31 Mayıs 2016 Salı

Ablaya veda...

Sizin de ablanız ölünce
Kulaklarınızda uğultu oldu mu,
Boğazınızda bir gıcık varmış gibi, ama su bile içemezmiş gibi oldunuz mu...
Benim oldu bu sabah...
Acı acı çalan telefon sesinden sonra
Belki, iyiki, neyseki, meğerki, neyleyelimki'nin son iki harfleri dolandı boynuma...

Haberi duyunca,
İnternetten otobüs bileti alıp gitmem lazım diye düşündüm.
Boş boş baktım bilet satan sitelere.
Demek ki insan, ablası ölünce, internetten bilet alma yetisini kaybediyormuş!
Bilmiyordum, öğrendim.

Attım kendimi sokağa
Bilet satış ofisini de bulamadım.
Hani diyor ya şair “sizin hiç babanız öldü mü, benim öldü, kör oldum” diye...
İnsan gerçekten de önünü göremiyormuş!
Garip bir boşluk duygusu bu, gerçekten de tarifi yok!

Aldım bileti büyük şaşkınlık içinde.
Gideceğim, birkaç saat sonra, O'nu son yolculuğuna uğurlamaya!
Yazmasaydım, boğazımdaki düğüm çözülmeyecekti.
İnsanın ablası ölünce, boğazı da düğümleniyormuş meğer...

Hakkım varsa helal olsun.

Umarım O da aynısını düşünmüştür ışıklara karışırken...



Devamını Oku

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Mücella ile tatile çıktık!

Mücella'yı kitap raflarında ilk gördüğümde gözüme kestirmiştim. Kapağındaki eski zamanlardan kalma dikiş makinesi ve siluetin retro görüntüsü cezbetmişti beni. Üstelik eski bir isimdi Mücella. Hiç tanıdığım Mücella var mıydı diye düşündüm, çıkaramadım. Ama biryerlerde unutulmuş, adı gibi silinip gitmiş ne kadar çok Mücella vardı kimbilir...

Elbette kitapları kapaklarıyla değerlendirenlerden değilim, ama işte insan robot da değil ki! Bazen bir çağrışım olur, bir rüzgar eser, bir müzik çalınır kulağa; bir şey olur, kendini yadsırsın. Mücella da benim için öyleydi; yani kapağına bakarak aldığım belki de ilk kitaptı. Ama çok sevdim be, iyi ki de öyle olmuş...



Geçen hafta 18 mayıstı, akşama kısa tatile çıkacaktım güneye. Acilen Mücella'yı almam lazımdı. Öyle ya, insan tatile çıkarken yanına önce tatil kitabını almalı; güneş yağı, şampuan falan hiç önemli değil. Tatil günlerine yetecek boyutta sayfa sayısı seçmek önemli yalnız. Ben otobüsle 10 saat gideceğim için, 3 günlük tatilime 340 sayfayı uygun gördüm ve seçimim Mücella oldu. Aslında ayıp da ettim O'na! Zira hayatını dört duvar arasında geçirmiş Mücella, benim çok yıldızlı tatilime eşlik edecekti. Nereden bilebilirdim O'nun öyle çileli bir hayatı olduğunu! Umarım beni affetmiştir, ben havuz başında hafif alkollü kokteylimi yudumlarken, kenarda öyle seyirci kaldığı için...


Mücella yazgısında ne çok kadın var bu ülkede... “Ayıp” diye sokağa çıkarılmayan, erkek sineklerden bile sakınılan, binbir hayalle işlediği çeyizlerini bir sandığa doldurup hiç kullanamayan, başkalarının mutluluklarına seyirci, kendi hayatında ancak figüran olabilen kaç Mücella var hem de... İşin üzücü tarafı ise, sanki “Mücella olmak” kutsanıyor gibi şu son dönemlerde. Kadınlar, dördüncü sınıftan sonra okumayı bıraksın (beş bile değil artık!), evinde çeyiz yapsın, hiç aşık olmadan görücü usulü evlensin, evlenemese de kaderine boyun eğsin isteniyor sanki günümüzde! Oysa Mücella olmak, bir roman hali olarak kalmalı, ne bileyim, içim burkuldu okurken... Sanki kapının arkasından gölge gibi izliyordum Mücella'yı, kendimi uzaklaştıramadım da...

Geri planda 1920'den 1970'e kadar olaylar aktı durdu. Gaz lambası elektriğe dönüştü, bir ara İkinci Dünya Savaşı çıktı, kahveler nohuttan yapılmaya başlandı, Mücella hiç yorum yapamadı! Sokakta sağ sol kavgaları çıkıp da silah sesleri yükseldiğinde, Mücella cezaevinden mahkum kaçtı zannetti. Radyo çıktı, üzerine dantellerini örterek hayatına devam etti Mücella. Ah be Mücella, keşke roman kahramanı olarak kalsaydın, bugün de o kadar çoksun ki...

