8 Kasım 2025 Cumartesi

Mutlu Son Varsa Diziye Katlanıyor İnsan!

Genellikle mutfakta çalışırken Türk dizisi açıyorum telefonda. Eski diziler… Mümkünse on sene öncesinin dizileri. Ses olsun diye, bir hikâye olsun diye…  Film açmıyorum, çünkü filmi izlemek, dikkatini vermek gerek. Neyse işte normalde açıp da izlemediğim romantik komedilere denk gelirsem ne âla… Çok kavgalı, bağırışlı çığırışlı olursa diziyi yarıda bırakıyorum. Sonra yine çok araştırmadan Youtube’da karşıma çıkan dizilerden çok abidik gubidik olmayanları seçmeye çalışıyorum. Çünkü genelde elimde soğan ya da domates olabiliyor. Ya da işte konusu neymiş falan diye araştırma yapmaktan sıkılıyorum. Ne de olsa mutfak dizisi… İlk sahneyi beğendiysem devam ediyorum. Zaten diziye baktığım da yok, ilk bölümde karakterleri tanıdıktan sonra sesleri yetiyor. Radyo tiyatrosu gibi yani.

Neden anlatıyorum bunu uzun uzun… Çünkü bu dizi mevzusunu güncel hayata, politikaya, memleket meselelerine bağlayacağım da ondan.

Son bir haftadır izlediğim bir dizi var. Hadi adını da söyleyeyim, Ihlamurlar Altında… 2005'de başlamış, şimdi bize çook eski gelen zamanlara ait… İşte bu dizi başlarda ilgimi de çekmişti meslek gereği. Tekstilin yıldızının yüksek olduğu zamanlar. Konu da tekstil fabrikasında başladı. Patronun at çiftliği var, zengin… Çocukları yurt dışında okumuş ama babalarının fabrikasında çalışıyor. Patronun kızı işçilere çok iyi davranıyor falan… Şimdiki dizilerde göremezsiniz tekstil fabrikasında geçen konu. Çünkü tekstil bitti malumunuz.



Arka plan açısından bakıldığında her ne kadar diziler toplumsal kaygılar taşımasa da detaylarda iyi kötü zamana ayna olabiliyorlar. Şimdiki dizilerde tekstil patronu yok mesela, çünkü tekstil kalmadı. Günümüz dizilerinde mafya babaları var, havuzlu villalarda oturan zengin aileler var ve genelde ne iş yaptıklarını bilmiyoruz. Zamanın ruhu işte…  İzlediğim dizide mahallede meyhane var mesela. Meyhaneci tanıdık, zaman zaman ailecek gidip kızlı erkekli efkâr dağıtabiliyorlar. Zamanın hüzünlü ruhu… Aşklarına üzülüyorlar iki kadeh parlatıp. Günümüzde iyi karakterler meyhaneye gitmez dizilerde. Gitseler de rakı kadehi falan görünmez. Dedim ya, zamanın ruhu… 

Her neyse konuyu dağıtmayayım… Benim dizide olaylar tekstil fabrikasında geçerken aşklar da var tabii ki. Bazı aşklar başlıyor, iyi güzel, sonra malumunuz kader ağlarını iki ters bir düz örüp… Hoş o zamanlar diziler şimdiki gibi üç saat olmasa da bölümler ilerleyince bıktırıcı kadersel rastlantılar,  bir türlü olamayışlar, duyguları içine atıp yanlış anlamalar falan giriyor devreye. Yeşilçamvari...

Altmışıncı bölümde o kadar baydı ki bütün bu ola(ma)yışlar, diziyi bırakacaktım nerdeyse… O kadar sıkıldım ki her şeyin olumsuz gitmesinden! Yani işte esas kız, âşık olduğu adamdan çocuk bekliyor, araları da bozuk. Her gün karar veriyor durumu söylemeye, telefon açıyor. “Sana çok önemli bir şey söylemem lazım” diyor. “Telefonda olmaz” diyor. Sonra bir şeyler oluyor, kaç bölümdür kız bir türlü söyleyemiyor durumu. Tahmin edeceğiniz üzere kızın güya iyiliğini düşünen kötü, bencil ve de kibirli annesi, doktordan sahte rapor alarak esas oğlana “kızım hamile ama başkasından” diyor. Akıllara zarar senaryo klişeleri… Esas kız ve esas adam mutlu olamasın diye senarist elinden geleni yapmış anlayacağınız. Dizi de olsa ruhu kararıyor insanın...


Tabii ki bütün bu salaklıklara sinir olup diziyi bırakmak istiyorum ben. İyi de 60 bölüm dinlemişim, finali görmeyi hak etmedim mi? Yok bilemediniz, açıp  final bölümüne bakmadım. Ama yapay zekaya sordum.  Ve öğrendim ki mutlu son oluyormuş ve bütün saçmalıkların neticesinde sevenler kavuşuyormuş. Heyt be, hep kötüler kazanacak değil ya!


                     💪🏼👍🏼😇👏🏼👏🏼👏🏼🥰🙏🏼🫠💐🌸🌸🌸🌸🌸

İşte bunu öğrendiğimde resmen aydınlanma yaşadım!

Diziyi izlerken, yani dinlerken artık stres olmuyorum, biliyorum ki final güzel.

Peki aydınlanma bunun neresinde?

Dedim ki kendi kendime:

“Hayatımızın bıktırıcı taraflarına da mutlu sonunu bildiğimiz dizi gibi bakamaz mıyız?”

