

En sevdiğiniz içecek?
Tabii ki su.. Yazın susuzluğunu gidermek için şekerli meyve suları, kola falan içerler ya şaşırırım onlara. Ya da çok sıcak bir günde susuzluğu gidermek için bira içerler. Hayır, ben önce kocaman bir bardakta suyumu içmeliyim kana kana, sonra içerim bira ya da sodayı. Susuzluğumu gideren ikinci içecek ise ayrandır. Yanlış anlaşılma olmasın, birileri “milli içecek” demeden önce de seviyordum ben ayranı.

Asla yemeyeceğim, içmeyeceğim dediğiniz şeyler?
Antenli arkadaşlar ve bilimum acayip yaratıklar diyeyim ve bu konuyu kısa keseyim. Zira konuşması bile zor netekim.

Sonsuz tane olsa yiyebileceğiniz şeyler?
Yok öyle bir şey, insan sıkılır hep aynı şeyi yemekten, ben sıkılırım şahsen.

dumanı tüten tarhana,nefis!
Çorbaların kralı?
Anne usulü tarhanadır. İçinde soğan, baharat, ot mot yoktur. Sadece domates ve yoğurtla karıştırılmıştır, mayhoştur. Yeşil biberle pişirip üzerine bolca karabiber dökersiniz, fırında kızarmış baharatlı ekmek lokmalarını atarsınız o sıcak çorbanın içine. İşte o ekmek lokmalarıyla çorbanın buluştuğu anda çıkan ses sanki yaşamın özü gibidir. Akşam tarhana çorbası piştiyse ve kaldıysa tencerede, ertesi sabah başka kahvaltı gelmez insanın aklına. O koku sevginin kokusudur, dumanı tüten tarhana çorbası pişen evler sanki daha huzurlu ve mutludur diye düşünürüm. Tarhana çorbası demek yuva demektir benim gözümde.
 Bir çorbaya işte böyle de anlam yüklerim...




kahvaltı sevgidir
Kahvaltıda tercih ettiğiniz şeyler?
Yemek yemek hakkında ne düşünürsünüz bilmem, ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” demiş ya Cemal Süreya, sanki bu şiiri benim için yazmış. Kahvaltı insanıyım ben, hele hafta sonları özenli kahvaltılar hazırlamaya bayılırım. Sadece peynir tereyağ yemem çocukluğumdan beri, onun haricinde her şey olmalı kahvaltı soframda. Şimdi anlatırsam herkesin ağzı sulanır, mükellef olmalıdır kahvaltı sofram. Ha bir de İzmir özlemim kabarınca boyoz çeker canım kahvaltıda.

Açken ben?
Reklam sloganı geldi şimdi aklıma, öyle sormuşlar çünkü. Açken ben ben değilim demek istiyorum. Gerçekten de açlığa dayanamam, kafam çalışmaz, uyku halinde olurum. Babaannemin bir lafı vardı, “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” derdi, aynen öyle gerçekten de.

Bir keresinde yemek yerken?
Bir keresinde yemek yerken gülme krizi tuttu, bir keresinde yemek yerken az kalsın balığın kılçığı boğazıma kaçıyordu, bir keresinde yemek yerken dalıp gitmişim, bir keresinde yemek yerken yemek çabucak bitti, bir keresinde yemek yerken yemek yemek ne acayip bir şey diye düşündüm, bir keresinde yemek yerken neden Türkçe'de yemek yemek gibi bir söylem var diye düşünüyordum...
Böyle uzar gider bu sorunun yanıtı...

Eğlenceli bir mimdi, umarım siz de eğlendiniz. Ben kimseyi mimlemek istemiyorum yine, bu yazıyı okuyup sorulara yanıt vermek isteyen herkes kendini mimleyebilir.


Lezzet ve keyif dolu bir gün geçirmenizi dilerim. Şimdiden afiyet olsun hepinize.
Devamını Oku

11 Kasım 2014 Salı

Kemal Sunal, yeni Türkiye ve mizah(çı)lar...

