5 Haziran 2015 Cuma

Şirincikler oldu mu, gargameli kovdu mu hey hey hey!


Bir varmış bir yokmuş, bazıları mavi, bazıları yeşil, bazıları pembe, bazıları turuncu renkli şipşirin yaratıkların yaşadığı kocaman bir köy varmış. Yıllar önce köylerini kara yürekli emperyal kasabalıların saldırısından kurtarmak için savaşmışlar. Bir dönem kendi yağlarıyla kavrularak mutlu mutlu yaşamışlar da.. Ama bilirsiniz mutlu hayatlar, masallarda ve hikayelerde bile pek uzun sürmez. Ya babaanne görünümlü kurt gelir, ya kıpkırmızı elma ile prensesi kandıran kötü kalpli cadı çıkar, ya da kıskanç üvey anne devreye girer. İşte bizim rengarenk şipşirin köye de Gargamel'giller dadanmış.



İlk zamanlar bizim saf ve temiz yürekli şirinler inanmış bu gargamelgillere. Gargamellerin kırmızı kurdela keserek açılışını yaptığı büyülü çeşmeden akan su, hoş görünmüş bizim saf şirinlere. Zaman içinde gözünü para hırsı bürümüş gargameller, köyün bütün güzelliklerini yavaş yavaş ele geçirmeye başlamışlar. Başlarda hiçbir şeyin farkında olmamış şirinler, çünkü gargamel onlara kıpkırmızı bir elma şekeri dağıtıyormuş her gün. Bizim şirinler ise afiyetle ve ağızlarının suyu akarak yedikleri elma şekerinin aslında onları aptallaştırdığının hiç farkında değilmişler ne yazık ki!



Gargamelgiller ve onlar gibi gözünü para hırsı bürümüş yaratıklar yüzünden köyün eski güzelliğinden, estetiğinden ve yeşilliğinden pek bir eser kalmamış maalesef. Ve bir sabah uyandıklarında kendilerini tanıyamamış şirinler. Eskiden birbirlerine sevgiyle bakan mavi şirinler, yeşil şirinlere öfle ile bakıyormuş artık; pembe şirinler turunculara ağaçlardan kopardıkları kuru dallarla saldırıyorlarmış. Şirin köyü savaş alanına dönüşürken gargamelgiller ise altınlarını mücevherlerini sevip okşamakla meşgulmüşler.



Bu öfke ve kindarlık yıllarca sürüp gitmiş. Ta ki bir ağaç, kendini ve canını ortaya atana kadar! Gargamel, her zamanki oburluğu ile köyün son kalan ağaçlarından birini kesip yerine kendisine kırmızı mantardan yazlık köşk yapmayı düşünürken, ağaç birden konuşmaya başlamış:
Artık yeter, beni ve hiç bir ağacı kesemezsin!”

Gargamel şaşırmış, biraz da korkmuş. Böyle bir tepkiyi beklemiyormuş çünkü. Elma şekeriyle uyuttuğu şirinler hiçbir yaptığına ses çıkarmıyormuş ki yıllardır! “Amaan!” demiş, “Bir tanecik ağacı susturamaz mıyım!” Tam ağaca baltasını uzatıp kesmeye kalktığında ise bir mucize olmuş. Pembe şirinler ağacın önüne kendilerini siper etmişler. Ardından yeşil şirinler onları takip etmiş, ardından maviler ve turuncular; derken kahraman ağacın önünde binlerce rengarenk şirinden bir duvar örülmüş adeta.



Gargamel bağırmış, çağırmış, askerlerine emirler yağdırmaya başlamış. Ama o da ne! Daha öncesinde bir dediğini iki ettirmeyen gargamelin askerleri, birer birer arkalarını dönmeye başlamışlar. Gargamel çıldırmış, “neden, neden, neden!...” diye kendi kendine bağırıp dövünürken derinlerden bir ses gelmiş :

Gargamel bir şeyi atladın, o şirinleri uyutmak için tonlarca alıp depoladığın elma şekerleri var ya, onların son kullanma tarihleri geldi artık! Bilirsin, bu dünyada her şeyin bir son kullanma tarihi vardır; ama sen o kadar zengin ve güçlüydün ki, bu küçücük detayı düşünemedin. Maalesef elma şekerlerin artık şirinleri aptallaştıramayacak. Ve biliyor musun, senin de son kullanma tarihin çok yakın! Çünkü elma şekerlerine yaptığın büyü bozulurken, kendin de hızla yok olmaya başladın. O elini uzatıp kesmeye kalktığın ağaç var ya, kötüleri yok eden hayat ağacıydı! Yok oluyorsun artık Gargamal ha ha ha!”