Daha doğrusu son zamanlarda ülkemizde yaşanan şeylerin de aynı bu izleyicisini bıktıran, “Hadi ya, bu kadarı da olmaz ama ya, senarist bizimle dalga mı geçiyor?” dedirten dizilerden ne farkı var?

  Her gün “Yok artık” dedirten "ülke dizimiz"in  yüz bin bilmem kaçıncı bölümünü izlemekten vazgeçemeyiz de üstelik! Kanal değiştirme şansımız var mı? Evet bazıları için mümkün bu ama genel izleyicinin cüzdanı yeter mi ülke kanalları arasında geçiş yapmaya! Hem sevdiğimiz ülkemiz, yani kanalımızı niye bırakalım… İşte tam da bu noktada benim aydınlanmam giriyor devreye…

Yahu filmin sonunda iyiler kazanacak işte!

Sizi bilmem, ben hep mutlu sonlara inanırım.

O halde sakin be…  Az relaks… Az sabır... Biraz papatya çayı, az lavanta yağı kokusu... Olmadı sarı kantaron çayı içiverelim...

Edip Cansever’in de dediği gibi

“…Sanki beyaza keser gibisine yedi renk…”

Apaydınlık oluverir ortalık… 

Yani demem o ki, bizim hayatımız da olmuş dizi film…

Mutlu sona inanırsak, mutlu sonu görürüz be dostlar; enseyi karartmaya ne gerek var...

 

 

 

 

 

Devamını Oku

9 Ekim 2025 Perşembe

Rakı, Şalgam ve Börülce Kardeşler

Kocaman bir yaz geçti, elim daha yeni gidiyor klavyeye.

Nerden başlasam bilemiyorum. Biraz anlatayım.

Yeni birileriyle tanıştım.

Rakı: Bembeyaz, ergen bir erkek, fırlama mı fırlama bir köpek kendisi. Gündüzleri evine gidip uyuyor, akşamları ise fırladı mı bahçeye, fişek gibi koşup soluğu sokaklarda alıyor. Duyduğuma göre arkalarda bir parkta sevgilisi varmış. Geceleri ne yaptığını kimse bilmez, akşam üzerleri şanslı olup kendisini gören herkesin sevgilisi… Ele avuca sığmaz, adeta bir “Yumurcak” hikayesi…

Gecelerin Prensi Rakı Bey

Şalgam: Gri tüylü, ufacık tefecik, gözleri kahverengi gibi azıcık ürkünç bir kedi, boynunda tasması var. Fıtı fıtı gezip durur. Belki de bir İngilizlik var soyunda. Kimseyle muhatap olmaz, cinsiyetini bilmiyorum ama bir efelik var hallerinde.

Şaşkın Şalgam

Börülce: Sarı ama sarman olmadığını söylediler, ben hiç anlamam. Yüzü enlemesine geniş, kesin İngiliz soylusu diyeceğim ama atmasyon olacak. Zira dedim ya, kedilerden hiç anlamam. Hissiyatım öyle diyeyim. Doğuştan kuyruğu kısaymış. Bildiğiniz top gibi. O yüzden engelli sınıfındaymış. Ve tavşan gibi hoplayarak yürüyor. Sahibi, “kuyruğundan dolayı öyle” dedi. Tombul ve tembel kendisi. Butlarını görseniz, kedi demezsiniz. Öyle kimselere de pas vermiyor. Bir gün bir sandalyede gördüm; uyukluyordu. Bir adım ötedeki diğer sandalyeye atladı sonra. Orada azıcık gerindi, tekrar geriye döndü. Hareket etme ihtiyacını böyle karşılıyor demek ki… Minimum hareket, orada bereket… Boynunda tasması var, bir görünüp bir kayboluyor. Bence bütün gün bir yerlerde uyuyordur.

Asil Börülce
Bu üçü ev arkadaşı. Şalgam ve Börülce bebekken gelmiş galiba, o yüzden Rakı kendisini onların annesi ya da babası sanıyormuş. Hep kolluyor, arada bu ikisini yalarken falan da gördüm. Bence kavga eden çocuklara anneler “Kedi köpek gibi niye kavga ediyorsunuz! “demeden önce bir kez daha düşünsün. Çünkü bu “üç kardeş” gibi iyi geçinenler de olabiliyormuş nitekim. Zaten ben çoktan bıraktım genelleme yapmayı… Her şey olabiliyor… Bu gözler neler gördü, neler okudu… Azıcık esnemek lazım…

Neyse işte, bu Rakı var ya bu Rakı, hiç hemcinsleri gibi kedileri kovalamıyor. Derdi zoru eğlenmek, flört etmek, cilve yapmak.

Bir gün Bonny adında bir kız köpek geldi. Akşam üzeriydi saat ve evet Rakı da çıktı sahalara. Görür görmez âşık oldu bu ikisi birbirine! Nasıl cilveleşme anlatamam size… Biri koşuyor, öbürü kovalıyor. Birbirlerine pati şakaları yapıyorlar. Hatta bizim hiç kedi kovalamayan Rakı, sırf Bonny’ye hava atmak için O’nunla birlikte kedi bile kovalıyor... Bir ara öyle gürültü yaptılar ki, artık birbirlerinden ayrı tutulmaları gerekti resmen. Balkonun dışına gönderildi Rakı. İnanır mısınız, balkon kapısına yattı, melül melül gözlerle Bonny’yi bekledi. Normalde ortadan kaybolur o saatlerde; ama gitmedi. Öylece Bonny’nin kapısında yattı. Ne aşk ama! Bonny’nin ise pek de umurunda değildi. Kız evi naz evi dememişler boşuna! Zavallı Rakı kapıda beklerken resmen arkasını döndü oturdu Bonny kız. Gecenin ilerleyen saatlerinde artık Bonny evine gidecekti. İster inanın ister inanmayın; bizim efe Rakı, Bonny ve sahibine taksiye gidene kadar eşlik etti. Hafızaları nasıldır bilemem, sonradan akıllarına gelir mi bu romantik gece ama hoştu hikaye..

