Bir
varmış bir yokmuş, bazıları mavi, bazıları yeşil, bazıları
pembe, bazıları turuncu renkli şipşirin yaratıkların yaşadığı
kocaman bir köy varmış. Yıllar önce köylerini kara yürekli
emperyal kasabalıların saldırısından kurtarmak için
savaşmışlar. Bir dönem kendi yağlarıyla kavrularak mutlu mutlu
yaşamışlar da.. Ama bilirsiniz mutlu hayatlar, masallarda ve
hikayelerde bile pek uzun sürmez. Ya babaanne görünümlü kurt
gelir, ya kıpkırmızı elma ile prensesi kandıran kötü kalpli
cadı çıkar, ya da kıskanç üvey anne devreye girer. İşte bizim
rengarenk şipşirin köye de Gargamel'giller dadanmış.
İlk
zamanlar bizim saf ve temiz yürekli şirinler inanmış bu
gargamelgillere. Gargamellerin kırmızı kurdela keserek açılışını
yaptığı büyülü çeşmeden akan su, hoş görünmüş bizim saf
şirinlere. Zaman içinde gözünü para hırsı bürümüş
gargameller, köyün bütün güzelliklerini yavaş yavaş ele
geçirmeye başlamışlar. Başlarda hiçbir şeyin farkında olmamış
şirinler, çünkü gargamel onlara kıpkırmızı bir elma şekeri
dağıtıyormuş her gün. Bizim şirinler ise afiyetle ve ağızlarının
suyu akarak yedikleri elma şekerinin aslında onları
aptallaştırdığının hiç farkında değilmişler ne yazık ki!
Gargamelgiller
ve onlar gibi gözünü para hırsı bürümüş yaratıklar yüzünden
köyün eski güzelliğinden, estetiğinden ve yeşilliğinden pek
bir eser kalmamış maalesef. Ve bir sabah uyandıklarında
kendilerini tanıyamamış şirinler. Eskiden birbirlerine sevgiyle
bakan mavi şirinler, yeşil şirinlere öfle ile bakıyormuş artık;
pembe şirinler turunculara ağaçlardan kopardıkları kuru dallarla
saldırıyorlarmış. Şirin köyü savaş alanına dönüşürken
gargamelgiller ise altınlarını mücevherlerini sevip okşamakla
meşgulmüşler.
Bu
öfke ve kindarlık yıllarca sürüp gitmiş. Ta ki bir ağaç,
kendini ve canını ortaya atana kadar! Gargamel, her zamanki
oburluğu ile köyün son kalan ağaçlarından birini kesip yerine
kendisine kırmızı mantardan yazlık köşk yapmayı düşünürken,
ağaç birden konuşmaya başlamış:
“Artık
yeter, beni ve hiç bir ağacı kesemezsin!”
Gargamel
şaşırmış, biraz da korkmuş. Böyle bir tepkiyi beklemiyormuş
çünkü. Elma şekeriyle uyuttuğu şirinler hiçbir yaptığına
ses çıkarmıyormuş ki yıllardır! “Amaan!” demiş,
“Bir tanecik ağacı susturamaz mıyım!” Tam ağaca
baltasını uzatıp kesmeye kalktığında ise bir mucize olmuş.
Pembe şirinler ağacın önüne kendilerini siper etmişler.
Ardından yeşil şirinler onları takip etmiş, ardından maviler ve
turuncular; derken kahraman ağacın önünde binlerce rengarenk
şirinden bir duvar örülmüş adeta.
Gargamel
bağırmış, çağırmış, askerlerine emirler yağdırmaya
başlamış. Ama o da ne! Daha öncesinde bir dediğini iki
ettirmeyen gargamelin askerleri, birer birer arkalarını dönmeye
başlamışlar. Gargamel çıldırmış, “neden, neden, neden!...”
diye kendi kendine bağırıp dövünürken derinlerden bir ses
gelmiş :
“Gargamel
bir şeyi atladın, o şirinleri uyutmak için tonlarca alıp
depoladığın elma şekerleri var ya, onların son kullanma
tarihleri geldi artık! Bilirsin, bu dünyada her şeyin bir son
kullanma tarihi vardır; ama sen o kadar zengin ve güçlüydün ki,
bu küçücük detayı düşünemedin. Maalesef elma şekerlerin
artık şirinleri aptallaştıramayacak. Ve biliyor musun, senin de
son kullanma tarihin çok yakın! Çünkü elma şekerlerine yaptığın
büyü bozulurken, kendin de hızla yok olmaya başladın. O elini
uzatıp kesmeye kalktığın ağaç var ya, kötüleri yok eden hayat
ağacıydı! Yok oluyorsun artık Gargamal ha ha ha!”