Geçenlerde ekranlar arasında gezinirken denk geldim, 3-5 saniye duraklayıp izledim.
Haber aynen şuydu:

İbrahim Büyükak 300.000 liraya son model bir jeep aldı” Kimdir bu İbrahim Büyükak acaba dedim, internette bir dolaştım. Karşıma şöyle bir bilgi çıktı:

"Eser Yenenler, Oğuzhan Koç ve İbrahim Büyükak, 3 adam adını verdikleri talk show programını başarı ile yürütmektedirler.  İbrahim Büyükak, hazırcevap, oldukça zeki, esprileri ile gülme krizine sokan adam, 1983 doğumlu....vs"    Evet magazin konuşmayı hiç sevmem ama dayanamadım bu haberi görünce, konuşmam lazım.

O programa bir kez denk gelmiştim, daha doğrusu Cem Yılmaz'ı konuk ettikleri için kısa bir süre katlanmaya çalışmıştım. Zorlama espriler, zeka yoksunu laflar, kendini gereksiz övmeler, erken gelen para ve şöhretin getirdiği hazımsızlık... Ne ararsanız vardı da bir tek gerçek espriler yoktu. “Jeep” kokusu vardı ortamda desem, anlarsınız siz zaten!

11 kasım 1944'de doğdu Kemal Sunal


Hani büyüklerimizin çokça bahsettiği “Yeni Türkiye” imajı var ya, işte Yeni Türkiye'nin komedyenleri de bu arkadaşlar...

Yılmaz Erdoğan'ın Mükremin Çıtır ve hatta Vizontele saflığı ve temizliğini bulacağımı umut ederek, başlarda  birkaç bölüm izledim BKM Mutfak'tan. Hiç ama hiiç gülemedim ne yalan söyleyeyim. Bir yapaylık, bir zorlama, bir kendini tekrar etme halleri alıp başını giderken, bu arkadaşlar da Yeni Türkiye'nin komedi fenomenleri oldular, haa pardon bir de recep ivedik vardı sahi! 

İşte hıyarlı baba, havuçlu anne ve kıllı recep ivedik...

 Ülke olarak bunlara gülüyoruz, algı ve bilinç düzeyimiz de aynı kişi başına düşen GSMH'nın (gayri safi milli hasıla) biz fark etmeden on bin dolarlara dayanması(!) gibi sanal alemde yükselmiş de yükselmiş!  İlahi Sürahi, İlahi Komedya...

Bugün, rahmetli Kemal Sunal'ın 70. doğum günüymüş, kendisini minnet, saygı ve sevgi ile anarken, iyi ki doğdun, iyi ki hayatımıza girdin Kemal Sunal derken düşünmeden de edemedim: Kemal Sunal son dönemin bu komik(!) adamlarını görseydi acaba ne derdi?

Geçen hafta sonu Gül Sunal'la bir söyleşi yapılmıştı gazetede, şöyle diyordu Gül Sunal:

Ama öyle bir havası yoktu Kemal’in. Başka bir işte çalışıyor gibiydi. Çok sonra fark ettik ünlü olduğunu. Star havası yoktu. Bizim mutluluğumuzun sebebi de bu mütevazılıktı. Canımızın istemediği hiçbir şeyi yapmadık biz. Öldükten sonra çok çocuk okuttuğunu öğrendim. Anlatmayı sevmezdi. Daha da saygı duydum. 


Yılmaz Erdoğan'ın balon gibi şişirdiği, televizyon dahisi (!) Acun'un allayıp pullayarak piyasaya sürdüğü bu hazımsız arkadaşlar paralarını pullarını jeep'lerini basına malzeme yaparken, büyük usta Kemal Sunal nasıl yaşamış ibret alırlar mı acaba? Hiç sanmıyorum.

Gül Sunal bakın neler söylemiş:

19 Ocak 1975’te evlenmeye karar verdiğimizde, Salak Milyoner, Köyden İndim Şehire, Hababam Sınıfı, Salako, Yalancı Yarim gibi birçok film çekmişti. Bir ev tuttuk. Orada iyiydik, hamileyken doktor nemden dolayı oturmamamı söyledi. Ezo ve Ali’yi ilk kez o eve götürdüm geçenlerde. İnanamadılar. O kadar nem kokusu vardı ki evde. Misafir geleceği zaman patates kızartırdık, kızartma kokusu rutubet kokusunu bastırsın diye. Ama biz mutluyduk, bugün yine gider otururum, Kemal’in olması şartıyla tabii.




