Mücella'yı
kitap raflarında ilk gördüğümde gözüme kestirmiştim.
Kapağındaki eski zamanlardan kalma dikiş makinesi ve siluetin
retro görüntüsü cezbetmişti beni. Üstelik eski bir isimdi
Mücella. Hiç tanıdığım Mücella var mıydı diye düşündüm,
çıkaramadım. Ama biryerlerde unutulmuş, adı gibi silinip gitmiş
ne kadar çok Mücella vardı kimbilir...
Elbette
kitapları kapaklarıyla değerlendirenlerden değilim, ama işte
insan robot da değil ki! Bazen bir çağrışım olur, bir rüzgar
eser, bir müzik çalınır kulağa; bir şey olur, kendini
yadsırsın. Mücella da benim için öyleydi; yani kapağına
bakarak aldığım belki de ilk kitaptı. Ama çok sevdim be, iyi ki
de öyle olmuş...
Geçen
hafta 18 mayıstı, akşama kısa tatile çıkacaktım güneye.
Acilen Mücella'yı almam lazımdı. Öyle ya, insan tatile çıkarken
yanına önce tatil kitabını almalı; güneş yağı, şampuan
falan hiç önemli değil. Tatil günlerine yetecek boyutta sayfa
sayısı seçmek önemli yalnız. Ben otobüsle 10 saat gideceğim
için, 3 günlük tatilime 340 sayfayı uygun gördüm ve seçimim
Mücella oldu. Aslında ayıp da ettim O'na! Zira hayatını dört
duvar arasında geçirmiş Mücella, benim çok yıldızlı tatilime
eşlik edecekti. Nereden bilebilirdim O'nun öyle çileli bir hayatı
olduğunu! Umarım beni affetmiştir, ben havuz başında hafif
alkollü kokteylimi yudumlarken, kenarda öyle seyirci kaldığı
için...
Mücella
yazgısında ne çok kadın var bu ülkede... “Ayıp” diye sokağa
çıkarılmayan, erkek sineklerden bile sakınılan, binbir hayalle
işlediği çeyizlerini bir sandığa doldurup hiç kullanamayan,
başkalarının mutluluklarına seyirci, kendi hayatında ancak
figüran olabilen kaç Mücella var hem de... İşin üzücü tarafı
ise, sanki “Mücella olmak” kutsanıyor gibi şu son dönemlerde.
Kadınlar, dördüncü sınıftan sonra okumayı bıraksın (beş
bile değil artık!), evinde çeyiz yapsın, hiç aşık olmadan
görücü usulü evlensin, evlenemese de kaderine boyun eğsin
isteniyor sanki günümüzde! Oysa Mücella olmak, bir roman hali
olarak kalmalı, ne bileyim, içim burkuldu okurken... Sanki kapının
arkasından gölge gibi izliyordum Mücella'yı, kendimi
uzaklaştıramadım da...
Geri
planda 1920'den 1970'e kadar olaylar aktı durdu. Gaz lambası
elektriğe dönüştü, bir ara İkinci Dünya Savaşı çıktı,
kahveler nohuttan yapılmaya başlandı, Mücella hiç yorum
yapamadı! Sokakta sağ sol kavgaları çıkıp da silah sesleri
yükseldiğinde, Mücella cezaevinden mahkum kaçtı zannetti. Radyo
çıktı, üzerine dantellerini örterek hayatına devam etti
Mücella. Ah be Mücella, keşke roman kahramanı olarak kalsaydın,
bugün de o kadar çoksun ki...
Anlatmayacağım
size Mücella'yı daha fazla. O buğulu hüzün, o yalın hayat
hikayesi yazarın kendi cümleleriyle aksın sizin de dünyanıza.
Gidin, izleyin camın kenarından O'nu. Ama sakın ürkütmeyin, laf
söz etmeyin, kırılmasın, incinmesin. Ama dersinizi alın; Mücella
gibi olmasın kadınların hayatı...
Not:
yazar Nazan Bekiroğlu; kendi kızıyla yaptığı röportajda
“okuyucu bu kitapta ne bulacak?” sorusuna bakın nasıl yanıt
veriyor:
“Babasız,
anne baskısıyla büyüyen, başlangıçta silik görünen yalnız
bir kız: Mücellâ. Onun gözünden arka planda toplumsal
değişimler, siyasal çalkantılar. En çok da dönemsel ayrıntılar.
