24 Ağustos 2025 Pazar

Eski Bavulda 2007'den Kalma Gazete Buldum!

Dün akşam evdeki eski bir bavulu karıştırıyordum. İçinden bir gazete çıktı. Tarih, 28 aralık 2007!

 Radikal Gazetesi, satış fiyatı 40 YKr… Tam 18 sene öncesinden günümüze mesaj gibi…


Bir mücevher bulsam ancak bu kadar sevinirdim inanın.

Paradan 6 sıfır atılmış, Liranın önüne “Y” konmuş. Gazetenin çok sevdiğim kitap ekinin tanıtımı var üstte.

Manşette “İslamcı Terör İşbaşında” başlığı.... Pakistan’da seçimlere 10 gün kala öldürülmüş kadın başbakan Benazir Butto! İslam aleminin ilk kadın lideriymiş kendisi ve "göreve gelince daha iyi yaşam” sözü verdiği miting sonrası saldırıya uğramış… Harvard ve Oxford mezunu kendisi… İstememişler.  "Tarih tekerrürden ibarettir." sözüne nasıl da güzel örnek olmuş! 

Yıl sonu yaklaştığı için "2007'den Öğrendiklerimiz" diye bir köşe yapmışlar. "Doğrunun işe geldiği gibi çarpıtılabileceğini, pozisyon kaybının azgınlaştırıcı gücünü" öğrendik demişler ama, bence asıl bunları öğrenememişiz aradan geçen zamanda.

İkinci sayfada Tarkan’ın “Metamorfoz” ismini verdiği son albümünden bahseden bir yazı var, yazar pek de beğenmemiş albümü.

Okumaya devam ediyorum büyük bir merakla ve biraz da duygulanarak.

Altıncı sayfada Avrupa Birliği uyum sürecinde bile yasalarda ne güzel düzenlemeler olduğundan bahsediliyor.  Avrupa Birliği'ne girme umudu var yani...


Yazıda, "Şimdiden böyleyse bir de Birliğe girsek neler neler olacak.." diye güzel beklentiler anlatılıyor. 


 “Türkler, pasaport olmadan  nüfus cüzdanı ile bütün Avrupa’da gezebilecek” ilk maddesini okuduktan sonra gerisini okumuyorum. Çünkü 18 yıl sonra 2025 yılındayız ve biliyorsunuz ki vize bile alamaz halde ülkemiz vatandaşları…

 AB müzakerelerinde baş müzakereci Ali Babacan’mış, kendisi hem de Dış İşleri Bakanıymış… Günümüzde biliyorsunuz Deva diye bir partinin başkanı kendisi, %1-2 gibi belki de daha az oyu var partisinin. 2007’de bayağı forsluymuş… Vay be, nereden nereye… 

"Türkiye makas değiştirdi" söylemleri varmış o zamanlar. Hasan Celal Güzel bu söyleme karşı çıkıyormuş...

Yedinci sayfada DTP partisi kapatma davasından bahsediliyor. Bugünün DEM Partisi yani…

 Konular aynı, çoğu politik aktör aynı, polemikler aynı... Tarih hep mi tekerrür etmiş; yoksa  biz insanlar mı tarihi buna zorlamışız?







Sonra Yılbaşı kutlamalarının “güvenlik gerekçesiyle” iptal edildiği haberini okuyorum. 
"Son günlerde artan araç yakma olayları, patlayıcı ele geçirilmesi...vs. vs..."

Gazetenin küçücük bir köşesinde yayınlanan bu haber aslında ne çok şey anlatıyor...

Aradan geçen 18 senede böyle haberler hiç değişmemiş bakın, sadece gerekçeler güne daha uyarlanmış gibi...



Başka bir haberde Aselsan'ın deprem gibi tehlike anlarında kesintisiz iletişim projesi başlattığından söz ediliyor. Ne oldu acaba o proje? Mutlaka geliştirilmiştir 18 senede... Öyledir, öyledir...

Ramize Erer’in o zamanlar çok sevdiğim köşesini görüyor ve gülümsüyorum sonra... Karikatür demişken Leman Dergisi kapatılmıştı değil mi geçenlerde? O kadar yoğun ki gündem, arada kaynıyor böyle haberler. Tekrar açıldı mı hiç bir fikrim yok...

Ekonomi sayfasına geliyorum sonra;

Dolar= 1,1790 YTL

Avro= 1,7050 YTL

Yalnız bakar mısınız Türkçe hassasiyetine! Euro değil Avro yazıyor gazetede. Radikal'in bu dilini çok severdim...

Bu arada bilmem hatırlatmaya gerek var mı;  günümüzde Dolar 40,9 TL, Avro 47,56 TL!


Ekonomi sayfasını hemen kapatıp bunları görmemek isterken yan sayfada asgari ücrete ait bir tablo ile yüzleşmek zorunda kalıyorum. İstatistik böyle bir şey işte, görmek istediğini gösterir sana...

Sonra televizyon sayfasına bakıyorum. Sayfanın yarısı, günümüzde neredeyse yok olmak üzere olan sinemalarla ilgiliymiş. Günün filmlerinden seçmeler ve seans saatleri…

Henüz gelinli kaynanalı, bağırtılı çağırtılı alt seviyenin de altında gündüz programları çıkmamış o zamanlar. Mesela Kanal D’de gündüz kuşağında gayet bilgilendirici ve seviyeli Esra Ceyhan’la var. O zamanlardan günümüze gelen tek şey galiba Arka Sokaklar… 

Saat 20’de bir dizi, 22’de başka bir dizi var. Yani günümüzdeki gibi akşam kuşağında 5 saat bir diziyle oyalamıyorlarmış insanları… Reklam odaklı değilmiş galiba tv politikaları...

