8 Aralık 2014 Pazartesi

Orhan Kemal'den bir kitap okudum; SUÇLU-1


Kitapçıların önünden geçemem ben, bir yere yetişeceksem bile içeri girer hızlı hızlı da olsa dolaşır, kitapları görüp onlara dokunmayı çok severim. Geçenlerde Kabalcı Kitabevi'nin önünden geçiyordum, vaktim de vardı ve daldım hemen içeriye. İndirimli kitap reyonunda Orhan Kemal kitaplarının sadece 2 TL'ye satıldığını görünce Suçlu-1 ve Suçlu-2 Sokakların Çocuğu kitaplarını hemen aldım sevinçle.

Suçlu-1 Orhan Kemal
Severim Orhan Kemal'i, kitap okuyor gibi değil, Türk filmi izliyor gibi hissettirir bana. Çukurova'daki tarım ve fabrika işçilerinin hayatını, İstanbul'daki yoksul mahallelerde yaşanan ekmek kavgasını O'ndan daha güzel anlatan yoktur. Göz önünde olmayan hayatlara dokunur, küçük insan hikayeleri ile büyük büyük teorilerin anlatmak istediklerini özetler. Dokunaklı yazar, diyaloglar çoktur O'nun anlatılarında. Öyle bir konuşturur ki kahramanlarını, onlarla hemhâl oluverirsiniz hemen, çoğunlukla gözleriniz dolar Orhan Kemal'in hikayelerinde, gülümsediğiniz de olur elbet.

Bu kitapta da Cevdet'in hikayesi var. Üvey annesinin ısrarına karşı koyamayan babası yüzünden, 12 yaşında iken okuldan alınıp sokaklarda işportacılık yaptırılan Cevdet! Bir gün bu yaşadığı eziyetlerin hepsinden kurtulmayı kanlı canlı hayal edebilen Cevdet!

Suçlu-1 Arka Kapak yazısı


Cevdet sokaklarda yaşam mücadelesi verirken O'nu çok seven güzel küçük çingene kızı Cevriye'nin zorla topuklu ayakkabı giydirilip dudakları boyatılarak, zorla sokaklarda dans ettirildiğine şahit oluyoruz. Cevdet'in gururlu dünyasında sorunlardan kaçmak için nasıl da Tommiks Teksas kitaplarına sarıldığını, kitap kahramanı Aslan Tomson olup bir gün Amerika'ya nasıl kaçacağını birlikte hayal ediyoruz Cevdet'le.

Kötüler bir şekilde cezasını çekerken, her türlü zorluğa rağmen hayatta hep umudun var olduğu mesajını veriyor yazar bize satır aralarında. O kadar güzel anlatıyor ki hikayeyi, Cevdet gözümüzün önünde canlanıyor, üvey anne Şehnaz sanki karşımızda camdan sarkmış bize bakıyor, Kosti, Hasan ve bütün çocuklar tanıdık geliyor. Şöfor Adem'den zaten nefret ediyoruz...


Dedim ya ben seviyorum Orhan Kemal'i, görünce okuyasım geliyor. Size de tavsiye ediyorum.
Devamını Oku

4 Aralık 2014 Perşembe

4. Bumerang Ödülleri ve Türkiye'nin İlk Content Marketing Konferansı'nda Yerinizi Ayırtın!

Türkiye’nin en prestijli blog ödülleri ve ilk Content Marketing Konferansı, Yapı Kredi Nuvo Ana sponsorluğunda 10 Aralık 2014’te InterContinental İstanbul’da ve İKSV Salon’da gerçekleşecek... Blog ve pazarlama dünyası bu günü bekliyor!

37.000’i aşkın yayıncısıyla Türkiye’nin lider yayıncı ağı Bumerang, 4. Kez Blog Oscarlarını sahipleriyle buluşturmaya hazırlanıyor. Yarışma yüzlerce blog ve websitesinin katılımıyla gerçekleşti ve tam 65.000 sms oyu kullanıldı! Şimdi ise kendi alanında uzman jüri üyeleri kısa listeye kalan blogları değerlendiriyor. Kazananlar ödül gecesinde açıklanacak.

Türkiye’nin İlk İçerik Konferansı
Content Marketing Konferansı, ödül töreni öncesi reklam, pazarlama ve medya dünyasından önemli isimleri bir araya getirecek. Konferans, 10 Aralık Çarşamba günü InterContinental İstanbul Otel’de gerçekleşecek ve içerikle pazarlamadan mobil pazarlamaya günümüzün popüler konuları masaya yatırılacak. Hürriyet Yazarı Ertuğrul Özkök, Google Türkiye Pazarlama Müdürü Özgür Kirazcı, Yapı Kredi Dijital Bankacılık Kanalları Direktörü Evren Şahin, Vodafone Mobil Pazarlama, Sadakat Programları ve İş Ortaklıkları Kıdemli Müdürü Emre Kanaat, Hürriyet Dijital Pazarlama Çözümleri Koordinatörü ve Boomads Kurucu Yöneticisi Haymi Behar, Radikal Dijital Yayın Koordinatörü Ezgi Başaran gibi birbirinden değerli isimler, içerikle pazarlama, 2015’in mobil trendleri, sosyal habercilik, dijital yayıncılık gibi konuları konuşacak.


Ustalardan İyi İçerik Atölyesi

Content Marketing Konferansıyla paralel salonda ise İyi İçerik Atölyesi gerçekleşecek. Alanında uzman isimlerden kaliteli içerik hazırlamanın inceliklerini, sosyal medya takipçilerini artırma tüyolarını dinleyeceğiz. Yola blog yazarak çıkan, kariyerinde bambaşka noktalara gelen isimler başarı hikayelerini anlatacak. Bywonderland.com ve Bayaiyi.com’un kurucuları Oylum & Onur Yüksel, Hurriyet.com.tr yazarı Bahar Akıncı, Instagram Fenomeni Sezgin Yılmaz İyi İçerik Atölyesi’nin konuşmacılarından bazıları...


Ödül Töreni ve Unutulmayacak Eğlence
10 Aralık Gecesi Yapı Kredi Nuvo Ana sponsorluğunda İKSV Salon’da gerçekleşecek ödül töreninde Türkiye’nin en iyi blogları ve birbirinden başarılı ajans ve markalar da ödüllerine kavuşacak. Bu yıl ilk kez Boomads mecra kullanımını en etkin şekilde gerçekleştiren ajans ve reklam verenler 4 kategoride ödül kazanacak.
Ödül töreninin hediye sponsorları D&R, USLA ve Doğan Kitap kazananlara sürpriz hediyeler dağıtacak. Ödül töreninin ardından Türkiye’nin en iyi prodüktör DJ’i Ozan Doğulu sahne alarak katılımcılara unutulmaz bir gece yaşatacak.
Ayrıntılı bilgi ve katılım detayları için: BumerangOdulleri.com #bum14


Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

3 Aralık 2014 Çarşamba

Bu şehirde engelliler Süpermen olmak zorunda!