Demem o ki öyle bir Eylül’dü işte.

 Bir de Minnak ve Kara vardı.

Kara Hanım ve Minnak Bey
Kedi kardeş olurlar kendileri… Anneleri bunlara bir tokat atıp yeni uzaklaştırmıştı. Gözümle gördüm o sahneyi. Hayvan dünyasından anlayan arkadaşlara göre bu Minnak’ın içine adeta köpek kaçmış! Kendini yerlere atıyordu bir insan O’nu sevsin diye. Normalde kediler böyle değilmiş. Yani öyle her zaman kendilerini sevdirmezlermiş, ama Minnak resmen sevgi açıydı… Kardeşi Kara ile takılıyorlardı hep. Kara her bulduğunu yiyen, tamamen hayatta kalmaya odaklı bir karakterken Minnak Bey ise hayat gurmesi gibi bir şeydi. 



Kuru mama değil, yaş mama; yaş mamada tavuk değil somon tercih ediyordu beyefendi. Yaş mamayı tabağa koyunca önce suyunu yalıyor, sonra da kalan etlerin tadına bakıyordu yavaş yavaş… Kara ise önüne ne verilirse yiyen cinstendi, hatta şehriye çorbasını bile lüplettiğini gördüm. Yemeğini yiyince arkasını dönüp başka evlere gidiyordu başka yemekler yemek için. Öyle sevgiyle falan işi yoktu anlayacağınız. Minnak ise öylece balkon kapısında bekler, birisi kapıyı açsa da O’nu sevse de diye incecik sesiyle miyavlardı.

Bütün bu anlattıklarım aslında olmamış da olabilir, belki de uydurmuşumdur sağdan soldan fotoğraflar alıp...

Çünkü biliyorsunuz ne sahte, ne gerçek hiç belli olmuyor, sevdiyseniz yine yazarım...

Kalın sağlıcakla...

 

Devamını Oku

24 Ağustos 2025 Pazar

Eski Bavulda 2007'den Kalma Gazete Buldum!

Dün akşam evdeki eski bir bavulu karıştırıyordum. İçinden bir gazete çıktı. Tarih, 28 aralık 2007!

 Radikal Gazetesi, satış fiyatı 40 YKr… Tam 18 sene öncesinden günümüze mesaj gibi…


Bir mücevher bulsam ancak bu kadar sevinirdim inanın.

Paradan 6 sıfır atılmış, Liranın önüne “Y” konmuş. Gazetenin çok sevdiğim kitap ekinin tanıtımı var üstte.

Manşette “İslamcı Terör İşbaşında” başlığı.... Pakistan’da seçimlere 10 gün kala öldürülmüş kadın başbakan Benazir Butto! İslam aleminin ilk kadın lideriymiş kendisi ve "göreve gelince daha iyi yaşam” sözü verdiği miting sonrası saldırıya uğramış… Harvard ve Oxford mezunu kendisi… İstememişler.  "Tarih tekerrürden ibarettir." sözüne nasıl da güzel örnek olmuş! 

Yıl sonu yaklaştığı için "2007'den Öğrendiklerimiz" diye bir köşe yapmışlar. "Doğrunun işe geldiği gibi çarpıtılabileceğini, pozisyon kaybının azgınlaştırıcı gücünü" öğrendik demişler ama, bence asıl bunları öğrenememişiz aradan geçen zamanda.

İkinci sayfada Tarkan’ın “Metamorfoz” ismini verdiği son albümünden bahseden bir yazı var, yazar pek de beğenmemiş albümü.

Okumaya devam ediyorum büyük bir merakla ve biraz da duygulanarak.

Altıncı sayfada Avrupa Birliği uyum sürecinde bile yasalarda ne güzel düzenlemeler olduğundan bahsediliyor.  Avrupa Birliği'ne girme umudu var yani...


Yazıda, "Şimdiden böyleyse bir de Birliğe girsek neler neler olacak.." diye güzel beklentiler anlatılıyor. 


 “Türkler, pasaport olmadan  nüfus cüzdanı ile bütün Avrupa’da gezebilecek” ilk maddesini okuduktan sonra gerisini okumuyorum. Çünkü 18 yıl sonra 2025 yılındayız ve biliyorsunuz ki vize bile alamaz halde ülkemiz vatandaşları…

 AB müzakerelerinde baş müzakereci Ali Babacan’mış, kendisi hem de Dış İşleri Bakanıymış… Günümüzde biliyorsunuz Deva diye bir partinin başkanı kendisi, %1-2 gibi belki de daha az oyu var partisinin. 2007’de bayağı forsluymuş… Vay be, nereden nereye… 

"Türkiye makas değiştirdi" söylemleri varmış o zamanlar. Hasan Celal Güzel bu söyleme karşı çıkıyormuş...

Yedinci sayfada DTP partisi kapatma davasından bahsediliyor. Bugünün DEM Partisi yani…

 Konular aynı, çoğu politik aktör aynı, polemikler aynı... Tarih hep mi tekerrür etmiş; yoksa  biz insanlar mı tarihi buna zorlamışız?