Bugün bizim için mazi olmuş, unutulmuş kokular, kumaşlar,
gelenekler, renkler, masallar, şarkılar. Mücellâ’nın hayatına
bir biçimde dokunanların fırtınalı hikâyeleri de bekliyor
okuyucuyu. “
Ben
sevdim kitabı, tatilimin dönüşünde otobüste bitti, tam da
olması gerektiği gibi sıkmadan, uzamadan... Mücella da sayemde
biraz hava almış oldu, belki siz de O'nu kendi dünyanıza tanık
etmek istersiniz, kesin sevinir garip; ne görmüş ki zaten hayatında...
İş
hayatınızın başlarında az maaş alırken neler yaptığınızı
bir düşünün. Muhtemelen bütçenize uygun bir muhitte, mütevazı,
küçük bir ev kiralamıştınız. Sonra maaşınıza zam gelince
hiç farkında olmadan kendinizi daha pahalı, ama daha güzel bir ev
ararken buldunuz. Aslında bu yeni, kocaman eve ihtiyacınız yoktu,
ama geliriniz artmıştı, daha pahalı bir evde oturabilirdiniz.
Böyle davranırken birçoğumuz gibiydiniz. Çünkü bu şekilde
yaşamak, çok normal geliyor kulağa. Biliyoruz ki, daha doğrusu
kabul etmişiz ki; “gelir artınca yaşam
standartları yükselir, bu durumda masraflar da artar! Kısacası,
“çok kazanan, çok harcar” mantığı. İşte buna
ekonomistler “yaşam tarzı enflasyonu” diyorlarmış, ben
de yeni öğrendim bu terimi, çok da hoşuma gitti. Devam edeyim
örneklere...
Yeni
bir işe girdiniz, herkes öğle yemeğini sizin daha önce pahalı
bulduğunuz restauranttan söylüyor. Siz önceleri evden zeytinyağlı
yemek getirmeye devam ettiniz, baktınız iş arkadaşlarınız size
burun kıvırıyor, ya da kendiniz bu durumdan rahatsız olmaya
başladınız; mecburen kendinize yeni bir masraf kalemi açıp, siz
de o pahalı restauranttan yemeye başlarsınız. İşte bu da yaşam
tarzı enfasyonuna başka bir örnek. Yani farkına bile varmadan
daha çok para harcamak!
İşyerindeki
alışveriş çılgını arkadaşlarınız, sizi pahalı markalardan
giyinmeye zorlar, ortama uymak için gider maaşınızın yarısını
o cekete yatırırsınız. Bunun sonu yok, mesela metroyla işe gelip
gitmenizi, ”alsana taksitle bir araba kendine, ne diye eziyet
çekiyorsun!” diye eleştirirler, hoop kendinizi 5 senelik
araba kredisi çekerken bulursunuz. “Ne için çalışıyoruz,
elbette biraz lüksümüz olsun!” mantığının etkisiyle
haftada iki kere dışarıda eğlenmeye başlarsınız. Bunun sonu
gerçekten yok; çevrenizdeki herkes çocuğunu koleje gönderir, siz
de göndermek zorunda hissedersiniz. Çevrenizdekiler en iyi
tatillere giderken, siz de gitmek istersiniz.
Evet bütün bunlara
elbette insan olarak hakkımız var, ama nereye kadar? Bu döngüye
bir kaptırdınız mı kendinizi, yaşam kaliteniz artar ama,
kendinizi asla maddi güvencede hissedemezsiniz. Çünkü
geliriniz arttıkça, siz farkında olmadan giderleriniz de arttıkça
artar, buna rağmen, kenarda yeterince paranız yoktur. Ama bir
şeyi unutursunız; iş hayatı her zaman dalgalıdır, birgün
işinizden olursanız, bu kadar maddi bağımlılıkla ayakta
kalmanız zorlaşabilir, Allah korusun çok kötü örneklerini
duyuyoruz, okuyoruz.