Gargamel
ürkmüş, sağına soluna bakmış, sesin nereden geldiğini
anlamaya çalışmış, ama kimseyi görememiş. Bu sefer bir kahkaha
sesi daha işitmiş, o davudi ses konuşmuş tekrar:
“Benim
kim olduğumu merak mı ediyorsun, ben bu köyde yaşayan
şirinlerim!”
“Nasıl
yani, bütün köy tek ses olmuş benimle mi konuşuyor yani,
saçmalamayın be!” diye bağırmış gargamel çaresizce.
Cümlesini bitirememiş, çünkü oracıkta erimeye başlamış bir elma şekeri gibi. Gargamel eridikçe yere katran karası bir
siyahlık yayılıyormuş. O siyahlık yavaş yavaş buharlaşmış
ve şirinler köyünde gargamelin izi bile kalmamış sonra...
Aradan
uzuuuun yıllar geçmiş, o gün bugündür rengarenk şirinler
köylerinde mutlu mutlu yaşıyorlarmış. Hatta bu pazar günü
şirinköyde seçim bile varmış biliyor musunuz, şirincikler neşe
içinde oylarını verecekler ve mutluluk saçan şarkıları
yükselecekmiş ağaç dallarının arasından...
Evet
ben de oradaydım. Açılışa davet edilen şehrin 300 “seçkin”
kişisinden biri miydim, hayır değildim. Ama olsun, katıldım
kaçak da olsa! Kitap sayfası şeklinde dizayn edilmiş masaların
aralarında süzülerek dolaştım, bütün konuşmalara şahit
oldum, ortamın havasını soludum. Beni kimseler görmedi...
Ömer
Zülfü Livaneli de masaların arasında dolaşıyordu, ben O'nu
gördüm. Hatta aralarda fısıltı ile konuştuk bile. Yıllardır
her yazısını, her şarkısını, her filmini takip etmeye
çalıştığım, en
sanatçı
kişi O, benim için.
Bir
ara, ne zamandı, evet hatırladım şimdi, 30. sayfada dolaşırken,
müziğin etkisine o kadar kapılmışım ki, etrafta “'Aa
Bach'diye
seslenen yarı bilmişlere
'Hayır
Pachabel'in Canon'u' diye cevap veren çok bilmişlerin”
sesini duyunca biraz gürültü ile gülmüşüm de uyardı beni.
“Sessiz olmalısın” dedi, sustum utanarak...
Çok
heyecanlıydım, Zülfü Livaneli'nin yazdıklarını okurken nasıl
heyecanlanıyorsam öyle bir ruh halindeydim.. Hem masaların
arasında süzülerek dolaşıp konuşulanları dinliyordum, hem de
elimdeki fosforlu kalemle anlamadıklarımın, ya da önemli
bulduklarımın altını çizmeye çalışıyordum. Bir taraftan
çağımızın en bilmiş şahsiyeti Google'a danışıyor, notlar
alıyor, bir taraftan da konuşulanları kaçırmamaya çalışıyordum.
Zülfü Livaneli benim bu halime gülümsüyordu, farkına vardım.
Ama beni takdir de etti sanki, bunu da hissettim. O da beni görüyordu
bilyordum, aynı Zeki Müren'in televizyondan hepimizi gördüğü
gibi...
Yine
bana o kadar çok şey öğretti ki... Yeni yeni kavramlar, yeni yeni
tarihi bilgiler, yeni yeni kitap adları, yeni yeni müzikler... İçim
kıpır kıpır o nedenle. Hangi birini anlatsam, nerden başlasam...
Mesela
bizim kız Zehra bir ara Sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da
İDİOKRASİ
dönemine girdiğini düşünüyordu. O açılışta sadece
konuşmaları değil, düşünceleri de duyabildiğim için hemen
ayırt edebildim bu daha önce duymadığım sözcüğü. Danıştım
elbette Google'a, idiokrasi,
geri zekalıların egemen olduğu toplum düzeni demekmiş.
Tam ben ne demek olduğunu kavramaya çalışırken salona giren
imparatorla birlikte Dvorak'ın
Yeni
DünyaSenfonisi
adlı ihtişamlı müzik çalmaya başladı gümbür gümbür.
İmparatordu ne de olsa, kim diye sormayın, açılışa gelseydiniz
bilirdiniz. Aslında açılış hâlâ
devam ediyor kitapçılarda,
gidin
kendi gözlerinizle görün!
Şehrayindedi
bir ara Livaneli, ne güzel bir sözcük dedim, bozuntuya vermedim
tabii ki bilmediğimi, hemen gizlice baktım anlamına, “bir
olayı kutlamak için şehrin ışıklandırılarak şenlikler
yapılması”
demekmiş. Gerçekten de Şehrayin havası vardı o gece..