Anlatmayacağım size Mücella'yı daha fazla. O buğulu hüzün, o yalın hayat hikayesi yazarın kendi cümleleriyle aksın sizin de dünyanıza. Gidin, izleyin camın kenarından O'nu. Ama sakın ürkütmeyin, laf söz etmeyin, kırılmasın, incinmesin. Ama dersinizi alın; Mücella gibi olmasın kadınların hayatı...

Not: yazar Nazan Bekiroğlu; kendi kızıyla yaptığı röportajda “okuyucu bu kitapta ne bulacak?” sorusuna bakın nasıl yanıt veriyor:

Babasız, anne baskısıyla büyüyen, başlangıçta silik görünen yalnız bir kız: Mücellâ. Onun gözünden arka planda toplumsal değişimler, siyasal çalkantılar. En çok da dönemsel ayrıntılar. Bugün bizim için mazi olmuş, unutulmuş kokular, kumaşlar, gelenekler, renkler, masallar, şarkılar. Mücellâ’nın hayatına bir biçimde dokunanların fırtınalı hikâyeleri de bekliyor okuyucuyu.
fotoğraf kaynak

Ben sevdim kitabı, tatilimin dönüşünde otobüste bitti, tam da olması gerektiği gibi sıkmadan, uzamadan... Mücella da sayemde biraz hava almış oldu, belki siz de O'nu kendi dünyanıza tanık etmek istersiniz,  kesin sevinir garip; ne görmüş ki zaten hayatında...

Kitaplı, seviyeli günler dilerim...

Devamını Oku

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Yaşam tarzı enflasyonunuz ne alemde?

İş hayatınızın başlarında az maaş alırken neler yaptığınızı bir düşünün. Muhtemelen bütçenize uygun bir muhitte, mütevazı, küçük bir ev kiralamıştınız. Sonra maaşınıza zam gelince hiç farkında olmadan kendinizi daha pahalı, ama daha güzel bir ev ararken buldunuz. Aslında bu yeni, kocaman eve ihtiyacınız yoktu, ama geliriniz artmıştı, daha pahalı bir evde oturabilirdiniz. Böyle davranırken birçoğumuz gibiydiniz. Çünkü bu şekilde yaşamak, çok normal geliyor kulağa. Biliyoruz ki, daha doğrusu kabul etmişiz ki; “gelir artınca yaşam standartları yükselir, bu durumda masraflar da artar! Kısacası, “çok kazanan, çok harcar” mantığı. İşte buna ekonomistler “yaşam tarzı enflasyonu” diyorlarmış, ben de yeni öğrendim bu terimi, çok da hoşuma gitti. Devam edeyim örneklere...


Yeni bir işe girdiniz, herkes öğle yemeğini sizin daha önce pahalı bulduğunuz restauranttan söylüyor. Siz önceleri evden zeytinyağlı yemek getirmeye devam ettiniz, baktınız iş arkadaşlarınız size burun kıvırıyor, ya da kendiniz bu durumdan rahatsız olmaya başladınız; mecburen kendinize yeni bir masraf kalemi açıp, siz de o pahalı restauranttan yemeye başlarsınız. İşte bu da yaşam tarzı enfasyonuna başka bir örnek. Yani farkına bile varmadan daha çok para harcamak!


İşyerindeki alışveriş çılgını arkadaşlarınız, sizi pahalı markalardan giyinmeye zorlar, ortama uymak için gider maaşınızın yarısını o cekete yatırırsınız. Bunun sonu yok, mesela metroyla işe gelip gitmenizi, ”alsana taksitle bir araba kendine, ne diye eziyet çekiyorsun!” diye eleştirirler, hoop kendinizi 5 senelik araba kredisi çekerken bulursunuz. “Ne için çalışıyoruz, elbette biraz lüksümüz olsun!” mantığının etkisiyle haftada iki kere dışarıda eğlenmeye başlarsınız. Bunun sonu gerçekten yok; çevrenizdeki herkes çocuğunu koleje gönderir, siz de göndermek zorunda hissedersiniz. Çevrenizdekiler en iyi tatillere giderken, siz de gitmek istersiniz.