Söyleyecek bir lafım yok gerçekten de, hem ben ne anlarım ki mizahtan, âkil adam Yılmaz Erdoğan mutlaka en iyisini biliyordur!




İçi boş balonların şişirilip şişirilip zengin edildiği başka ülke var mıdır bilmiyorum ama ben artık ekranlarda gerçek sanatçıları, gerçek sanat eserlerini görmeyi cidden çok özledim. 1980 gibi alengirli bir yılda çarpık siyasi karakterleri hicveden Zübük gibi bir filmi çekenlere de, oynayanlara da selam olsun diyorum, Kemal Sunal'la sizi başbaşa bırakıyorum...


Devamını Oku

6 Kasım 2014 Perşembe

Yine mimlendim, konu Bumerang!


Sevgili 1deliningunlukleri blogu beni Bumerang konusunda mimlemiş,  kendisine teşekkür ediyorum, bakalım sorular neymiş:

1.Bumerang hakkında genel düşünceleriniz nelerdir?
Blog dünyasına ilk girdiğimde tanıştım Bumerang'la, iyi ki de tanışmışım. Yaklaşık 22 aydır sürdürdüğüm blog yazarlığı serüveninde kendilerinden çok fayda gördüm. Geçen yıl YılmazÖzdil ve Ahmet Ümit söyleşilerine katıldım mesela, hayatımda unutamayacağım mükemmel etkinliklerdi.Yine Tolga Örnek'in “SeninHikayen” adlı filminin ön gösterimini Bumerang sayesinde bir çok ünlü kişiyle birlikte özel gösterimde izlemiş,Tolga Örnek'le de söyleşi yapma şansı bulmuştuk. Bu da benim için unutulmaz bir deneyimdi. Geçen yıl yine “İyi İçerik Atölyesi” ve Bumerang Ödül Törenine katılan şanslı blogger'lardan biri de bendim. Şahane bir deneyimdi. Bunlarla da kalmadı elbette, Bumerang'ın Facebook ve İnstagram yarışmalarından kitaplar da kazandım, söylemesi ayıp fena olmayan bir reklam geliri de elde ettim tekliflerinden. Bütün bu etkinlikler, hediyeler ve teklifleri alırken inanın"yazmak" dışında başka bir şey yapmadım. Üyelik tipi yükselmediği için Bumerang hakkında olumsuz düşünceler belirten arkadaşlara diyorum ki, aksatmadan güzel yazılar yazmaya devam ederseniz, Bumerang'dan karşılığını mutlaka görürsünüz. Adı üzerinde Bumerang bu, döner dolaşır sizi bulur.
Blog yazarlığını daha çok sevmemde Bumerang'ın katkısını yadsıyamam. Üstelik bunca basın-yayın kuruluşu arasında blog yazarlarına kapısını açan tek kuruluş olan Hürriyet'in hakkını da gözetmek lazım.

bumerang


2.Bumerang üyeliğiniz var mı ya da açmayı düşünür müsünüz?
Elbetteki var, Platin üyeyim. Sizin üyeliğiniz yoksa eğer, aşağıdaki kodu ilk üyelik başvurunuzda belirtirseniz, hem siz hem ben biraz para kazanmış oluruz :)




3.Bumerang'ın ilerde blogunuzu iyi yerlere taşıyacağını düşünüyor musunuz?
Bumerang sayesinde Yazarkafe'de yazılarım yayınlanıyor, dolayısıyla yeni takipçiler kazanıyorum. Daha çok etkinliğe katılırsam ve hatta yarışmada derece alırsam elbette blogum çok daha iyi yerlere gelebilir, köşe yazarı bile olabilirim, bu hiç de ulaşılmayacak bir hayal değil.
 Yeri gelmişken söyleyeyim, bu sene “En Çalışkan Blog” kategorisinde ben de Bumerang ödüllerine adayım, oylarınızı aşağıdaki linkten 
verebilirsiniz :)
 (Not: Bir mimden olabildiğince fayda sağlamak böyle bir şey olsa gerek) 

. 

4.Bumerang tekliflerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Teklifler konusunda Bumerang da sürekli kendini yeniliyor, birlikte kazanmaya devam ediyoruz.