Star’da Haluk Bilginer ve Sumru Yavrucak’lı Sevgili Dünürüm komedisi var mesela… Sahi böyle kaliteli komedi var mı televizyonlarda artık? Çukur ve versiyonları, yani kafası garip traşlı, yer altından fırlamış gibi erkeklerin habire birbirine silah sıktığı, gençleri çetelere özendiren mafya dizileri daha başlamamış o zamanlar. 

TV8 henüz Acun’a geçmemiş, tatlı tatlı programları var. Pilates Saati gibi, Nilgün Belgün’le gibi soft ve düzeyli programlar...  2007’de Acun demek ki parmak arası terlikle  hâlâ sahillerde turistlerle röportaj yapıyormuş. Vay be, kısa sürede nasıl da değişmiş hayatı demek istiyor insan! 

Bu minik tv program akışına 18 yıl sonradan bakıldığında sayfalarca yazı yazılır... 

Bence eski gazeteler tarih müzelerinde korunmalı! Nasıl öğretici ve nasıl da heyecan verici yorumlar yaptırıyor insana bu tip bir yüzleşme! 

Devam ediyorum okumaya...

19. sayfanın yarısı kültür sanat reklamlarına ayrılmış. “Efes Pilsen’in kültür ve sanata katkıları artarak sürecek” son sözüyle yayınlanan Sivas93 oyun duyurusunu okuyunca gözlerimin dolmasına engel olamıyorum. Genco Erkal 2024’de aramızdan ayrıldı ve Efes Pilsen’in reklam yapması  artık yasak… 

Son sayfada Rus Hükümeti ile ilgili gülümseten bir haber daha var…  Noel Baba yalandır diyen reklamı yasaklamış hükümetleri.  Çocukların büyüklere olan güvenini sarsıyorlar diye...  Savaş mavaş yok ve bakar mısınız ince düşünceye...

Böyle şeyler işte... 

Ne çok severdim Radikal gazetesini. Hele hafta sonları verdiği kültür sanat, kitap ekleri... Tam sayfa kare karalamaca, su doku…

İçim bir hoş oldu gazeteyi incelerken. Ve tarihe not düşmek için yazmak istedim buraya ve paylaşmak istedim sizlerle de...18 senede nereden nereyeee…

 Umarım 18 sene sonra bugünün gazetelerinden birini ele geçirdiğimizde “Amma da kötüymüş 2025’ler, 2043 yılında nasıl da güzel her şey" deriz…

Sevgiyle ve umutla...

Devamını Oku

21 Ağustos 2025 Perşembe

Kutu kutu hayatlar...

Son zamanlarda neyi fark ediyorum biliyor musunuz, her yerde kapaklı kutular var, içleri kutuya özel insanlarla veya duygularla dolu...

Mesela eski adıyla Twitter, yeni adıyla X! Bir türlü vazgeçemediğim tek sosyal medya platformu.  Her sabah uyanır uyanmaz açtığım, gündemi takip ettiğim ve evet sanırım bağımlısı olduğum gürültü kutusu!  

Evet, geçenlerde Twitter’ın bir gürültü kutusu olduğu geldi aklıma aniden; hatta gözümün önünde de canlandırdım. Bir kutu var, koli gibi düşünün… İçinde her kafadan bir ses çıkıyor! Kimi kendi kendine boşluğa konuşuyor, kimi aynadaki kendine bakarmış gibi kendini tatmin edercesine konuşuyor, kimi kutudaki diğer gürültücü kitleye hitap ederek konuşuyor… Kiminin önünde diz çökmüş yatıyor birileri, konuşsa da duysam diye… 



Bazıları başkalarının söylediklerini tekrar ediyor sadece… Yankılar birbirine karışıyor. Kimileri de birbiriyle kavga ediyor. Ben ve benim gibileri; yani ne diyeyim bilemedim- Allah ıslah edesiceler grubu olarak bizler- bu gürültü kutusuna pek bi meraklıyız. İnsan böyle saçma bir gürültü kutusunun bağımlısı olabilir mi? Bin tane zararını bildiğimiz nelere bağımlı olmuyoruz gerçi… Netekim, Twitter benim gözümde bakkal kolisi gibi gösterişsiz bir kutu, içinde bir dünya gürültücü minik insan var.

Bir de allı pullu kutular var. Mesela Instagram gibi… O kutunun dışı yanarlı dönerli, ışıltılı pırıltılı… İçinde milyonlarca minik sahne kurulmuş. Herkes en güzel, en zengin, en gezgin, en sosyal haliyle o sahnelerde. Kimisi şahane sofralarda kadeh kaldırıyor; kimi “kocişinden” gelen pırlanta yüzüğü gösteriyor… Her yer ışıl ışıl pırıl pırıl… Ama neticede orası da bir kutu, gösteriş kutusu… 

Yanlış anlaşılmasın; o paylaşımları yadırgamıyorum. İnsan bir şeyleri göstermek, paylaşmak istiyor neticede, ruhumuzun ona da ihtiyacı var demek ki… Hiç Instagram kullanmıyorum diyen ben bile, çiçeklerimin fotoğraflarını, gittiğim tiyatroların alkış videolarını paylaşıyorum orada, bir nevi arşiv gibi… Ama sonuçta orası da bir kutu; kapağını açmadan içine giremiyorsun…


Bu kutu metaforunu çok sevdim sonra… Ben değilim ki bu metaforu icat eden. Yıllardır apartman daireleri için “kutu gibi evler” demiyor muyuz? Şahane benzetme, bulanın düşüncesine sağlık. O kutu evlerin hepsinde bir hayat var ve kapağını, kapısını açmadan içeride neler oluyor bilemiyoruz. Peki ya insanlar? Hepsi birer kapalı kutu değil mi? Kapağını açıyorsun, kutu içinde kutu çıkıyor bazılarında!