 Evet bütün bunlara elbette insan olarak hakkımız var, ama nereye kadar? Bu döngüye bir kaptırdınız mı kendinizi, yaşam kaliteniz artar ama, kendinizi asla maddi güvencede hissedemezsiniz. Çünkü geliriniz arttıkça, siz farkında olmadan giderleriniz de arttıkça artar, buna rağmen, kenarda yeterince paranız yoktur. Ama bir şeyi unutursunız; iş hayatı her zaman dalgalıdır, birgün işinizden olursanız, bu kadar maddi bağımlılıkla ayakta kalmanız zorlaşabilir, Allah korusun çok kötü örneklerini duyuyoruz, okuyoruz.



Yaşam tarzı enflasyonundan kendimizi nasıl koruyacağız?

Uzmanlar, yaşam tarzı enflasyonundan korunmak için her zaman “oranlara bakın” diyor. Mesela gelirinizin en az %10'unu tasarruf olarak ayırın kenara, ev kira ya da taksit ödemeniz gelirinizin %25'ini geçmesin diyorlar. Bu konuda benim de bir önerim var; çevreye kulakları tıkamak.! “Saçını boya” diyene, “ucuz kazak alma” diyene, “sen hiç dışarıda yemek yemiyor musun?” diyene kulak asmamak. Bu tabii ki biraz da özgüvenle alakalı.



Ben son yıllarda “tüketmeme” bilincindeyim. Biliyorum ki ne kadar az tüketirsem, kafam o kadar rahat olur. Dünyanın kaynaklarına o kadar az zarar veririm. Elbette kendimi kısıtlamıyorum, ama gereksiz şeylere harcama yapmıyorum. Böyle olunca, çok para kazanacağım diye hırslanmam da gerekmiyor, ve iç huzurumu koruyorum. Mesela ayakkabım eskimeden yenisini almıyorum, ihtiyacım olmayan giysileri sırf güzel diye, sırf moda diye satın almıyorum. Kendi yemeğimi kendim yapıyorum, en son pizza yiyip zehirlendikten sonra bu konuda mümkün olduğunca taviz vermiyorum. Tivibu aboneliğimi kaldırdım, uydu kanalları bana yetiyor, boşuna ekstra fatura ödemiyorum. Her yeni modelle telefonunu değiştirenlerden değilim. 
Resim yazısı ekle

Şehir merkezinde oturduğum için toplu taşıma araçlarını kullanıyorum, arabam yok, almayı da düşünmüyorum. Benzinsiz, çevre dostu arabalar yaygınlaşırsa belki... Eve temizlik için yardımcı çağırmıyorum, senede bir ya da iki kere büyük temizlik hariç!. Kendi işimi kendim yapabiliyorum çok şükür, ne gerek var! Bunun haricinde kuaför bağımlılığım yok, saçlarım için senede en fazla iki kere kuaföre giderim. Bütün bunları yaparken kendimi daha da zenginleşmiş hissetmemse müthiş bir mutluluk veriyor. Elbette ben de senede bir kere güzel bir tesiste tatil yapıyorum, elbette ben de kaliteli sanatsal faaliyetlere katılıyorum, elbette ben de kendimi istediğim şeylerden mahrum bırakmıyorum. Ama bütün bunları başkalarının baskısıyla değil, kendi içimden geldiği gibi ve abartmadan, bütçe oranlarımı sarsmadan yapıyorum.
Şunu fark ettim; insan kendini kontrol edip ne kadar az tüketirse, o kadar mutlu oluyor. Bütün reklamlara, bütün kuşatılmışlıklara rağmen hem de...



Enflasyonsuz günler dilerim...



Devamını Oku

12 Mayıs 2016 Perşembe

Engelli Asansörlerini Kullanmaya Devam Edenler, Bu Yazı Sizin İçin!

Çirkinsiniz, hem de çok çirkinsiniz!

Metroya inen engelli asansörlerini kullanırken, bir engelli gördüğünüzde utanmazca kıpırdamıyorsunuz ya, işte o zaman aynadaki yansımanıza bir bakın! Ruhunuzun çirkinliği yüzünüze öyle bir aksediyor ki!

Ezbercisiniz, ama ezberiniz yanlış!

Asansörün yanında ne yazıyor bir bakın?” diye sorduğumda, sorgulamayan beyninizin yönlendirmesiyle “engellilere öncelik yazıyor, veriyoruz zaten!” diyorsunuz ya, bir bakın bakalım ne diyormuş? İşte sizin bu yanlış ezberiniz yüzünden, bu ülke her geçen gün evrensel insan hakları normlarından uzaklaşıyor!



Hoyrat ve kabasınız!