Gargamel ürkmüş, sağına soluna bakmış, sesin nereden geldiğini anlamaya çalışmış, ama kimseyi görememiş. Bu sefer bir kahkaha sesi daha işitmiş, o davudi ses konuşmuş tekrar:

Benim kim olduğumu merak mı ediyorsun, ben bu köyde yaşayan şirinlerim!”

Nasıl yani, bütün köy tek ses olmuş benimle mi konuşuyor yani, saçmalamayın be!” diye bağırmış gargamel çaresizce. Cümlesini bitirememiş, çünkü oracıkta erimeye başlamış bir elma şekeri gibi. Gargamel eridikçe yere katran karası bir siyahlık yayılıyormuş. O siyahlık yavaş yavaş buharlaşmış ve şirinler köyünde gargamelin izi bile kalmamış sonra...



Aradan uzuuuun yıllar geçmiş, o gün bugündür rengarenk şirinler köylerinde mutlu mutlu yaşıyorlarmış. Hatta bu pazar günü şirinköyde seçim bile varmış biliyor musunuz, şirincikler neşe içinde oylarını verecekler ve mutluluk saçan şarkıları yükselecekmiş ağaç dallarının arasından...



Devamını Oku

3 Haziran 2015 Çarşamba

Konstantiniyye Oteli'nin Açılışı'na katıldım...



Evet ben de oradaydım. Açılışa davet edilen şehrin 300 “seçkin” kişisinden biri miydim, hayır değildim. Ama olsun, katıldım kaçak da olsa! Kitap sayfası şeklinde dizayn edilmiş masaların aralarında süzülerek dolaştım, bütün konuşmalara şahit oldum, ortamın havasını soludum. Beni kimseler görmedi...

Ömer Zülfü Livaneli de masaların arasında dolaşıyordu, ben O'nu gördüm. Hatta aralarda fısıltı ile konuştuk bile. Yıllardır her yazısını, her şarkısını, her filmini takip etmeye çalıştığım, en sanatçı kişi O, benim için.

Bir ara, ne zamandı, evet hatırladım şimdi, 30. sayfada dolaşırken, müziğin etkisine o kadar kapılmışım ki, etrafta “'Aa Bach' diye seslenen yarı bilmişlere 'Hayır Pachabel'in Canon'u' diye cevap veren çok bilmişlerin” sesini duyunca biraz gürültü ile gülmüşüm de uyardı beni. “Sessiz olmalısın” dedi, sustum utanarak...


Çok heyecanlıydım, Zülfü Livaneli'nin yazdıklarını okurken nasıl heyecanlanıyorsam öyle bir ruh halindeydim.. Hem masaların arasında süzülerek dolaşıp konuşulanları dinliyordum, hem de elimdeki fosforlu kalemle anlamadıklarımın, ya da önemli bulduklarımın altını çizmeye çalışıyordum. Bir taraftan çağımızın en bilmiş şahsiyeti Google'a danışıyor, notlar alıyor, bir taraftan da konuşulanları kaçırmamaya çalışıyordum. Zülfü Livaneli benim bu halime gülümsüyordu, farkına vardım. Ama beni takdir de etti sanki, bunu da hissettim. O da beni görüyordu bilyordum, aynı Zeki Müren'in televizyondan hepimizi gördüğü gibi...
Yine bana o kadar çok şey öğretti ki... Yeni yeni kavramlar, yeni yeni tarihi bilgiler, yeni yeni kitap adları, yeni yeni müzikler... İçim kıpır kıpır o nedenle. Hangi birini anlatsam, nerden başlasam...

Mesela bizim kız Zehra bir ara Sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da İDİOKRASİ dönemine girdiğini düşünüyordu. O açılışta sadece konuşmaları değil, düşünceleri de duyabildiğim için hemen ayırt edebildim bu daha önce duymadığım sözcüğü. Danıştım elbette Google'a, idiokrasi, geri zekalıların egemen olduğu toplum düzeni demekmiş. Tam ben ne demek olduğunu kavramaya çalışırken salona giren imparatorla birlikte Dvorak'ın Yeni Dünya Senfonisi adlı ihtişamlı müzik çalmaya başladı gümbür gümbür. İmparatordu ne de olsa, kim diye sormayın, açılışa gelseydiniz bilirdiniz. Aslında açılış hâlâ devam ediyor kitapçılarda,
gidin kendi gözlerinizle görün!

Şehrayin dedi bir ara Livaneli, ne güzel bir sözcük dedim, bozuntuya vermedim tabii ki bilmediğimi, hemen gizlice baktım anlamına, “bir olayı kutlamak için şehrin ışıklandırılarak şenlikler yapılması” demekmiş. Gerçekten de Şehrayin havası vardı o gece..