5.Bumerang hakkında olumsuz düşünceleriniz var mı?
Olumsuz demeyelim de öneri diyelim. Kanımca yarışmada daha çok kategori olabilirdi, mesela ben kişisel, mütevazı bir blog olarak,10 tane yazarı olan, neredeyse profesyonel site kıvamına gelmiş bloglarla aynı kategoride yarışıyorum. Ya da yemek, makyaj, gezi gibi popüler konularda yazarak binlerce takipçiyi kolayca edinen bloglarla aynı kategoride yarışıyorum; biraz haksız rekabet oluyor sanki. Yeri gelmişken buradan sesleneyim, sevgili Bumerang, seneye yarışmada kişisel bloglar için lütfen ayrı bir yarışma kategorisi açın, içerik kalitesine göre bloglarımızı yarıştıralım ne güzel olur öyle...


6.Üye tipiniz sizce normal mi ya da tekrar değerlendirilmesi için bir talepte bulundunuz mu?
Ben blogumu açtıktan sonra başvurmuş, bronz üye olmuştum, birkaç ay geçtikten sonra altın, yanılmıyorsam 8. veya 9. ayımda da platin olmuştum. Gayet mantıklı bir süreçti.


7.Bumerang ile herhangi bir sorun yaşadınız mı?(Aldığınız reklam karşılığında ödeme yapılmaması gibi)
Kesinlikle hiçbir sorun yaşamadım. Bumerang ekibi çok arkadaş canlısı, çok kibar ve anlayışlı olduğu için kimsenin de sorun yaşayacağını sanmıyorum.

8.Bumerang dışında içerik eklediğiniz siteler var mı?
Çalıştığım reklam ajansının kurumsal blogunu yazıyorum, onun haricinde bir ara yazılarım, Maraş yerel gazetelerinden birinin hem dijital ortamında hem de basılı gazetelerinde yayınlanıyordu, bir süre sonra bazı haklı gerekçelerle bıraktım o işi.

9.İlerde bumerang ödüllerine katılmayı düşünür müsünüz?
Bu sene katıldım, herkesten oy bekliyorum :)


Evet, dileyen her blog yazarı bu mimi yanıtlayabilir, hayatımızdaki güzel bumerang etkilerinin hiç bitmemesi dileğiyle diyor ve gidiyorum bu günlük, sevgiyle..

Devamını Oku

4 Kasım 2014 Salı

#anılarınhastasıyım diyenlerin hastasıyım!

Vaktiniz var mı, alın çayınızı kahvenizi gelin biraz markaların iletişim çalışmalarından söz edelim. Daha doğrusu bu çalışmaların üzerimizdeki etkilerinden konuşalım. Biraz beyin fırtınası yapmış oluruz, hem de eğleniriz.

Size de oluyor mu bilmiyorum, zaman zaman beni bankalardan arıyorlar, Müsaitseniz size bilgi vermek istiyoruzdiyorlar. Dinleme modunda değilsem, “Bir şey satmak istiyorsanız boşuna sizi yormayayım, hele sigorta ise hiç almayayım teşekkür ederim” diyorum ve telefonu bir an önce kapatmaya çalışıyorum. Eğer vaktim müsaitse ve dinleme modundaysam, “belki bu sefer değişik bir şey söylerler” umuduyla Peki dinliyorum” diyorum ve maalesef çoğunlukla hayal kırıklığı yaşıyorum, çünkü karşı taraf genelde şöyle giriyor konuya:

- Öncelikle belirtmeliyim ki görüşmelerimiz kayıt altındadır. Sizin gibi seçilmiş özel müşterilemiz için hazırladığımız ferdi kaza sigortasından söz etmek istiyorum...”

Bu aşamadan sonra gerisi hep aynı devam ediyor: Allah göstermesin ayağınız kayıp düşseniz, iş yerinde kaza geçirseniz, bankamız size ambulans... vs” demeye kalmadan araya giriyorum:

Lang Lang

Hanımefendi sigorta istemiyorum, çok teşekkür ederim.” diyorum. Kaldı ki seçilmiş özel müşteri olmadığımı çok da iyi biliyorum, zira o bankayla son 6 aydır hiç çalışmamışım, beni mi kandıracaklar sanki! Yine monoton, yine ruhsuz bir şekilde reklam yapıp bir şey pazarlamaya çalışıyorlar belli ki...