Kapıda engelliler, hamileler, yaşlılar ve çocukluların kullanımı içindir yazıyor!” dediğimde “ama siz de bu kadar kaba olmak zorunda mısınız, belki midemiz ağrıyor, nereden biliyorsunuz?” diyen küçük kız! Sen özellikle, çok hoyrat ve kabasın! Muhtemelen metroda da kimseye yer vermiyor, kulaklığını takıp kendi sığ dünyanda takılıyorsun! Birgün bir engelin olursa, ya da bir sevdiğin engelleniverirse aniden, belki empati yeteneğin dilinin uzunluğu kadar olmasa da biraz gelişir! Çünkü maalesef bu ülkede birçok insan gibi, sen de soyutlama yeteneğinden yoksunsun. Yani yaşamadan anlayamıyor sizgiller familyası bazı şeyleri! Belki biraz kitap okuman lazım diyeceğim ama, boşuna kendimi yormayayım!

Bencilsiniz!

O kadar bencilsiniz ki empati yeteneğiniz kurumuş! O asansör bozulduğunda, veya çok kullanıldığı için sık sık bakım gördüğünde, siz yürüyen merdivenle gideceğiniz yere gidebilirsiniz. Ama bir engelli, gideceği yere gidemez! Çünkü o sizin canınız çekince bal gibi de kullanabileceğiniz merdivenler var ya, işte onlar ne yazık ki tekerlekli sandalyeyi almıyor! Ama siz bunu düşünemeyecek kadar kendi egolarınıza hapsolmuşsunuz!


İstanbul, sizin gibileri hak etmiyor!

Gerçekten hak etmiyor! Sizin gibi kurnazlar yüzünden bu şehir yağmalandı, delik deşik oldu. Ben boşuna İzmir'e bu ülkenin Avrupa'sı demiyorum! Gidin bakın İzmir'de metroya giden engelli asansörüne; bomboş! İzmirliler aptal mı? Hayır değil; o birçoğunuzun “Gavur İzmir” dediği şehir var ya, insana değer vermeyi biliyor hâlâ...




Bu dilden anlıyorsunuz!

Aslında ben böyle küfür gibi hitap etmeyi sevmem, ama siz başka dilden anlamıyorsunuz! Anlasanız, zaten engelliler için yapılmış asansörü, SIRF KEYFİNİZ İÇİN kullanmazsınız! Elinde yükü olanı ayrı tutuyorum. Onlara zaten lafım olmaz.



Bu ülkede sokaklar, okullar, iş hayatı, otobüsler, sinema salonları... Yani hemen hemen her yer engellerle dolu. Ama en büyük engel ne biliyor musunuz, İNSANIN KENDİSİ! 
Devamını Oku

10 Mayıs 2016 Salı

Benim En İyi Dostum Kahvem, Kahve Makinem

İş yerinde gün boyunca motivasyonunuzun yüksek olması gerekiyor. Bir önceki gün geç yatmış olsanız da, sabah çok erken saatte kalkmış olsanız da hatta gün içerisinde pek çok çalışmayı aynı anda yapmanız gerekse de sizden yüksek motivasyon beklenebilir. İşte bu noktada devreye muhteşem kokusu ve muazzam aromasıyla kahve giriyor. Ofislerde ve iş yerlerinde kahvesiz bir gün geçirmek, ıssız bir adaya düşmekle eşdeğer diyebiliriz.


İş Yerinde Güne Türk Kahvesi ile Başlayın

Özellikle sabahları bol köpüklü bir Türk kahvesi ile gün başlamanın keyfi doyumsuzdur. Sabahları güne Türk kahvesi ile başlamanız gün içerisinde de daha keyifli ve daha enerjik hissetmenizi sağlar. Dikkatinizi toplamanız kolaylaşır, çünkü işe konsantre olma sürecinizi hızlandırır. Toplantı bitimi ya da öğle yemeği gibi işe kısa süreli molalar verdiğinizde en iyi dostunuz Türk kahvesi olabilir.
Gün İçerisinde Filtre Kahve ile Kendinizi Yenileyin

Sadece sabahları değil, gün içerisinde de motivasyon desteğiniz hazır. Gün boyunca motivasyonunuzun düştüğünü hissettiğiniz anda filtre kahve ile dikkatinizi yeniden toplayabilirsiniz. Filtre kahve daha az miktarda kafein içeriyor olmasına karşın konsantrasyonunuzu daha hızlı yükseltir. Ayrıca tercihinizi filtre kahveden yana kullandığınızda kendinizi “günde 1 fincan kahve” ile sınırlandırmanız da gerekmiyor. Çünkü filtre kahve size her gün birkaç fincan içebilme ve güne yayabileceğiniz bir keyif yaşama şansını sunuyor. İş yerinde her ihtiyaç duyduğunuzda bir fincan filtre kahve ile kendinizi yenileyebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

7 Mayıs 2016 Cumartesi

İçim şişti; nasıl kutlayayım anneler gününüzü!

