30 Ocak 2022 Pazar

Londra'ya taşınıyorlar, tüh ne yapsak!

En baştan öz eleştirimi yapayım:

Bu kadar uzun süre yaz(a)mayıştan sonra bir magazin haberi ile sahalara dönmek, gerçekten de pek bana yakışmıyor. Magazine bulaşarak karizmayı çizdiriyorum farkındayım ama ne yapayım. Biliyorsunuz ki en büyük  yazma motivasyonum, içimin şişmesi. Azıcık bardağın taşması lazım yani. Gelelim konuya:

Çoğunuz sosyal medyada gündem olan haberi görmüşsünüzdür:

“Ünlü oyuncu çift, Londra’dan ev satın aldı. İstanbul’daki evlerini de bozmayan çift, proje olduğunda çekimler için Türkiye’ye gelecek ama çocuklarının eğitimi için, dadılarını da yanlarına alarak…vs.”

london london


Konunun devamını ve detayını buraya yazmak istemiyorum. Çünkü gerçekten içim şişiyor. Hele ki “London” yer bildirimli çok aşırı mutlu, gülümseyen sosyal medya fotoğrafları var ki aman diyeyim evlerden ırak…

“Ee ne var bunda? “diyeceksiniz şimdi.

”Paşa gönülleri nerede isterse orada yaşarlar, sana ne!”  eleştirisi yapacak ve hatta ekleyeceksiniz de:

 “Paraları var, canları nerede isterse orada yaşarlar elbette!”

İşte beni rahatsız eden şey tam da bu:

Neden bazı insanlar canları nerede isterse orada yaşayabiliyor da, diğerleri için COĞRAFYA KADERDİR klişesi geçerli oluyor?

(dip not: Sakın yanlış anlaşılma olmasın. Bu yazıda nice zorluklara katlanarak başka ülkede kendilerine hayat kurmak isteyen, ve çabaları sonucunda bunu başaran insanları kast etmiyorum. Ki bunu başaran pek çok blog dostum var, kendilerini keyifle takip ediyorum. Benim derdim kolaya kaçan tuzu kurularla) 

Zenginin malı, züğürdün çenesini misali kendimi yormaya devam ediyorum:

Bu adamlar ve kadınlar ülkede hiper über enflasyon varken London’da ev almak için çok da yormuyorlar kendilerini. Nesillerden nesillere aktarılacak, arşivlere kaldırılacak sanat eserleri mi yaratıyorlar peki? Yok, hiç de öyle değil. Tiyatroda mı gönüllere dokunuyorlar? Hayır o da değil! Sabun köpüğü gibi birkaç senede unutulacak abuk sabuk dizilerden alıyorlar bu astronomik ücretleri. Ve sonra da “London”da gülümseyen fotoğraf kareleriyle dolu tatlı hayatları olabiliyor.

“Biz kendimizi kurtardık, siz ne yaparsanız yapın” der gibi, adeta dalga geçer gibi… Herkes bir çocuğa bakamazken peş peşe çocuklar doğurup dadılarını da yanlarına alarak çekip gidebilen şanslı insanlar bunlar. Sen ben kimiz ki! Yaşasın şov bizinıs ve onun sahte yüzleri…

“Ülkemin yorgun insanları her akşam televizyon başında 4 saat ağlak dram dizileri izleyip kafaları uyuşsun ve olup bitenleri sorgulamasın” projelerinde yer alarak kazanıyorlar çuvalla parayı! Ve tabii ki verebiliyorlar sonra o sırıtık “London” pozlarını!

Pardon sadece dizi de demeyelim. Son dönemin ünlü çiftleri kolayını buldu işin. Önce ünlü bir aile oluyorlar, sonra en az bir, mümkünse bir kız bir erkek çocuk yapıyorlar. Sonra “mutlu yuvalarının kapılarını  biz fanilere “lütfederek” medyaya açıyorlar. Bu da yetmiyor, çocuklarının ellerinin ayaklarının fotolarını paylaşıp huzura mutluluğa susamış halkımıza masalsı hayatlarını hayranlıkla izlettiriyorlar Instagram'dan oradan buradan… Mutlu aile hikayelerini pazarlayan reklam ajansları bunların peşini bırakır mı? Gelsin pırlanta reklamları, gitsin çocuk bezi, deterjan reklamları… Cukka da cukka! Ne oluyor sonra, bu insanların dünyanın herhangi bir ülkesinde yaşamaya hakları oluyor.

Vay be sayın seyirciler, özgürlük işte bu,! Yaşasın liberalizm! Yaşasın sosyal medyanın sahte kahramanları! Aslolan şov şov şov! 