Bir yere gideceksiniz, yol tarifi aldınız, “Metrobüse bin, Beşyol durağında in, üst geçitten sağa dön, devam et” dediler. Kolaymış dediniz, metrobüse güç bela bindiniz, güç bela oturacak bir yer de buldunuz, “Bir aksilik çıkmadı, ne güzel, geç kalmayacağım gideceğim yere!” dediniz kendi kendinize. Beşyol durağında metrobüsten indiniz, üst geçitten karşıya geçeceksiniz ya güya, geçemediniz işte, orada kalakaldınız!! Çünkü sizi engellemişler, yola devam etmeniz mümkün değil!
Metrobüs Beşyol Durağı-Yıl 2014!

Hadi canım, öyle şey mi olur, dağ başı mı burası, kim kimi yolundan alıkoyabilir ki 2014 yılının koskocaman dünya şehri İstanbul'unda diyorsunuz değil mi?

Eşkiya mı bunlar diyorsunuz değil mi?

Söylemeye dilim varmıyor ama maalesef göz göre göre bu eşkiyalığı yapan belediye! Evet sizi onlar engellemiş! Hani görevi bütün vatandaşlara eşit hizmet götürmek olan, hani bünyesinde mimarların, mühendislerin, kocaman kocaman okumuş adamların çalıştığı belediye var ya, işte o engellemiş sizi. Nasıl mı?


Metrobüse giden merdiven dağı!
Metrobüsten indikten sonra yan yana iki kişinin ancak yürüyebildiği, ben diyeyim 30 derece, siz deyin 45 derece diklikte daracık bir merdiven yapmış. Saydım, tamı tamına 43 basamak! Bu merdiven dağına tırmanmadan “metrobüs” denilen “çağdaş ulaşım aracından(!)” yararlanamıyorsunuz maalesef!! Estetik yoksunu gri demirleri, kar yağdığında oraların jilet gibi nasıl kayacağını gündeme bile getirmiyorum farkındaysanız!

Aynı merdivenden hem iniyorsunuz, hem de çıkıyorsunuz orası da önemli değil de, o merdivenler nasıl çıkılacak mesele orada!

Bütün vatandaşlarına eşit hizmet götürmek gibi bir görevi olan sayın belediye, ya da her kimse o üst geçitin sorumlusu, zihniyetindeki engelleri kaldırmayı başaramamış maalesef!

Amaaan canım demiş, tekerlekli sandalye  kullanan, koltuk değnekli olan da çıkmasın sokağa demiş, çıksa bile binmeyiversin metrobüse demiş, binse bile Beşyol durağında inmeyiversin demiş, inse bile amaan canım ne olacak sanki, geri döner önceki durakta iner, biz belediye olarak beleş kart veriyoruz nasılsa demiş, taksiye biner bana ne ya, dünyayı ben mi kurtarıcam sanki demiş!


Belki de bunların hiçbirini dememiş, kafası basmamış böyle bir sorun olacağına! İnsanlar fiziksel olarak tek tip ya onun küçük beyninde!

Engelliymiş, bebek arabalı anneymiş, kalp hastasıymış, yaşlıymış kimin umurunda ki bu memlekette! Dikersin 43 basamaklı 43 derecelik tırmanma tahtası gibi üst geçiti, geçen geçer, geçemeyen de ne yaparsa yapsın zihniyeti! Sonra da Avrupa Birliği niye bizi almıyor diye ağlar o zihniyet sahipleri!



İşin komik tarafı ne biliyor musunuz? Şimdi bu üst geçiti çıkabilenler için yol kenarında bir de iniş var ya hani, işte o inişe tekerlekli sandalye rampası yapmışlar!!

 Bir üst geçitin ortasındaki merdivenlere tekerlekli sandalye yolu koymuyorsun, yandaki merdivenlere koyuyorsun! Sen nasıl bir mimarsın, senin kafanda nasıl bir engel var çok merak ediyorum gerçekten de!





Eşitlik, özgürlük (!)
Bu ülkenin koskocaman mega kentinde metrobüse binen engelli vatandaş, Beşyol durağında sizin yüzünüzden yol ortasında kalakalıyorsa kalkıp da 3 Aralıklarda hamaset yapmayın, “herkes bir engelli adayıdır” gibi geri zekalı sloganları ise sakın atmayın!! 

Bence mimarlığınızdan, mühendisliğinizden,  politikacılığınızdan, belediyeciliğinizden, bütün kimliklerinizin ötesinde insanlığınızdan utanın hepiniz!

Yükseklerdeki egonuzun dışavurumu bu yaptığınız yüksek kaldırımlar, kocaman kocaman dağlar gibi diktiğiniz iğrenç üst geçitler! İnsanları başkalarından yardım almaya muhtaç eden bu zihniyetinizle siz zaten sadece hamaset yaparsınız:

5 tanee tekerlekli sandalye verdiiiik, engelli ailesine 3 lira maaş bağladıııkkkk!” dersiniz.

3 Aralık Dünya Engelliler Günü diye sakın nutuk atmayın, çünkü sizin bu zihniyetiniz yüzünden zavallı, yardıma muhtaç durumuna düşürülen, yine sizin bu zihniyetiniz yüzünden günlük hayatında engellenen insanlar, size rağmen, sizin varlığınızın  yarattığı kocaman engellere rağmen yaşamaya çalışıyor bu ülkede!

Süpermen olmazsan yaşayamazsın bu şehirde!


Devamını Oku

1 Aralık 2014 Pazartesi

Konuk yazar anlatıyor, bir doktor nasıl yetişiyor...

Bugün ilginizi çekeceğini düşündüğüm bir konuyla konuk yazar ağırlıyorum yine. Kayb-ı Kelam, mesleğini belli ki çok seven, çiçeği burnunda bir tıp öğrencisinin blogu. Çok güzel yazıyor, kendisini konuk etmekten son derece memnunum ve bu güzel bilgilendirici yazı için kendisine teşekkür ediyorum. 
Hep söylerim, bu hayatta kutsal iki meslek vardır ve bu iki meslek sevilmeden yapılmaz: Birincisi hayat kurtaran doktorluk, ikincisi de hayat şekillendiren öğretmenlik... Sözü fazla uzatmadan geleceğin başarılı doktoruna bırakmak istiyorum, bakın neler anlatmış mesleği hakkında:  