Sonra Yılbaşı kutlamalarının “güvenlik gerekçesiyle” iptal edildiği haberini okuyorum. 
"Son günlerde artan araç yakma olayları, patlayıcı ele geçirilmesi...vs. vs..."

Gazetenin küçücük bir köşesinde yayınlanan bu haber aslında ne çok şey anlatıyor...

Aradan geçen 18 senede böyle haberler hiç değişmemiş bakın, sadece gerekçeler güne daha uyarlanmış gibi...



Başka bir haberde Aselsan'ın deprem gibi tehlike anlarında kesintisiz iletişim projesi başlattığından söz ediliyor. Ne oldu acaba o proje? Mutlaka geliştirilmiştir 18 senede... Öyledir, öyledir...

Ramize Erer’in o zamanlar çok sevdiğim köşesini görüyor ve gülümsüyorum sonra... Karikatür demişken Leman Dergisi kapatılmıştı değil mi geçenlerde? O kadar yoğun ki gündem, arada kaynıyor böyle haberler. Tekrar açıldı mı hiç bir fikrim yok...

Ekonomi sayfasına geliyorum sonra;

Dolar= 1,1790 YTL

Avro= 1,7050 YTL

Yalnız bakar mısınız Türkçe hassasiyetine! Euro değil Avro yazıyor gazetede. Radikal'in bu dilini çok severdim...

Bu arada bilmem hatırlatmaya gerek var mı;  günümüzde Dolar 40,9 TL, Avro 47,56 TL!


Ekonomi sayfasını hemen kapatıp bunları görmemek isterken yan sayfada asgari ücrete ait bir tablo ile yüzleşmek zorunda kalıyorum. İstatistik böyle bir şey işte, görmek istediğini gösterir sana...

Sonra televizyon sayfasına bakıyorum. Sayfanın yarısı, günümüzde neredeyse yok olmak üzere olan sinemalarla ilgiliymiş. Günün filmlerinden seçmeler ve seans saatleri…

Henüz gelinli kaynanalı, bağırtılı çağırtılı alt seviyenin de altında gündüz programları çıkmamış o zamanlar. Mesela Kanal D’de gündüz kuşağında gayet bilgilendirici ve seviyeli Esra Ceyhan’la var. O zamanlardan günümüze gelen tek şey galiba Arka Sokaklar… 

Saat 20’de bir dizi, 22’de başka bir dizi var. Yani günümüzdeki gibi akşam kuşağında 5 saat bir diziyle oyalamıyorlarmış insanları… Reklam odaklı değilmiş galiba tv politikaları...

Star’da Haluk Bilginer ve Sumru Yavrucak’lı Sevgili Dünürüm komedisi var mesela… Sahi böyle kaliteli komedi var mı televizyonlarda artık? Çukur ve versiyonları, yani kafası garip traşlı, yer altından fırlamış gibi erkeklerin habire birbirine silah sıktığı, gençleri çetelere özendiren mafya dizileri daha başlamamış o zamanlar. 

TV8 henüz Acun’a geçmemiş, tatlı tatlı programları var. Pilates Saati gibi, Nilgün Belgün’le gibi soft ve düzeyli programlar...  2007’de Acun demek ki parmak arası terlikle  hâlâ sahillerde turistlerle röportaj yapıyormuş. Vay be, kısa sürede nasıl da değişmiş hayatı demek istiyor insan! 

Bu minik tv program akışına 18 yıl sonradan bakıldığında sayfalarca yazı yazılır... 

Bence eski gazeteler tarih müzelerinde korunmalı! Nasıl öğretici ve nasıl da heyecan verici yorumlar yaptırıyor insana bu tip bir yüzleşme! 

Devam ediyorum okumaya...

19. sayfanın yarısı kültür sanat reklamlarına ayrılmış. “Efes Pilsen’in kültür ve sanata katkıları artarak sürecek” son sözüyle yayınlanan Sivas93 oyun duyurusunu okuyunca gözlerimin dolmasına engel olamıyorum. Genco Erkal 2024’de aramızdan ayrıldı ve Efes Pilsen’in reklam yapması  artık yasak… 

Son sayfada Rus Hükümeti ile ilgili gülümseten bir haber daha var…  Noel Baba yalandır diyen reklamı yasaklamış hükümetleri.  Çocukların büyüklere olan güvenini sarsıyorlar diye...  Savaş mavaş yok ve bakar mısınız ince düşünceye...

Böyle şeyler işte... 

Ne çok severdim Radikal gazetesini. Hele hafta sonları verdiği kültür sanat, kitap ekleri... Tam sayfa kare karalamaca, su doku…

İçim bir hoş oldu gazeteyi incelerken. Ve tarihe not düşmek için yazmak istedim buraya ve paylaşmak istedim sizlerle de...18 senede nereden nereyeee…

 Umarım 18 sene sonra bugünün gazetelerinden birini ele geçirdiğimizde “Amma da kötüymüş 2025’ler, 2043 yılında nasıl da güzel her şey" deriz…

Sevgiyle ve umutla...

Devamını Oku

21 Ağustos 2025 Perşembe

Kutu kutu hayatlar...

Son zamanlarda neyi fark ediyorum biliyor musunuz, her yerde kapaklı kutular var, içleri kutuya özel insanlarla veya duygularla dolu...

Mesela eski adıyla Twitter, yeni adıyla X! Bir türlü vazgeçemediğim tek sosyal medya platformu.  Her sabah uyanır uyanmaz açtığım, gündemi takip ettiğim ve evet sanırım bağımlısı olduğum gürültü kutusu!  