İşte bütüün bu kutular arasındaki yaşamda insanın kendini en güçlü hissettiği an kapaklara bağlı… Yani kutuların kapaklarını canın istediğinde kapatıp canın isteyince açabiliyor musun, senden iyisi yok… Kendi kutunun kapağı da dahil elbette…

Devamını Oku

31 Temmuz 2025 Perşembe

Mutlak yalnızlığa dair sorular, sorular, sorular...

Bir insanı muhabbet etmek için kimse aramazsa ve o insanın da telefon rehberinde onlarca kayıt varken içlerinden birini arayıp muhabbet edesi gelmezse; bu durum iyi bir şey midir, yoksa psikologlar mı devreye girmelidir? Böyle bir soruya muhtemelen çoğunuz “Bu kesinlikle psikologluk bir durumdur” diyecektir. Belki de bu insan, o kadar kötü birisidir ki, kimse arayıp sormak istemiyordur! Olabilir mi? İyilik tanımında “arayan kişi sayısı” ne kadar gerçekçi bir kıstas olabilir… Aranılıp sorulan herkes iyi insan olsaydı, dünyada bu kadar kötülük olur muydu? Bu kadar haset, bu kadar kıskançlık, bu kadar çekememezlik, bu kadar sevgisizlik; her gün birbirini arayıp soran; bir yerlerde buluşup kahve içen insanlar arasında olmuyor mu?


İnsan gerçekten de sosyal bir varlık mıdır peki? Yani etkileşim olmadan, konuşmadan, halleşmeden, dertleşmeden; ne bileyim düğüne gidip iki oynamadan, komşuya gidip iki dedikodu yapmadan hayat geçmez mi? Peki sosyal varlık olmayı hak etmek için insanın çevresinde kaç kişi olmalıdır? Bir kişi yeter mi mesela? Ya da iki kişi ile konuşunca yeterince sosyal oluyor muyuz?

Hani derler ya, hayatta en değerli şey, güzel dostluklar biriktirmektir diye. Sağlam taşların üst üste konulduğu sağlam bir kale gibi… Bu mudur gerçekten de hayattaki amacımız ?Kumbaramızda biriktiğini sandığımız insanların son kullanma tarihleri hiç geçmiyor mu? Bazıları tedavülden kalkan paralar gibi zaman içinde değerini yitirmiyor mu? Kumbara karın doyuruyor mu peki?

Çevresindeki insanlarla gurur duyanlar, geniş aileleriyle bolca vakit geçirenler, cümbür cemaat eğlenmeye gidenler, evet size soruyorum: Mutlu musunuz? Sahiden, ama içtenlikle; yani tüm hücrelerinizde hissederek mutlu musunuz? Çocuklarınızla, annelerinizle babalarınızla, ablalarınızla ve abilerinizle, kayınvalidelerinizle ve teyzelerinizle ve amcalarınızla ve dayılarınızla; iş arkadaşlarınızla, dost bildiklerinizle... Bu kişilerle bolca vakit geçirdikçe sahiden mutlu oluyor musunuz? İçiniz coşuyor mu hep? İlk fırsatta zehirli ok atsalar da, sizi ağlatsalar da, eleştirileriyle yaralasalar da… Sahi, siz mutluluğun resmini hemen gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? Gerçek mi duygularınız? Bütün bu insanların sizi sarıp sarmaladıkları sevgi çemberi sakın sanal olmasın? Dokunabiliyor musunuz mesela bu duygulara ellerinizle, kalp atışlarınız mutluluk ritminde mi?

Evetse zaten, helal olsun be! Valla hepinize helal olsun!

Pek sanmıyorum ama, benim cevabımı merak edenler olursa diye; söyleyeyim yine de:

Arkadaşlık, dostluk diye bir şey bence yok! Yıllar sonra bir bakmışsın ki perde kapanmış, tiyatro bitmiş! Peki ya akrabalık? Akrabalık diye bir şey zaten yok!

İyi de, ihtiyacın da mı yok diyeceksiniz, ne bu kibir!  Diyeceksiniz ya, öyle değil be canlar... Her şey insanın kalbinin içinde, gözünün ucunda, hissettiklerinde…  Gerçek sadece buralarda!

Zaten sahteyi, yalanı dolanı şıp diye anlıyorsun bir süre sonra. Bu dünyada kimse kimseye karşılıksız yardım falan da etmiyor ayrıca. Kimse kimseyi önyargısız dinlemiyor. Herkesin kendi sırtı var, sonuçta sen düşerken kendi sırtın seni koruyor! Şanslıysan yumuşak zemine düşüyorsun, az şanslıysan bir iki sıyrıkla kalkıyorsun ayağa, çok yaralıysan da zamana bırakıyorsun….