Sen Gezi protestosunda basına poz vereceksin, bir iki Atatürk tiradı atıp sol kesimin takdirini kazanacaksın, ondan sonra hiç bir şey olmamış gibi pırlanta reklamına ailece çıkacaksın. Sonra da “London London, sen bana hep sürprizler yapıyorsun! “diye mutlu instagram fotoğrafları paylaşacaksın! Nerede ülkenin kötü gidişatına dur demek için topluma öncülük eden eski sanatçılar… Nerede ülkeden kazandığını ülkesindeki eğitime sanata yatırım yapan sanatçılar! Neymiş proje olduğunda tabii ki geleceklermiş...  Madem Londoner oldunuz, yapsanıza sanatınızı Londra’da İngilizce… Ne dediniz, duyamadım efendim…

Bir de bu kişiler ülkeyi terk ediyor diye üzülenler var ya,

“Bak gördün mü, değerli sanatçılarımızı kaybediyoruz!” diye ağlayanlar… 

Bütün bunlar ve aklımdan geçip de yazamadıklarımın hepsi, bana kendimi sürreal bir rüyada gibi hissettiriyor....

Ah keşke, keşke keşke rüya olsa....

 

 

 

Devamını Oku

19 Aralık 2021 Pazar

Memleketimden Market Manzaraları

Mekan, Kadıköy’ün merkezi mahallelerinden birindeki 3 harfli malum marketlerden biri... Bu market senelerdir buradadır, ama pek de rağbet gördüğü söylenemez. Bayram seyran gibi alışverişin yoğun olduğu zamanlarda bile sakindir. Çok mecbur kalmazsam ben de girmem pek. Ne yalan söyleyeyim sevmem; hem de oldum olası sevmem bu üç harfli sonradan çıkma marketleri. Köhnedirler, ne bileyim derme çatmadırlar. Alkol satmazlar, gazete satmazlar, kitap satmazlar… Tabii ki Kadıköy’de yaşayınca alternatif çok. Oysa mesela Sultanbeyli’ye git; 4 harfli market bulamazsın! Adeta bunlara mecburdur orada yaşayanlar.

Neyse efendim,  bunlar derin mevzular. Olaya dönersek, O gün giresim tuttu bu 3 harflilerden birine. Günlerden 18 Aralık Cumartesi. Yani  1 Euro’nun 18,50 TL, 1 Dolar’ın ise 16,33 TL olduğu günün ertesi. İyi ki de girmişim, birazdan okuyacağınız kocaman yazı çıktı o on dakikalık ziyaretten! Gözlem gücüme kuvvet!

Adeta film izlemiş gibi oluyor insan. Şöyle ki;

Kapıdan girince sol tarafta solmuş, deyim yerindeyse pörsümüş sebzeler. Sağ tarafta ise güya poşetlenmiş, ama bende nedense kirli izlenimi uyandıran bazlamalar gözlemeler falan var. Maviye boyalı raflar sanki yirmi yıl öncesine ait gibi.

İki adım atıyorum, arkamdan bir kadın sesi yükseliyor:

-        "Ne alacağımı unuttum, neden unutuyorum ki ne alacağımı. İhtiyacım olmayan şeyleri almamam lazım oysa!"

Gayrı ihtiyarı arkama dönüp bakıyorum. Belki altmış belki de yetmiş yaşlarında bir kadın. Saçları açık ve yarı boyalı; grili sarılı beyazlı ve dağınık. Kendi kendine konuşuyor. Psikolojik olarak hasta mı değil mi anlayamıyorum. Kadın söylene söylene bütün raflara bakıyor

-         " Ne alacaktım ben ya? Yok tuvalet kağıdı değil, bisküvi de değil, ama ne?

Duymamış gibi yaparak marketin dar ve çirkin koridorunda ilerliyorum. Plastikten yapılmış saçma ve de son derece estetik yoksunu mutfak eşyaları rafını hızla geçiyorum. Arkamdaki genç kadın, hızlı adımlarla önüme geçiyor, dondurucuya yaklaşıyor. Eğilip bakıyor ve

“Tavuk burada da 60 TL. Allah kahretsin bunları!” diye söylenerek hızla kapıya doğru ilerliyor. Evet bu kadın da kendi kendine ve yüksek sesle konuşuyor. Ve bence kesinlikle psikolojik bir rahatsızlığı yok. Atmosferin kendisinde var bir enayilik. Yok kesin öyle! 

Bir paket çekirdek alıp kasaya yöneliyorum. Bu market hiç bu kadar kalabalık olmazdı! Sanki olağanüstü hal olmuş diyeceğim ama, zaten öyle değil mi!