Evet, geçenlerde Twitter’ın bir gürültü kutusu olduğu geldi aklıma aniden; hatta gözümün önünde de canlandırdım. Bir kutu var, koli gibi düşünün… İçinde her kafadan bir ses çıkıyor! Kimi kendi kendine boşluğa konuşuyor, kimi aynadaki kendine bakarmış gibi kendini tatmin edercesine konuşuyor, kimi kutudaki diğer gürültücü kitleye hitap ederek konuşuyor… Kiminin önünde diz çökmüş yatıyor birileri, konuşsa da duysam diye… 



Bazıları başkalarının söylediklerini tekrar ediyor sadece… Yankılar birbirine karışıyor. Kimileri de birbiriyle kavga ediyor. Ben ve benim gibileri; yani ne diyeyim bilemedim- Allah ıslah edesiceler grubu olarak bizler- bu gürültü kutusuna pek bi meraklıyız. İnsan böyle saçma bir gürültü kutusunun bağımlısı olabilir mi? Bin tane zararını bildiğimiz nelere bağımlı olmuyoruz gerçi… Netekim, Twitter benim gözümde bakkal kolisi gibi gösterişsiz bir kutu, içinde bir dünya gürültücü minik insan var.

Bir de allı pullu kutular var. Mesela Instagram gibi… O kutunun dışı yanarlı dönerli, ışıltılı pırıltılı… İçinde milyonlarca minik sahne kurulmuş. Herkes en güzel, en zengin, en gezgin, en sosyal haliyle o sahnelerde. Kimisi şahane sofralarda kadeh kaldırıyor; kimi “kocişinden” gelen pırlanta yüzüğü gösteriyor… Her yer ışıl ışıl pırıl pırıl… Ama neticede orası da bir kutu, gösteriş kutusu… 

Yanlış anlaşılmasın; o paylaşımları yadırgamıyorum. İnsan bir şeyleri göstermek, paylaşmak istiyor neticede, ruhumuzun ona da ihtiyacı var demek ki… Hiç Instagram kullanmıyorum diyen ben bile, çiçeklerimin fotoğraflarını, gittiğim tiyatroların alkış videolarını paylaşıyorum orada, bir nevi arşiv gibi… Ama sonuçta orası da bir kutu; kapağını açmadan içine giremiyorsun…


Bu kutu metaforunu çok sevdim sonra… Ben değilim ki bu metaforu icat eden. Yıllardır apartman daireleri için “kutu gibi evler” demiyor muyuz? Şahane benzetme, bulanın düşüncesine sağlık. O kutu evlerin hepsinde bir hayat var ve kapağını, kapısını açmadan içeride neler oluyor bilemiyoruz. Peki ya insanlar? Hepsi birer kapalı kutu değil mi? Kapağını açıyorsun, kutu içinde kutu çıkıyor bazılarında!

İşte bütüün bu kutular arasındaki yaşamda insanın kendini en güçlü hissettiği an kapaklara bağlı… Yani kutuların kapaklarını canın istediğinde kapatıp canın isteyince açabiliyor musun, senden iyisi yok… Kendi kutunun kapağı da dahil elbette…

Devamını Oku

31 Temmuz 2025 Perşembe

Mutlak yalnızlığa dair sorular, sorular, sorular...

Bir insanı muhabbet etmek için kimse aramazsa ve o insanın da telefon rehberinde onlarca kayıt varken içlerinden birini arayıp muhabbet edesi gelmezse; bu durum iyi bir şey midir, yoksa psikologlar mı devreye girmelidir? Böyle bir soruya muhtemelen çoğunuz “Bu kesinlikle psikologluk bir durumdur” diyecektir. Belki de bu insan, o kadar kötü birisidir ki, kimse arayıp sormak istemiyordur! Olabilir mi? İyilik tanımında “arayan kişi sayısı” ne kadar gerçekçi bir kıstas olabilir… Aranılıp sorulan herkes iyi insan olsaydı, dünyada bu kadar kötülük olur muydu? Bu kadar haset, bu kadar kıskançlık, bu kadar çekememezlik, bu kadar sevgisizlik; her gün birbirini arayıp soran; bir yerlerde buluşup kahve içen insanlar arasında olmuyor mu?


İnsan gerçekten de sosyal bir varlık mıdır peki? Yani etkileşim olmadan, konuşmadan, halleşmeden, dertleşmeden; ne bileyim düğüne gidip iki oynamadan, komşuya gidip iki dedikodu yapmadan hayat geçmez mi? Peki sosyal varlık olmayı hak etmek için insanın çevresinde kaç kişi olmalıdır? Bir kişi yeter mi mesela? Ya da iki kişi ile konuşunca yeterince sosyal oluyor muyuz?

Hani derler ya, hayatta en değerli şey, güzel dostluklar biriktirmektir diye. Sağlam taşların üst üste konulduğu sağlam bir kale gibi… Bu mudur gerçekten de hayattaki amacımız ?Kumbaramızda biriktiğini sandığımız insanların son kullanma tarihleri hiç geçmiyor mu? Bazıları tedavülden kalkan paralar gibi zaman içinde değerini yitirmiyor mu? Kumbara karın doyuruyor mu peki?