Yeşilçam'ın aile filmlerini neden severiz hiç düşündünüz mü? Bence ailenin kötü adamının çoğunlukla Hulusi Kentmen olmasının etkisi büyük... Hulusi Kentmen tatlı serttir. Bazen acımasız bir patron olarak karşımıza çıkar ve filmin sonunda işçilerin haklı olduğunu kabul eder. Bazen de kızını fakir Tarık Akan'la evlendirmek istemeyen zengin ve sert bir babadır. Filmin sonunda fakir Tarık Akan'ın babası olan Münir Özkul'un onurlu tavrından etkilenir, ya da kucağına tutuşturulan torununun gülümsemesine dayanamayıp hemen yumuşar. Biz izleyiciler de göz yaşları içinde gülümseriz bu mutluluk sahnesini izlerken. Hem ağlarız, hem seviniriz. Hulusi Kentmen'e baştan kızarız, ama o kadar tonton ve iyi kalplidir ki, kızgınlığımız çabuk geçer. Sevgi her zaman galip gelir bu filmlerde, dürüstlük ve onur, en yüce kavramlar olarak işlenir bilinçaltlarımıza.


Artık böyle filmler yapılmıyor maalesef. Ya bir entrikacı kadın var ailenin içinde, ya herkes birbirinin ardından dolap çeviriyor, ya da sevgiye hiç yer yok. Tıpkı kirlenen zamanlarımız gibi! Tıpkı kirlenen politik dünyamız gibi...

Şimdilerde yüzler asık, karamsarlık had safhada. Espri yapmak imkansız hale geldi. Televizyonlarda çok kanal var ama, gülemiyoruz! Ne demiş şair:

“Gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir...”

Resim yazısı ekle
Halkın gülme standartları da değişti. Bir kısmı evlendirme programlarını izleyip gülüyor, bir kısmı “futbol yorumu” adı altında yapılan kepazeliklere gülüyor. Bir kısmı da düğün-dernek serisi, Osman Pazarlama, Recep İvedik serisi gibi şeylere gülüyor. Eskiden bu ülkede politik mizah diye bir tarz vardı. Bir nesil, rahmetli Levent Kırca'nın "Olacak O kadar Televizyonu" programıyla güncel olaylara farklı bakabildi. Zeki Alasya ve Metin Akpınar'ın “Yasaklar” adlı muhteşem kabareleri vardı mesela; bugün bile hâlâ güncelliğini koruyan nefis taşlamalardı.


Artık böyle şeyler yok! Artık ayda 400 bin lira karşılığında göz süzen ve başkalarının giyim kuşamını aşağılayan nurellalar var bu ülkede!  Bekeme mutfaktan yayılan bayat esprileri de unutmamak lazım!



Bir de turşuda kullanılan bir çeşit salatalığı andıran ismiyle eğlence dünyasına yön veren kişiler var. Neye üzülüyorum biliyor musunuz; bunlar olsun olmasına da, azıcık daha üst entelektüel bakış açısına sahip sanatsal içerikler de olabilseydi keşke!



Yarın anneler günü ya, her yerde indirim var! Ne bileyim, keşke  akılları zorlayan saçmalıklarda da indirim olabilseydi! Yani demem o ki, keşke toplum olarak düzeysizleşme hızında da indirim yaşasaydık! Bir gün bile yeterdi; yine şair geldi aklıma;

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler...”



Beyaz deyince söylemeden geçemeyeceğim. Dün akşam öylesine Beyaz'a bakıyordum televizyonda. Arabesk müzikten büyük bir övgüyle söz ediyordu. Türkücü Zara, arabesk albüm çıkarmış; bir zamanlar Neşet Ertaş türküleri söyleyen Zara'nın ikinci arabesk albümüymüş bu! Dedi ki Beyaz: “Artık pop falan değil, en çok satan müzik arabesk” ve alkış koptu. Zara'nın sesinin bu kadar çirkin olduğunu hiç bilmiyordum!


Çok karıştı konu farkındayım, ama içim şiştim ne yapayım! Açıkçası yarınki anneler gününüzü nasıl kutlayacağımı pek de bilemiyorum. Böyle bir ortamda anne olanlara saygım iki kat artıyor, umarım istedikleri gibi çocuklar yetiştirip mutlu bir geleceğin inşasına katkı sunarlar.

Bir yol vardır elbette bu kara bulutlardan kurtulmak için; ama ben şu an kestiremiyorum ne olduğunu. Sadece tonton Hulusi amcamızın sıcak sevgisi sarmalasın hepimizi diyorum, sıcacık mutluluklar yayan filmlerde buluşuruz elbette birgün...

not: bütün görseller web'den alıntıdır. 
Devamını Oku

5 Mayıs 2016 Perşembe

29 saniyelik video çekip, 1000 TL kazanabilirsiniz!