Tam çıkış kapısının ağzında iki kasa var. Soldakinde kuyruk uzuyor. Sağdaki boş. Bu arada bir yaşlı adam beliriyor giriş kapısında;

“Oğlum maske var mı, benimki evde kalmış” diye yüksek sesle soruyor. Hepimiz bakıyoruz ister istemez. Kasadaki maskesiz kasiyer cevap veriyor:

“Biraz ilerleyin, sağ tarafta var”

“Satılık mı?” diye soruyor yaşlı adam.

“Evet, kullanmak için yok” diyor kasiyer. Adam “Evde otuz tane var” diye söylenerek çıkıyor marketten. Devir hesap devri, ne diye para versin şimdi maskeye…

 Bu arada kasa kuyruğundaki bilinçli kadın, kasiyere itiraz ediyor:

“Siz neden maske takmıyorsunuz?”

“Birazdan takacağım” diye yanıtlıyor pişkin kasiyer ve hiçbir şey olmamış gibi işine devam ediyor.  Kemal Sunal sanki distopik film çekmiş, ben de market sahnesinde figüranmışım gibi hissediyorum o an. Bu filmde virüsle yaşamak normal, maske takmak normal, doların füze halini izlemek normal; ama Kemal Sunal'ın kırk sene önce serbest olan kelimeleriyle  tepki vermek RTük'e takılıyor! Böyle bir hikayeyi  George Orwel bile kurgulayamazdı, helal olsun bize! 

Kuyruk sıkıştıkça sıkışıyor. Bu arada sağdaki kasaya  bu tip marketlerde görmeye alışık olduğumuz tipte kasiyer kadın geliyor. Adeta işportacı ağzıyla, makineli tüfek gibi başlıyor konuşmaya:

“Evet, bu tarafa gelin, sadece kredi kartı ödemesi olanları alabiliyorum maalesef” Ve devam ediyor:

“Bu dünyada böyle sıkışık dar alanlarda yaşıyoruz, Allah geniş kabirler nasip eylesin!”

Neye uğradığımı şaşırıyorum! Böyle bir dua hiç duymadım, kırk yıl düşünsem de sanırım aklıma gelmezdi! Kaosa alışmış, başka türlü yaşamaktan adeta umudunu kesmiş; mezarı geniş olsun diye dua eden genç bir kadın var karşımda! Hayır mezarı geniş olsa eline ne geçecek? Rahat rahat nefes mi alabilecek sanki? 

Devam ediyor işportacı ağzıyla:

Şu arkamda gördüğünüz tuvalet kağıtları 10 liralık alışverişte yarı yarıya iniyor, ister misiniz?”

Ödeme yapan  kadın gayet mantıklı bir soru yöneltiyor:

“İyi de kaç liradan kaç liraya düşüyor, yazmıyor ki üstünde bir şey?”

Geniş kabir hayali kuran işporta ağızlı kasiyer kadın cevap veriyor:

Onu maalesef bilemiyoruz hanımefendi” "Yarıya inmiş işte daha ne soruyorsun" der gibi bir hali var, ama demiyor o kadarını. En azından yüksek sesle!  

E kendi çapında o da haklı tabii ki! Fiyatlar günlük olarak değişiyor. Nasıl aklında tutsun onca sayıyı!

Sıra bana geliyor. Aldığım çekirdeği geçiriyor işportacı kasiyer ve makineli tüfek gibi konuşmaya devam ediyor.

Efendim izninizle şu çikolatayı da ekliyorum.”

Hayır” diyorum. “Ne münasebet!  Niye alayım sen prim alasın diye o saçma markasız şeyi!” diye de geçiriyorum içimden.

“Poşet ister misiniz?” sorusuna jet hızıyla olumsuz yanıt veriyor ve mavi kapıya doğru kendimi zor atıyorum.

En sevdiğim renk mavi, bu kadar mı uzaklaşır mavilikten!


Görsel kaynak: https://www.wallpaperbetter.com/en/hd-wallpaper-zcney

Devamını Oku

12 Aralık 2021 Pazar

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikayesi

Her şeye rağmen geçtiğimiz günlerde birkaç oyuna gitmeyi başardım. Burada kısa kısa anlatmak istiyorum ki anısı kalsın. 

 

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikayesi

Gezi’den sonra Şehir Tiyatroları’ndan saçma bahanelerle uzaklaştırılan; aradan geçen bunca yılda tek kişilik gösterisi pek çok şehirde eften püften nedenlerle engellenen Levent Üzümcü vardı İBB sahnesinde… Ne yalan söyleyeyim, içime su serpti sanki ilahi adaletin görünmez elleri. “Ulan hep mi kötüler kazanıyor şu kavanoz dipli dünyada!” pesimistliğinden azıcık da olsa kurtardım bu sayede kendimi. Zaten oyunda da demiyor muydu Rüstem:

“İnsan umudunu yitirdiği anda ölür” diye… Umut geldi içime be dostlar, kendimi iyi hissettim!