Karşı taraf telefonu kapatmayarak, muhtemelen elindeki yazılı metinden okumaya devam ediyor:

Ama efendim kaza herkesin başına gelir, bir yerinizi kırsanız...” Tekrar araya giriyorum bu sefer daha kararlı bir şekilde:

Bakın hanımefendi, o kadar olumsuz, o kadar negatif şeylerden bahsediyorsunuz ki içim daralıyor. Ben o dediğiniz kötü şeylerin olma ihtimalini düşünerek hayatıma negatif enerjiler çekmek istemiyorum” diyorum, karşı taraf birkaç saniye duraklıyor, muhtemelen böyle bir cevapla daha önce karşılaşmamış, afallıyor anlayacağınız ve karşılıklı olarak telefonu nihayet kapatıyoruz ve ben Oh kurtuldum!diyorum kendi kendime.

Bir nevi reklam olan kamu spotlarını da aynı nedenlerle sevmiyorum ve ne zaman o negatif mesajlar veren ürkünç(!) kamu spotlarını görsem kanalı değiştiriyorum:

Deprem olunca evsiz kalırsınız, zorunlu deprem sigortanızı yaptırın!” diyor mesela karamsar ve buyurgan bir ses, o sigortayı yaptırasım varsa da hevesim kaçıyor, korku filmi gibiler çünkü!

Çok karamsar, her olayda kötü öngörüleri olan biri değilseniz, muhtemelen siz de benim gibi bu tip reklamlardan rahatsız oluyorsunuzdur. Ne hikmetse onlar bu tarzda ısrarcı olmaya devam ediyorlar ama!

Sözün özü, bende pozitif etki uyandıran iletişimler yapsınlar, canımı yesinler diyorum anlayacağınız. Ama pozitif etki yaratmak için saçmalamasınlar, uç noktalardan olaya girmesinler ya da beni aptal yerine koyarak hap gibi mesajlar vermeye çalışmasınlar. Doğal olsunlar, tepeden bakmasınlar, beni bir ürünü almaya zorlamasınlar, samimiyetlerine beni inandırsınlar yeter; ben zaten ihtiyacım olan bir şey olursa gider onlardan alırım. Çünkü pozitif etkileri hiç unutmam, size de öyle olmaz mı?

Bir de eğer bir reklamı ikinci kez izleyebiliyorsam yine alkışlarım o işe verilen emeği. Son dönemlerde alkışladığım, çok keyif alarak defalarca izlediğim, her izlediğimde de yeni ama sevimli detaylar yakaladığım reklam filmleri oldu.

Madem konuya sigortadan girdik, gelin onlardan birini, mesela Allianz'ın son kurumsal iletişim çalışması filmini izleyelim ve sonra üzerinde fikir yürütelim. (Ben çok eğleniyorum bu arada, umarım siz de sıkılmadınız, kendimi reklam ajansında Kreatif Direktör'müş gibi hissettim birden ne yalan söyleyeyim) 




Evet izledik, haydi yorumlayalım:

Hastasıyım sürprizlerin” diyor filmin başında Ayhan Sicimoğlu, meraklanıyor insan ister istemez, bakalım ne olacak diyorsunuz. Devamında “hastasıyım bu yaklaşımındiye şirketin farklılığını anlatan mesajı şahane bir şekilde veriyor. Zaten Ayhan Sicimoğlu gibi çok yönlü, farklı, renkli, sevimli, sıcak ve beklenmedik bir ismi seçmeleri bence çok akıllıca bir tercih olmuş. Güzel ama sıradan bir mankeni, şarkıcıyı da seçebilirlerdi ve o zaman çalışma bu kadar etkili olmazdı. Neyse filme geri dönelim biz, Ayhan Sicimoğlu'nu garson kılığında gören insanlar gülümsüyor, kendi aralarında fısıldaşıyor ve bu insanlar gerçekten de Allianz'ın yönetim kurulu üyeleri...
Anı sigortasıdiyor Sicimoğlu, Anılarınızı sigortalayalımsloganını duyunca şöyle bir afallıyorsunuz. Zira sigorta şirketlerinin klasikleşen korkutucu mesajlarının çok çok ötesinde bir vurgu bu! Olayı acayip sevimli ve duygusal bir hale getiriyor, zekice yapıyor hem de bu işi. Düşünsenize, telefondaki monoton ablanın eviniz zarar görür, sokakta kalırsınız ,hebele höbele...” diye korkutarak anlattığı şeyleri kastediyor aslında ama, olumlayarak!. Sigortaladığınız eşyalarınız aslında sizin anılarınızdır demeye getiriyor, benim gibi sigorta olayına uzak duranları tam da on ikiden vurmuş oluyor bu yaklaşımıyla..