Bu işler böyle…  Çok soru geliyor aklıma ya, neyse işte…  Şair gibi bakacak olursak;  üstünü attım gitti suya, başka türlüsü olmaz ki zaten…

 

Devamını Oku

28 Haziran 2025 Cumartesi

Yeni Süper Kahramanı takdimimdir: BUTMEN!

Ne kadar güzel bir ülkeyiz, her gün “bu yaşıma geldim ama ilk kez duyuyorum” dediğimiz şeyleri öğreniyoruz

Evet yeni gündemimiz; BUTLAN!

Yani gerçek dünyada olmuş olan şeyleri “şartlar gereği” olmamış kabul etmek…

Tabii ki bunun hukuki gerekçeleri var; mesela aklî dengesi bozuk biri evlendiyse bu butlan olabilir gibi… Ama kim takar hukuku!

İstersek sihirli değnek yerine koyabiliriz BUTLAN’ı…

Hayal bu ya!

Alıyorum elime BUTLAN asâsını; dokunuyorum bir şeylere, hoop geri gidiyor. Mesela zeytinyağlı dolma yapıyorum diyelim; tadına bakıyorum;

 “ııhh, hiç olmamış, karabiberi az bu dolmanın…” 

Ama kolayı var; alıyorum elime BUTLAN değneğimi,

“Abros kadabroz, dolmalar sarılmamışoz… “

diyorum, bir ışık hüzmesi görünüyor ve hooop yaprakların salamura, pirinçlerin suda bekleme anına geri dönüyorum… Butlandan önce neyi beğenmemiştim? Karabiberi… Hoop yeniden yapıyorum içi, bol karabiberli… N’oluyo şimdi? Beceriksizliğimi ört bas ediyorum. Dolmayı güzel yapamamıştım, evdekilerin “Iyykk ! Bu ne biçim dolma tatsız tutsuz!!” eleştirilerini mi çekeceğim? Ne münasebet! Alıyorum BUTLAN değneğimi, hoop sil baştan geriye dönüyorum…

Acayip tatlı bi şeymiş bu BUTLAN yahu!

Her şeye kullanabilirsiniz, hayal gücünüze kalmış…

Mesela işletme okudunuz, okul bitti iş yok! N’apcaksınız? Tabii ki BUTLAN’dan yardım alacaksınız! Bir dokunacaksınız, hoop hiç işletme okumamış gibi sıfırdan arkası sağlam tüccar oluvereceksiniz!

Tam tersi de olabilir! Okul müdürünüzü sevmiyor musunuz? Gelsin BUTLAN! Bir dokunup adamın diplomasını hiç olmamış gibi elinden alabilir ve kendisini müdür koltuğundan kaldırıp tuvalet temizliğine gönderebilirsiniz…!

Aslında var ya çok güzel bir şey aklıma geldi. Biz bu BUTLAN’ı  simülasyon makinesi gibi kullansak ya! Deneme tahtası gibi yani; yapacaksın, risk almayacaksın...Diyelim ki birine kızdık, gidip ona kötülük yapıp hıncımızı alalım; sonra gelsin BUTLAN! Hıncımızı aldık mı? Aldık! Dövdük mü? Dövdük… Hoop BUTLAN’ı bi dokundururuz, sanki karşı tarafı dövmemişiz gibi kaldığımız yerden devam edebiliriz. Sen sağ, ben selamet!! Risk yok yaw, istediğini yap sütten çıkmış ak kaşık ol! Tertemiz, şıpın işi hayatın olur! 

Ya düşünsenize, gıcık olduğunuz sınıf arkadaşınız çalışmış, çabalamış sizin hayalinizdeki şirkette mevki sahibi olmuş. Siz de çabalamak yerine O’nu kıskandığınız için kenarda sinsi sinsi bir ayağı takılsa da düşse diye beklerken, bir bakıyorsunuz o da ne? Elinizde parıl parıl BUTLAN sihirli değneği! Bir dokunuyorsunuz! Hoop o gıcık okul arkadaşınızın ne başarısı kalmış ne de mevkisi!! Yaşasın kötülük diye naralar atarak nasıl da mutlu olursunuz değil mi!

Buradan bütün film yapımcılarına sesleniyorum. Onların Süperman’i varsa bizim de “BUTMEN” ‘imiz neden olmasın! Bir âsa olacak elinde, dokunduğunu  hiç olmamış gibi yapacak!  Yedin yedin şişmanladın mı? Hiç dert etme! Butmen gelir, o koca göbeğini hoop  bir dokunuşla ipincecik haline geri döndürüverir.  Bakın yerli ve milli süper kahraman filmi için ne güzel spoiler verdim size; telif falan da istemiyorum, değerimi bilin… 


Alın bu da alternatif pembiş kahraman; BUTMEN'in arkadaşı: Adı BUTLAN, soyadı Kelebek... Hizmette ve hayallerde sınır yok görüyorsunuz! Değerimi bilin ey yapımcılar...



Biz şimdi böyle konuşuyoruz ya! Çocuklar da duyuyor tabii. Sen bizim komşunun oğlu, arkasından konuşmak gibi olmasın biraz da yeşil erik beyinli bir oğlan kendisi; bütün sınavlardan kalıyor ama gidiyor müdüre şikâyet ediyor öğretmeni… Neymiş öğretmeni bu oğlanı sevmiyor diye sınav kağıdını yanlış okuyormuş! “BUTLAN haktır!” hocam deyip bütün sınavları iptal ettiriyor! Tekrar sınav yapıyorlar mecbur; bu oğlan söylemesi ayıp az portakal kafalı ama biraz da kurnaz! Hazırlıyor kopyaları! Sonra n’oluyor biliyor musunuz? Bu mandalina kabuğu beyinli oğlan okul birincisi oluyor iyi mi!