Minimal sezonun – kimse kusura bakmasın ama- ruhsuz, dekorsuz bomboş sahnelerine kıyasla dekor gayet de güzeldi. Hatta Levent Üzümcü de bu konuya değindi bir ara. En fazla bir metre uzunluğundaki dekor tekneyi gösterip:

“Koskoca Şehir Tiyatrosu oynayayım diye bu kayığı mı vermiş bana!”

Güldük. Sonra da bu minik kayığa oturup ayağıyla hareket ettirdi Rüstem.

Üzümcü’nün bunun gibi birkaç kere daha hikayeden çıkıp seyirciye ve orkestraya laf atması bence hoş oldu. Hiç sıkılmadım 75 dakikalık tek perdeli oyunda.

Sahnenin ön tarafında olur ya orkestra çukuru. Bu oyunda sahnenin arkasında tül gibi bir dekorla saklanmıştı. Bence çok iyilerdi. Hele ki Esen Koçer’in mikrofonsuz söylediği Girit şarkıları yüreğe dokunur cinstendi.

Bir meddah gibi anlattı hikayeyi Levent Üzümcü. Beden dilini, sesini, mimiklerini çok iyi kullandı. Gerçekten sahneye çok yakıştı, iyi ki dönmüş Şehir Tiyatroları’na. İyi ki gitmişim oyuna; fırsatınız varsa siz de gidin. Üstelik simitin 3,5 liraya satıldığı bu acayip günlerde, Şehir Tiyatrosu biletleri sadece 20 TL!

Tam da bu noktada kalemine hayran olduğum, yazdığı  “Hayat Der Gülümserim” oyununu severek izlediğim, sosyal medyadan da takip ettiğim sanatçı Özen Yula’dan bir alıntı yapmak istiyorum:

Aslında oyunun konusu çok da özel değildi. Demirci ustası Rüstem ve oğlu Cemal’in hikayesiydi anlatılan. Dönem Osmanlı’nın sonu. İktidara rüşvet vermek için özel bir hançer yaptırmak isteyen o zamanın kıro zenginine yalakalık yapmaz Rüstem. Tahmin edeceğiniz üzere bu davranışı tabii ki iktidar tarafından cezasız kalmaz. Sürerler Rüstem’i Girit’ten İstanbul’a. Sonrasında Rüstem, İstanbul’da yeni bir yaşam kürar kendine. Ve yaşamın doğası gereği, oğlu Cemal’in hikayesi başlar sonra…

Oyunun başında Osmanlıca girizgah yapılırken şöyle diyor Üzümcü:


“Sanatçı eğmez başını seyirciden başka kimseye”
Ve eğiyor başını… İşte o anda bütün salon alkışlarken, orada olmak nasıl da güzel bir duygu!

Tam da o anda “Nereden nereye!” diyorum kendi kendime. Çok değil bir iki yıl öncesinde iktidara selam çakan -müsameremsi- oyunlardan(!) sonra Darülbedayi sanatçısının sahnede bunu söyleyebilmesi... Nasıl da iyi geldi yaralı bereli bünyeme. 

İşte böyle iyileştiriyor tiyatro insanı!

Demem o ki, hikaye öyle aman aman çok özel bir hikaye değildi. Ama Levent Üzümcü’nün meddah gibi her karakteri ayrı ayrı ete kemiğe büründürmesi, hiç düşmeyen enerjisi ve müthiş performansı; orkestranın harika şarkıları; yerli yerinde ışık ve sahne dinamiği o kadar güzeldi ki! Emeği geçen herkese teşekkürler diyorum ve çok sevdiğim sloganlarımı atarak ayrılıyorum huzurlarınızdan:

#Tiyatroiyidir 

#Tiyatroiyileştirir




Devamını Oku

7 Kasım 2021 Pazar

Alem neye hasret bilmem, ben başarıya hasret!

Evet gelsin Pazar rehaveti ve gelsin itiraflar!

Farkına vardım geçen gün. Herkes gibi her ne kadar başarı duygusundan motive olsam da, başarısızlıklardan da gaz alıyormuşum meğer. Çünkü kendini kandırmayı bilen zavallı bir Homo Sapiens’im, aynı sizler gibi. Başarısızlık girdabına girmiyor muyum, giriyorum elbette. Ama o girdapta boğulmaktansa kendimi bir şekilde duru sulara atmayı da başarabiliyorum.