Yaşam
tarzı enflasyonundan kendimizi nasıl koruyacağız? Uzmanlar,
yaşam tarzı enflasyonundan korunmak için her zaman “oranlara
bakın” diyor. Mesela gelirinizin en az %10'unu tasarruf olarak
ayırın kenara, ev kira ya da taksit ödemeniz gelirinizin %25'ini
geçmesin diyorlar. Bu konuda benim de bir önerim var; çevreye
kulakları tıkamak.! “Saçını boya” diyene, “ucuz kazak
alma” diyene, “sen hiç dışarıda yemek yemiyor musun?”
diyene kulak asmamak. Bu tabii ki biraz da özgüvenle alakalı.
Ben
son yıllarda “tüketmeme” bilincindeyim. Biliyorum ki ne kadar
az tüketirsem, kafam o kadar rahat olur. Dünyanın kaynaklarına o
kadar az zarar veririm. Elbette kendimi kısıtlamıyorum, ama
gereksiz şeylere harcama yapmıyorum. Böyle olunca, çok para
kazanacağım diye hırslanmam da gerekmiyor, ve iç huzurumu
koruyorum. Mesela ayakkabım eskimeden yenisini almıyorum, ihtiyacım
olmayan giysileri sırf güzel diye, sırf moda diye satın
almıyorum. Kendi yemeğimi kendim yapıyorum, en son pizza yiyip
zehirlendikten sonra bu konuda mümkün olduğunca taviz vermiyorum.
Tivibu aboneliğimi kaldırdım, uydu kanalları bana yetiyor, boşuna
ekstra fatura ödemiyorum. Her yeni modelle telefonunu
değiştirenlerden değilim.
Resim yazısı ekle
Şehir merkezinde oturduğum için toplu
taşıma araçlarını kullanıyorum, arabam yok, almayı da
düşünmüyorum. Benzinsiz, çevre dostu arabalar yaygınlaşırsa
belki... Eve temizlik için yardımcı çağırmıyorum, senede bir
ya da iki kere büyük temizlik hariç!. Kendi işimi kendim
yapabiliyorum çok şükür, ne gerek var! Bunun haricinde kuaför bağımlılığım
yok, saçlarım için senede en fazla iki kere kuaföre giderim.
Bütün bunları yaparken kendimi daha da zenginleşmiş hissetmemse
müthiş bir mutluluk veriyor. Elbette ben de senede bir kere güzel
bir tesiste tatil yapıyorum, elbette ben de kaliteli sanatsal
faaliyetlere katılıyorum, elbette ben de kendimi istediğim
şeylerden mahrum bırakmıyorum. Ama bütün bunları başkalarının
baskısıyla değil, kendi içimden geldiği gibi ve abartmadan,
bütçe oranlarımı sarsmadan yapıyorum. Şunu
fark ettim; insan kendini kontrol edip ne kadar az tüketirse, o
kadar mutlu oluyor. Bütün reklamlara, bütün kuşatılmışlıklara
rağmen hem de...
Metroya
inen engelli asansörlerini kullanırken, bir engelli gördüğünüzde
utanmazca kıpırdamıyorsunuz ya, işte o zaman aynadaki yansımanıza
bir bakın! Ruhunuzun çirkinliği yüzünüze öyle bir aksediyor
ki!
Ezbercisiniz,
ama ezberiniz yanlış!
“Asansörün
yanında ne yazıyor bir bakın?” diye sorduğumda, sorgulamayan
beyninizin yönlendirmesiyle “engellilere öncelik yazıyor,
veriyoruz zaten!” diyorsunuz ya, bir bakın bakalım ne
diyormuş? İşte sizin bu yanlış ezberiniz yüzünden, bu ülke
her geçen gün evrensel insan hakları normlarından uzaklaşıyor!
Hoyrat
ve kabasınız!