----------------------

 Son birkaç gündür ne yazsam diye düşünürken, aklıma kendi branşımla ilgili bir şeyler yazmak geldi. Yani tıpla, doktorluk mesleğiyle ilgili. Buyurun bir doktor nasıl yetişiyor ülkemizde, yani tıp fakültesi serüveni nasılmış aslında :


doktor olmak kolay değil
Lise Yılları ;
Lise yıllarının son senesi özellikle de tıp isteyen öğrenciler için tam bir monotonluk senesidir. Sabahın erken saatlerinde hafif bir kahvaltı ile başlayan bu yeni hayat, o gün boş derslerde, teneffüs aralarında çalışılacak kaynakların özenle hazırlanmasıyla da devam eder. Okulda geçen yoğun temponun ardından kısa bir dinlenme bu süreçte o öğrenci için eşsiz bir ödül olur. Ne yazık ki bu ödülün de tam zevkini çıkaramadan çalan etüt ziliyle çalışma odalarına geçer ve uykunun kendisini zorladığı son anlara kadar kendini bir çalışma havasına sokar. Ve günler böyle devam eder, eder, eder; ta ki sınava kadar... Dedim ya monotonluk diye, arada farklı aktiviteler yapması belki de bünyesine iyi gelecek; ama sağ olsun dış uyaranlar, ki bu aile bireyleri, komşular, arkadaşları olabilir, bu öğrenciyi farklı bir aktivitede gördüklerinde ''bak hele, sınava kalmış kaç gün dışarılarda sürtüyor. Olacak şey mi bu aa!'' söylemleriyle bu monotonluğu sürdürmelerinde etkili rol oynar. Neyse efendiler, sınav vakti geldiğinde ise koskocaman o çalışma zamanının birkaç saat içinde meyvelerini beklemeye gelir sıra. Heyecanlanma, omuzlarına yüklenen ağır sorumlulukların sınav anında akıldan çıkaramama, saçma sorular macerasının yaşandığı o birkaç saat... Nihayetinde kazasız belasız o sınavı da atlatan öğrenci kendi isteğiyle(!) tıp fakültelerinden birine yerleşir. Ve üniversite kapıları o öğrenci için sonuna dek açılır(!) 


Üniversite Yılları ;
Artık eskisi gibi stres yok, dert yok düşünceleriyle harmanlanmış öğrenci, 
komite sistemini duyduğunda daha bir sevinir. Çünkü senede ortalama 5-6 sınava girecek olması kulağa çok rahatlatıcı sözlermiş gibi gelir. Derslerine de girecek olan 50-60 hocayı da duyunca ve hele de aralarında profesörlerin olduğunu görünce de değmeyin keyfine. Ama işin içine girince öyle olmadığını anlaması birkaç ayını alacaktır. Çünkü farklı bir dille, tıp diliyle, tanışması birçok hocanın slaytlara bağlı kalması, gerekli gereksiz binlerce bilgiyle karşılaşması ve sınavlarda da çalıştığı onca şeyin arasında hiç tahmin edemediği yerlerden sorularla buluşması için gereken zaman işte bu kadar kısadır.


Tıp okumanın dayanılmaz hafifliği!

Özellikle de 3.sınıfa gelindiğinde ise sayısız hastalığın nedenlerini, sıklıklarını, nasıl olduklarını sadece teorik yönden öğrenip hasta üzerinde görememesi en büyük dezavantajlardan biridir. Ayrıca derslerde hocaların azarlarına maruz kalınması, 
bunu nasıl bilemezsiniz cümlesinin oldukça sık duyulması psikolojik, günlük 6-8 saat ders işlenmesinin ardından öğrencinin ders çalışmaya ne zaman, ne de güç bulamamasına bağlı fizyolojik açıdan çökmesi de bu dönemde gayet mümkündür. Özellikle diğer fakültelerde okuyan arkadaşlarının aksine vaktinin çoğunu çalışmaya çalışmak için ayırması sonucu tıp öğrencisinin asosyal bir birey olması da cabası.

Nihayet stajların başlamasıyla birlikte hastalıkları hasta üzerinde görmeye başlayan öğrenciler farklı şeylerle de karşılaşmaya başlarlar. İlk olarak yakın akrabalar 
''ne kadar maaş alıyorsun 4.sınıfta ? Gerçi siz doktorlar iki tıkla 70 lirayı götürüyorsunuz zaten; ama hiç doymuyorsunuz'' tarzında sözleri sıralamaya başlar. "Ne uzmanı doktor olacan bakim sen" diyenler,"bu doktorlar var ya bu doktorlar para için imanını satarlar" diyenler,"şu doktor hiçbir şey bilmiyor, bir ilaç bile yazamadı/sadece bir Parol yazmış baksana" diyenler, "doktorları dövenler" vs.. onlarca tabloyla yüz yüze olmaya başlarsınız. Halbuki biraz empati yapabilseler...


Tıp fakültesi 
minimum 6 senelik bir fakülte. Minimum diyorum; çünkü alttan ders almak gibi bir ihtimal olmadığı için böyle bir durum söz konusu olursa sınıf tekrarına kalıyorsunuz.[bizim fakülteye 120 kişiyle başlayıp 6.sınıfta sadece 54 kişi kaldığını duydum]Bu süreçten sonra karşınıza dünyanın zorluk olarak en zor ilk beş ve ayrıca Türkiye'nin en zor sınavı olan TUS (Tıpta Uzmanlaşma Sınavı) illeti çıkar. Şayet bu sınavda yeterli bir puan aldıktan sonra da 4-5 sene daha uzmanlık okursunuz. Yani sizi hastanede muayene eden doktor en azından 10 yıllık bir tıp eğitimi almış doktordur. [Bazı istisnalar hariç]Ve maaş noktasına gelince de normal eğitim süresince öğrenci olduğunuzdan maaş alamıyorsunuz ta ki mezun oluncaya dek. Uzmanlık sınavını geçtikten sonra asistanlık maaşı almaya başlıyorsunuz ve onun ne kadar yüksek (!) bir miktar olduğunu her sene açıklanan kim ne kadar maaş alacak? tablosundan bulabilirsiniz.


iki tık değil, perküsyon!

İki tıkla 70 lira meselesine gelince o iki tık denen muayenenin adı 
PERKÜSYON ve vücudun farklı yerlerinde çıkan sesle rahatsızlık olup olmadığını anlamada kulağı iyi olan doktorlar için etkili bir yöntem. Bizim insanlarımız genellikle neden film çekmiyor diye yakınırlar, halbuki ne kadar yüksek dozda radyasyon yediğinin farkında değiller. Mesela tipik normal bir hastalığı olan kişi eğer BTdenen tomografi çekiyorsa normal röntgen filmlerinde maruz kaldığı radyasyonun 422 katı daha fazla radyasyona maruz kalıyorBu da ileride birçok kanser için bulunmaz fırsat adeta. O yüzden gereksiz tetkikler hastalığı daha da kötüleştirebilir. Kaş yaparken göz çıkarmak misali...

İlaç yazmadı sözü... Ülkemizin antibiyotik kullanımında 1.sırada olduğunu biliyor musunuz ? Halbuki en basitinden serum bile insan için zararlı olabiliyor. Ama illaki ilaç kullanmamız gerekiyor ya gerekli gereksiz, tüm bünyemizi mahvetmeye başlıyoruz. Hani sürekli derler ya eskiler hiç hastalanmazdı diye. Neden hastalansın ki. Doğal beslenme ve gereksiz ilaç kullanımın olmadığı o dönemlerde hastalık nasıl olsun ki ? 
Her ilaç bir zehirdir diye öğretirler bize. Gerçekten de bir ilacın etkinliği olduğu kadar yan etkileri de oldukça fazla. Hele de antibiyotikler... Bakteriler, sürekli bir direnç kazanmaya başlıyor o ilaçlara karşı. Ve günden güne de ilaçların dozları artırılıyor. Ne kadar yüksek doz, o kadar yan etki ve bir o kadar da bozulan bağışıklık sistemi.