Herkes birşeyler söylüyordu, sanki İstanbul'un bütün nev-i şahsına münhasır karakterleri toplanmıştı o açılışta. Livaneli ne kadar özenli hazırlamıştı konuk listesini... Her masada ayrı bir muhabbet, hangi birini dinleyeceğimi şaşırdım. Burjuvalardan oldum olası nefret eden genç yazar adayı, gecenin DJ'i Emre'ye kulak verdim bir ara: “Kapitalizmin mal satmak için kullandığı sözcüklerin başında aşk geliyor, aşktan kusacak hale geldik” diyordu. Çok konuşup Zehra'yı kızdırsa da bence doğru şeyler söylüyordu bu Emre. Ben de aynen öyle düşünüyorum, kapitalizm bizim en naif duygularımızı sömürüyor, yalan mı?

Zehra ile Emre'nin aşkına mutlaka tanık olmalısınız siz de, onların aşkı öyle böyle değil çünkü, yaşadıkları tam bir TOMA Romantizmi! Benden bu kadar duyabilirsiniz, dedim ya, katılın açılışa kendiniz tanık olun onların aşkına. Fazla dedikodu yapmaya niyetim yok, ayıp olur Livaneli'ye... Ben en heyecanlandığım anları anlatmaya çalışacağım size.

Bir ara, 4 numaralı yuvarlak masanın tam yanından geçiyordum ki, geçemedim.. Yapsat zengini Hulusi Ağa ile tarih profesörünün kulağıma çalınan konuşmaları hem komikti hem de çok tanıdık geldi, orada kalakaldım.. Gülerken ses çıkarmamak için kendimi zor tuttum. Ne konuştuklarını söylemeyeceğim elbette. İçinizden bazılarınız bana çok kızıyor bliyorum ama dedim ya, anlatamam, gidin kendiniz görün... Bu arada itiraf edeyim ben daha önce Victory Dönemi romancılarından Anthony Trollope'yi hiç duymamıştım. Zülfü Livaneli oradan göz kırptı; “olsun, şimdi duydun işte” dedi. Ergun Bey orijinalinden okuyormuş! Ergun Bey'i tanıtmadım mı size, Zehra'nın patronu!

Livaneli ile olan bağlarım sıkıdır demiştim ya, her seferinde bozguna uğrarım, sanki suratıma çarpılır bir şeyler, O'nun engin bilgisinin kıyısından köşesinden yararlanmaya çalışırım.
Hiç unutmam, yıllar önce bir TV programında Livaneli müzik hakkında konuşuyordu. Anlatırken arada şöyle bir cümle geçmişti: “Mesela Sabahat Akkiraz'ın billur gibi sesini çoğu genç hiç duymamıştır!” İşte o duymayanlardan biri de benim diyerek hayıflanmış, kendimden adeta utanmış, ertesi gün gidip hemen Sabahat Akkiraz albümü almıştım. O zamanlar daha milletvekili olmamıştı tabii ki Akkiraz, tanımıyorduk, bilmiyorduk billur sesini. Bunu neden mi anlatıyorum, o gece Emre türkülerimiz, Anadolu Kültürü ve müzik hakkında o kadar güzel şeylerden bahsediyordu ki, aklıma yıllar öncesinin bu anektodu geldi. Emre'yi dinlerken sanki Livaneli'yi dinliyor gibiydim, tabii ki esprilerini de esirgememişti. Mesela Çökertme türküsüne hiç O'nun anlattığı açıdan bakmamıştım daha önce, ilahi Emre, sen çok yaşa e mi...

Bir ara salondan mutfağa doğru süzüldüm. Garson Garip'le tanıştım, içerideki ihtişamlı hayatın tam da kıyısında gibiydi, yüreğimi burdu hikayesi.. “Allahım beni kendimden koru” diye dua eden Mahinur Hanım'ın öyküsü ise bir tokat gibi çarptı yüzüme. Yeri gelmişken söyleyeyim,“Andouillette” gibi adını daha önce duymadığınız yemeklere hemen saldırmayın sakın. Hele benim gibi yemek konusunda nane molla bir yapınız varsa, hiç yanaşmayın. Zira Fransız restoranlarının en pahalı yemeklerinden olan Andouillette, anladığım kadarıyla bağırsağın içine domuzun eti, iç organları ve hatta kanının bile doldurulduğu bir çeşit kokoreç gibi bir şeymiş- ki ben kokoreçi de ağzıma süremem, bunu düşünemiyorum bile! (Evet iğrenç oldu bu tanım, yazıya da yakışmadı farkındayım ama kusura bakmayın, bu yeni öğrendiğim bilgiyi sizinle paylaşmak zorundaydım, sadece sorumluluk hissettiğim için yani, yanlış anlaşılma olmasın.)