Anneler Günü için 29 saniyelik video çekerek, 1000 TL kazanabilirsiniz!

Sosyal medya araçları yaygınlaşmaya başladıkça, çok farklı para kazanma olanakları da doğuyor. Şimdi size bahsedeceğim bu olanak, yaratıcı videolar çekmekten hoşlananların eminim oldukça ilgisini çekecektir.
Brandface.tv'den bahsediyorum. Brandface.tv kullanıcıları ya beğendikleri markalar, ya da değinmek istedikleri sosyal sorumluluk temaları hakkında sadece 29 saniyelik videolar çekiyorlar. Her hafta halk jürisi tarafından en çok beğenilen 8 video vitrine çıkarılıyor. Sonra, haftanın en çok beğenilen videosunu Mr. Ok seçiyor. Videonun sahibi 1000 TL ile ödüllendiriliyor. 27 haftada 38 kişi tam 27.000 TL ödül kazandı bu patformdan. Aslında BrandFace, televizyondaki yarışma heyecanının bir anlamda internet ortamındaki yansıması da diyebiliriz.
Haftanın yarışması; #AnnemÜnlüOldu hashtag'iyle annelere ayrılmış!
Anneler Günü için siz de sadece 29 saniyelik bir video çekerek şansınızı deneyebilirsiniz. Videonuzu www.brandface.tv adresine göndermeniz yeterli olacaktır. 
Detaylı Bilgi İçin:
info@brandface.tv

Not: Bu bir basın duyurusudur.


Devamını Oku

30 Nisan 2016 Cumartesi

Gülsüm'ün gülmeyen yazgısı...

Yetişin Gülsüm bayıldı” diye bir çığlık! Uğultu, oradan oraya koşuşturan işçiler! Birileri “kolonya yok mu!” diye bağırıyor, bir başkası koşturarak su getirmeye gidiyor. Kalite kontrol masasının önüne koşuyor herkes. Gülsüm yerde boylu boyunca uzanmış, gözleri kapalı, yüzü sapsarı! Herkes telaşlı, en çok da Kenan! Sevdiği kız yerde baygın yatıyor kolay mı! Derken “dağılın!” diye gür sesiyle Sadık Usta beliriyor. Kimse sevmez Sadık Usta'yı; hem sevmezler, hem de korkarlar. Aniden herkes susuyor ve bulunduğu yerden iki adım geri çekiliyor.



Sadık Usta soruyor:

-Nesi varmış, hasta mıymış?

Kenan dayanamayıp söze atlıyor hemen:

-Ne hastası usta, sanki bilmiyor musun?

Sadık Usta sinirlenerek Kenan'a hiddetle bakıyor:

-Ne diyorsun ulan sen, ağzında gevelemesene!

Kenan, delikanlılığın verdiği cesaretle bağırarak cevap veriyor:

-Yükleme bitmeden atölyeden çıkmak yok demedin mi usta! Sabah 8'de başladık gece saat 12! Kaç saat geçmiş hesaplasana, o zaman anlarsın hasta mı değil mi...

Sadık Usta'nın sinirden boyun damarları daha da belirginleşiyor, tam Kenan'a doğru yürüyecekken, fabrikanın emektarlarından Seher Teyze söze karışıyor:

-Kavganızı sonra edin, kız yatıyor orada baygın!

Seher Teyze, o kadar eski bir çalışan ki, şimdi esip gürleyen Sadık Usta'nın çırak hallerine bile tanık olmuş. Genç yaşta kaybettiği oğluna siması benzediği için, her ne kadar huyu çirkin olsa da, hep kolluyor Sadık Usta'yı. Herkese esip gürleyen Sadık Usta'nın da, Seher Teyze'ye hürmeti büyük. Ne söylese sesini çıkaramıyor. Toparlanıp eğiliyor Gülsüm'ün yanına usta. Kolonyayla kızın elini yüzünü ovalıyor Seher Teyze. Yüzüne hafifçe tokat atıyor. Kız gözlerini yavaşça aralayınca herkes rahatlıyor. Birkaç dakika sonra su içiriyorlar, kendine geliyor Gülsüm ve korkuyla Sadık Usta'ya bakarak:

-İyiyim ben, yok bir şeyim, işimin başına dönerim şimdi.