Yani işte BUTLAN’ın hikmeti bütün bunlar, ne diyeceksin!

Çünkü biz;

“Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şeyler oldu…” cümlesini anlayabilen, olmamış şeyleri kızılötesi ışınlar yayan gözlerimizle görebilen bir toplumuz. Dolayısıyla sözün özü şudur ki; 

“Şalgamınan turbunan olmasa da butlanılan bir şeyler oluyor netekim memlekette…” 

Devamını Oku

26 Haziran 2025 Perşembe

Fatih Altaylı’nın Silivri Günlüklerinden Çıkardığım Dersler

İlk gün, nezarethanedeki polislerin kendisine ne kadar nazik davrandığını anlattı. Köhnemiş ortamdan, yan taraftan gelen kesif “ot” kokusundan ve kendisini uyutmayan nezarethane komşularının seslerinden bahsetti. Sonra Silivri… İki katlı odasına “süit” dedi, sabahları kuş sesiyle uyandığını anlattı. Sivrisinekleri öldürdüğünü ama duvardaki örümceklere kıyamadığını…

Yerler pisti, temizleyecek ne su vardı ne de su gideri... Derken koridordan bir şekilde su bastı odasını. Sevindi Altaylı... Öyle ya; yerdeki pislikler temizleniyordu işte kendiliğinden… Çekbasla suları geri yollayıp bir de üzerine güzel kokan deterjanla sildi mi, mis gibi olmuştu işte… Başkası olsa veryansın eder; yerler pis, üzerine bir de su basıyor odayı... 




Hiç yere hapishaneye gönderilen bir gazetecinin isyanını değil, kendi hayatına bir dış göz ile bakabilen ve bir dış ses olarak gördüklerini anlatabilen şahane bir yazarın hikayesini okutuyor bizlere… Her anlattığı gözümde canlanıyor; “oh be” diyorum, “bugün televizyon ve buzdolabı da gelmiş.” Anlatımı sayesinde neredeyse gördüğüm hücreye yerleştiriyorum buzdolabı ve televizyonu. Ben de en az O’nun kadar seviniyorum. Çünkü bazen küçücük şeyler öyle mutlu eder ki insanı...

Kahramanımız bildiğim kadarıyla atadan babadan zengin. Tahminimce hayatı boyunca hiç yokluk görmemiştir. Fakat adaptasyon gücüne bakar mısınız? Hücre değil suit; su bastı kızgınlığı değil, oda kendiliğinden temizlendi mutluluğu… Ve bugünkü üçüncü yazısında “burasının da kendine göre konforu var” diyor, “hayatımda ilk defa bir yerlere geç kalma derdim yok ve sürekli çalan telefonlara bakma zorunluluğum yok, tek derdim sevdiklerimden uzak olmak…” Oysa bildiğiniz tecritte... Bütün alışkanlıkları ve insanla bağlantıları koparılmış... Adi suçlulara tanınan, "havalandırmada voleybol oynama, laflama ayrıcalığı" bile yok! 

  "Yalnızlık" diyor "zor geliyor"... Öte yandan, içeriye giren serçe kuşu ile bağlantı kurmayı da ihmal etmiyor…

” Belki yine gelir bugün…” beklentisiyle avunabiliyor...

Ve annesine teşekkür ediyor; “Bütün bu işleri zamanında kadınların değerini anlamam için bana öğretmiştin; sayende hiç zorluk çekmiyorum” diyor…

Buradan alınacak çok ders var...

Görüşlerini seversiniz sevmezsiniz, ki çoğunlukla kızmışımdır bazılarına... Ama son zamanlarda en keyif alarak dinlediğim, aslında tek gazetecidir... 

Yorumlarını bir kenara bırakalım, anlattığı günlüklerden alınacak çok ders var gerçekten de…

Olanı olduğu gibi kabullenip adapte olmak teslimiyet değildir; o insanın yaşama  direncini, ayakta kalma gücünü gösterir bu birrr!

“Her şey insanlar içindir diyor Altaylı, bu ikiii!

“Bu da geçer ya hu!” diyor; bu da üççç!

Ve ben, en çok da olayları hikâyeleştirmesini benzetiyorum kendime… Zor durumlara düştüğümde, birileri beni üzdüğünde; evet ilk anda çok acı çekerim ama sonradan o olayları hafifletecek nedenler bulurum kendi kendime… Var olana adapte olur, şükür edecek şeyler icat ederim… Daha doğrusu hayat, böyle yapmayı, böyle bakmayı kafama vura vura öğretti şükür... Ya öğrenemeseydim...

Altaylı’yı izledikçe, kendimdeki gücü de gördüm sanki, bu da döörtttt!

********************************************

NOT: 

Evet, artık gerçeğe ve buralara dönme zamanı… Yazmadan olmaz!  Altaylı’nın yazdıkları ruhuma nasıl da iyi geldi; belki benim yazdıklarım da birilerine iyi gelir; belli mi olur…

Evet, bunlar da geçer ya hu! 