Peki peki, konuya dönüyorum hemen...
Daha kimler vardı kimler, ne hikayeler anlatıldı o masaların arasında. Mesela bir gazetecenin Roboski söyleşisinin yayınlanmayan bölümlerini dinleyince tüylerim diken diken oldu. Biraz daha ilerleyince üstat felsefecenin yüksek perdeden konuşmaları, hakime hanımın anlattıkları, hele o Mustafa Yılmaz'ın ürperten hikayesi...
Yalnız bir ara deneme kitapları yazan, çeviriler yapan, gazetelere kültür yazıları yazan sessiz gözlemcinin bir saptaması vardı ki, müthişti:
Türk basını çoktan beridir düz yazı ile şiiri birleştirmiş, her cümleyi paragraf olarak yazıyor, böylece okur da beyazlığı, boşluğu çok olan kısa cümleleri okuyabiliyor” dediğinde ve üzerine Şaban filmleri ile İvedik'i karşılaştırdığında var ya neredeyse gidip Suat Haznedar'ı tebrik edecektim, Livaneli yine bana “ne yapıyorsun, sakin ol!” bakışı attı da yandan, kendimi zar zor frenleyebildim! Bir anlasalar oralarda kaçak göçek dolaştığımı, nasıl bir rezalet çıkardı düşünsenize... Hayır o kadar çaba sarfeden Zehra'ya yazık olurdu, burjuvalar umrumda değil yoksa!
Bir ara benim gibi kaçak girenler değil de daha farklı gölgeler de dolaşmaya başladı masaların arasında. Kimler yoktu ki, ürperdim. Yaşamayanlardı onlar. Bir sır vereyim, her birini tanımak için müstearlar sözlüğüne baktım tek tek. Müstearın ne olduğunu söylemeyeceğim, onu da kendiniz araştırın bir zahmet!
Bir ara masaların arasında dolaşırken Mutluluk romanındaki Meryem ve Cemal'e selam gönderesim bile geldi, nedenini açılışa gidince siz de anlayacaksınız.

Yazmaya meraklı olan biri olarak bana verdiği ders için ise ne kadar teşekkür etsem azdır Livaneli'ye:
Edebiyat öğretmeni ve aynı zamanda kitap eleştirisi de yapan HH diyordu ki (sayfa 395)
...İyi yazarlar, insanlığı değil insanları, daha çok da kendilerini anlatır; yazdıklarının insanlığı temsil edip etmediğine ise başkaları karar verir; daha çok da okurları.” Ben alacağım dersi almıştım, Emre mi, O ne yaptı gidin kendiniz görün!

Açılış öyle dolu doluydu ki, zamanın nasıl geçtiğini gerçekten hiç anlamadım. Anlatılan hikayeler, konuşulan konular zaman zaman yüreğimi burktu, zaman zaman şaşkınlık içinde kaldım, zaman zaman 'demek bunlar da yapılmış!' dedim ve inanın hiç ama hiç sıkılmadım. Nekropolisin sakinleri konusuna girmeyeceğim, lütfen üzerime gelmeyin!

Emre bir ara (syf:429) demişti ki:
... İnsanların kısacık ömrü, hikayeler olmazsa neye yarar? Bizi onlar koruyor, her şeye derinliğini ve anlamını hikayeler veriyor. Hikayesiz kalmış insanlara çok acıyorum.”

Bu lafın üzerine başka bir söze gerek yok gerçi ama, söylemeden geçemeyeceğim yine de. Söz ustası, üstat Livaneli, sen çok yaşa olur mu! Bu derin, bu dolu dolu, bu nasıl söylesem, sarsıcı, bu bize ayna gibi tuttuğun hikayelerini çook uzun yıllar anlatmaya devam et lütfen. Yüreğine ve kalemine sağlık üstat, yine aldın beni benden...





















Devamını Oku

28 Mayıs 2015 Perşembe

28 Mayıs, Edip Cansever'i anıyorum..

Bugün benim için ne cumhurbaşkanlığı tartışmaları, ne o, ne de bu; bugün Edip Cansever hissiyatındayım. 28 Mayıs 1986 yılında kaybetmişiz kendisini; yani tam 28 yıl önce bugün. Işıklar içinde uyusun..

Edip Cansever'i anlatmak bana düşmez, haddimi bilirim. Ben sadece şiirlerini çok severim, birkaçını da ezberden söylerim laf aramızda. Söylerim dedim, çünkü bana göre şiir okunmaz, içten gelerek söylenir..


Söz O'nundur...










Anısına Saygıyla...

Devamını Oku

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Ateş Yılları'nda gezinmek!

Geçmiş yıllardan izler taşıyan, o yılların hüznünü, mücadelesini, bakış açısını hissettiren kitaplar okumak isterim bazen. Belki de günümüzün kaotik ortamından kaçmak, azıcık nefes almak için bilinçaltım yönlendiriyordur böyle öykülere, kim bilir! Yerli edebiyatta Kurtuluş Savaşı öncesi ve tam sonrasını anlatan kitapları severim mesela. Kapitalizmin ön planda olmadığı o yıllarda, ilişkilerin de daha naif, daha insancıl olduğunu düşünürüm hep. Çılgınca tüketim nedir bilinmezken, daha bir incelikli ve dolayısıyla daha değerli gelir o dönemin insan ilişkileri ve öyküleri.