Nasıl anlatsam, örnekler mi versem… Yani demem o ki, elimde olmayan nedenlerle ortaya çıkan başarısızlıklardan kendime pay biçmiyorum. O kötü tatminsizlik duygusundan kaçmak için de kendime türlü türlü hedefler uyduruyorum. Çünkü hedefim olmazsa, hayalim de olmuyor. Hayalim olmazsa da ben olmuyorum. Kendimi bildim bileli, çocukluğumdan bu yana yani bu durum bende çok net. Hep mücadeleye konsantrasyon ve hedef hayali ile realitedeki abuk sabuk durumları yok saymak, kaçmak belki de.  Ayakta kalmanın, var olmanın kendimce mücadelesine dalmak. 

Evet tam olarak böyle! Şirketler örneğin. Bugüne kadar çalıştığım şirketlerin çoğu battı. Yaşayanınız bilir; bu durum, maddi sonuçları bir yana, manevi anlamda da insana son derece yorucu bir tatminsizlik, başarısızlık hissi verir. Eğer sorumluluk sahibi bir çalışansan, sana verilen görevleri yapmışsındır mutlaka. Vicdan azabı duyacak bir suçun yoktur ama ne bileyim bir şey olur; yanlış yönetim kararı gibi, yanlış insanlarda birilerinin ısrarcı olması gibi, müşterinin çakal olması gibi, hatalı üretim yapmak gibi gibi… Şirket batar ve kara kara düşünürsün:

“Daha fazla sorumluluk almalıydım, şunu da yapmalıydım, bunu da yapmalıydım…”  Oysa bence hiç gerek yoktur buna. Taze bir çay koyup yeni başarılara odaklanmak gerekir belki de. Yoksa insan nasıl yaşar ki…

Bundan yıllar önce ( 21 Aralık 2013) iş hayatında yaşadığım yoğun başarısızlık duygusundan kurtulma motivasyonu ile  sigarayı bırakmıştım. Gururla anlatırım hep. Yani başta söylediğim gibi, ortamın genel başarısızlığından sıyrılıp kendi yapabileceklerime odaklanmıştım o tarihte de.

Bu aralar yine öyle.

Dışarıda müthiş kara bulutlar dolaşıyor. İşler, güçler, ekonomi, dolar, salak salak insanlar, salak salak başarısızlıklar. Benim suçum var mı? Bildiğim kadarıyla yok. Ne yaptım peki? İnstagram’dan taa Şırnaklardan Süleyman Hocamı buldum. Bu salak ortamdan sıyrılıp kendime başarıma odaklandım ve diyet yapmaya karar verdim. Hayatımda ilk defa hem de. Bir ay içinde dört kiloyu verdim mi ? Verdim. Oh bee, başardım dedim. Çöpten geri dönüşüm gibi, Reneve kumaşlar gibi, pet şişeden iplik yapmak gibi…

 Toplu başarısızlıklardan kişisel başarı hedefleri bulup  çıkarıyorum anlayacağınız. Bir nevi çevreciyim. Pis enerjileri motivasyona çeviriyorum. Süleyman Hocam ile bir ay daha çalışıp 25 yaş kiloma geri döndüğümde bir bakmışım etrafımda da, ülkemde de bir şeyler değişmiş olur.

Kim bilir?  Fakirde umut bitmez be dostlar…

Mutlu pazarlar

 

 

 

Devamını Oku

9 Ekim 2021 Cumartesi

Rakı Abi’nin Dönüşü

Hastanede yatan bir arkadaşımla periyodik olarak her gün konuşuyoruz. “Camdan bakıyorum” dedi geçen gün. “Ne görüyorsun?” diye sordum. Geniş bir avlu, güzel güzel ağaçlar ve bol yeşilli manzarasından bahsetti. Sonra ben de anlatmaya başladım:

Camdan baktığımda karşı apartmanın üçüncü katında “Rakı Abi”nin son bir aydır tadilat yaptırdığı evini görüyorum. Galiba dokuz on senedir yoktu Rakı Abi. Park yeri bulamadığı için bir gün kafasına esmiş, gül gibi evini aniden bırakıp Koşuyolu’ndaki bahçeli, otoparklı güzel evlerden birine taşınmıştı. Oysa mahallede evine gittiğim nadir insanlardan biriydi kendisi. O yüzden taşındıkları için üzülmüştüm. Evine gittiğim dediğime bakma sen. Bir kere gittim hepi topu; kızından piyano dinlemek için. Çok da güzel çalmıştı. Sahi adı neydi?  Bira içmiştik birer tane de.  Benim gibi komşusevmez, evgezmesi yapmaz birisi için büyük olaydı tabii ki…

 Her akşam camın önünde oturur, elinde rakı kadehi ile bakkala ve alt kattaki kendine benzeyen kişiye espriler yapardı. Galiba kavun da olurdu önünde eşlikçi olarak, belki de biraz beyaz peynir. Tam anımsayamıyorum şimdi. Bazen klasik müzik açardı yüksek sesle. Bazen de o zamanlar liseye giden kızının çaldığı piyanoyu dinlerdik.