“Kapıda
engelliler, hamileler, yaşlılar ve çocukluların kullanımı
içindir yazıyor!” dediğimde “ama siz de bu kadar kaba
olmak zorunda mısınız, belki midemiz ağrıyor, nereden
biliyorsunuz?” diyen küçük kız! Sen özellikle, çok hoyrat
ve kabasın! Muhtemelen metroda da kimseye yer vermiyor, kulaklığını
takıp kendi sığ dünyanda takılıyorsun! Birgün bir engelin
olursa, ya da bir sevdiğin engelleniverirse aniden, belki empati
yeteneğin dilinin uzunluğu kadar olmasa da biraz gelişir! Çünkü
maalesef bu ülkede birçok insan gibi, sen de soyutlama yeteneğinden
yoksunsun. Yani yaşamadan anlayamıyor sizgiller familyası bazı
şeyleri! Belki biraz kitap okuman lazım diyeceğim ama, boşuna kendimi yormayayım!
Bencilsiniz!
O
kadar bencilsiniz ki empati yeteneğiniz kurumuş! O asansör
bozulduğunda, veya çok kullanıldığı için sık sık bakım
gördüğünde, siz yürüyen merdivenle gideceğiniz yere
gidebilirsiniz. Ama bir engelli, gideceği yere gidemez! Çünkü o
sizin canınız çekince bal gibi de kullanabileceğiniz merdivenler
var ya, işte onlar ne yazık ki tekerlekli sandalyeyi almıyor! Ama
siz bunu düşünemeyecek kadar kendi egolarınıza hapsolmuşsunuz!
İstanbul,
sizin gibileri hak etmiyor!
Gerçekten
hak etmiyor! Sizin gibi kurnazlar yüzünden bu şehir yağmalandı,
delik deşik oldu. Ben boşuna İzmir'e bu ülkenin Avrupa'sı
demiyorum! Gidin bakın İzmir'de metroya giden engelli asansörüne;
bomboş! İzmirliler aptal mı? Hayır değil; o birçoğunuzun
“Gavur İzmir” dediği şehir var ya, insana değer vermeyi
biliyor hâlâ...
Bu
dilden anlıyorsunuz!
Aslında
ben böyle küfür gibi hitap etmeyi sevmem, ama siz başka dilden
anlamıyorsunuz! Anlasanız, zaten engelliler için yapılmış
asansörü, SIRF KEYFİNİZ İÇİN kullanmazsınız! Elinde yükü
olanı ayrı tutuyorum. Onlara zaten lafım olmaz.
Bu
ülkede sokaklar, okullar, iş hayatı, otobüsler, sinema
salonları... Yani hemen hemen her yer engellerle dolu. Ama en büyük
engel ne biliyor musunuz, İNSANIN KENDİSİ!
İş yerinde gün boyunca motivasyonunuzun yüksek olması gerekiyor. Bir önceki gün geç yatmış olsanız da, sabah çok erken saatte kalkmış olsanız da hatta gün içerisinde pek çok çalışmayı aynı anda yapmanız gerekse de sizden yüksek motivasyon beklenebilir. İşte bu noktada devreye muhteşem kokusu ve muazzam aromasıyla kahve giriyor. Ofislerde ve iş yerlerinde kahvesiz bir gün geçirmek, ıssız bir adaya düşmekle eşdeğer diyebiliriz.
İş Yerinde Güne Türk Kahvesi ile Başlayın
Özellikle sabahları bol köpüklü bir Türk kahvesi ile gün başlamanın keyfi doyumsuzdur. Sabahları güne Türk kahvesi ile başlamanız gün içerisinde de daha keyifli ve daha enerjik hissetmenizi sağlar. Dikkatinizi toplamanız kolaylaşır, çünkü işe konsantre olma sürecinizi hızlandırır. Toplantı bitimi ya da öğle yemeği gibi işe kısa süreli molalar verdiğinizde en iyi dostunuz Türk kahvesi olabilir. Gün İçerisinde Filtre Kahve ile Kendinizi Yenileyin
Sadece sabahları değil, gün içerisinde de motivasyon desteğiniz hazır. Gün boyunca motivasyonunuzun düştüğünü hissettiğiniz anda filtre kahve ile dikkatinizi yeniden toplayabilirsiniz. Filtre kahve daha az miktarda kafein içeriyor olmasına karşın konsantrasyonunuzu daha hızlı yükseltir. Ayrıca tercihinizi filtre kahveden yana kullandığınızda kendinizi “günde 1 fincan kahve” ile sınırlandırmanız da gerekmiyor. Çünkü filtre kahve size her gün birkaç fincan içebilme ve güne yayabileceğiniz bir keyif yaşama şansını sunuyor. İş yerinde her ihtiyaç duyduğunuzda bir fincan filtre kahve ile kendinizi yenileyebilirsiniz.