Ateş Yılları da o tarz kitaplardan.  Aldı beni fakir ama onurlu yaşanan yıllara götürdü. 1919'da başlayıp 1923'de biten 480 sayfalık macerayı sevdim.

Ateş Yılları, Hasan İzzettin Dinamo

Hasan İzzettin Dinamo adını duymuş, fakat hiç kitabını okumamıştım. Ateş Yılları'nı görünce hemen aldım Kabalcı Kitabevi'nden. Upuzun güzel bir romandı, kısa olanları sevmem zaten, öykü okumaktan keyif de almam hiç. Baştan söylemeliyim ki yazarın duru Türkçesine hayran kaldım. Giysi yerine kullandığı “giynek” sözcüğünden çok hoşlandığımı belirtmeden geçemeyeceğim.

1919'da Amasya'da başlıyor hikaye. İşgal altındaki İstanbul'u terk edip Amasya'ya gelen eğitimci Abbas Bey'in Müeyyet adındaki güzeller güzeli kızı, “kafes”in ardından bakarak geçirir günlerini. Pontus çeteleri her geçen gün etrafa korku salmaktadır. Ne jandarma vardır, ne de polis zaten. Herkes kendi güvenliğini kendisi sağlamak durumundadır. Zordur yaşamak...

Abbas Bey'lerin yaşamında önemli bir yer işgal edecek olan Mehmet Kemal ve Ahmet kardeşler ise Merzifon Amerikan Koleji'nde okumaktadırlar. Bu ikiz kardeşlerin babaları Türk'tür ve Rum olan annelerine aşık olmuştur zamanında. Mehmet müslümandır, Ahmet ise kolejde kandırılıp Hristiyan olmuştur. Anne tarafından dedeleri sıkı bir sosyalisttir öte yandan.
Rum ya da Türk fark etmez, insan hikayeleridir anlatılan. Mesela İngilizler tarafından üç duvarlı bir hücreye atıldığında Mehmet Kemal'e sigara veren, yardım eden işgalci asker karakterlere rastlamak oldukça etkileyicidir. 
Aşk, özlem gibi insana dair duyguları geri plandaki kurtuluş mücadelesi ile çok güzel harmanlamış yazar.

Ateş Yılları, arka kapak

Kitabın son sayfasını dün akşam kapattığımda “insanlar ne acılar çekmişler bu güzel topraklarda bir arada kardeşçe yaşamak için” diye düşündüm. “İnsan olmaya çalışmaktan başka ne amacımız olabilir ki!” dedim kendi kendime. Bütün savaşları, bütün güç ve gövde gösterilerini, o tepeden konuşan siyasetçi bozuntularını, egosu tavana vurmuş saçma yöneticileri hiç sevmediğimi bir kez daha anladım bu kitabı okurken.

İnsana yakışan hikayeler içinde, insancıl karakterlerle varolma özlemim, her kitapta daha da çoğalıyor sanırım..

Bu güzel kitap için yazarı Hasan İzzettin Dinamo'nun anısına saygılarımı sunmak isterim. Vikipedi'den alıntıladığım yaşam öyküsü şöyle:

Hasan İzzettin Dinamo (1909, - 20 Haziran 1989)
Babasını 1. Dünya savaşında kaybedince, Gazi Eğitim'deki öğrencilik hayatını bırakmak zorunda kalıp geçimini çeviri yaparak ve ders vererek sağlar.
Nazım Hikmet'in şiirleriyle tanışınca kendisini toplumcu çizgide bulur. Yedi ciltlik Kutsal İsyan, Savaş ve Açlar gibi önemli romanları vardır.
1977'de Kutsal Barış romanıyla Orhan Kemal roman ödülünü kazanır. Romanlarında genellikle savaş dönemlerini anlatan sanatçının şiir kitapları da vardır. Birçok şair ve yazarın hüküm giydiği meşhur 142. madde nedeniyle 4 yıl hapiste kalmıştır. 

Devamını Oku

17 Mayıs 2015 Pazar

Magazin özlemim kabardı!

Hepimizde magazin özlemi var, kimse itiraz etmesin. Hele ki politik magazin, dozunda alındığında insanı gevşeten, rahatlatan bir şey...
Ben sadece belgesel izliyorum, köşe yazısı okuyorum , magazin mi, asla ve kat'a! “ diyerek sıyrılmayın.