Çevresindeki insanlarla gurur duyanlar, geniş aileleriyle bolca vakit geçirenler, cümbür cemaat eğlenmeye gidenler, evet size soruyorum: Mutlu musunuz? Sahiden, ama içtenlikle; yani tüm hücrelerinizde hissederek mutlu musunuz? Çocuklarınızla, annelerinizle babalarınızla, ablalarınızla ve abilerinizle, kayınvalidelerinizle ve teyzelerinizle ve amcalarınızla ve dayılarınızla; iş arkadaşlarınızla, dost bildiklerinizle... Bu kişilerle bolca vakit geçirdikçe sahiden mutlu oluyor musunuz? İçiniz coşuyor mu hep? İlk fırsatta zehirli ok atsalar da, sizi ağlatsalar da, eleştirileriyle yaralasalar da… Sahi, siz mutluluğun resmini hemen gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? Gerçek mi duygularınız? Bütün bu insanların sizi sarıp sarmaladıkları sevgi çemberi sakın sanal olmasın? Dokunabiliyor musunuz mesela bu duygulara ellerinizle, kalp atışlarınız mutluluk ritminde mi?

Evetse zaten, helal olsun be! Valla hepinize helal olsun!

Pek sanmıyorum ama, benim cevabımı merak edenler olursa diye; söyleyeyim yine de:

Arkadaşlık, dostluk diye bir şey bence yok! Yıllar sonra bir bakmışsın ki perde kapanmış, tiyatro bitmiş! Peki ya akrabalık? Akrabalık diye bir şey zaten yok!

İyi de, ihtiyacın da mı yok diyeceksiniz, ne bu kibir!  Diyeceksiniz ya, öyle değil be canlar... Her şey insanın kalbinin içinde, gözünün ucunda, hissettiklerinde…  Gerçek sadece buralarda!

Zaten sahteyi, yalanı dolanı şıp diye anlıyorsun bir süre sonra. Bu dünyada kimse kimseye karşılıksız yardım falan da etmiyor ayrıca. Kimse kimseyi önyargısız dinlemiyor. Herkesin kendi sırtı var, sonuçta sen düşerken kendi sırtın seni koruyor! Şanslıysan yumuşak zemine düşüyorsun, az şanslıysan bir iki sıyrıkla kalkıyorsun ayağa, çok yaralıysan da zamana bırakıyorsun….

Bu işler böyle…  Çok soru geliyor aklıma ya, neyse işte…  Şair gibi bakacak olursak;  üstünü attım gitti suya, başka türlüsü olmaz ki zaten…

 

Devamını Oku

28 Haziran 2025 Cumartesi

Yeni Süper Kahramanı takdimimdir: BUTMEN!

Ne kadar güzel bir ülkeyiz, her gün “bu yaşıma geldim ama ilk kez duyuyorum” dediğimiz şeyleri öğreniyoruz

Evet yeni gündemimiz; BUTLAN!

Yani gerçek dünyada olmuş olan şeyleri “şartlar gereği” olmamış kabul etmek…

Tabii ki bunun hukuki gerekçeleri var; mesela aklî dengesi bozuk biri evlendiyse bu butlan olabilir gibi… Ama kim takar hukuku!

İstersek sihirli değnek yerine koyabiliriz BUTLAN’ı…

Hayal bu ya!

Alıyorum elime BUTLAN asâsını; dokunuyorum bir şeylere, hoop geri gidiyor. Mesela zeytinyağlı dolma yapıyorum diyelim; tadına bakıyorum;

 “ııhh, hiç olmamış, karabiberi az bu dolmanın…” 

Ama kolayı var; alıyorum elime BUTLAN değneğimi,

“Abros kadabroz, dolmalar sarılmamışoz… “

diyorum, bir ışık hüzmesi görünüyor ve hooop yaprakların salamura, pirinçlerin suda bekleme anına geri dönüyorum… Butlandan önce neyi beğenmemiştim? Karabiberi… Hoop yeniden yapıyorum içi, bol karabiberli… N’oluyo şimdi? Beceriksizliğimi ört bas ediyorum. Dolmayı güzel yapamamıştım, evdekilerin “Iyykk ! Bu ne biçim dolma tatsız tutsuz!!” eleştirilerini mi çekeceğim? Ne münasebet! Alıyorum BUTLAN değneğimi, hoop sil baştan geriye dönüyorum…

Acayip tatlı bi şeymiş bu BUTLAN yahu!

Her şeye kullanabilirsiniz, hayal gücünüze kalmış…

Mesela işletme okudunuz, okul bitti iş yok! N’apcaksınız? Tabii ki BUTLAN’dan yardım alacaksınız! Bir dokunacaksınız, hoop hiç işletme okumamış gibi sıfırdan arkası sağlam tüccar oluvereceksiniz!

Tam tersi de olabilir! Okul müdürünüzü sevmiyor musunuz? Gelsin BUTLAN! Bir dokunup adamın diplomasını hiç olmamış gibi elinden alabilir ve kendisini müdür koltuğundan kaldırıp tuvalet temizliğine gönderebilirsiniz…!

Aslında var ya çok güzel bir şey aklıma geldi. Biz bu BUTLAN’ı  simülasyon makinesi gibi kullansak ya! Deneme tahtası gibi yani; yapacaksın, risk almayacaksın...Diyelim ki birine kızdık, gidip ona kötülük yapıp hıncımızı alalım; sonra gelsin BUTLAN! Hıncımızı aldık mı? Aldık! Dövdük mü? Dövdük… Hoop BUTLAN’ı bi dokundururuz, sanki karşı tarafı dövmemişiz gibi kaldığımız yerden devam edebiliriz. Sen sağ, ben selamet!! Risk yok yaw, istediğini yap sütten çıkmış ak kaşık ol! Tertemiz, şıpın işi hayatın olur! 