Rakı Abi (Temsili)
Ben de cd çalardan Pera Klasikleri dinlerdim çokça. Demek biraz yüksek sesle dinlemişsem… Rakı Abi ile bu müzikler sayesinde tanışmıştık camdan cama. Bana Vivaldi, Bach, Mozart eserleri olan cd’lerini vermiştı kopyalamam için. Sahi cd dinliyorduk o zamanlar. Vay be, ne değişik geliyor şimdi!

Bildiğim kadarıyla Rakı Abi’nin bir karısı varmış ve  çok sık seyahat ediyormuş. Detayını bilmiyorum; bildiğim tek şey, kendisiyle hiç karşılaşmadığım.

Mahallenin bakkalından duyduğuma göre bu aralar kızını evlendiriyormuş, Koşuyolu’ndaki evi de kızına hediye etmiş. Tadilat yaptırıp eski evine bu yüzden taşınacakmış karısıyla birlikte.

Rakı Abi’nin alt katında Arzu ve annesi oturuyor. Evin babasını ben hiç görmedim. Ben bu mahalleye taşınmadan önce göçüp gitmiş bu dünyadan. Bir de erkek kardeşi vardı Arzu’nun. Rakı Abi ile akşamları camdan cama altlı üstlü içerlerdi. İkisinin de kafası kel demeyeyim de -saçsız- olduğu için karıştırıyordum ilk zamanlar.

 “Ya” diyordum kendi kendime; “Rakı Abi’den iki tane mi var?”

 Belki inanmayacaksın ama, epey bir süre sonra ayırt ettim ikisinin farklı kişiler olduğunu!  İtiraf edeyim; alt kattakine pek de kanım kaynamadığı için O’na asla “Rakı Abi” demedim. Sanki düzenin adamı gibi bir havası vardı. Ne bileyim, demek ki içimden gelmemiş. Bundan beş altı sene önce ben tatile gitmişken bir de öğrendim ki bu alt kattaki “Çakma Rakı Abi” evlenip başka bir semte taşınmış. Arzu ve annesi de böylece yalnız kalmışlar.

 Arzu ve annesini sonra geniş geniş anlatırım söz.

Ben aslında şunları merak ediyorum:

 Bunca yıl sonra mahalleye geri döndüğünde Rakı Abi yine camda rakısını içecek mi? Daha doğrusu hep içebilecek mi? Mesela on sene önce televizyonda rakı görüntüsüne sansür yoktu. Acaba Rakı Abi günümüze ayak uydurup rakısını sansürler mi? 

Adana Rakı Festivali’nin adının bile “Adana Lezzet Festivali” ne dönüştüğü bu extraordinary zamanlarda, yeni hikayeler anlatırken acaba “Rakı Abi”’ye “Ayran Abi” demek zorunda kalır mıyım?  (dağlara taşlara diyeyim üç kere tahtaya vurayım)

Belki de Rakı Abi’nin mahalleye dönüşü Evren’den bir işarettir olamaz mı yani?

Devamını Oku

3 Ekim 2021 Pazar

Oradan Buradan Şuradan Ortaya Karışık...

Bloga iki satır yazmadan kocaman yaz geçti. Yuh olsun bana! Hani benim için yazmak yaşamaktı! Madem öyleydi, o zaman şu bitmekte olan 2021 yazını yaşanmamış mı sayacağım? İki seçenek var…Ya kocaman yaz geçerken ben gerçekten yaşamadım; ya da yaşadıklarımı ve düşündüklerimi yazmadığım için yaşadım dememeliyim! Şimdi diyeceksiniz ki pazar pazar kafa ütülüyorsun! Giysi ütülemenin bile başlı başına saçmalık olduğunu düşünen ben, “kafa ütüleme” deyiminin derinlerine girersem şimdi hiç çıkamam işin içinden ve sizler de eminim bu ilk paragrafı bitirmeden blogdan koşarcasına kaçarsınız. Bence bunu birbirimize yapmayalım. Birbirimizi üzmeyelim, yani ne ben “kafa ütüleyeyim”, ne de sizler, blogdan kaçıp gitmeyin.

O zaman oradan buradan laflayalım biraz, maksat soğuyan aralar ısınsın.