Zamanın ruhunu yakalayan yaratıcı şirketleri çok seviyorumdiyerek, şirketle ilgili olumlu mesajları bilinç altımıza çaktırmadan göndermeye devam ediyor Sicimoğlu. Sonrasında hep birlikte odadan çıkıyorlar, nefis bir müzik giriyor araya, coşuyoruz yükseliyoruz hep birlikte. Yönetim kurulunun bütün üyeleri Ayhan Sicimoğlu ile birlikte çalışanların arasından geçerken elemanlar olanca doğallıklarıyla gülümsüyorlar, fısıldaşıyorlar. Etraf pırıl pırıl, aydınlık, herkes şıkır şıkır...

İnsana “Ne şanslılar orada çalışanlar, keşke ben de böyle bir şirkette çalışsam!dedirten cinsten olumlu bir sahne görüyoruz. Ve sonra sürpriz geliyor, Ayhan Sicimoğlu ve orkestrası şahane bir Latin müziği çalmaya başlıyor kurulan sahnede, bütün elemanlar toplaşıyor, dans etmeye başlıyorlar, konfetiler yağıyor üzerlerine... Parti havasına bürünen şirkette son sahnede Ayhan Sicimoğlu'nu görüyoruz tekrar:
Ve işte size sigortalanacak bir anı dahadiyor ve film bitiyor... Film bitince yüzünüzde bir gülümseme asılı kalıyor. Benim öyle oldu.

Bu iletişim çalışması sayesinde Allianz'ı soğuk bir sigorta markası olmanın ötesinde yaşayan bir organizma olarak görüyoruz, çalışanlarla tanışıyoruz, mutlu insanlar görüyoruz... Kimse bizi bir şey almaya zorlamıyor, dolayısıyla keyifli bir video izlemiş gibi oluyoruz reklam filmini izlerken.


#anılarınhastasıyım
Sizi bilmem ama ben çok etkilendim bu videodan, işim gereği bir de sosyal medyalarına bakayım dedim. Facebook sayfalarında kuru ürün reklamları yerine dünyanın en sıra dışı genç piyanisti Lang Lang'ın şirketleri için verdiği canlı performansa tanık oldum ve alkışladım bu yaklaşımlarını. Twitter'a  baktım, Sicimoğlu'nun sık kullandığı sıcak, samimi “hastasıyım” sözcüğünden türetilmiş #anılarınhastasıyım hashtag'ı ile karşılaştım ve ne yalan söyleyeyim hemen takip listeme aldım sayfalarını, zira doğal ve samimi bir şeyler dönüyordu ortada.
Allianz'ın bu projesi bana çok sıcak geldi; emek verildiği çok belli olan kaliteli bir iş çıkarmışlar.

Ne düşünüyorsunuz lütfen yazın bana, yorumlarınızın #hastasıyım biliyorsunuz...





Devamını Oku

2 Kasım 2014 Pazar

Kafalar bin beş yüz!

Fazla değişim beni bozuyor arkadaş, biraz muhafazakârım ben, yani korumacıyım. Mesela köşedeki bakkal hep aynı yerinde kalsın isterim. O bakkal dükkanı bir şekilde kapanırsa ve yerine gereksiz bir emlakçı dükkanı açılırsa çok üzülürüm. Laf aramızda, emlakçıları sevmem zaten.

Korumacıyım evet, mesela şehirlerde birçok şey yerli yerinde kalsın isterim.Tarihi binaları yıkıp yerine aveme'ler yapmaları bu nedenle içimi acıtır. 400 yıllık evlerde yaşamaya devam eden ve bununla gurur duyan İngilizler kadar muhafazakârım hem de bu konuda!