Herkes
birşeyler söylüyordu, sanki İstanbul'un bütün nev-i şahsına
münhasır karakterleri toplanmıştı o açılışta. Livaneli ne
kadar özenli hazırlamıştı konuk listesini... Her masada ayrı
bir muhabbet, hangi birini dinleyeceğimi şaşırdım. Burjuvalardan
oldum olası nefret eden genç yazar adayı, gecenin DJ'i Emre'ye
kulak verdim bir ara: “Kapitalizmin
mal satmak için kullandığı sözcüklerin başında aşk geliyor,
aşktan kusacak hale geldik”
diyordu. Çok konuşup Zehra'yı kızdırsa da bence doğru şeyler
söylüyordu bu Emre. Ben de aynen öyle düşünüyorum, kapitalizm
bizim en naif duygularımızı sömürüyor, yalan mı?
Zehra
ile Emre'nin aşkına mutlaka tanık olmalısınız siz de, onların
aşkı öyle böyle değil çünkü, yaşadıkları tam bir TOMA
Romantizmi!
Benden bu kadar duyabilirsiniz, dedim ya, katılın açılışa
kendiniz tanık olun onların aşkına. Fazla dedikodu yapmaya
niyetim yok, ayıp olur Livaneli'ye... Ben en heyecanlandığım
anları anlatmaya çalışacağım size.
Bir
ara, 4 numaralı yuvarlak masanın tam yanından geçiyordum ki,
geçemedim.. Yapsat zengini Hulusi Ağa ile tarih profesörünün
kulağıma çalınan konuşmaları hem komikti hem de çok tanıdık
geldi, orada kalakaldım.. Gülerken ses çıkarmamak için kendimi
zor tuttum. Ne konuştuklarını söylemeyeceğim elbette. İçinizden
bazılarınız bana çok kızıyor bliyorum ama dedim ya, anlatamam,
gidin kendiniz görün... Bu arada itiraf edeyim ben daha önce
Victory Dönemi romancılarından Anthony
Trollope'yi
hiç duymamıştım. Zülfü Livaneli oradan göz kırptı; “olsun,
şimdi duydun işte”
dedi. Ergun Bey orijinalinden okuyormuş! Ergun Bey'i tanıtmadım mı
size, Zehra'nın patronu!
Livaneli
ile olan bağlarım sıkıdır demiştim ya, her seferinde bozguna
uğrarım, sanki suratıma çarpılır bir şeyler, O'nun engin
bilgisinin kıyısından köşesinden yararlanmaya çalışırım.
Hiç
unutmam, yıllar önce bir TV programında Livaneli müzik hakkında
konuşuyordu. Anlatırken arada şöyle bir cümle geçmişti:
“Mesela
Sabahat Akkiraz'ın billur gibi sesini çoğu genç hiç
duymamıştır!”
İşte o duymayanlardan biri de benim diyerek hayıflanmış,
kendimden adeta utanmış, ertesi gün gidip hemen Sabahat Akkiraz
albümü almıştım. O zamanlar daha milletvekili olmamıştı tabii
ki Akkiraz, tanımıyorduk, bilmiyorduk billur sesini. Bunu neden mi
anlatıyorum, o gece Emre türkülerimiz, Anadolu Kültürü ve müzik
hakkında o kadar güzel şeylerden bahsediyordu ki, aklıma yıllar
öncesinin bu anektodu geldi. Emre'yi dinlerken sanki Livaneli'yi
dinliyor gibiydim, tabii ki esprilerini de esirgememişti. Mesela
Çökertme türküsüne hiç O'nun anlattığı açıdan bakmamıştım
daha önce, ilahi Emre, sen çok yaşa e mi...
Bir
ara salondan mutfağa doğru süzüldüm. Garson Garip'le tanıştım,
içerideki ihtişamlı hayatın tam da kıyısında gibiydi, yüreğimi
burdu hikayesi.. “Allahım
beni kendimden koru”
diye dua eden Mahinur Hanım'ın öyküsü ise bir tokat gibi çarptı
yüzüme. Yeri gelmişken söyleyeyim,“Andouillette”
gibi adını daha önce duymadığınız yemeklere hemen saldırmayın
sakın. Hele benim gibi yemek konusunda nane molla bir yapınız
varsa, hiç yanaşmayın. Zira Fransız restoranlarının en pahalı
yemeklerinden olan Andouillette, anladığım kadarıyla bağırsağın
içine domuzun eti, iç organları ve hatta kanının bile
doldurulduğu bir çeşit kokoreç gibi bir şeymiş- ki ben kokoreçi
de ağzıma süremem, bunu düşünemiyorum bile! (Evet iğrenç oldu
bu tanım, yazıya da yakışmadı farkındayım ama kusura bakmayın,
bu yeni öğrendiğim bilgiyi sizinle paylaşmak zorundaydım, sadece
sorumluluk hissettiğim için yani, yanlış anlaşılma olmasın.)