Devamını Oku

23 Haziran 2025 Pazartesi

Bugün benim doğum günüm

Epeydir gelemiyorum buralara, içimden gelmiyor diyelim…Ama doğum günlerimde yazmak gibi bir ritüelim vardı; o yüzden dedim zorla kendini, yeni yaşının ilk gününden düş tarihe notunu…

Eskiden olsa doğum günlerimde heyecanlanırdım, kimler arayacak acaba diye meraklanırdım. Hani istemem yan cebime koy sözü vardır ya, tam da o sözdeki gibi çaktırmadan çiçek ve hediye beklerdim… En sevdiğim arkadaşım beni yemeğe çıkarırdı, ne bileyim iş yerindekiler çiçek getirirlerdi, pasta kesilirdi. Sonra en sevdiğim yakınlarımdan biri bana zeytin fidanı göndermişti mesela, hâlâ balkonumda büyüyor…

Hepsi siyah beyaz filmler gibi geride kaldı bugün… Hayat böyle bir şey; yaşananlar geride kalıyor, sonra dönüp bakıyorsun ki o geride kalan şeyler için ne büyük mücadeleler vermişsin, ne büyük üzüntüler yemiş bitirmiş içini... Ne büyük laflar edilmiş; ne büyük sevgi sözleri, ne kadar büyük büyük kucaklaşmalar, hediyeler, pırıltılar, düşler ve gün güne büyüyen çocuk ruhlar…

Çocukken büyümek zorunda olanların öyle balonlu, konfetili, alkışlamalı, dönme dolaplı, mumlu pastalı anıları olmaz pek… Büyüdükçe  çocuk olursun; o yaşayamadığın coşkular, o yanarlı dönerli rengarenk süslü kağıtlar; sen büyüdükçe cezbeder çocuklaşan ruhunu. Belki de o coşkunun yitirilişinin derin derin üzmeleri bundan sebeptir.

Ee ne oluyor şimdilerde?  Artık böyle beklentilerim de kalmadı… Doğum günümü kutlayacak insanlar birer birer dağılıp kendi hayatlarına giderken; develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… “O iyi insanlar, o güzel atlara binip gittiler” demiş ya Yaşar Kemal… Büyük Usta, çook büyük usta hem de… Şu cümlenin derinliğine bak hele… O iyi insanlar, o güzel atlara… Saygı ile eğiliyorum, saygıların en büyüğü ile hem de…

Dur hele, bu ne biçim doğum günüm yazısı oldu böyle… Ağlamalı, duygulu falan… Ama geriye dönüp okumadan, bir kelimesini bile düzeltmeden, öyle içimden kopup gelen bu cümleleri olduğu gibi yayınlayacağım burada. Tarihe not düşmek için…

Belki seneye doğum günümü bahçeli evimin verandasında; pastadan mum üfleyerek, şapkadan çıkan tavşanlara gülümseyerek karşılarım; kim bilebilir…

Hem belki seneye doğum günümde her şey çok güzel olmuş olur… Bak “olmuş olur” diyorum, gelecek zamanın rivayeti mi bu şimdi… Yani gelecekte tamamlanacak bir olasılık diyor sözlükler… Öyle güzel şeyler olmuş olacak ki gelecek doğum günümde, her  güzel şey  olmuş ama bitmemiş, sürüyor olacak hem de…

Öyle de olsun bakalım…

İyi ki doğdun diye içtenlikle kutlayanlarınız eksilmesin gönlünüzden... O atlar var ya o atlar; geri dönüp yelelerini rüzgâra vererek, dört nala geledursunlar üzerlerinde iyi insanlarla ve sadece sevgiyle...

 

Devamını Oku

14 Mayıs 2025 Çarşamba

Kaçtığımız Konularla Yüzleşelim mi - 2

Madem bu aralar konuşulmayan konulara değiniyoruz, bir de şu engelli konusuna bakış açımızı masaya yatıralım mı tatlı tatlı…

Geçenlerde kendi kulağımla duydum. Hakkını gasp eden bir adama çıkışan bir engelli bireye adam aynen şöyle dedi, eksiksiz yazıyorum:

“Bir de engelliyim diyorsun, engelli dediğin bu şekilde sesini yükseltmez, biraz susar…”

Bizim toplumumuz çok merhametli, çok yardımsever falan geçinir ya, elbette “duyarlı” vatandaşları ayrı tutarak söylüyorum; toplumun engellilere bakışı özet olarak tam da böyle…


Yani engelliysen, sana verilene şükredip oturacaksın bir kenarda, hatta sana verilenlere minnet edeceksin ömrün boyunca! Sanki engelli olmayı sen seçmişsin gibi...Mesela sana çocukken yardım eden aile bireylerine, hayatının sonuna kadar minnet etmen beklenir. Seni kırsalar da üzseler de hep bu "minnet" gözlüğüyle bakman beklenir; azıcık isyan etsen ve engelliysen "nankör" diye yaftalanırsın... 

Eğer sesini yükseltip hakkını arıyorsan da bu adamın dediği kadar kaba olmasa da bir şekilde sana had bildiren birileri çıkacaktır! Dost acı söyler, maalesef gerçekler böyle...

Mesela ülkenin en büyüklerinden biri çıkar ve senede bir kere bayrammış gibi "kutladığı (!)" engelliler haftası gibi saçma bir haftada “Engelli Kardeşlerimize yardımcı olmalıyız” der… “Engelli kardeşlerimiz” söylemi, görünüşte masum ve merhamet dolu gibi görünen ama engelli bir insanın gözünde ise dışlayıcı, küçümseyen, sadece acıyan bir ifadedir.