Yeşilçam'ın
aile filmlerini neden severiz hiç düşündünüz mü? Bence ailenin kötü adamının çoğunlukla Hulusi Kentmen olmasının etkisi büyük... Hulusi Kentmen tatlı serttir. Bazen acımasız
bir patron olarak karşımıza çıkar ve filmin sonunda işçilerin
haklı olduğunu kabul eder. Bazen de kızını fakir Tarık Akan'la
evlendirmek istemeyen zengin ve sert bir babadır. Filmin sonunda
fakir Tarık Akan'ın babası olan Münir Özkul'un onurlu tavrından
etkilenir, ya da kucağına tutuşturulan torununun gülümsemesine
dayanamayıp hemen yumuşar. Biz izleyiciler de göz yaşları içinde
gülümseriz bu mutluluk sahnesini izlerken. Hem ağlarız, hem
seviniriz. Hulusi Kentmen'e baştan kızarız, ama o kadar tonton ve
iyi kalplidir ki, kızgınlığımız çabuk geçer. Sevgi her zaman
galip gelir bu filmlerde, dürüstlük ve onur, en yüce kavramlar
olarak işlenir bilinçaltlarımıza.
Artık
böyle filmler yapılmıyor maalesef. Ya bir entrikacı kadın var
ailenin içinde, ya herkes birbirinin ardından dolap çeviriyor, ya
da sevgiye hiç yer yok. Tıpkı kirlenen zamanlarımız gibi! Tıpkı
kirlenen politik dünyamız gibi...
Şimdilerde
yüzler asık, karamsarlık had safhada. Espri yapmak imkansız hale
geldi. Televizyonlarda çok kanal var ama, gülemiyoruz! Ne
demiş şair:
“Gülmek,
bir halk gülüyorsa gülmektir...”
Resim yazısı ekle
Halkın
gülme standartları da değişti. Bir kısmı evlendirme
programlarını izleyip gülüyor, bir kısmı “futbol yorumu”
adı altında yapılan kepazeliklere gülüyor. Bir kısmı da
düğün-dernek serisi, Osman Pazarlama, Recep İvedik serisi gibi
şeylere gülüyor. Eskiden bu ülkede politik mizah diye bir tarz
vardı. Bir nesil, rahmetli Levent Kırca'nın "Olacak O kadar
Televizyonu" programıyla güncel olaylara farklı bakabildi. Zeki
Alasya ve Metin Akpınar'ın “Yasaklar” adlı muhteşem kabareleri
vardı mesela; bugün bile hâlâ
güncelliğini koruyan nefis taşlamalardı. Artık böyle şeyler
yok! Artık ayda 400 bin lira karşılığında göz süzen ve başkalarının giyim kuşamını aşağılayan nurellalar var bu
ülkede! Bekeme mutfaktan yayılan bayat esprileri de unutmamak lazım!
Bir de turşuda kullanılan bir çeşit salatalığı
andıran ismiyle eğlence dünyasına yön veren kişiler var. Neye
üzülüyorum biliyor musunuz; bunlar olsun olmasına da, azıcık
daha üst entelektüel bakış açısına sahip sanatsal içerikler
de olabilseydi keşke!
Yarın anneler günü ya, her yerde indirim var! Ne bileyim, keşke akılları zorlayan saçmalıklarda da indirim olabilseydi!
Yani demem o ki, keşke toplum olarak düzeysizleşme hızında da
indirim yaşasaydık! Bir gün bile yeterdi; yine şair geldi aklıma;
“Bütün
renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler...”
Beyaz
deyince söylemeden geçemeyeceğim. Dün akşam öylesine Beyaz'a bakıyordum
televizyonda. Arabesk müzikten büyük bir övgüyle söz ediyordu. Türkücü Zara, arabesk albüm çıkarmış; bir zamanlar Neşet Ertaş
türküleri söyleyen Zara'nın ikinci arabesk albümüymüş bu! Dedi
ki Beyaz: “Artık pop falan değil, en çok satan müzik arabesk”
ve alkış koptu. Zara'nın sesinin bu kadar çirkin olduğunu hiç
bilmiyordum!