Peki
peki, konuya dönüyorum hemen...
Daha
kimler vardı kimler, ne hikayeler anlatıldı o masaların arasında.
Mesela bir gazetecenin Roboski söyleşisinin yayınlanmayan
bölümlerini dinleyince tüylerim diken diken oldu. Biraz daha
ilerleyince üstat felsefecenin yüksek perdeden konuşmaları,
hakime hanımın anlattıkları, hele o Mustafa Yılmaz'ın ürperten
hikayesi...
Yalnız
bir ara deneme kitapları yazan, çeviriler yapan, gazetelere kültür
yazıları yazan sessiz gözlemcinin
bir saptaması vardı ki, müthişti:
“Türk
basını çoktan beridir düz yazı ile şiiri birleştirmiş, her
cümleyi paragraf olarak yazıyor, böylece okur da beyazlığı,
boşluğu çok olan kısa cümleleri okuyabiliyor”
dediğinde ve üzerine Şaban filmleri ile İvedik'i
karşılaştırdığında var ya neredeyse gidip Suat Haznedar'ı
tebrik edecektim, Livaneli yine bana “ne
yapıyorsun, sakin ol!”
bakışı attı da yandan, kendimi zar zor frenleyebildim! Bir
anlasalar oralarda kaçak göçek dolaştığımı, nasıl bir
rezalet çıkardı düşünsenize... Hayır o kadar çaba sarfeden
Zehra'ya yazık olurdu, burjuvalar umrumda değil yoksa!
Bir
ara benim gibi kaçak girenler değil de daha farklı gölgeler de
dolaşmaya başladı masaların arasında. Kimler yoktu ki, ürperdim.
Yaşamayanlardı onlar. Bir sır vereyim, her birini tanımak için
müstearlar
sözlüğüne baktım tek tek. Müstearın ne olduğunu
söylemeyeceğim, onu da kendiniz araştırın bir zahmet!
Bir
ara masaların arasında dolaşırken Mutluluk romanındaki Meryem ve
Cemal'e selam gönderesim bile geldi, nedenini açılışa gidince
siz de anlayacaksınız.
Yazmaya
meraklı olan biri olarak bana verdiği ders için ise ne kadar
teşekkür etsem azdır Livaneli'ye:
Edebiyat
öğretmeni ve aynı zamanda kitap eleştirisi de yapan HH diyordu ki
(sayfa 395)
“ ...İyi
yazarlar, insanlığı değil insanları, daha çok da kendilerini
anlatır; yazdıklarının insanlığı temsil edip etmediğine ise
başkaları karar verir; daha çok da okurları.”
Ben alacağım dersi almıştım, Emre mi, O ne yaptı gidin kendiniz
görün!
Açılış
öyle dolu doluydu ki, zamanın nasıl geçtiğini gerçekten hiç
anlamadım. Anlatılan hikayeler, konuşulan konular zaman zaman
yüreğimi burktu, zaman zaman şaşkınlık içinde kaldım, zaman
zaman 'demek bunlar da yapılmış!' dedim ve inanın hiç ama hiç
sıkılmadım. Nekropolisin sakinleri konusuna girmeyeceğim, lütfen
üzerime gelmeyin!
Emre
bir ara (syf:429) demişti ki:
“...
İnsanların kısacık ömrü, hikayeler olmazsa neye yarar? Bizi
onlar koruyor, her şeye derinliğini ve anlamını hikayeler
veriyor. Hikayesiz kalmış insanlara çok acıyorum.”
Bu
lafın üzerine başka bir söze gerek yok gerçi ama, söylemeden
geçemeyeceğim yine de. Söz ustası, üstat Livaneli, sen çok
yaşa olur mu! Bu derin, bu dolu dolu, bu nasıl söylesem, sarsıcı,
bu bize ayna gibi tuttuğun hikayelerini çook uzun yıllar anlatmaya
devam et lütfen. Yüreğine ve kalemine sağlık üstat, yine aldın
beni benden...
Bugün
benim için ne cumhurbaşkanlığı tartışmaları, ne o, ne de bu;
bugün Edip Cansever hissiyatındayım. 28 Mayıs 1986 yılında
kaybetmişiz kendisini; yani tam 28 yıl önce bugün. Işıklar
içinde uyusun..
Edip
Cansever'i anlatmak bana düşmez, haddimi bilirim. Ben sadece
şiirlerini çok severim, birkaçını da ezberden söylerim laf
aramızda. Söylerim dedim, çünkü bana göre şiir okunmaz, içten
gelerek söylenir..
Geçmiş
yıllardan izler taşıyan, o yılların hüznünü, mücadelesini,
bakış açısını hissettiren kitaplar okumak isterim bazen. Belki
de günümüzün kaotik ortamından kaçmak, azıcık nefes almak
için bilinçaltım yönlendiriyordur böyle öykülere, kim bilir!