Daha da ileri gidelim. Bir işyeri düşünün; çok mümkün değil ama hadi diyelim oldu ya bedensel engelli biri çabalarıyla yönetici pozisyonuna gelmiş olsun. Ve sert, disiplinli, işini çok ciddiye alan biri olsun. Alt pozisyonunda çalışan insanların kaç tanesi ardından “hem engelli hem de bize ahkâm kesiyor” diyordur acaba? Öyle ya engelli dediğiniz kişi sekreterya, büroda veri girişi gibi pasif görevler yapmalıdır. Yönetici olmak kimin haddinedir? Ya da çok okumuş biriyse de gitsin bir engelli derneğinde engelli haklarını savunsun değil mi ama…


Ailelerde engelli bireyin başına buyruk davranışları hiç hoş karşılanmaz. Çünkü engelli kişi oturduğu yerde oturmalı; her zaman naif, her zaman saygılı, her zaman denilene boyun eğen kişi olmalıdır…

Adamın dediği laf Türkiye’de pek çok insanın iki yüzlülüğünü bir tokat gibi çarptı suratıma o gün…

“Bir de engelliyim diyorsun, engelli dediğin bu şekilde sesini yükseltmez, biraz susar…”

Mesela “engelli” biri “engelsiz” biri ile evlenirse ana haber bültenlerine çıkar:

 “Aşk engel tanımadı” diye kocaman başlıklar atılır!! Çünkü bu, normal dışı bir şeydir. Davul bile dengi denginedir… Yani sağır sağırla, kör körle olmalıdır…

Şimdi toplumda bu kadar demokrasi, özgürlük sorunu varken bu da nerden çıktı diyeceksiniz ama, bence tam da zamanı böyle şeyler konuşmanın… Çünkü toplumun gözle görülmeyen defoları sümen altına atıldığı sürece; ben iyileşme ve barış olacağına inanmıyorum!

Dönüp aynada yüzleşmek lazım; lütfen şu soruları sorun kendinize:

Ø  Engelli biriyle karşılaştığınızda “Çok şükür ben böyle değilim” diyerek o kişiye acıyarak bakıyor musunuz?

Ø  Engelli bir arkadaşınız varsa O’na nasıl davranıyorsunuz? Mesela bu adamın dediği gibi kaba olmasa da onaylamadığınız bir şey söylediğinde ya da yaptığında “engelli haline bakmadan neler söylüyor, hadsiz…” gibi ya da benzeri bir cümle yakaladınız mı hiç içinizde, lütfen dürüstçe düşünün…

Ø  Bedensel bütünlüğünde ya da görsel simetrisinde eksiklik olan birini mesela dans ederken gördüğünüzde ya da ne bileyim havuz kenarında güneşlenirken gördüğünüzde içinizde bir yerlerde bu görüntüden rahatsız olan flu da olsa bir düşünce beliriyor mu?

Ø  Mesela halka açık bir pilates dersine gittiğinizde, hoca eğer kenarda kendince hareketleri tekrar etmeye çalışan engelliye fazladan üç beş dakika ayırdı diye içinizden kızıp “ben o kadar para veriyorum, bu engelli benim iki dakikamı yedi” diyen bir iç ses duydunuz mu hiç; ya da böyle bir durumda ne hissedersiniz veya o kişiye nasıl bakarsınız ya da o kişiden uzak kalmayı mı tercih edersiniz?

Ø  Mesela halka açık bir havuzda hep sağ kenarda yüzmek zorunda olan bir engelliyi havuz görevlisine şikâyet edip “Bu kişi lütfen engelli havuzuna gitsin, sağ tarafı meşgul ediyor” der misiniz?

Ø  Bana ne engelliyse, benim yüzümden mi diye mesela, engelliye tanınan örneğin geçiş önceliği hakkını yanlış bulduğunuz oldu mu hiç?

Ø  Ya da böyle biriyle gönül ilişkisine giren birine yüce gönüllü insan muamelesi yapar mıydınız?

Ø  Mesela bacağından engelli çocuğunuz varsa, elalem bakmasın diye ona hep pantolon mu giydirirdiniz?

Ø  Mesela kendi çocuklarınıza sokakta engelli birini gördüğünde sakın O’na dik dik bakma evladım, bu çok ayıp bir şey, bazı insanların farklı hastalıkları olabilir, kör olabilirler, topal olabilirler, sağır olabilirler, ama biz onlara dik dik bakarsak çok yanlış bir şey yapmış oluruz diye öğrettiniz mi?

Ø  Sokakta bir engelliye dik dik bakan çocuğa “Ne bakıyorsun? “diye kızan bir engelliye “Ama o çocuk, ne bağırıyorsun” diyen anne haklı mıdır mesela? Çocuklar masum mudur, yoksa cahil ebeveynlerinin yansıması mıdırlar? Böyle bir hadsizlik yapan çocuğa bir şey dememek mi gerekir?

Gibi gibi şeyler işte…

Hayatta her canlının kendi tekamülü var. Belki de sizin tekamülünüz de benzer bir soruya verdiğiniz cevapla olacaktır…

Sevgiyle…

Devamını Oku

11 Mayıs 2025 Pazar

Teyzeler Anne Yarısıdır Aldatmacası...

Şimdi size anneler günü için bir soru sormak istiyorum.

Teyze anne yarısı mıdır?