Hayat kurtaranlar

Mesela grip için birkaç ilaç kullanan çok sayıda kişi var. Ama gribin 
%80-85 nedeni virüsler.Yani kullanılan hiçbir ilaç virüslere etki etmez. Antibiyotikler sadece bakterilere etki eder. O yüzden kullanılan ilaçların birçoğu gereksiz olur. Onun yerine bağışıklık sisteminizi güçlendiren C vitamininin olduğu gıdalarla beslenmek, dinlenmek o ilaçların neredeyse hepsinden daha yüksek bir etkiye sahiptir. Kısacası ilaç yazmayan ya da bildiğiniz ilacı yazan doktor her zaman hiçbir şey bilmeyen doktor değildir. Çoğu zaman sizi sizden daha fazla düşünen doktordur düşüncesini unutmayın.
Bir de doktorları dövenler var, onlar hak ediyor diyenler... Hangi hastanın daha acil bir vaka olduğunu sizden daha iyi bilir doktor değil mi? Çünkü her hasta yakını için hastası acildir diğerlerine göre. Ayrıca acilde çalışan bir doktor ortalama 
100-150 hastaya bakıyor.Unutmayın o doktor da bir insan ve belki de 30 saatten fazla uyuyamayan biri. %100 performans beklemek ne kadar doğru olur ? Karar sizin...

NOT : Elbette her zaman doktor haklı değildir; ama ben sadece haklı olan doktorların düşüncesini buraya yazdım.


Yazar Hakkında :Tıptaki sanatı kelimelerde de gören ve vaktinin bir kısmını yazarak geçiren bir tıp öğrencisi. Yazılarını sadece kendi değil başkaları da okuyup değerlendirebilsin diye Kayb-ıKelâm blogunda da yazan kelimelerin bir hayranı. Buyurun gelin, hep beraber okuyalım...


NOT: Bu tıp serüveninin 4.sınıfında olduğumdan daha ilerisini anlatmam doğru olmaz. O yüzden serüvende geçen bu sorulara cevaplar vererek yazıyı bitirmem daha uygun olur sanırım.

Kısaca değinmek istediğim doktorluk mesleğini yazarken anladım ki kısaca anlatmak oldukça zormuş. Peki sizler ne düşünüyorsunuz doktorlar hakkında ?



Devamını Oku

25 Kasım 2014 Salı

Boşver arkadaşım nerede adalet var ki!

Tuhaf milletiz gerçekten de. Birileri en temel haklarımızı gasp ederken sesimiz çıkmaz, olayın peşinden gitmeyiz, hatta unuturuz ama gereksiz konuları takipçilikte üstümüze yoktur. Size şimdi taze bir örnek anlatacağım, bakalım sizler ne düşüneceksiniz..

Facebook'da hediyeli yarışmalar oluyor biliyorsunuz. İşim gereği gözüme çarpanları takip ediyorum ben de. Hatta geçenlerde bir tanesine de katıldım. Reklam olmasın, adını vermeyeyim. Bir firmanın dayanıklılık testi adındaki sevimli bir yarışmasıydı. Siz sürekli fare ile tıklama yaparken gözünüz de ekranda olacak, zaman zaman ekrana gelen basit sorulara da yanıt vereceksiniz. Ne kadar çok tıklama yaparsanız, yani oyunda ne kadar çok kalırsanız o kadar çok puan alıyorsunuz, ne kadar çok puan alırsanız o kadar çok çekiliş hakkınız oluyor. Bir kere bile katılsanız çekilişte bir hakkınız oluyor. Ben şahsen yarışmanın mantığını kavrayınca hemen bıraktım, yani 1-2 dakika ancak dayanmışımdır öyle söyleyeyim. Yarışmadan küçük bir hediye kazanmışım. Mutlu oldum, Facebook sayfalarında kazananları açıkladıkları mesajın altına nezaket icabı “teşekkür ederim” yazayım dedim. İster istemez gözüm diğer mesajlara takıldı. Öyle şeyler yazmışlar ki, sosyolojik bir teze malzeme olacak bir çok başlık çıkar içinden. Yazmasam içimde kalacaktı!

Üşenmedim mesajları 3 gruba ayırdım:


1-Hediye kazanamayışını hazmedemeyenler, hatta olayı arabeske bağlayanlar:

M.G: “14 çekiliş hakkım vardı kazananlar listesinde yokum!”
( Adı üzerinde çekiliş bu, şansın yoksa istersen 114 çekiliş hakkın olsun, niye yakınıyorsun ki sayın MG?)

A.Y: “Ben de yokum, gözlerime acıdım!”
(Sevgili A.Y, gözlerini acıtacak kadar neden oynadın ki bir şans oyununda, kim seni zorladı? Gözlerini acıtanlar daha çok ödül kazanacak mı sanıyordun?)

M.A: “Yarışmanız başladığı günden beri her gün oynadım, skorum 1 milyona yaklaştı, hiçbir ödül kazanamamışım bunca kişi içinde, emeğime yazık oldu!”
(Sevgili M.A, keşke onca emeği daha yararlı bir şeyler için harcasaydın, şimdi gelmiş yakınıyorsun, harbiden sana da yazık!”)

Şimdi sıkı durun, M.A'yı bakın bir diğer katılımcı nasıl avutmuş!

S.Ş: “Boşver arkadaşım nerede adalet var ki burada olsun?”

İşte bu cevap beni benden aldı. Adı üzerinde bu bir şans yarışması, nasıl bir adaleti olmasını bekliyor ki S.Ş? Yaşamın diğer adaletsizliklerine karşı bu duruşa, bu arabeske ne demeli ya! Boşver, zaten bize felek de vurmuş sillesini, herkesten bir tekme yiyoruz hesabı.. Alt tarafı basit bir şans oyunundan bile böyle bir ezilmişlik psikolojisi nasıl çıkabilir? Sosyologlar siz acaba bu duruma ne dersiniz, lütfen beni de aydınlatın. Aklıma Yalan Dünya'daki Tülay'ın meşhur repliği geldi: “Ezik miyiz yahu biz, ezik miyiz??”

2-Hediye kazanamadığı için firmayı suçlayan hazımsız grup

Bu gruptakiler keşke yarışma sonucuna gösterdikleri tepkinin onda birini toplumsal haksızlıklara da gösterseler bence ülkede sorun kalmaz! Bakın neler neler demişler:

E.D: “Biz neden kazanamıyoruz, torpillileri seçiyorsunuz! Hepiniz öylesiniz, bizi çekilişle kandırıyonuz hep torpillilere tanıdıklarınıza veriyonuz, bi düşünün insan tanımadığı birine büyük bir hediye verir mi? Ben tüm yarışmalara katılıyom niye ismim cekilmiyo o zaman?”

(E.D'nin yorumundaki vurguya dikkat ettiniz mi? İnsan tanımadığı birine büyük bir hediye verir mi diyor, hiç olacak şey mi yani demeye getiriyor. Hem bu dünyanın torpille döndüğüne inanıyor, hem de belki bir yerde bir açık olur, bana da güler felek bir gün diyor. Adalet duygusunu hepten yitirmiş, yitirmiş yitirmesine ama bütün yarışmalara da katılmayı görev edinmiş. Ah be E.D, bu yarışmalara sadece eğlenmek için katıl, yoksa her kazanamayışında biraz daha dibe çökersin, senin sonunu iyi görmedim ben)

Ö.H gibiler ise yüzsüzlüğü espriye vurmuş:

ÖH: “O kadar uğraştık kazanamadık, bari bir teselli hediyesi gönderseydiniz, sizin firmaya yakışmaz mı?”