Yerli edebiyatta Kurtuluş Savaşı öncesi ve tam sonrasını
anlatan kitapları severim mesela. Kapitalizmin ön planda olmadığı
o yıllarda, ilişkilerin de daha naif, daha insancıl olduğunu
düşünürüm hep. Çılgınca tüketim nedir bilinmezken, daha
bir incelikli ve dolayısıyla daha değerli gelir o dönemin insan
ilişkileri ve öyküleri.
Ateş
Yılları da o tarz kitaplardan. Aldı beni fakir ama onurlu yaşanan
yıllara götürdü. 1919'da başlayıp 1923'de biten 480 sayfalık
macerayı sevdim.
Ateş Yılları, Hasan İzzettin Dinamo
Hasan
İzzettin Dinamo adını duymuş, fakat hiç kitabını okumamıştım.
Ateş Yılları'nı görünce hemen aldım Kabalcı Kitabevi'nden.
Upuzun güzel bir romandı, kısa olanları sevmem zaten, öykü
okumaktan keyif de almam hiç. Baştan söylemeliyim ki yazarın duru
Türkçesine hayran kaldım. Giysi yerine kullandığı “giynek”
sözcüğünden çok hoşlandığımı belirtmeden geçemeyeceğim.
1919'da
Amasya'da başlıyor hikaye. İşgal altındaki İstanbul'u terk edip
Amasya'ya gelen eğitimci Abbas Bey'in Müeyyet adındaki güzeller
güzeli kızı, “kafes”in ardından bakarak geçirir günlerini.
Pontus çeteleri her geçen gün etrafa korku salmaktadır. Ne
jandarma vardır, ne de polis zaten. Herkes kendi güvenliğini
kendisi sağlamak durumundadır. Zordur yaşamak...
Abbas
Bey'lerin yaşamında önemli bir yer işgal edecek olan Mehmet Kemal
ve Ahmet kardeşler ise Merzifon Amerikan Koleji'nde okumaktadırlar.
Bu ikiz kardeşlerin babaları Türk'tür ve Rum olan annelerine aşık
olmuştur zamanında. Mehmet müslümandır, Ahmet ise kolejde
kandırılıp Hristiyan olmuştur. Anne tarafından dedeleri sıkı
bir sosyalisttir öte yandan.
Rum
ya da Türk fark etmez, insan hikayeleridir anlatılan. Mesela
İngilizler tarafından üç duvarlı bir hücreye atıldığında
Mehmet Kemal'e sigara veren, yardım eden işgalci asker karakterlere
rastlamak oldukça etkileyicidir.
Aşk, özlem gibi insana dair duyguları geri plandaki kurtuluş mücadelesi ile çok güzel harmanlamış yazar.
Ateş Yılları, arka kapak
Kitabın
son sayfasını dün akşam kapattığımda “insanlar ne acılar
çekmişler bu güzel topraklarda bir arada kardeşçe yaşamak için”
diye düşündüm. “İnsan olmaya çalışmaktan başka ne amacımız
olabilir ki!” dedim kendi kendime. Bütün savaşları, bütün
güç ve gövde gösterilerini, o tepeden konuşan siyasetçi
bozuntularını, egosu tavana vurmuş saçma yöneticileri hiç
sevmediğimi bir kez daha anladım bu kitabı okurken.
İnsana
yakışan hikayeler içinde, insancıl karakterlerle varolma özlemim,
her kitapta daha da çoğalıyor sanırım..
Bu
güzel kitap için yazarı Hasan İzzettin Dinamo'nun anısına
saygılarımı sunmak isterim. Vikipedi'den alıntıladığım yaşam
öyküsü şöyle:
Hasan
İzzettin Dinamo (1909,
- 20
Haziran 1989)
Babasını
1. Dünya savaşında kaybedince, Gazi Eğitim'deki öğrencilik
hayatını bırakmak zorunda kalıp geçimini çeviri yaparak ve ders
vererek sağlar.
Nazım
Hikmet'in şiirleriyle tanışınca kendisini toplumcu çizgide
bulur. Yedi ciltlik Kutsal İsyan, Savaş ve Açlar gibi önemli
romanları vardır.
1977'de
Kutsal Barış romanıyla Orhan Kemal roman ödülünü kazanır.
Romanlarında genellikle savaş dönemlerini anlatan sanatçının
şiir kitapları da vardır. Birçok şair ve yazarın hüküm
giydiği meşhur 142. madde nedeniyle 4 yıl hapiste kalmıştır.
Hepimizde
magazin özlemi var, kimse itiraz etmesin. Hele ki politik magazin,
dozunda alındığında insanı gevşeten, rahatlatan bir şey...