Müze Gazhane'de Veba Oyunu


Uzun bir aradan sonra dün akşam ilk defa Şehir Tiyatroları’ndan oyun izledim. Yeni bir sahnede. Müze Gazhane. Kocaman bir kültür kampüsü gibi olmuş burası. Bahçesine girer girmez sanatın o büyülü enerjisini hissettim, içim ısındı. İçindeki geniş meydanda Akbank Caz Festivali kapsamında konser vardı. Yerlere minderler atmışlar, ne hoş ortam. Biraz yürüyünce sağda kütüphane,  ileride belediyenin iki kafesi, müze binaları, iki tane tiyatro sahnesi, açık alanda  modern heykeller, ağaçlar, gençler, cıvıltılar… “Böyle bir yerde ne güzel otopark olurdu, yanına da avm kondurulurdu!” diye düşünenler bana kızma özgürlüklerini kullanabilirler. Çünkü “Helal olsun belediyeye!” demek istiyorum ben. Demem o ki pek bir içim açıldı.



Gelelim oyuna. Albert Camus’nun ünlü eseri Veba’nın modern bir yorumuydu… Evet emeğe saygı diye başlamak istiyorum. Yeni Genel Sanat Yönetmeni pandemi sürecinde “Minimal Sezon” diye açtı kapılarını. Afişler siyah beyaz,  ödenekli tiyatrolarda alıştığımız güzel dekorlar ve kostümler yok.

Sahnede fonksiyonel kullanılan iki beyaz masa, birkaç mikrofon, beş altı tane beyaz sandalye, bir yangın kovası, iki askı- üzerinde doktor önlükleri asılı-. Evet bütün dekor bu kadar. Ben salonun solunda oturuyordum, sahnenin sağında yer alan ışıklar da görüş alanımdaydı bu nedenle.

Evet benim sanat eğitimim yok, bilinçli bir tiyatro izleyicisi değilim. Ortalama izleyici sınıfındayım. Gözlemlerimi bu parantezde algılayın lütfen. Bu girizgahtan sonra artık itiraf edebilirim. Dün akşam sanki tiyatro izlemedim de okuma tiyatrosuna gitmiş gibi hissettim. Yani oyunu izlemeyip sadece dinleseydim de bendeki etkisi aynı olurdu. Hatta ara ara oyuna değil de  açık oturuma gelmiş gibiydim. Sıfır dekor, çok az müzik, biraz ışık, durağan akış, ee hani nerede büyük büyük laflar eden, insanı düşünmeye hayal kurmaya sürükleyen tiyatro büyüsü… Soyut anlatım diyorlar sanırım buna. Bu kadar hayal gücü kullanacaksam kitap okurum, niye tiyatroya gideyim ki! Tekrar altını çiziyorum; içinizde bu konuda uzman olan varsa lütfen bana kızmasın, kişisel yorumumdur.

Ben, oyundan hiç ama hiç zevk almadım!

Neyse işte, zaten oyuna konsantre olamamışım, bir de dışarıdaki caz konserinden çok az da olsa ses duyulmaz mı… Ne yalan söyleyeyim, bu oyunda 90 dakika zaman kaybedeceğime dışarıda soğuk da olsa müzik dinlemeyi tercih ederdim…




Pandemik Günler

Gelelim pandemik günlere… Bildiğiniz gibi, yani karman çorman geçmeye devam ediyor. İki Biontech aşımı oldum, her ne kadar aklımdan “kapitalizm hastalıklar yaratıp ilaçlar satıyor” cümleleri geçse de, bilim insanlarına güvenmek zorundayım. Alternatifim mi var sanki…

Her şey değişiyor

Hem pandemiden, hem de bilindik nedenlerden ötürü her şey değişiyor. Yumruk tokuşturarak selamlaşıyoruz mesela. Ben sevmiyorum gerçi bunu ama karşılık vermemek de olmuyor.

Hayatımız oldu “gönder gelsin, getir gelsin, hepsi ekspres, yemek sepeti var var, trendyol" Ne bileyim; böyle şeyler işte. Pandemide evden çıkamayanlara hizmet etmek gibi gayet masum bir amaçla yola çıktılar. Ama şu an, “Mahallenizdeki en yakın marketten alıp size getiriyoruz” sloganıyla küçük işletmelerin kazançlarından komisyon apartma derdine düştüler. Oysa bakkalın çırağı vardı, camlardan sarkıtılan sepetler vardı. Bak demedi demeyin; bunlar yakında bakkallara özenip veresiye defteri de tutmaya başlarlar. Tabii ki küçücük bir komisyon karşılığında…

Hayır  cidden anlamıyorum. Her şeyi satan, bunlara aracılık eden, aracının aracısının aracısı olanlar; üretici  ve emekçiler bu şekilde ezilmeye devam ettiği sürece  ileride satacak bir şey kalmayacağını düşünemiyor mu?