(Zaten adamlar küçücük hediyeler gönderiyor, maksat eğlenmek. Neyin tesellisini istemiş anlayamadım, kendince espri de yapmış olabilir gerçi.)

F.Ç: “Hiç adil çekiliş yapmıyorsunuz. 71 çekiliş hakkım vardı, havlu çıkmış.”
(Yani şimdi 71 tane milli piyango bileti alsaydı bu F.Ç, neden amorti çıktı diye milli piyangoyu mu basacaktı! Dışarıda adaletsizlik diz boyu, zengin-fakir arasındaki uçurum ayyuka çıkmış, F.Ç adaleti nerelerde arıyor? Harbiden bazen söyleyecek laf bulamıyorum, gülsem miii, ağlasam mııı!

3- Hediyesine bir an önce kavuşmak isteyen telaşlı ve de meraklı grup

O.K: “Hediyeler ne zaman gönderilecek, bir bilginiz var mı acaba?”
(Görüyorsun işte yazılanlar ortada, kim neyi bilebilir, kargocu mu ki oradakiler, niye sorarsın bu gereksiz soruyu O.K arkadaşım!)

Bazıları ise sanki iş yerinde satınalmacı da sipariş takibi yapıyor gibi büyük bir ciddiyetle sormuş:

BM: “Peki bu hediyeler ne zamana kadar gönderilir veya elimize ulaşır tahminen?”

GGA: “Nasıl ulaşılacak bize teşekkürler”
AK: “Nasıl iletişime geçeriz sizinle ? Havlu kazanmışım da. “
DK: ”Ben ödülümü nasıl alcam?”
DH:”Ödülleri nasıl yollayacaksınız acaba?”
................

Bu tarz yorumlardan bir sürü vardı. O yarışmaya başlarken zaten bir form doldurup adres bilgilerini yazdığını unutmuştu katılımcılar demek ki. Alt tarafı küçük bir hediye kazanmışsınız, ya da büyük olsa ne fark eder, taş attınız da kolunuz mu yoruldu? Ne zaman gelirse gelir hediye, niye kendinizi bu kadar harap ediyorsunuz ki!

Bir havlu için gösterdiğiniz şu performansı keşke elektrik faturaları neden bu kadar kabarık geliyor, doğal gaza niye bu kadar zam geldi, insanlar niye yerlere çöp atıyor, bu dolmuşlar niye bu kadar korna çalıyor, asgari ücret 890 lira iken milletvekilleri neden 25.000 lira maaş alıyor, bu politikacılar neden bizi bu kadar aşağılayan konuşmalar yapıyor, sevdiğim gazeteci neden işten atıldı, kıdem tazminatı neden kaldırılıyor, neden kitaplar bu kadar pahalı, neden her şeyden bu kadar çok vergi alınıyor, bu vergiler nereye harcanıyor, neden televizyonlarda kaliteli filmler gösterilmiyor, neden kiralar bu kadar arttı, neden etrafımda yeşil bitki göremiyorum, pandaların nesli neden tükeniyor, neden biz de uzaya uydu göndermiyoruz, neden hiç Türk astronot yok, neden mısırı pamuğu ithal ediyoruz, neden zeytin ağaçları katlediliyor, neden bu kadar iş kazası oluyor.... gibi sorulara yanıt bulmak için de gösterebilseydiniz!!

Gittim ben, gitmesem bu yazı bitmez....



Devamını Oku

21 Kasım 2014 Cuma

Şeref Meselesi'ni gala gecesinde izledim

Şeref Meselesi dizisi televizyonda başlamadan önce gala gecesinde ilk bölümü izleyen şanslılardan biri de bendim. Hürriyet Bumerang sayesinde bulundum bu unutulmaz gecede. Galanın detaylarına girmeden önce diziden söz etmek istiyorum meraklıları fazla yormadan.

Açıkçası beklentimin çok çok üzerinde başarılı buldum diziyi. İlk bölümü izlediğinizde bence siz de bana hak vereceksiniz. Bakın neden başarılı olmuş dizi?


Bu dizi bence olmuş


1- Dizinin senaryosu roman tadında

Zor beğenen izleyicilerdenim ben. Bir diziyi sevmem için güzel bir hikaye anlatmalı senarist, beni sarmalı söyledikleri. Edebi bir lezzeti olmalı diyalogların. Bir cümlelik fikirden yola çıkıp o cümlenin etrafını entrikalarla, saçma diyaloglarla, gerilim yaratma amacı sırıtan gereksiz çatışma sahneleriyle, “yok artık!” dedirtecek absürt tesadüflerle dolduran senaristlere diş biliyorum. Hatta çoğu uyarlamaları için “edebiyat katilleri, bırakın romanları katletmeyi!” falan dediğim de oluyor.
 Şeref Meselesi'nin uyarlama senaristi Seray Şahiner ise ilk bölüm için gerçekten de takdirimi kazandı.
Bir kere çok güzel bir hikayesi var dizinin. Roman tadında, daha doğrusu gerçek hayattan bir kesit gibi. Ne çok hızlı anlatılmış, ne gereksiz yere uzatılmış. Hikayede yaşananlar içimizden birinin başından geçse yadırgamayacağımız cinsten. Uyarlama senaryoymuş, romandan mı yoksa yabancı bir diziden mi onu bilemiyorum ama sonuçta yine de tebrik etmek lazım; öyle güzel uyarlamışlar ki hikayede sırıtan hiçbir taraf bulmadım ben.


Şeref Meselesi kadınları şahane:)


2-Kahramanlarla kolay tanışıyoruz.

Dizilerin de romanlarda olduğu gibi ilk bölümleri önemlidir benim için. Hikaye içine çekmezse eğer kitabı yarım bırakırım, ya da dizinin devamını izlemem. Şeref Meselesi'nde çok dozunda tatlı tatlı başlıyor olaylar. Konunun içine yavaş yavaş dahil olurken eş zamanlı olarak karakterleri de tanımaya başlıyoruz.
Bazı dizilerin ilk bölümlerinde her yerden bir karakter çıkar, kim kimdir bir türlü kafamızda oturtamayız. Bazı dizilerde de sanki ders anlatır gibi sırayla kahramanlara odaklanarak insanı hikayenin bütününden koparırlar bilirsiniz. Hatta ilk bölümündeki senaryo başarısızlığı yüzünden yayından kalkan bir çok dizinin adını sayabilirim size. Şeref Meselesi'nde ise böyle sorunlar yok. Karakterler olabildiğince karmaşadan uzak ve yalın anlatılmış. Yani ilk bölüm bittiğinde bütün karakterlerin isimlerini ezberlemiş oluyorsunuz, kişilik özellikleri kafanızda oturuyor ve bu doğal anlatım, tanıdık bir yazarın yeni romanını okuyormuş hissi veriyor.