Bakın mesela İngilizlere, veliaht Prens William ve Kate Middleton'un ikinci bebekleri kız mı olacak erkek mi olacak diye bahisler açıldı, insanlar merakla bekledi, çocuk doğunca bu sefer isim bahisleri açıldı. Tatlı tatlı dedikodular dönmeye başladı. Hatta Rus kadınları olur mu canım, Kate hiç doğum yapmış kadına benzemiyor, bu bebek de bir günlük bebek olamaz, kesin taşıyıcı anne doğurdu bebeği diye ortalığı karıştırdılar. Eğlenmedik mi, eğlendik. İçinizden kaçınız Kate ile William'ın fotoğraflarına bakmadınız? Ben- ki kıyafet, stil, tarz marz konularına hiç mi hiç ilgi göstermem- Kate'in şapkalarına zevkle bakmaktan kendimi alamıyorum. Bu da politik magazin neticede. Zararsız ve dozunda...

Kate Middelton ve bebeği (netten alıntı)

Adamların ülke çapında sorunları yok ki! Para dersen paraları var, yargı dersen en güvenilen hakimler onlarda. Demokrasi kültürleri zaten oturmuş. Elbette arada sırada tatlısu magaziniyle ilgilenip eğlenecekler.

Obama'nın eşi Michelle, paskalya töreninde obeziteye ilgi çekmek için kameralar önünde bir dans grubuyla dans etti geçenlerde. Yüzümüzde gülümseme ile izledik, vay be dedik, kadın ne kadar formda, çok da güzel dans ediyor dedik.

Michelle Obama (netten alıntı)

Bu da magazin işte, hem de politik magazin! Dünyayı yöneten Amerika'nın först leydisi giymiş sıradan pantolon tişörtü dans ediyor. Tepeden bakmıyor, halkdan biri gibi rahat davranıyor.

Daha neler var neler! Mesela Katar'dan sonra dünyanın en zengin ülkesi olan Lüksemburg'un gay başbakanı erkek arkadaşı ile evlenmiş, yüzünde samimi bir gülücükle eşini tanıştırıyor topluma, şöyle diyor: “Herkes benim gibi mutlu olsun!” Bırakın kendi zihniyetlerini dayatmayı, herkes herkese saygı duyuyor anlayacağınız.

Bir de bizdeki politikacılara bakın, gündemlerinde neler olduğuna değinmeye niyetim yok merak etmeyin. Büyük çoğunluğu renksiz, sıradan olmanın ötesinde stresli ve sevimsizler zaten! Üst perdeden bağırıp çağırmayı, sanki kendileri uzaydan gelmişler gibi içinden çıktıkları halkı aşağılamayı biliyorlar sadece. Omuzları dik, gözleri ufukta uzaklara bakıyor, sanırsınız mitolojiden fırlayıp gelmişler, bir havaları var ki!
 Kendilerine aşıklar, bu aşikar!

Çok değil geçen seçime kadar kendimi bu gri adamların (aralarında kadın zaten çok az) stresli söylemlerine kaptırıyor, televizyon karşısında kendi kendimi yiyordum. Artık akıllandım, onlar yüzünden niye kendime zarar vereyim ki! Bunu yapmamaya başladığımdan beri inanın çok daha huzurluyum, tavsiye ederim.

İnsanların yüzünden ve özellikle bakışlarından aldığım elektriği önemserim. Mesela o gözleri kötü kötü bakan, samimiyetsiz ve etrafına kötü enerjiler yayan, hiç gülmeyen adam var ya, o çıkınca hoop kanalı değiştiriyorum. Olmadı televizyonun sesini kısıyorum.
Bir de sesi çatal çatal çıkan, oldum olası ne kendisini ne de düşüncelerini beğenmediğim o itici adam var, o çıkınca da aynısını yapıyorum. Hele bir tanesi var ki, yenilerden olur kendisi, bakışlarından bile “siz kimsiniz ya, ben üstün insanım” mesajı yayılıyor, hem de dalgacı dalgacı bakıyor. Konuşmuyor, adeta höykürüyor, halbuki kendisini pek kaale alan da yok! O'nu da es geçiyorum. Bir tanesi zaten kitleler için büyük hayal kırıklığı, çıkıyor sahneye hep aynı şeyleri söylüyor da söylüyor, söylüyor da söylüyor! Kısa cümlelerle hem de, sanırsınız okul müsameresinde şiir okuyor. O da hiç ilgilendirmiyor artık beni. Rahatım, ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler onlara hiiç kızmıyorum. Biliyorum ki hepsi tarihin tozlu sayfalarında silinip gidecekler. Kimler silinmedi ki!