Bir de bazı nostaljik ögeler yerli yerinde dursun isterim. Zaman geçsin ama bir şeyler değişmesin isterim. Mesela geçenlerde bir ara Kadıköy'ün simgesi olan Boğa'yı söküp bir sarayın bahçesine taşımaya kalkmışlardı da imza kampanyası ve büyük protestolar sayesinde zavallı Boğa yerinde kalabilmişti. Düşünsenize Boğa oradan kaldırılsaydı ne çok anımız yok olacaktı, ne çok şey kaybedecektik! En basitinden, insanlar “Boğa'da buluşalım” gibi kısa cümleler kuramayacak, “Köşedeki iç çamaşırcı var ya hani, onun karşısında ortada bir yuvarlak var, eskiden Boğa vardı ya, işte oraya gel!” diyeceklerdi mesela, ne gereksiz ve uzun bir konuşma!



Yanlış anlaşılmasın, gelişime elbette karşı değilim, benim derdim gereksiz değişimlerle! Yoruluyorum ne yapayım.

Son zamanlarda o kadar çok şey değişmeye başladı ki, artık bırakın bunlara adapte olmayı, takip bile edemez oldum. Sevmiyorum ben bu kadar çok değişikliği. Tekrar edeyim, kesinlikle geri kafalı değilim, ama bu kadarını kaldıramıyorum. Zaten değişimlerin çoğu da “ileri kafalılık” adına yapılmıyor!

Haksız mıyım değil miyim aklıma gelenleri yazdıktan sonra siz takdir edin artık.

Eskiden, çok değil bence birkaç yıl öncesine kadar Anadolu Liselerine Giriş Sınavı vardı, şimdi o sınav kalktı. Bir ara adı SBS olan ve kaç tane olduğunu bilmediğim sınavlar dizisi koydular, son zamanlarda açılımını bilmediğim- merak da etmediğim- TEOG diye bir şey duyuyorum. Eğer benim gibi çocuklarla yakın teması olmayan biriyseniz, bu sınavların adını bilmek bir yana, şu anda ilkokullarda ve liselerde nelerin değiştiğini anlamanız mümkün değil. Borsa gibi mübarek, her sene bir şey değişiyor! Eskiden öyle miydi, sade ve basitti her şey. Anadolu Lisesi ve Fen Lisesi sınavları olurdu, o kadar. Bunu da herkes bilirdi. Değişim yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de karmaşıklaşıyor herşey.. Kafalar bin beş yüz!

Ya üniversite sınavlarına ne demeli? Bundan çok önce değil, yine yakın zamanlarda ÖSS ve ÖYS vardı, sağır sultan bile bilirdi bu sınavların ne olduğunu. Sonra nedense YGS ve LYS oldu adları. Şimdi eğer yakınlarınız içinde sınava girecek bir öğrenci yoksa biliyor musunuz son durumu ve kaç tane sınav olduğunu ve adlarını? Ben şahsen bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, zira seneye nasılsa var olanı da değiştirirler!


Çok değil birkaç yıl önceye kadar bayramlar statlarda kutlanırdı, son yıllarda bu yasaklanmıştı diye biliyordum. Hatta Atatürk anıtlarına bayramlarda çelenk koyanlara polis engel oluyordu! Ama Cumhuriyet Bayramı sanki eski sistem gibi kutlandı bu sene. Acaba Cumhuriyet Bayramı'nı statta kutlamak yasak değil miydi? Belki de öyleydi...! Bir de ben hiç farkında değilmişim, 28 ekim günü yarım gün tatilmiş meğer, peki ne zamandan beri böyle? Bilemiyorum, son yılların değişim furyasında araya kaynamış demek ki. Eskiden bayram sonrası okullara tatil verirlerdi çocuklar bayramda yoruldu, dinlensinler diye. Şimdi ise bayram öncesi yarım gün tatil yapmışlar. Hoş tatil tatildir sorgulamayayım ama nedendir bu değişim inanın hiçbir fikir ve mantık yürütemiyorum.

Yine çok değil birkaç yıl öncesine kadar ilk ve ortaokullarda forma giyiliyordu, sonra bir ara serbest kıyafet uygulaması çıktı galiba, sonra ne oldu inanın bilmiyorum. Mesela bir turist gelse bana sorsa, “ Sizin ülkenizde lise öğrencileri forma mı giyiyor, yoksa serbest kıyafet mi?” dese inanın cevap veremem. Eskiden olsa düşünmeden yanıtlardım. Dedim ya kafalar bin beş yüz!