Şeref Meselesi'nin yakışıklıları

3-Bu dizideki kahramanlarımı hemen seçtim.

Size de olur mu bilmem, bir diziyi ilk kez izlerken empati kuracağım kahraman yoksa hemen  o diziyi yarıda bırakırım. Sevdiğim kahramanların gözlüğünü ise kolayca takıveririm, hemhâl olurum kendileriyle. Kahramanlarımın başına kötü bir şey gelirse de senaristlere diş bilerim ne yalan söyleyeyim.

Şeref Meselesi'ndeki kahramanlarım da  belli. Zeki, başarılı, sağ duyulu, mantıklı, vicdan sahibi, idealist, dürüst ve aynı zamanda duygusal yönü ağır basan, hoşlandığı kıza “Hangi tür kitapları okumayı seversin?” gibi şahane bir soruyu soracak kadar da saf bir aydınlığı olan Emir baş kahramanım olacak belli ki. Emir'i sevdiren bir diğer sahneyi daha anlatayım.

Avukatlık stajı yaptığı büronun sahibine bütün idealistliği ve vicdanıyla soruyor:
           
“Neden sadece icra davalarına bakıyoruz ki? Oysa bize okulda hukukun çok değişik yönlerini de anlattılar. Burada birkaç ay çalışan kişi hukukun alacak-verecek işleri olduğunu sanır!”

Bir de Şükran Ovalı'nın oynadığı Derya karakterini çok sevdim. Dürüst ve kendi içinde çok tutarlı, hayat mücadelesini en ağırından verse de, hakkını savunmak için çoğunlukla kavga etmek zorunda kalsa da, gülümsemeyi ve eğlenmeyi de becerebiliyor Derya. Yaşadığı koşullar arabesk aslında dışarıdan bakıldığında. Üvey baba, huzursuz ev, pısırık anne, az para... Başka yönetmenin elinde olsa ağlak sahneler çıkar Derya'nın hayatından. Ama bölümün sonunda benim aklımda kalan Derya bırakın arabeski, neşe dolu hayat dolu bir kız. Belki de Şükran Ovalı'nın dizide çok başarılı bulduğum oyunculuğunun da etkisi olmuştur böyle düşünmemde bilemiyorum. Sevgili senarist Seray Şahiner'e seslenmek istiyorum daha yolun başındayken.
            -Seray Hanım, lütfen Emir ve Derya'ya torpil yapın, başlarına kötü şeyler gelmesin, onlar benim bu dizideki sevdiğim kahramanlar!


4-Sinema Tadında

Dizilerden biz izleyicileri soğutan şeylerin başında uzun bakışmalar, tirat atar gibi yapılan konuşmalar, zaman doldurmak için eklendiği belli olan gereksiz hatırlama sahneleri gelir bilirsiniz. Şeref Meselesi'nde öyle sahneler yoktu, en azından ilk bölümünde yoktu ve umarım devamı da böyle olur. Yönetmen Altan Dönmez'i bu anlamda tebrik ediyorum gerçekten de. Sinema filmi izliyor hissine kapıldım inanın, gerçi böyle hissetmemde bölümü sinema salonunda izlememin de etkisi vardır mutlaka. Bence siz de ilk bölümü izlerken ışıkları kapatın, varsa ses sistemenizi açın, sinema ortamı yaratın evinizde; bakalım siz de benim gibi düşünecek misiniz?

5-Dizinin müziği şahane

Müzikler gerçekten de şahane, Salvatore Riccardi ve Yıldıray Gürgen'in adı geçiyor. Dediğim gibi varsa evinizde ses sistemi, izlerken mutlaka açın. Ben dizinin müziklerine bayıldım. 


Şeref Meselesi'nin doğal kadınları


6-Kıyafetler ve ortam samimi


Sizi bilmem ama ben şahsen evin içinde topuklu ayakkabı ile dolaşan, parıltılı kıyafetler giyip havuzlu villalarda yaşayan insanların marjinal ve de entrika dolu abuk hayatlarının anlatıldığı dizilerden hiç haz etmiyorum. Hangi dizide karakterler evin içinde terlik giyiyorsa o diziyi daha fazla seviyorum, çünkü samimi buluyorum. Hele ki dizinin konusu sıcak bir mahallede geçiyorsa değmeyin keyfime...  Şeref Meselesi bu anlamda da beni cezbetti. Balat'ın özgün mimarisinde sıcak bir mahalle ortamında geçiyor dizi, kıyafetlerde ve makyajlarda aşırılık yok. Doğal ve samimi halleriyle benden geçer not aldılar, ama ne yalan söyleyeyim evde terlik mi giyiyorlardı aklımda kalmamış, pazar günü ikinci kez izlerken gözüm oyuncuların ayaklarında olacak.

Anlatacaklarım şimdilik bu kadar, kaçırmayın bu diziyi diyorum. İlk bölümü izledikten sonra yorumlarınızı da bırakmayı ihmal etmeyin. Üzerinde konuşur eğleniriz birlikte.

Biraz da gala gecesi hakkında gözlemlerimi anlatayım size.

Şeref Meselesi Gala Gecesi

Hayatımda ilk kez katıldım böyle bir gala gecesine. Canlı yayınlarda denk geldiyseniz görmüşsünüzdür siz de, ortam çok kalabalıktı. Daha dizi başlamadan nasıl biraraya geldiklerini bir türlü anlayamadığım genç fan'lar grubu mu dersiniz, Kanal D'nin yarışması sayesinde galaya katılma hakkı kazanan heyecanlı tipler mi dersiniz, Ulan İstanbul'un çok sevdiğim sıcak kadrosu mu dersiniz, hangi birini anlatayım. Ortalık kamera ve fotoğraf çekenle dolmuştu. Biz de karıştık aralarına şanslı on blogger olarak. Kurulan sahnede dizi oyuncuları yerlerini aldılar, flaşlar patlamaya başladı, kameralar canlı yayınlara geçtiler.

Zor zenaat oyuncu olmak, gözler üzerindeyken insanın saatlerce poz verip sürekli gülümsemesi kolay iş değil bence.


Kerem Bürsin fanları


 Genç kızlar dizideki Yiğit karakterini canlandıran Kerem Bürsin'i adeta ablukaya aldılar. Ben kendisini daha önce hiç izlememiştim, internetten baktım hayat hikayesine. Hollywood-Türk yapımlarında çift dilli oyunculuk yapıyormuş. Güneşi Beklerken adlı dizide oynamış, Çağan Irmak'ın “Unutursam Fısılda” filminde de Erhan olmuş. Amerika'da filmler yapmış. Tamam yakışıklı da,  ama Emre rolündeki Şükrü Özyıldız'ın da hakkını yememek lazım bence. Çok başarılı bir oyuncu ve görüntüsüyle gayet de ekrana yakışıyor. Tarık Akan'ın gençliğini anımsatıyor hatta biraz.  Oyun Atölyesi'nde devam eden “Kim Korkar Hain Kurttan” adlı oyunda da oynuyormuş Şükrü Özyıldız, ki bilet bulabilirsem gitmeyi düşünüyorum o oyuna.
 Kadın oyuncular, ekranda göründüklerinden çok daha güzelmişler bunu da not olarak belirteyim.