Ya düşünsenize, gıcık olduğunuz sınıf arkadaşınız çalışmış, çabalamış sizin hayalinizdeki şirkette mevki sahibi olmuş. Siz de çabalamak yerine O’nu kıskandığınız için kenarda sinsi sinsi bir ayağı takılsa da düşse diye beklerken, bir bakıyorsunuz o da ne? Elinizde parıl parıl BUTLAN sihirli değneği! Bir dokunuyorsunuz! Hoop o gıcık okul arkadaşınızın ne başarısı kalmış ne de mevkisi!! Yaşasın kötülük diye naralar atarak nasıl da mutlu olursunuz değil mi!

Buradan bütün film yapımcılarına sesleniyorum. Onların Süperman’i varsa bizim de “BUTMEN” ‘imiz neden olmasın! Bir âsa olacak elinde, dokunduğunu  hiç olmamış gibi yapacak!  Yedin yedin şişmanladın mı? Hiç dert etme! Butmen gelir, o koca göbeğini hoop  bir dokunuşla ipincecik haline geri döndürüverir.  Bakın yerli ve milli süper kahraman filmi için ne güzel spoiler verdim size; telif falan da istemiyorum, değerimi bilin… 


Alın bu da alternatif pembiş kahraman; BUTMEN'in arkadaşı: Adı BUTLAN, soyadı Kelebek... Hizmette ve hayallerde sınır yok görüyorsunuz! Değerimi bilin ey yapımcılar...



Biz şimdi böyle konuşuyoruz ya! Çocuklar da duyuyor tabii. Sen bizim komşunun oğlu, arkasından konuşmak gibi olmasın biraz da yeşil erik beyinli bir oğlan kendisi; bütün sınavlardan kalıyor ama gidiyor müdüre şikâyet ediyor öğretmeni… Neymiş öğretmeni bu oğlanı sevmiyor diye sınav kağıdını yanlış okuyormuş! “BUTLAN haktır!” hocam deyip bütün sınavları iptal ettiriyor! Tekrar sınav yapıyorlar mecbur; bu oğlan söylemesi ayıp az portakal kafalı ama biraz da kurnaz! Hazırlıyor kopyaları! Sonra n’oluyor biliyor musunuz? Bu mandalina kabuğu beyinli oğlan okul birincisi oluyor iyi mi!

Yani işte BUTLAN’ın hikmeti bütün bunlar, ne diyeceksin!

Çünkü biz;

“Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şeyler oldu…” cümlesini anlayabilen, olmamış şeyleri kızılötesi ışınlar yayan gözlerimizle görebilen bir toplumuz. Dolayısıyla sözün özü şudur ki; 

“Şalgamınan turbunan olmasa da butlanılan bir şeyler oluyor netekim memlekette…” 

Devamını Oku

26 Haziran 2025 Perşembe

Fatih Altaylı’nın Silivri Günlüklerinden Çıkardığım Dersler

İlk gün, nezarethanedeki polislerin kendisine ne kadar nazik davrandığını anlattı. Köhnemiş ortamdan, yan taraftan gelen kesif “ot” kokusundan ve kendisini uyutmayan nezarethane komşularının seslerinden bahsetti. Sonra Silivri… İki katlı odasına “süit” dedi, sabahları kuş sesiyle uyandığını anlattı. Sivrisinekleri öldürdüğünü ama duvardaki örümceklere kıyamadığını…

Yerler pisti, temizleyecek ne su vardı ne de su gideri... Derken koridordan bir şekilde su bastı odasını. Sevindi Altaylı... Öyle ya; yerdeki pislikler temizleniyordu işte kendiliğinden… Çekbasla suları geri yollayıp bir de üzerine güzel kokan deterjanla sildi mi, mis gibi olmuştu işte… Başkası olsa veryansın eder; yerler pis, üzerine bir de su basıyor odayı... 




Hiç yere hapishaneye gönderilen bir gazetecinin isyanını değil, kendi hayatına bir dış göz ile bakabilen ve bir dış ses olarak gördüklerini anlatabilen şahane bir yazarın hikayesini okutuyor bizlere… Her anlattığı gözümde canlanıyor; “oh be” diyorum, “bugün televizyon ve buzdolabı da gelmiş.” Anlatımı sayesinde neredeyse gördüğüm hücreye yerleştiriyorum buzdolabı ve televizyonu. Ben de en az O’nun kadar seviniyorum. Çünkü bazen küçücük şeyler öyle mutlu eder ki insanı...

Kahramanımız bildiğim kadarıyla atadan babadan zengin. Tahminimce hayatı boyunca hiç yokluk görmemiştir. Fakat adaptasyon gücüne bakar mısınız? Hücre değil suit; su bastı kızgınlığı değil, oda kendiliğinden temizlendi mutluluğu… Ve bugünkü üçüncü yazısında “burasının da kendine göre konforu var” diyor, “hayatımda ilk defa bir yerlere geç kalma derdim yok ve sürekli çalan telefonlara bakma zorunluluğum yok, tek derdim sevdiklerimden uzak olmak…” Oysa bildiğiniz tecritte... Bütün alışkanlıkları ve insanla bağlantıları koparılmış... Adi suçlulara tanınan, "havalandırmada voleybol oynama, laflama ayrıcalığı" bile yok! 

  "Yalnızlık" diyor "zor geliyor"... Öte yandan, içeriye giren serçe kuşu ile bağlantı kurmayı da ihmal etmiyor…

” Belki yine gelir bugün…” beklentisiyle avunabiliyor...