Çok
karıştı konu farkındayım, ama içim şiştim ne yapayım!
Açıkçası yarınki anneler gününüzü nasıl kutlayacağımı pek
de bilemiyorum. Böyle bir ortamda anne olanlara saygım iki kat
artıyor, umarım istedikleri gibi çocuklar yetiştirip mutlu bir
geleceğin inşasına katkı sunarlar.
Bir
yol vardır elbette bu kara bulutlardan kurtulmak için; ama ben şu an kestiremiyorum ne olduğunu.
Sadece tonton Hulusi amcamızın sıcak sevgisi sarmalasın hepimizi
diyorum, sıcacık mutluluklar yayan filmlerde buluşuruz elbette
birgün... not: bütün görseller web'den alıntıdır.
Anneler
Günü için 29 saniyelik video çekerek, 1000 TL kazanabilirsiniz!
Sosyal
medya araçları yaygınlaşmaya başladıkça, çok farklı para
kazanma olanakları da doğuyor. Şimdi size bahsedeceğim bu olanak,
yaratıcı videolar çekmekten hoşlananların eminim oldukça
ilgisini çekecektir.
Brandface.tv'den
bahsediyorum. Brandface.tv kullanıcıları ya beğendikleri
markalar, ya da değinmek istedikleri sosyal sorumluluk temaları
hakkında sadece 29 saniyelik videolar çekiyorlar. Her
hafta halk jürisi tarafından en çok beğenilen 8 video vitrine
çıkarılıyor. Sonra, haftanın en çok beğenilen videosunu Mr. Ok
seçiyor. Videonun sahibi 1000 TL ile ödüllendiriliyor. 27 haftada
38 kişi tam 27.000 TL ödül kazandı bu patformdan. Aslında
BrandFace, televizyondaki yarışma heyecanının bir anlamda
internet ortamındaki yansıması da diyebiliriz.
Anneler
Günü için siz de sadece 29 saniyelik bir video çekerek şansınızı
deneyebilirsiniz.
Videonuzu www.brandface.tv
adresine göndermeniz yeterli olacaktır.
“Yetişin
Gülsüm bayıldı” diye bir çığlık! Uğultu, oradan oraya
koşuşturan işçiler! Birileri “kolonya yok mu!” diye
bağırıyor, bir başkası koşturarak su getirmeye gidiyor. Kalite
kontrol masasının önüne koşuyor herkes. Gülsüm yerde boylu
boyunca uzanmış, gözleri kapalı, yüzü sapsarı! Herkes telaşlı,
en çok da Kenan! Sevdiği kız yerde baygın yatıyor kolay
mı! Derken “dağılın!” diye gür sesiyle Sadık Usta beliriyor.
Kimse sevmez Sadık Usta'yı; hem sevmezler, hem de korkarlar. Aniden
herkes susuyor ve bulunduğu yerden iki adım geri çekiliyor.
Sadık
Usta soruyor:
-Nesi
varmış, hasta mıymış?
Kenan
dayanamayıp söze atlıyor hemen:
-Ne
hastası usta, sanki bilmiyor musun?
Sadık
Usta sinirlenerek Kenan'a hiddetle bakıyor:
-Ne
diyorsun ulan sen, ağzında gevelemesene!
Kenan,
delikanlılığın verdiği cesaretle bağırarak cevap veriyor:
-Yükleme
bitmeden atölyeden çıkmak yok demedin mi usta! Sabah 8'de
başladık gece saat 12! Kaç saat geçmiş hesaplasana, o zaman
anlarsın hasta mı değil mi...
Sadık
Usta'nın sinirden boyun damarları daha da belirginleşiyor, tam
Kenan'a doğru yürüyecekken, fabrikanın emektarlarından Seher
Teyze söze karışıyor:
-Kavganızı
sonra edin, kız yatıyor orada baygın!