Şeref Meselesi ve Ulan İstanbul ekibi


 Renkli bir dünyaya gözlemci olarak katılmak keyifliydi açıkçası. Yeri gelmişken böyle güzel br gece geçirmemi sağlayan Bumerang'ın güleryüzlü sıcak ekibi sevgili Hilal Meriç'e ve Ahmet Erten'e çok teşekkür ediyorum.

Keyifli seyirler efendim, yorumlarınızı merakla bekliyorum.

Devamını Oku

18 Kasım 2014 Salı

Dur, hemen kıskanma!

İş hayatında kıskançlık vakalarına rastlamayan yoktur. Şimdi en uçtan örnek vereyim de kimseler üzerine alınmasın.

Diyelim ki siz iyi bir beyin cerrahısınız. Sizin çalıştığınız hastahanede bir de çok iyi bir kalp uzmanı var, ismi de Macit olsun. Bu Macit Bey bir bilimsel çalışma yapıyor, aşk acısından muzdarip kalpler için bir ağrı kesici icat ediyor. Siz beyincisiniz, o da kalpçi, normalde aranızda bir rekabet yok. Ne yapmanız lazım normal koşullar altında? Gidip Mucit Macit Bey'in kapısını çalıp kendisini tebrik etmeniz lazım değil mi? Hatta varsa bir aşk derdiniz, yeni ilaçtan da isteyebilirsiniz, emin olun siz meslektaşına seve seve o ilaçtan verecektir Macit Bey.

Böbürlenme padişahım!

Ama yok, duyunca bu yeni icadı, içinizi kaplar bir kıskançlık. “Neden Macit buldu da o ilacı ben bulamadım!” diye dövünmeye başlarsınız. “O kalpçi ama olsun, ben de beyinsel olarak bulabilirdim bir çözüm!” diye kendinizi yiyip bitirirsiniz. Şimdi basın gelecek Macit'i övecekler, röportajlar yapacaklar, sabah programlarına bile davet ederler O'nu diye içinizdeki kurtlar kendi kendini kemirmeye başlar. Birden en kötüsü aklınıza gelir, ya Macit'in maaşına zam da yaparlarsa? Sanki sizin maaştan kesip Macit Bey'e mi verecekler? Olsun, hiç fark etmez, bu acıya katlanamayacağınızı düşünüp hemen karşı saldırıya geçmeye başlarsınız.

Aşk acısı kalple değil beyinle ilgilidir, Macit Bey'in bulduğu bu ilaç hiçbir şeye yaramayacaktır” diye sağda solda konuşmaya başlarsınız mesela. Ya da daha da ileri gider: “Macit bu ilacı benden çaldı, on yıldır üzerinde çalışıyordum, dosyalar bilgisayarımda kayıtlıydı ama çalınmış!” diyerek komplo teorisi yaratıp adamı hırsızlıkla da itham edebilirsiniz. Çamur at izi kalsın misali, Macit Bey aklanana kadar kamuoyu bu haberle meşgul olabilir. Ya da apar topar kendi teorinizi geliştirirsiniz, maksat karşı saldırı olsun, mesela şöyle dersiniz:


Aşk acısı diye adlandırılan şey aslında bağırsak gazıdır, çaresi de beyindeki nöronlara sinyal göndermektir, gazdır çıkar gider. Niye abartılıyor ki bu kadar!”
Genelde en sık başvurulan yöntem de işinize yarayabilir. Patron ve de ilgili otoritelerin olduğu bir ortamda patronun bir takıntısından yola çıkıp kendinizce zeki bir manevrayla gündemi değiştirebilirsiniz. Gramer takıntısı olduğunu bildiğiniz patronunuzun yanında şöyle dersiniz mesela:

nereden baktığınız önemli!


O değil de Macit Bey'in yazdığı tez imla hatalarıyla dolu, ben şahsen okuyamadım ve dolayısıyla da anlayamadım” dersiniz. Hemen gözler noktaya virgüle çevrilir, kalpmiş acıymış kimsenin aklına bile gelmez. Böylece Macit Bey'in tam da övüleceği zaman diliminde hatalar yapabilen bir ölümlü olduğunun altını şahane bir şekilde çizer, ortamda alevli “nokta-virgül” tartışmaları yapılırken siz kıs kıs gülerek keyifle kahvenizi yudumlarsınız.

Bütün bunları yaparak belki gündemi meşgul ettiniz, belki sahiden de Macit Bey'in icadını itibarsızlaştırmayı başardınız, ya da kendinizi “Şu beyinci de ne hırslı birisi, ne saçmalıyor!” dedirtecek kadar küçülttünüz. Ne oldu? İçinizin yağları mı eridi? Hayır cidden ne geçti elinize?
Muhtemelen bir zafer duygusu yaşadınız ama içinizdeki haset ateşi yine de sönmedi değil mi? Kendinize yeni kurban bulmakta gecikmezsiniz merak etmeyin!

Bakın dostum, hayat böyle geçmez. Bırakın Macit Bey başarısının hazzını yaşasın, siz de madem beyin cerrahısınız, gidin beyin nöronlarınızı bir kontrol edin. Kısa devre yapıyor onlar, yangın mangın çıkar maazallah!

en büyük kim?



Devamını Oku

13 Kasım 2014 Perşembe

Mimlendim, keyifli bir yemek yazısı çıktı ortaya...

Sevgili Decoridea eğlenceli bir mimde beni mimlemiş, teşekkür ediyorum kendisine, evet gelsin sorular:


En sevdiğiniz yemek?
Ne desem bilemedim. Şimdi zeytinyağlı sarma desem, baklalı enginarın hatırı kalır, içli köfte desem deniz börülcesinin boynu bükülür. Cemal Süreya'nın "Aşk" şiirinden aşırma bir cevap oldu böyle de, en iyisi “sevdiğim yemeklerin hakkını veririm” demek sanırım.

cevizli baklava
En sevdiğiniz tatlı?
Sütlü tatlıların prensesi kazandibi, evde pişiyorsa azıcık yanmış dibi hem de, ismine yaraşır cinsten.
Şerbetli tatlılardan elbette ki cevizli ev baklavası. Baklava dediğin fıstıklı mı olurmuş, ceviz dolacak içi, tereyağının o özgün kokusunu hissedeceksiniz damağınızda, ağzınızda şerbet damlacıkları lezzet patlaması oluştururken, yavaş yavaş yutacaksınız lokmaları.
Bir de treliçe çıktı yeni, sütün aramosında o ne hafiflik, o ne lezizlik, o ne şahaneliktir öyle, bir de üzerinde karamel de var ki oy oy oy...



Siz çocukken anneniz sizi?
Ee? Ne diyeyim ki şimdi, soruyu yazan arkadaşımız bir zahmet yüklem de koysaymış ya! Protesto ediyorum bu yarım cümleyi. Bazen böyle kıl Türkçeci moduna geçerim bilirsiniz.