Gelin bu kabul görmüş ama sorgulanmamış hassas konuya parmak basalım birlikte, ama dürüstçe…

Bizim toplumumuzda hep böyle söylenir; teyze anne yarısıdır denir. Ben de eskiden böyle düşünüyordum…

Ama artık buna inandığım söylenemez. Ha çok samimi olanlar vardır, birbirlerini çok seven teyze yeğenler vardır ayrı. Ama mesela şöyle düşünelim. Bir anne çocuğunun onaylamadığı bir şey söylese o çocuk annesini siler mi? Silmez… Peki teyzesini siler mi? Silme ihtimali yüksektir.

İstisnalar kaideyi bozmaz diyeceksiniz; bence dememek lazım bence. Genel kabullerin ardına sığınıp da istatistiklerde kendilerine yer bulmayan gerçekleri niye göz ardı edelim ki…

Mesela deprem olsa çocuk önce kimi arar? Annesini arar değil mi, dur annemin yarısı da teyzemdi diyen kaç duygusal kişi vardır şu dünyada? Teyzeler, sözüm meclisten dışarı, kurtarılacak kişiler sıralamasında kaçıncı önceliklidir? Ben söyleyeyim; anne, baba, kardeş, öbür kardeş, eş, çocuk, öbür çocuk… Yani kurtarılacaklar listesinde aile için zurnanın son deliğidir teyzeler; hatta belediye yeğenlerden önce koşturabilir bir derdi olduğunda teyzelerin… Yalan mı? “Teyzeyim, yeğenlerim var, yardımıma koşarlar” diye kendini güvende hissedenler büyük yanılgı içindedir bence. Zaten sevdiğimiz insanlardan böyle şeyler beklemek de sanırım biraz feodallikten gelir. Modern toplumlarda bireyler yalnızdır ve kendilerinden sorumludur... 

Konuya dönecek olursak; mesela bir yeğen, eşi ile anlaşmıyor diye annesini siler mi? Çok zor, en azından gizli gizli görüşür annesiyle. Ama teyzesini direkt yok sayabilir eşini üzmemek için. Bu da teyzelik müessesesinin önemsizliğine örnektir. Elbette doğrusu da budur, çünkü çekirdek aile çok önemlidir. Teyzesini yok sayan yeğenleri asla ama asla kınamıyorum. Zira hayatım boyunca kendi teyzelerimle en ufacık bir bağ kurmuşluğum da yoktur… Bu işler gönülden gelirse anlamlıdır, sevgi yoksa kurulan iletişimde  zaten kandırılçılık olur. 

Şimdi bana “katısın, saçmaladın, antisosyal yaratıksın, duygusuzsun, bencilsin… ” gibi şeyler diyecek olanlar vardır ama içimden geçeni söyleyeyim:

Teyzeler, dayılar, şunlar bunlar aslında hepsi dış kapının mandallarıdır! Evet, öyledir; en azından benim için...İçlerinden bazıları iyi insan oldukları için sevilir, diğerlerine de toplum ayıplamasın, ailede kavga çıkmasın diye seviyormuş gibi davranılır. 

Yani yineliyorum; kimse kimsenin annesinin yarısı değildir ve anne yarısı muamelesi görmeyi hak etmez! Sadece hak edenlere sevgi gösterilir, gerisi “mış gibi yapmak”tır…

Peki kınıyor muyum?  Yine söylüyorum; ASLA!

Bence teyze anne yarısı falan değil, hatta bazen yangında üstüne daha da ateş atılacak, bunu hal eden biri bile olabilir. Çünkü teyzeler sevilecek diye bir kaide yoktur. Ama çok çok cani falan olmadığı sürece anneler hep affedilir, sevilir.

Aslında akrabalık denilen şey de büyük bir aldatmacadır! Kimse kimseyi içtenlikle sevmez; en yakınların birbirlerini düşmanlaştırması bir küçücük kırmızı çizgiye bakar…

Kırmızı çizgiyi aşan kişi ister teyze olsun, ister baba olsun, ister akrabadan öte dost olsun; anında düşmanlaştırılabilir. Sadece anneler hariç tutulur kırmızı çizgilerden.

Yani konuyu nerelere getirdim, bağlayayım; anneler gününde “teyze anne yarısıdır” diye düşünüp kutlama falan beklemeyin sayın teyzeler… Acıdır ya da değildir, hissiyatınızı bilemem; ama gerçek budur. Eğer hak ediyorsanız, yani o yeğenler sizi sevmeye değer görüyorsa zaten her gün bunu gösterir, hissettirir. Özel günlere ihtiyaç yoktur. Ama siz onların gözünde sevilmeye layık değilseniz, anneler gününde öyle kös kös oturup sevgi beklersiniz. Bence beklemeyin; gerçeklere dönün, hatta kendinizi sevmenin yollarını arayın… Kendinizden kimsenin size göstermediği şefkati ve hoşgörüyü eksik etmeyin…

Ha, anneler gününde aranmayan teyzeler de kendilerine dönüp bir baksınlar; muhtemelen sevgiyi hak etmediklerini gösteren pek çok yanlışları vardır… Kalan mı terk etmiştir, giden mi sorunsalına benzer bir durumdur bu...

O yüzden; özel günler anlamsızdır, çok da şey etmemek lazım… Bırakırsınız Oruç Arıoba'nın dediği gibi, evet bırakırsınız ve biraz da yağmur yağar.... 

Devamını Oku