Seher
Teyze, o kadar eski bir çalışan ki, şimdi esip gürleyen Sadık
Usta'nın çırak hallerine bile tanık olmuş. Genç yaşta
kaybettiği oğluna siması benzediği için, her ne kadar huyu
çirkin olsa da, hep kolluyor Sadık Usta'yı. Herkese esip gürleyen
Sadık Usta'nın da, Seher Teyze'ye hürmeti büyük. Ne söylese
sesini çıkaramıyor. Toparlanıp eğiliyor Gülsüm'ün yanına
usta. Kolonyayla kızın elini yüzünü ovalıyor Seher Teyze.
Yüzüne hafifçe tokat atıyor. Kız gözlerini yavaşça aralayınca
herkes rahatlıyor. Birkaç dakika sonra su içiriyorlar, kendine
geliyor Gülsüm ve korkuyla Sadık Usta'ya bakarak:
-İyiyim
ben, yok bir şeyim, işimin başına dönerim şimdi.
Söyleyemiyor
açlıktan başının döndüğünü. Nasıl söylesin, utanır...
Akşam yemeği için verdikleri ekmek arası patates kızartmasını,
hiç yemeden çantasına attığını nasıl söylesin Gülsüm!
Aldığı asgari ücret! Yarısı kiraya gidiyor, öbür yarısı da
annesinin ilaçlarına! Şimdilik okula giden, dördü bitirince
kaçak maçak mecburen çalışacak olan kardeşi evde yemek
beklerken, lokmaların boğazından geçmediğini nasıl anlatsın Gülsüm!
-Dağılın,
herkes işinin başına, haydi!
Diyor
gür sesiyle Sadık Usta. Kenan duramıyor yine:
-Akşam
8'den beri bir çay molası vermedin usta, can bu!
Sinirleniyor
Sadık Usta ama, Seher Teyze'nin dik bakışlarını görünce
toparlanıp:
-Gidin
on dakika mola yapın, sonra herkes işinin başına. Bu mallar
bitmeden fabrikadan çıkış yok! diyor.
Uğultuyla
dağılıyor işçiler. Gülsüm'ün aklı evde. Annesi çorbasını
içti mi, kardeşi sobaya odun atabildi mi, ödevlerini yaptı mı,
yoksa televizyonun karşısında üstü açık uyuya mı kaldı! Gülsüm'ün yükü ağır. Kendi yaşıtlarının başında kavak
yelleri eserken, O'nun hayalleri bile sınırlı. Çocukken yatakta
gizli gizli okuduğu romanlardaki gibi aşkları düşünemiyor.
Çok bir şey istediği yok. Biliyor, çok hayal kurunca
gerçekleşmeyeceğini çok iyi biliyor! Çünkü 18 senelik körpe
yüreği, yaşından fazlasını yaşadı, gördü.
İstiyor ki;
küçük,
küçücük bir evi olsun, bir de içmeyen kocası. Allah ne verdiyse
geçinip giderler nasılsa, yeter ki mutlu olsun yuvası...
Annesi ne dayak yemişti babasından, bugünkü hastalıklar O'ndan
yadigar. Bir de borçlar kalmış geriye rahmetliden. Gülsüm,
annesi gibi dayak yemek istemiyor; mutlu olmalı O'nun yuvası.
Varsın ucuz basmadan olsun perdeleri; Gülsüm kenarına fırfır
diker, güzelleştirir. Varsın iki göz olsun evi, misler gibi çorba
yapar kocasına akşamları, çiçek koyar bir de masaya filmlerdeki
gibi. Yün örer, sevdiğinin boynuna kolları gibi dolansın diye;
atkılar, sıcacık kazaklar... Belki çocuğu bile olur; yüzü
gülen, kalbi temiz bir çocuk. Tam böyle düşünürken bir el
omzunda:
-İyi
misin?
-İyiyim
Kenan Abi, yok bir şeyim, öyle içim geçmiş birden.
Kenan
bozulduğunu belli etmiyor ama, şu kızın inadını bir kırabilse,
ah kırabilse! O'na nasıl sevdalandığını bir bilebilse, ah
bilebilse! Abi dedi ya yine, sanki yüreğine hançer sapladı!
Sigarasından derin bir nefes alıp;
-Bana
abi demekten ne zaman vazgeçeceksin?
Diyor,
Gülsüm sanki anlamaz gibi:
-Ama
sen benim için abi gibisin. Ne zaman dara düşsem yanımdasın!