Söyleyemiyor açlıktan başının döndüğünü. Nasıl söylesin, utanır... Akşam yemeği için verdikleri ekmek arası patates kızartmasını, hiç yemeden çantasına attığını nasıl söylesin Gülsüm! Aldığı asgari ücret! Yarısı kiraya gidiyor, öbür yarısı da annesinin ilaçlarına! Şimdilik okula giden, dördü bitirince kaçak maçak mecburen çalışacak olan kardeşi evde yemek beklerken, lokmaların boğazından geçmediğini nasıl anlatsın Gülsüm!

-Dağılın, herkes işinin başına, haydi!

Diyor gür sesiyle Sadık Usta. Kenan duramıyor yine:

-Akşam 8'den beri bir çay molası vermedin usta, can bu!

Sinirleniyor Sadık Usta ama, Seher Teyze'nin dik bakışlarını görünce toparlanıp:

-Gidin on dakika mola yapın, sonra herkes işinin başına. Bu mallar bitmeden fabrikadan çıkış yok! diyor.




Uğultuyla dağılıyor işçiler. Gülsüm'ün aklı evde. Annesi çorbasını içti mi, kardeşi sobaya odun atabildi mi, ödevlerini yaptı mı, yoksa televizyonun karşısında üstü açık uyuya mı kaldı! 
Gülsüm'ün yükü ağır. Kendi yaşıtlarının başında kavak yelleri eserken, O'nun hayalleri bile sınırlı. Çocukken yatakta gizli gizli okuduğu romanlardaki gibi aşkları düşünemiyor. Çok bir şey istediği yok. Biliyor, çok hayal kurunca gerçekleşmeyeceğini çok iyi biliyor! Çünkü 18 senelik körpe yüreği, yaşından fazlasını yaşadı, gördü.




 İstiyor ki; küçük, küçücük bir evi olsun, bir de içmeyen kocası. Allah ne verdiyse geçinip giderler nasılsa, yeter ki mutlu olsun yuvası... Annesi ne dayak yemişti babasından, bugünkü hastalıklar O'ndan yadigar. Bir de borçlar kalmış geriye rahmetliden. Gülsüm, annesi gibi dayak yemek istemiyor; mutlu olmalı O'nun yuvası. Varsın ucuz basmadan olsun perdeleri; Gülsüm kenarına fırfır diker, güzelleştirir. Varsın iki göz olsun evi, misler gibi çorba yapar kocasına akşamları, çiçek koyar bir de masaya filmlerdeki gibi. Yün örer, sevdiğinin boynuna kolları gibi dolansın diye; atkılar, sıcacık kazaklar... Belki çocuğu bile olur; yüzü gülen, kalbi temiz bir çocuk. Tam böyle düşünürken bir el omzunda:


-İyi misin?
-İyiyim Kenan Abi, yok bir şeyim, öyle içim geçmiş birden.

Kenan bozulduğunu belli etmiyor ama, şu kızın inadını bir kırabilse, ah kırabilse! O'na nasıl sevdalandığını bir bilebilse, ah bilebilse! Abi dedi ya yine, sanki yüreğine hançer sapladı! Sigarasından derin bir nefes alıp;

-Bana abi demekten ne zaman vazgeçeceksin?

Diyor, Gülsüm sanki anlamaz gibi:

-Ama sen benim için abi gibisin. Ne zaman dara düşsem yanımdasın! Sana demeyeceğim de kime diyeceğim Kenan Abi!

Kenan aniden arkasını dönüp hızla uzaklaşıyor oradan.“Haydi işbaşına!” diye bağıran Sadık Usta'nın sesiyle, ayaklarını sürükleye sürükleye işçiler birer birer atölyeye giriyor.

Etrafta yığınla allı pullu giysiler... Son ütücüler kan revan içinde ütülerini yapıyor. Müslüm Baba'nın gümbür gümbür sesiyle“İtirazım var” şarkısı son sesiyle geliyor hoparlörden. Kalite kontrol masasının etrafında, çoğu kadın, önlüklü işçiler, birer birer elden geçiriyor allı pullu giysileri. Birilerinin ağzına kadar dolu dolabının köşesinde unutulacak olan, birilerinin sadece bir gün giyip çöpe atacağı, birilerinin vitrinde görüp hayal kuracağı, içinde Gülsüm'ün de olduğu birilerinin parasının asla yetmeyeceği allı pullu giysiler; yığın yığın! Sabaha kadar çalışılacak, bu allı pullu giysiler ütülenip paketlenecek, kolilere girecek. Girecek ki, birileri satın alsın, Gülsüm de eve para götürsün!