Çocukken, şimdi de?
Pardon, Fransız kaldım yine. Bu soruyu nasıl anlasam bilemedim. Twitter'da 140 karakter yazmaktan mı oluyor acaba bu sözcüklerden tasarrufa gitme anlayışı? Bir mani yazayım bari ben de:

Sosyal medya zehirledi bizi,
Viran etti cümlelerimizi,
Duymayanlar da duysun
Aradaki boşluklar kelimelerle dolsun☺

Yemeği sevdiğiniz ilginç şeyler?
Biz çocukken bahçemizde ayva ağacı vardı, biz onun çiçeklerini yemeğe bayılırdık, çok güzel bir tadı vardı o çiçeklerin. Şimdi olsa yine yer miyim, ne yalan söyleyeyim bir ayva ağacı görebilsem,çiçeğinin tadına yine bakarım sanırım.

Türk mutfağı dışında?
Evet yine yüklemsiz bir cümleyle karşılaştık. Ne zaman mim yanıtlasam ille de sorulara takılıyorum elimde değil. Türk mutfağı dışında hangi mutfakları sevdiğimi soruyorlar şeklinde varsayıp cevap vereyim.

Ben yemek konusunda hiç de açık fikirli bir insan değilim maalesef. Her yemeğe peynir atılan İtalyan mutfağı benim gibi peynir düşmanına ters. Etlerin pembe pembe neredeyse çiğ yenildiği Fransız mutfağı benden uzak olsun. Çok acılı sevmediğim için Meksika mutfağı da yerinde kalsın. Amerika'nın zaten mutfağı yok. İngiltere'nin mutfağı yok da işte kahvaltıları var, ama sanırım kahvaltıda tatlı fasulye yemek pek hoşuma gitmez. Böcek möcek, yosun mosun ne varsa pişirilen Uzak Doğu mutfağı benden uzak olsun, geriye ne kaldı? Rus mutfağının votkası olur bakın, Absolute'a hayır demem..


meyveler şahane


Yemeyi sevdiğiniz sağlıksız şey?
Nutella'lı ekmek, hmmm nefis!

En sevdiğiniz meyve?
Yine doğanın bize bahşettiği şahane meyvelere haksızlık edecek zor bir soru bu. İncirin ağızda bıraktığı o yapışkan ama güzel tadı nasıl kıyaslarım ananasın o sulu, o şahane kokulu etkisiyle! Karpuz kavun demez mi ki bizim neyimiz eksik. Çileğin o iç gıcıklayan kokusuna kim dayanabilir? Hele bu aralar tezgahlarda göz kırpan tatlı sulu mandalinalar, portakallar, Amasya elmaları çıtır çıtır.. Edalı işveli bir görünüp bir yok olan kara dutun gizemi, kızılcığın güzelliğine aldananların damaklarında kalan o şakacı mayhoşluk.. Kayısının sarısı, yere düştü yarısı mı desem, kiraz aldım dikmeden Halimem ben yanıyom yürekten mi desem, yoksa üzümler birbirlerine bakarak kararsa da çarşıdan bir tane nar alıp eve gidince bin tane olmasının sihrini mi anlatsam?
En iyisi ben bu soruyu pas geçeyim.


meyveler, taze taze...
En sevdiğiniz atıştırmalık?
Açsam, atıştırdığım her şey en sevdiğimdir. O anda meyve de olabilir, çerez de olabilir, kurabiye de olabilir, hatta kuru ekmek parçası bile olabilir. Adı üzerinde atıştırmalık, açlığı yatıştırmalık.. (yine reklam sloganı oldu)

En sevdiğiniz içecek?
Tabii ki su.. Yazın susuzluğunu gidermek için şekerli meyve suları, kola falan içerler ya şaşırırım onlara. Ya da çok sıcak bir günde susuzluğu gidermek için bira içerler. Hayır, ben önce kocaman bir bardakta suyumu içmeliyim kana kana, sonra içerim bira ya da sodayı. Susuzluğumu gideren ikinci içecek ise ayrandır. Yanlış anlaşılma olmasın, birileri “milli içecek” demeden önce de seviyordum ben ayranı.

Asla yemeyeceğim, içmeyeceğim dediğiniz şeyler?
Antenli arkadaşlar ve bilimum acayip yaratıklar diyeyim ve bu konuyu kısa keseyim. Zira konuşması bile zor netekim.

Sonsuz tane olsa yiyebileceğiniz şeyler?
Yok öyle bir şey, insan sıkılır hep aynı şeyi yemekten, ben sıkılırım şahsen.

dumanı tüten tarhana,nefis!
Çorbaların kralı?
Anne usulü tarhanadır. İçinde soğan, baharat, ot mot yoktur. Sadece domates ve yoğurtla karıştırılmıştır, mayhoştur. Yeşil biberle pişirip üzerine bolca karabiber dökersiniz, fırında kızarmış baharatlı ekmek lokmalarını atarsınız o sıcak çorbanın içine. İşte o ekmek lokmalarıyla çorbanın buluştuğu anda çıkan ses sanki yaşamın özü gibidir. Akşam tarhana çorbası piştiyse ve kaldıysa tencerede, ertesi sabah başka kahvaltı gelmez insanın aklına. O koku sevginin kokusudur, dumanı tüten tarhana çorbası pişen evler sanki daha huzurlu ve mutludur diye düşünürüm. Tarhana çorbası demek yuva demektir benim gözümde.
 Bir çorbaya işte böyle de anlam yüklerim...




kahvaltı sevgidir
Kahvaltıda tercih ettiğiniz şeyler?
Yemek yemek hakkında ne düşünürsünüz bilmem, ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” demiş ya Cemal Süreya, sanki bu şiiri benim için yazmış. Kahvaltı insanıyım ben, hele hafta sonları özenli kahvaltılar hazırlamaya bayılırım. Sadece peynir tereyağ yemem çocukluğumdan beri, onun haricinde her şey olmalı kahvaltı soframda. Şimdi anlatırsam herkesin ağzı sulanır, mükellef olmalıdır kahvaltı sofram. Ha bir de İzmir özlemim kabarınca boyoz çeker canım kahvaltıda.

Açken ben?
Reklam sloganı geldi şimdi aklıma, öyle sormuşlar çünkü. Açken ben ben değilim demek istiyorum. Gerçekten de açlığa dayanamam, kafam çalışmaz, uyku halinde olurum. Babaannemin bir lafı vardı, “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” derdi, aynen öyle gerçekten de.

Bir keresinde yemek yerken?
Bir keresinde yemek yerken gülme krizi tuttu, bir keresinde yemek yerken az kalsın balığın kılçığı boğazıma kaçıyordu, bir keresinde yemek yerken dalıp gitmişim, bir keresinde yemek yerken yemek çabucak bitti, bir keresinde yemek yerken yemek yemek ne acayip bir şey diye düşündüm, bir keresinde yemek yerken neden Türkçe'de yemek yemek gibi bir söylem var diye düşünüyordum...
Böyle uzar gider bu sorunun yanıtı...

Eğlenceli bir mimdi, umarım siz de eğlendiniz. Ben kimseyi mimlemek istemiyorum yine, bu yazıyı okuyup sorulara yanıt vermek isteyen herkes kendini mimleyebilir.


Lezzet ve keyif dolu bir gün geçirmenizi dilerim. Şimdiden afiyet olsun hepinize.
Devamını Oku