“Ben
sadece belgesel izliyorum, köşe yazısı okuyorum , magazin mi,
asla ve kat'a! “ diyerek sıyrılmayın.
Bakın
mesela İngilizlere, veliaht Prens William ve Kate Middleton'un
ikinci bebekleri kız mı olacak erkek mi olacak diye bahisler
açıldı, insanlar merakla bekledi, çocuk doğunca bu sefer isim
bahisleri açıldı. Tatlı tatlı dedikodular dönmeye başladı.
Hatta Rus kadınları olur mu canım, Kate hiç doğum yapmış
kadına benzemiyor, bu bebek de bir günlük bebek olamaz, kesin
taşıyıcı anne doğurdu bebeği diye ortalığı karıştırdılar.
Eğlenmedik mi, eğlendik. İçinizden kaçınız Kate ile William'ın
fotoğraflarına bakmadınız? Ben- ki kıyafet, stil, tarz marz
konularına hiç mi hiç ilgi göstermem- Kate'in şapkalarına
zevkle bakmaktan kendimi alamıyorum. Bu da politik magazin
neticede. Zararsız ve dozunda...
Kate Middelton ve bebeği (netten alıntı)
Adamların
ülke çapında sorunları yok ki! Para dersen paraları var, yargı
dersen en güvenilen hakimler onlarda. Demokrasi kültürleri zaten
oturmuş. Elbette arada sırada tatlısu magaziniyle ilgilenip
eğlenecekler.
Obama'nın
eşi Michelle, paskalya töreninde obeziteye ilgi çekmek için
kameralar önünde bir dans grubuyla dans etti geçenlerde. Yüzümüzde
gülümseme ile izledik, vay be dedik, kadın ne kadar formda, çok
da güzel dans ediyor dedik.
Michelle Obama (netten alıntı)
Bu
da magazin işte, hem de politik magazin! Dünyayı yöneten
Amerika'nın först leydisi giymiş sıradan pantolon tişörtü dans
ediyor. Tepeden bakmıyor, halkdan biri gibi rahat davranıyor.
Daha
neler var neler! Mesela Katar'dan sonra dünyanın en zengin ülkesi
olan Lüksemburg'un gay başbakanı erkek arkadaşı ile evlenmiş,
yüzünde samimi bir gülücükle eşini tanıştırıyor topluma,
şöyle diyor: “Herkes benim gibi mutlu olsun!” Bırakın kendi
zihniyetlerini dayatmayı, herkes herkese saygı duyuyor
anlayacağınız.
Bir
de bizdeki politikacılara bakın, gündemlerinde neler olduğuna
değinmeye niyetim yok merak etmeyin. Büyük çoğunluğu renksiz,
sıradan olmanın ötesinde stresli ve sevimsizler zaten! Üst
perdeden bağırıp çağırmayı, sanki kendileri uzaydan gelmişler
gibi içinden çıktıkları halkı aşağılamayı biliyorlar
sadece. Omuzları dik, gözleri ufukta uzaklara bakıyor, sanırsınız mitolojiden fırlayıp gelmişler, bir havaları var ki!
Kendilerine aşıklar, bu aşikar!
Çok
değil geçen seçime kadar kendimi bu gri adamların (aralarında
kadın zaten çok az) stresli söylemlerine kaptırıyor, televizyon
karşısında kendi kendimi yiyordum. Artık akıllandım, onlar
yüzünden niye kendime zarar vereyim ki! Bunu yapmamaya
başladığımdan beri inanın çok daha huzurluyum, tavsiye ederim.
İnsanların
yüzünden ve özellikle bakışlarından aldığım elektriği
önemserim. Mesela o gözleri kötü kötü bakan, samimiyetsiz ve
etrafına kötü enerjiler yayan, hiç gülmeyen adam var ya, o
çıkınca hoop kanalı değiştiriyorum. Olmadı televizyonun sesini
kısıyorum.
Bir
de sesi çatal çatal çıkan, oldum olası ne kendisini ne de
düşüncelerini beğenmediğim o itici adam var, o çıkınca da
aynısını yapıyorum. Hele bir tanesi var ki, yenilerden olur
kendisi, bakışlarından bile “siz kimsiniz ya, ben üstün
insanım” mesajı yayılıyor, hem de dalgacı dalgacı bakıyor. Konuşmuyor, adeta höykürüyor,
halbuki kendisini pek kaale alan da yok! O'nu da es geçiyorum. Bir
tanesi zaten kitleler için büyük hayal kırıklığı, çıkıyor
sahneye hep aynı şeyleri söylüyor da söylüyor, söylüyor da
söylüyor! Kısa cümlelerle hem de, sanırsınız okul
müsameresinde şiir okuyor. O da hiç ilgilendirmiyor artık beni.