Sabaha karşı saat 4.30 sıralarında bir duman kokusu geliyor burunlarına. Keskin, sanki kağıt yanmış gibi bir koku. Uykusuzluk, yorgunluk, bir de bitmeyen işler arasında önce anlamıyorlar, çalışmaya devam ediyorlar. Derken duman aniden giriyor içeriye, kağıt değil yanan şey! Pamuklu kumaşlardan gelen selülozun kokusu bu! Göz gözü görmez oluyor. Sonra bir sıcaklık yayılıyor. Sarı, kırmızı, turuncu alevlerin arasında allı pullu giysiler kayboluyor. Müslüm Baba'nın sesi bir yandan, çığlık sesleri öte yandan...




Gülsüm'ün annesi, bir göğüs çarpıntısıyla fırlıyor yataktan, başucunda duran eski model cep telefonundaki saate bakıyor; 4:30! Gülsüm'ün yatağı boş! Çeviriyor numarayı, metalik bir ses yanıtlıyor:

"Aradığınız numaraya ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz! The number you called..."
Devamını dinlemeden kapatıyor telefonu telaşla ve kendi kendine söyleniyor:
- Hiç böyle yapmazdın ya Gülsüm'üm! Gülyüzlüm, kınalı kuzum, neden aramadın ki! Başına bir şey mi geldi yoksa!

Gülsüm, bir taraftan ağzını burnunu kapatırken, bir taraftan da kalabalıktan kurtulmaya çalışıyor. Can pazarı var sanki içeride; bedavaya satılan canlar ortaya saçılmış... Alıcı Azrail gülümsüyor, hangi birini seçeceğine karar vermeye çalışıyor;

-Bu güzelmiş, bunu alayım. Bu gençmiş, bunu da alayım. Bu Usta'yı zaten almam lazım, çok ah var üzerinde!

Azrail'in işi hem kolay, hem de zor bu gece! Çünkü atölyede çalışan canların hepsi ucuz... Hangi birini alsın, akşamın hasılatı da iyi olacak hani!
Çünkü, atölyenin kapılarını kilitlemiş Sadık Usta, kimse çıkamasın diye! Anahtarı sadece kendisinin bildiği bir yere saklamış ve dumanlar arasında sızmış kalmış bir köşede... Birisi haber verecek de, İtfaiye gelecek de, daracık sokağa girecek de, Gülsüm'ü kurtaracak!


Not: Yeşilçam'ın duayenlerinden sevgili hocamız Mehmet Aydın'dan almakta olduğum “Yaratıcı yazarlık ve senaryo“ dersleri kapsamında yazdığım beşinci ödevdir. Ödev konumuz, unutulmaz şarkı Fabrika Kızı'ndan esinlenerek bir işçi kızın öyküsünü  anlatmaktı. Hatalarım var ise affola.../EvdeYazar
Devamını Oku

22 Nisan 2016 Cuma

Bayramlarımız gelebilir mi geriye?

Çocukluğumun bayramlarını geri istiyorum,
Kadın erkek, çocuk yaşlı herkesin en güzel elbiselerini giydiği günleri,
Kasaba meydanına “bayram seyretmeye” gidilen o naif zamanları...


Bayram seyretmek nedir, seyrederken coşmak nedir, bayram şiiri duyunca ağlamak nedir bilmeyenlere inat,
Getirir misin o kıymetli günleri geriye...
Bayram akşamları meşaleler yakıp marşlar söyleyelim yine,
Fener alayının peşine takılan çocuklar olalım bir günlüğüne!
Bari bir günlüğüne kapatalım,
Ekrana göstermelik küçücük bayrak resmi kondurarak, bayram kutladığını sanan kepaze televizyon kanallarını!
Sadece bir günlüğüne uzaklaşalım “şov biziniz” dünyasının cahilliğe övgü düzeninden!


23 Nisanlarda çocukları izlesek ne kaybederiz?
Kim alıyor elimizden bayramlarımızı birer birer...
Kim, neden, nasıl geldik bu kara zamanlara...


Önce demir perde ülkelerinin âdetleri bunlar dediler,
Sonra, ne o öyle resmi geçit falan dediler,
Soğuk şeyler bunlar dediler,
Formaliteye ne gerek var dediler,
Bayramları stadyumlardan halka indireceğiz dediler,
Resmi geçitlerle değil, şölenlerle kutlayacağız dediler,
Artık bunları da demiyorlar!
Bahanaler, bahaneler, bahaneler...
Oysa ben, çocukluğumun bayramlarını istiyorum sadece!

Geri getirebilir misin,
Sen evet, sen!
Geri getirebilir misin çocukluğumun 23 Nisanlarını geriye...


Sen istersen belki yine birlik oluruz, elele oluruz,
Bayram yeri olur sokaklar,
Onlar, bunlar, şunlar değil;
Biz” oluruz belki yine...
Ne dersin, bayramlarımız gelebilir mi geriye?




Devamını Oku