Ve annesine teşekkür ediyor; “Bütün bu işleri zamanında kadınların değerini anlamam için bana öğretmiştin; sayende hiç zorluk çekmiyorum” diyor…

Buradan alınacak çok ders var...

Görüşlerini seversiniz sevmezsiniz, ki çoğunlukla kızmışımdır bazılarına... Ama son zamanlarda en keyif alarak dinlediğim, aslında tek gazetecidir... 

Yorumlarını bir kenara bırakalım, anlattığı günlüklerden alınacak çok ders var gerçekten de…

Olanı olduğu gibi kabullenip adapte olmak teslimiyet değildir; o insanın yaşama  direncini, ayakta kalma gücünü gösterir bu birrr!

“Her şey insanlar içindir diyor Altaylı, bu ikiii!

“Bu da geçer ya hu!” diyor; bu da üççç!

Ve ben, en çok da olayları hikâyeleştirmesini benzetiyorum kendime… Zor durumlara düştüğümde, birileri beni üzdüğünde; evet ilk anda çok acı çekerim ama sonradan o olayları hafifletecek nedenler bulurum kendi kendime… Var olana adapte olur, şükür edecek şeyler icat ederim… Daha doğrusu hayat, böyle yapmayı, böyle bakmayı kafama vura vura öğretti şükür... Ya öğrenemeseydim...

Altaylı’yı izledikçe, kendimdeki gücü de gördüm sanki, bu da döörtttt!

********************************************

NOT: 

Evet, artık gerçeğe ve buralara dönme zamanı… Yazmadan olmaz!  Altaylı’nın yazdıkları ruhuma nasıl da iyi geldi; belki benim yazdıklarım da birilerine iyi gelir; belli mi olur…

Evet, bunlar da geçer ya hu! 

Devamını Oku

23 Haziran 2025 Pazartesi

Bugün benim doğum günüm

Epeydir gelemiyorum buralara, içimden gelmiyor diyelim…Ama doğum günlerimde yazmak gibi bir ritüelim vardı; o yüzden dedim zorla kendini, yeni yaşının ilk gününden düş tarihe notunu…

Eskiden olsa doğum günlerimde heyecanlanırdım, kimler arayacak acaba diye meraklanırdım. Hani istemem yan cebime koy sözü vardır ya, tam da o sözdeki gibi çaktırmadan çiçek ve hediye beklerdim… En sevdiğim arkadaşım beni yemeğe çıkarırdı, ne bileyim iş yerindekiler çiçek getirirlerdi, pasta kesilirdi. Sonra en sevdiğim yakınlarımdan biri bana zeytin fidanı göndermişti mesela, hâlâ balkonumda büyüyor…

Hepsi siyah beyaz filmler gibi geride kaldı bugün… Hayat böyle bir şey; yaşananlar geride kalıyor, sonra dönüp bakıyorsun ki o geride kalan şeyler için ne büyük mücadeleler vermişsin, ne büyük üzüntüler yemiş bitirmiş içini... Ne büyük laflar edilmiş; ne büyük sevgi sözleri, ne kadar büyük büyük kucaklaşmalar, hediyeler, pırıltılar, düşler ve gün güne büyüyen çocuk ruhlar…

Çocukken büyümek zorunda olanların öyle balonlu, konfetili, alkışlamalı, dönme dolaplı, mumlu pastalı anıları olmaz pek… Büyüdükçe  çocuk olursun; o yaşayamadığın coşkular, o yanarlı dönerli rengarenk süslü kağıtlar; sen büyüdükçe cezbeder çocuklaşan ruhunu. Belki de o coşkunun yitirilişinin derin derin üzmeleri bundan sebeptir.

Ee ne oluyor şimdilerde?  Artık böyle beklentilerim de kalmadı… Doğum günümü kutlayacak insanlar birer birer dağılıp kendi hayatlarına giderken; develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… “O iyi insanlar, o güzel atlara binip gittiler” demiş ya Yaşar Kemal… Büyük Usta, çook büyük usta hem de… Şu cümlenin derinliğine bak hele… O iyi insanlar, o güzel atlara… Saygı ile eğiliyorum, saygıların en büyüğü ile hem de…

Dur hele, bu ne biçim doğum günüm yazısı oldu böyle… Ağlamalı, duygulu falan… Ama geriye dönüp okumadan, bir kelimesini bile düzeltmeden, öyle içimden kopup gelen bu cümleleri olduğu gibi yayınlayacağım burada. Tarihe not düşmek için…

Belki seneye doğum günümü bahçeli evimin verandasında; pastadan mum üfleyerek, şapkadan çıkan tavşanlara gülümseyerek karşılarım; kim bilebilir…

Hem belki seneye doğum günümde her şey çok güzel olmuş olur… Bak “olmuş olur” diyorum, gelecek zamanın rivayeti mi bu şimdi… Yani gelecekte tamamlanacak bir olasılık diyor sözlükler… Öyle güzel şeyler olmuş olacak ki gelecek doğum günümde, her  güzel şey  olmuş ama bitmemiş, sürüyor olacak hem de…

Öyle de olsun bakalım…

İyi ki doğdun diye içtenlikle kutlayanlarınız eksilmesin gönlünüzden... O atlar var ya o atlar; geri dönüp yelelerini rüzgâra vererek, dört nala geledursunlar üzerlerinde iyi insanlarla ve sadece sevgiyle...

 

Devamını Oku