Rahatım, ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler onlara hiiç
kızmıyorum. Biliyorum ki hepsi tarihin tozlu sayfalarında silinip
gidecekler. Kimler silinmedi ki!
Hollanda Başbakanı bisiklette (netten alıntı)
Ne
kadar asık suratlı ve ne kadar samimiyetsizler... Konuştukları
zaman etrafa ateş püskürüyorlar adeta, ağızlarından çıkan
sözcükler ortalığı yangın yerine çevriyor. Oluşturdukları
yangın kırmızı da değil, bildiğin gıpgri.. Oysa hayat renkli,
bu kadar ağır değil, güzel tarafları da var. Olmalı... Birisi
çıksın mesela Aleksis Çipras gibi yanında koruma olmadan halkın
içinde dolaşsın. Hollanda Başbakanı Mark Rutte gibi bisikletle
gitsin toplantılara... Michelle gibi kot pantolonla, sıradan
giysilerle, günlük hayatıyla çıkabilsin kameralar karşısına!
Kate Middelton ve şapkaları (netten alıntı)
Bunlar
hep magazin işte, sizi bilmem ama benim özlediğim magazin
haberleri tam da böyle...Yoksa kim mitingde ne demiş, kim bol
keseden atmış tutmuş duymuyorum bile, duymaya da niyetim yok seçim
sonuçlanana kadar.
Sahi
Kate'in şapkaları ne güzel değil mi, o tüllü olan var ya o
tüllü olan...
Önce
çok heyecanlandım, oyun başlayınca bu heyecanım coşkuya
dönüştü. Sahnedeki sanatçılarla benim aramda sanki bir sır
vardı ve bu sır yavaş yavaş açığa çıkıyor gibiydi. Tam da
öyleydi. Ben biliyordum ne söyleyeceklerini, onlar da biliyorlardı
ve söyledikleri anda sırrımızı artık herkes öğrenmeye
başlamıştı. Neydi bu sır, çok mu önemliydi, hayır değildi
diyemeyeceğim, önemliydi elbette. İnsanların, kameraların, kayıt
cihazlarının önünde açığa çıkıyordu, sadece bir kişinin
kafasından geçenler, ne müthiş bir duygu!
Düş
gücümle canlandırdığım karakterler ete kemiğe bürünüyor,
sözcükler imgesel düzlemden adeta havalanırcasına uzaklaşıyor
ve gerçek bir sese dönüşüyordu, kolay değildi elbette..
Televizyonlarda, sahnelerde bir hayal gibi gördüğümüz, sanki
başka dünyalardan bizlere seslendiğini varsaydığımız
sanatçılar aracı oluyordu bu dönüşüme... Ne müthiş bir
duygu!
Oyun
ilerledikçe şaşkınlığım biraz azaldı ve ben, daha da keyif
almaya başladım. Çünkü oyunun yaratıcı süreci ikinci
evresindeydi artık. Oyuncular, yazdığım metne kendi duygularını,
kendi yorumlarını ilave ederken, sanatın ne kadar muhteşem bir
olgu olduğunu bir kez daha anladım... Bu sürece kim elini uzatsa,
kendinden bir iz bırakıyordu çünkü. Sonrası Edip Cansever'in
dediği gibi:
“...Derken
karanfil elden ele...”
Hepimizin
bir misyonu var bu hayatta; kimileri oynuyor, kimileri de anlatıyor.
Ben anlatan tarafta görüyorum kendimi. Hele bu oyun sahnelendi ya,
daha da yazasım geliyor artık! Hep yazayım, oyun olsun, film
olsun, roman olsun istiyorum. İnsan kendisinin yöneticisi olarak
hayal gücünü seçerse böyle oluyormuş demek ki, bir kere
dizginleri ele alınca hiç bırakmıyor şakacı şey!
Şaşkınlığım
ve elimi kolumu nereye koyacağımı bilmezliğim giderek artıyor
bu yüzden...
Önemli olan ne kadar hızlı vardığınız değil, nasıl vardığınız...
Trafikte aşırı hız yapmayın! Çünkü Trafik Hayattır!
Aşırı hız son yıllarda kazaya sebep olan unsurların başında yer alıyor. Özellikle gençlerin yaptığı trafik kazalarının çoğu aşırı hız nedeniyle meydana geliyor. Doğuş Otomotiv’in kurumsal sorumluluk markası Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ı konusunu ana mesajları arasına alarak projelerini kurguluyor.