Sana demeyeceğim de kime diyeceğim Kenan Abi!
Kenan
aniden arkasını dönüp hızla uzaklaşıyor oradan.“Haydi
işbaşına!” diye bağıran Sadık Usta'nın sesiyle, ayaklarını
sürükleye sürükleye işçiler birer birer atölyeye giriyor.
Etrafta
yığınla allı pullu giysiler... Son ütücüler kan revan içinde
ütülerini yapıyor. Müslüm Baba'nın gümbür gümbür
sesiyle“İtirazım var” şarkısı son sesiyle geliyor
hoparlörden. Kalite kontrol masasının etrafında, çoğu kadın,
önlüklü işçiler, birer birer elden geçiriyor allı pullu
giysileri. Birilerinin ağzına kadar dolu dolabının köşesinde
unutulacak olan, birilerinin sadece bir gün giyip çöpe atacağı,
birilerinin vitrinde görüp hayal kuracağı, içinde Gülsüm'ün
de olduğu birilerinin parasının asla yetmeyeceği allı pullu
giysiler; yığın yığın! Sabaha kadar çalışılacak, bu allı
pullu giysiler ütülenip paketlenecek, kolilere girecek. Girecek ki,
birileri satın alsın, Gülsüm de eve para götürsün!
Sabaha
karşı saat 4.30 sıralarında bir duman kokusu geliyor burunlarına.
Keskin, sanki kağıt yanmış gibi bir koku. Uykusuzluk, yorgunluk,
bir de bitmeyen işler arasında önce anlamıyorlar, çalışmaya
devam ediyorlar. Derken duman aniden giriyor içeriye, kağıt değil
yanan şey! Pamuklu kumaşlardan gelen selülozun kokusu bu! Göz
gözü görmez oluyor. Sonra bir sıcaklık yayılıyor. Sarı,
kırmızı, turuncu alevlerin arasında allı pullu giysiler
kayboluyor. Müslüm Baba'nın sesi bir yandan, çığlık sesleri
öte yandan...
Gülsüm'ün
annesi, bir göğüs çarpıntısıyla fırlıyor yataktan, başucunda
duran eski model cep telefonundaki saate bakıyor; 4:30! Gülsüm'ün
yatağı boş! Çeviriyor numarayı, metalik bir ses yanıtlıyor:
"Aradığınız
numaraya ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz! The
number you called..."
Devamını
dinlemeden kapatıyor telefonu telaşla ve kendi kendine
söyleniyor:
-
Hiç böyle yapmazdın ya Gülsüm'üm! Gülyüzlüm, kınalı kuzum,
neden aramadın ki! Başına bir şey mi geldi yoksa!
Gülsüm,
bir taraftan ağzını burnunu kapatırken, bir taraftan da
kalabalıktan kurtulmaya çalışıyor. Can pazarı var sanki
içeride; bedavaya satılan canlar ortaya saçılmış... Alıcı
Azrail gülümsüyor, hangi birini seçeceğine karar vermeye
çalışıyor;
-Bu
güzelmiş, bunu alayım. Bu gençmiş, bunu da alayım. Bu Usta'yı
zaten almam lazım, çok ah var üzerinde!
Azrail'in
işi hem kolay, hem de zor bu gece! Çünkü atölyede çalışan
canların hepsi ucuz... Hangi birini alsın, akşamın hasılatı
da iyi olacak hani!
Çünkü,
atölyenin kapılarını kilitlemiş Sadık Usta, kimse çıkamasın
diye! Anahtarı sadece kendisinin bildiği bir yere saklamış ve
dumanlar arasında sızmış kalmış bir köşede... Birisi haber
verecek de, İtfaiye gelecek de, daracık sokağa girecek de,
Gülsüm'ü kurtaracak!
Not:
Yeşilçam'ın duayenlerinden sevgili hocamız Mehmet
Aydın'dan
almakta olduğum “Yaratıcı yazarlık ve senaryo“ dersleri
kapsamında yazdığım beşinci ödevdir. Ödev konumuz, unutulmaz şarkı
Fabrika Kızı'ndan esinlenerek bir işçi kızın öyküsünü anlatmaktı. Hatalarım var ise affola.../EvdeYazar