Hollanda Başbakanı bisiklette (netten alıntı)

Ne kadar asık suratlı ve ne kadar samimiyetsizler... Konuştukları zaman etrafa ateş püskürüyorlar adeta, ağızlarından çıkan sözcükler ortalığı yangın yerine çevriyor. Oluşturdukları yangın kırmızı da değil, bildiğin gıpgri.. Oysa hayat renkli, bu kadar ağır değil, güzel tarafları da var. Olmalı... Birisi çıksın mesela Aleksis Çipras gibi yanında koruma olmadan halkın içinde dolaşsın. Hollanda Başbakanı Mark Rutte gibi bisikletle gitsin toplantılara... Michelle gibi kot pantolonla, sıradan giysilerle, günlük hayatıyla çıkabilsin kameralar karşısına!

Kate Middelton ve şapkaları (netten alıntı)


Bunlar hep magazin işte, sizi bilmem ama benim özlediğim magazin haberleri tam da böyle...Yoksa kim mitingde ne demiş, kim bol keseden atmış tutmuş duymuyorum bile, duymaya da niyetim yok seçim sonuçlanana kadar.

Sahi Kate'in şapkaları ne güzel değil mi, o tüllü olan var ya o tüllü olan...



Devamını Oku

14 Mayıs 2015 Perşembe

Yazdım, oynandı, hissettim...


Önce çok heyecanlandım, oyun başlayınca bu heyecanım coşkuya dönüştü. Sahnedeki sanatçılarla benim aramda sanki bir sır vardı ve bu sır yavaş yavaş açığa çıkıyor gibiydi. Tam da öyleydi. Ben biliyordum ne söyleyeceklerini, onlar da biliyorlardı ve söyledikleri anda sırrımızı artık herkes öğrenmeye başlamıştı. Neydi bu sır, çok mu önemliydi, hayır değildi diyemeyeceğim, önemliydi elbette. İnsanların, kameraların, kayıt cihazlarının önünde açığa çıkıyordu, sadece bir kişinin kafasından geçenler, ne müthiş bir duygu!

Düş gücümle canlandırdığım karakterler ete kemiğe bürünüyor, sözcükler imgesel düzlemden adeta havalanırcasına uzaklaşıyor ve gerçek bir sese dönüşüyordu, kolay değildi elbette.. Televizyonlarda, sahnelerde bir hayal gibi gördüğümüz, sanki başka dünyalardan bizlere seslendiğini varsaydığımız sanatçılar aracı oluyordu bu dönüşüme... Ne müthiş bir duygu!

Oyun ilerledikçe şaşkınlığım biraz azaldı ve ben, daha da keyif almaya başladım. Çünkü oyunun yaratıcı süreci ikinci evresindeydi artık. Oyuncular, yazdığım metne kendi duygularını, kendi yorumlarını ilave ederken, sanatın ne kadar muhteşem bir olgu olduğunu bir kez daha anladım... Bu sürece kim elini uzatsa, kendinden bir iz bırakıyordu çünkü. Sonrası Edip Cansever'in dediği gibi:

...Derken karanfil elden ele...”

Hepimizin bir misyonu var bu hayatta; kimileri oynuyor, kimileri de anlatıyor. Ben anlatan tarafta görüyorum kendimi. Hele bu oyun sahnelendi ya, daha da yazasım geliyor artık! Hep yazayım, oyun olsun, film olsun, roman olsun istiyorum. İnsan kendisinin yöneticisi olarak hayal gücünü seçerse böyle oluyormuş demek ki, bir kere dizginleri ele alınca hiç bırakmıyor şakacı şey!

 Şaşkınlığım ve elimi kolumu nereye koyacağımı bilmezliğim giderek artıyor bu yüzden...

Sahi bundan sonra ne olacak?

...
Meraklısı için kitap burada:


kitap
Bu süreç nasıl gelişti yazısı da burada:
Sevgilerimle...
Devamını Oku

12 Mayıs 2015 Salı

Doğuş Otomotiv Trafik Hayattır!

Önemli olan ne kadar hızlı vardığınız değil, nasıl vardığınız...
Trafikte aşırı hız yapmayın! Çünkü Trafik Hayattır!



Aşırı hız son yıllarda kazaya sebep olan unsurların başında yer alıyor. Özellikle gençlerin yaptığı trafik kazalarının çoğu aşırı hız nedeniyle meydana geliyor. Doğuş Otomotiv’in kurumsal sorumluluk markası Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ı konusunu ana mesajları arasına alarak projelerini kurguluyor.
Dünya Sağlık Örgütünün raporuna göre trafik kazalarındaki ölümlerin yaş grubu analizinde diğer ölüm nedenleri arasında 15-29 yaş grubu birinci sırada yer alıyor.   Bu durum gençlere yönelik trafik güvenliği kampanyalarının acil olarak arttırılması gerektiğini gösteriyor. Trafik Hayattır platformu bu noktada çok önemli inisiyatifler alarak önemli projeler geliştirdi; 4 senedir devam eden Trafik Güvenliği Uzaktan Eğitimi projesinin üniversitelerde seçmeli ders okutulmasının yanı sıra, 2014 yılında radyolarda yer alan ‘aşırı hız’ radyo spotu da dikkat çeken bir diğer proje oldu. İki projede birçok önemli ödül aldı. Bu ödüllerden en çok gurur veren ise 2014 Birleşmiş Milletler Genel Kurultay’ın da iki projenin Avrupa’da trafik güvenliğiyle ilgili örnek uygulama seçilmesi oldu.


Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ ile  ilgili projelerine yenisini ekledi ve her birinde farklı trafik güvenliği mesajlarının verildiği bir animasyon serisi üretti. Aşırı hız konulu animasyonda her gün trafikte rastladığımız hatalar vurgulanıyor.  Çocuğunu almaya giden bir babanın trafikte kalmasını ve sonrasında hız yaparak girdiği emniyet şeridinde kaza yapmasını anlatan animasyondan hepimizin çıkaracağı dersler var.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Şimdi Oyun Zamanı, #görmesendeolur!


Bu haftasonu özel bir festivaldeyiz. 
Günde 12 saatten toplamda 24 saat oyun izleyeceğiz. 11 oyunla 11 ayrı dünyaya gideceğiz, aslında tam bir ruh detoksu olacak bu etkinlik.


Güncel politikanın, seçimlerle ilgili gergin gündemin uzağında kalacağız iki günlüğüne.  Gören-görmeyen zihinlerin amatör kalemlerinden dökülen sözcükler, profesyonel oyuncularla hayat bulacak.

Ne kadar heyecan verici!

Daha önce sizlere #görmesendeolur adlı bu özel atölye çalışması hakkında bu yazımda bilgi vermiştim. Artık söz bitti, şimdi oyun zamanı!

Gösteri zamanı geldi çattı, program netleşti.

9 Mayıs cumartesi sabahı eşinizi dostunuzu, komşunuzu alın, Caddebostan Kültür Merkezi'ne gelin, hatırlatayım etkinlik ÜCRETSİZ.

Herkesin sanata ihtiyacı var, hatta bu aralar her zamankinden daha çok!

Bu arada belirteyim, oyunlardan bir tanesini de ben yazdım naçizane, heyecanlıyım çok...



Oyuncular:
Algı Eke, Bennu Yıldırımlar, Birce Akalay, Can Yaman, Deniz Türkali, Deniz Uğur, Elif Erdal, Furkan Palalı, Galip Erdal, Kerem Alışık, Levent Can, Levent Ülgen, Mine Tugay, Oktay Kaynarca, Sarp Levendoğlu, Savaş Alp Başar, Seda Güven, Sercan Alben, Serhan Alben, Serkan Alben, Sezgi Mengi, Songül Öden, Tolga Güleç, Tuba Ünsal, Uygar Özçelik, Yeliz Şar, Yunus Emre Yıldırımer


Devamını Oku

1 Mayıs 2015 Cuma

1 Mayısı kutlasak ne yazar!


1 Mayıs deyince benim aklıma eşitsizlik, adaletsizlik, haksızlık geliyor.

Dünya standartlarına göre bile yüksek olan maaşları ve örtülü ödenekleri ile krallar gibi yaşayanlar, asgari ücret 1500 liraya çıkarsa işsizlik artar, bu kabul edilemez mantıksız bir rakam diyorlar.

Kendileri korunaklı villalarda yaşarken, özel uçaklarla gezerken, 7 yıldızlı otellerde rüya gibi tatiller yaparken, bir işçinin aldığı maaşın 10 katını sadece 1 çantaya veya bir saate, bir kravata öderken, neredeyse sınırsız para harcarken, “işçinin kaderi bu!” demeye getiriyorlar...



ASGARİ ÜCRET 949.07 lira şu anda.
Türkiş'in yayınladığı son verilere göre,

                                                  DÖRT KİŞİLİK AİLENİN AÇLIK SINIRI 1.334 TL,
                                                  YOKSULLUK SINIRI 4.344 TL

İşçi sağlığı ve iş güvenliğinden, işsizlikten, taşeronlaşmadan bahsetmedik henüz, hoş bahsetmeye bile gerek yok ya zaten...

Çünkü sözün bittiği yer çoktan gelmiş!

Şimdi birileri “Taksim'de 1 Mayıs kutlayacağız” diyor, öbürleri de “Taksim 1 Mayıs'a yasak!” diyor ...
İşçinin ise Taksim'i önemsediğini hiç mi hiç sanmıyorum ben!

ADAMIN EVİNE GÖTÜRECEK EKMEĞİ YOK, hangi kutlamadan söz ediyorsunuz ki!

Taksim'e gitseniz ne yazar, gitmeseniz ne yazar bu saatten sonra!

Devamını Oku