Dünya Sağlık Örgütünün raporuna göre trafik kazalarındaki ölümlerin yaş grubu analizinde diğer ölüm nedenleri arasında 15-29 yaş grubu birinci sırada yer alıyor. Bu durum gençlere yönelik trafik güvenliği kampanyalarının acil olarak arttırılması gerektiğini gösteriyor. Trafik Hayattır platformu bu noktada çok önemli inisiyatifler alarak önemli projeler geliştirdi; 4 senedir devam eden Trafik Güvenliği Uzaktan Eğitimi projesinin üniversitelerde seçmeli ders okutulmasının yanı sıra, 2014 yılında radyolarda yer alan ‘aşırı hız’ radyo spotu da dikkat çeken bir diğer proje oldu. İki projede birçok önemli ödül aldı. Bu ödüllerden en çok gurur veren ise 2014 Birleşmiş Milletler Genel Kurultay’ın da iki projenin Avrupa’da trafik güvenliğiyle ilgili örnek uygulama seçilmesi oldu.
Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ ile ilgili projelerine yenisini ekledi ve her birinde farklı trafik güvenliği mesajlarının verildiği bir animasyon serisi üretti. Aşırı hız konulu animasyonda her gün trafikte rastladığımız hatalar vurgulanıyor. Çocuğunu almaya giden bir babanın trafikte kalmasını ve sonrasında hız yaparak girdiği emniyet şeridinde kaza yapmasını anlatan animasyondan hepimizin çıkaracağı dersler var. Bir boomads advertorial içeriğidir.
Günde
12 saatten toplamda 24 saat oyun izleyeceğiz. 11 oyunla 11 ayrı
dünyaya gideceğiz, aslında tam bir ruh detoksu olacak bu etkinlik.
Güncel
politikanın, seçimlerle ilgili gergin gündemin uzağında kalacağız iki günlüğüne. Gören-görmeyen zihinlerin amatör kalemlerinden dökülen
sözcükler, profesyonel oyuncularla hayat bulacak.
Ne
kadar heyecan verici!
Daha
önce sizlere #görmesendeolur adlı bu özel atölye çalışması
hakkında bu yazımda bilgi vermiştim. Artık söz bitti, şimdi
oyun zamanı!
Gösteri
zamanı geldi çattı, program netleşti.
9
Mayıs cumartesi sabahı eşinizi dostunuzu, komşunuzu alın,
Caddebostan Kültür Merkezi'ne gelin, hatırlatayım etkinlik ÜCRETSİZ.
Herkesin
sanata ihtiyacı var, hatta bu aralar her zamankinden daha çok!
Bu
arada belirteyim, oyunlardan bir tanesini de ben yazdım naçizane,
heyecanlıyım çok...
Oyuncular:
Algı
Eke, Bennu Yıldırımlar, Birce Akalay, Can Yaman, Deniz Türkali,
Deniz Uğur, Elif Erdal, Furkan Palalı, Galip Erdal, Kerem Alışık,
Levent Can, Levent Ülgen, Mine Tugay, Oktay Kaynarca, Sarp
Levendoğlu, Savaş Alp Başar, Seda Güven, Sercan Alben, Serhan
Alben, Serkan Alben, Sezgi Mengi, Songül Öden, Tolga Güleç, Tuba
Ünsal, Uygar Özçelik, Yeliz Şar, Yunus Emre Yıldırımer
1
Mayıs deyince benim aklıma eşitsizlik,
adaletsizlik, haksızlık
geliyor.
Dünya
standartlarına göre bile yüksek olan maaşları ve örtülü
ödenekleri ile krallar gibi yaşayanlar, asgari ücret 1500 liraya
çıkarsa işsizlik artar, bu kabul edilemez mantıksız bir rakam
diyorlar.
Kendileri
korunaklı villalarda yaşarken, özel uçaklarla gezerken, 7
yıldızlı otellerde rüya gibi tatiller yaparken, bir işçinin
aldığı maaşın 10 katını sadece 1 çantaya veya bir saate, bir
kravata öderken, neredeyse sınırsız para harcarken, “işçinin
kaderi bu!” demeye getiriyorlar...
ASGARİ
ÜCRET949.07
lira şu anda.
Türkiş'in
yayınladığı son verilere göre,
DÖRT
KİŞİLİK AİLENİN AÇLIK SINIRI1.334
TL,
YOKSULLUK
SINIRI4.344
TL
İşçi
sağlığı ve iş güvenliğinden, işsizlikten, taşeronlaşmadan
bahsetmedik henüz, hoş bahsetmeye bile gerek yok ya zaten...
Çünkü
sözün bittiği yer çoktan gelmiş!
Şimdi
birileri “Taksim'de 1 Mayıs kutlayacağız” diyor, öbürleri de
“Taksim 1 Mayıs'a yasak!” diyor ...
İşçinin
ise Taksim'i önemsediğini hiç mi hiç sanmıyorum ben!
ADAMIN
EVİNE GÖTÜRECEK EKMEĞİ YOK, hangi kutlamadan söz ediyorsunuz
ki!
Taksim'e
gitseniz ne yazar, gitmeseniz ne yazar bu saatten sonra!