Bu değişimler hem hızlı oluyor, hem de medyada o kadar polemik malzemesi oluyor ki anlaşılmaz hale geliyor her şey. Değişim, çok yakından sizi etkilemiyorsa neyin ne olduğunu tam da bilemiyorsunuz, takip edecek hal de kalmıyor zaten! Bence okullardaki eski uygulama güzeldi, fakir zengin herkes bir forma altında eşitleniyordu en azından. Şimdi nasıl bilmiyorum, bu yazıyı yazarken fark ettim hem de bilmediğimi. Yazı bitince nasıl bir cehalet içinde olduğum/bırakıldığım ortaya çıkacak diye endişelenmeye başladım şimdiden. Oysa ben haber de dinlerim, gazete de okurum yüreğim elverdiği kadar. Ben böyleysem gündemi hiç takip etmeyenler nasıldır acaba?

Bırakalım sosyal hayatı bir de magazin dünyasına bakalım isterseniz. 

Değişmeyen tek şey sanırm Ajda Pekkan'ın gençliği!

Eskiden bir dizi tutmasa bile bir sezon devam ederdi, eğer kaldırılacaksa da üstün körü bile olsa bir final çekilirdi biliyorsunuz. Şimdi diyelim ki pazartesi akşamı saat 20:00'de bir dizi izlemeye başlıyorsunuz, iki bölüm sonra bir de bakıyorsunuz ki sizin dizinin yeri ve saati değişmiş,  hoop perşembe gece 23:00'e alınmış, kimse sizi uyarmamış bile! Ertesi hafta bir de bakıyorsunuz hepten kaldırılmış, izleyiciye saygı maygı da yok artık! Neden? Tamam başka bir yazıya konu edecek kadar çok nedeni var ama birinci sırada reytingler geliyor.

Cevap:Çünkü reyting sistemi değişmiş!!

AB grubu eskiden eğitim ve gelir düzeyi yüksek gruptu, artık eğitim kriteri yerine sadece gelir grubuna bakılmaya başlandı.Üstelik bu deneklerin oranı da azaltıldı yeni sistemde. Hal böyle olunca da eğitim düzeyi yüksek olanların beğendiği diziler reyting almamaya başladı ve kaliteli yapımlar da birer birer yok oldu. Peki reyting sistemi neden değiştirildi, bilemiyorum ben şahsen. İzleyicinin eğitim seviyesini “salla gitsin” dedi herhalde birileri. Eğitimli insana negatif ayrımcılık yapacakları tuttu muhtemelen!

Yoruluyorum arkadaş, gülümseyerek izlediğim nadir dizilerden Yalan Dünya'yı kaç sezondur cuma akşamı 08:00'de izlemeye alışmışken, çarşamba saat 23:00'e koymaları zoruma gidiyor ne yapayım. Basit bir şey bu, ama bazen basit şeylerin değişimi bile insanı yoruyor haksız mıyım?


Mesela ben aylardır Taksim'e gitmiyorum, gitmeyi içim kaldırmıyor çünkü. Son gördüğümde rezil bir beton vardı ortada, görünce içim acımıştı, şehrin ana merkezlerinden biri resmen köy meydanına dönüşmüş! Yanlış bilmiyorsam İstiklal Caddesi'ndeki arnavut kaldırımlarını da söküp yerine asfalt dökmüşler. Trafiğe kapalı bir caddeye estetik yoksunu asfalt dökme mantığını anlamak mümkün değil. Böyle konularda iyice muhafazakârlaşıyorum elimde değil.. Ne istersiniz sokak taşlarından, bırakın yerlerinde kalsınlar, o taşlarda ne anıları var insanların!

En son duyduğum değişiklikten ise tüylerim ürperdi resmen! Sosyal medyada görmüşsünüzdür, İstiklal Marşı'nı değiştirmişler, mehter marşı gibi bir besteyle yeniden söylemişler! Üstelik yeni sarayın tanıtım filminin fonunda kullanmışlar o acayip besteyi!

Bu yazıyı yazmamdaki asıl sebep de budur aslında...

Evet ben, - dışarıdan öyle görünmesem de -  birçok konuda muhafazakâr bir insanım, yani korumak istiyorum bir şeyleri, alışkanlıklarımla oynamasınlar daha fazla!





Devamını Oku