Geçenlerde bir video gördüm. Kadın yeni  ortaya çıkan görgüsüz zengin kitleden. Aynen şöyle diyor mikrofona:

“Biz lüksün yokluğunu çekiyoruz. Ben Çekmeköy^den Kadıköy’e kadar baktım, hiçbir yerde lüks  kiralık araba bulamadım! Iphone 16 için kuyruğa girmek zorunda kalıyoruz. Evet fakir de var doğru ama biz zaten onlara yardım ediyoruz…”

Aynen böyle dedi abla, gidişattan aşırı memnun, yüzü gülücük saçıyor. 20 sene önce  böyle miydi, ne kadar geliştik falan diye de ekledi.

Adeta ülkemizin geldiği noktayı özetledi zavallı mağdure (!)

Öte yandan herkes bir dikiş tutturdu gidiyor, bakalım nereye kadar. Mesela mizahına hayran olduğumuz Gülse Birsel bile sosyal medyasında “Hepsi Burada” için çalışıyor. Her şey, ama her şey sahte artık.

Bütün bu hengamede değişmeyen tek şey var. Şimdi bazılarınız “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” klişesini geçiriyorsunuz içinizden ama ters köşe oldunuz. Çünkü ben onu söylemeyeceğim. Değişmeyen tek şey bence iş hayatındaki arsız, hırsız, yalancı, entrikacı tiplerin dürüstçe çalışan insanlardan daha çok kazanması ve değer görmesi… Harbiden bu salak durum hiç ama hiç değişmiyor… İçimdeki “nalet olası” adalet duygusu zedelendikçe zedeleniyor, zedelendikçe zedeleniyor. “Aman sana ne” diyebilsem, belki huzura ereceğim ama nerde bende o genişlik…

Velhasıl-ı kelam, eskiler nasıl derler,  bir oradan bir buradan söyleştik işte. En azından bunca aradan sonra biraz birbirimize ısınmış olduk. Bugünlük benden bu kadar. Umarım en kısa zamanda bu kadar karman çorman olmayan güncel yazılarıma devam edebilirim.

Kalın sağlıcakla, sevgiyle, umutla. Hem de her şeye rağmen! 

 

Devamını Oku

25 Temmuz 2021 Pazar

Instagram'ın Şükürcü Kadınları ve Reklam Hayatlar

Instagramdan ünlü takip etmeyenimiz var mı? Hele de ünlü ailelerin kadınlarını! Harika döşenmiş evleri, havuzlu yazlıkları, çiçekli bahçeleri, sevimli mi sevimli çocukları, tüyleri taranmış köpekleri…  Bir peri masalı gibi sunmuyorlar mı özel hayatlarını? O hayatlara bakıp bakıp hayaller kurmuyor muyuz? Bu hanımefendilerin çoğunun ortak özelliklerini söyleyeyim mi size:

Hepsi “Şükürcü”!

Sanki azla yetiniyormuş gibi hemen hemen her paylaşımlarında “Bin şükür, çok şükür” falan diyorlar! Çok samimi gibi, içimizden biri gibi, evlerine bizi konuk etmişler gibi, çok mütevazıymışlar gibi davranıp; zenginliklerini gözümüze gözümüze sokarken hem de! “Çok şükür!” diyorlar! Zannedersin yer sofrasında zeytin ekmek yiyip mutlu olan çilekeş Anadolu kadını bunlar! 

Aman da ne şirin çocuklar, aman da ne huzurlu yuva diye diye, “like” ları ata ata bu ünlülerin Instagram hesaplarını  büyütmüyor muyuz bizler? Sonra ne oluyor? Bir bakıyoruz ki olay, o peri masalı evin mutfağından hoop “cif” reklamına evrilivermiş! 

Bir kadın var mesela, 1,8 M takipçisi var İnstagram’da. Kadının ikiz çocukları, nefis yazlığı, şakacı kocası…Her şeye şükrediyor! Şükür bugün de havuza girdik, şükür bugün de aşkla doluyuz, aman şükür bugün de arkadaşlarımızla doğum günü kutladık! Hayat ne tatlı, haydi dans edelim eğlenelim, aman da ne güzel bugün da ayaklarımı uzattım gecenin keyfini çıkarıyorum şükür! Sonra bir bakmışız şükrede ede “Su” reklamına çıkıvermiş!  Biz de en saf ve hayalci duygularımızla “Ne güzel pozitif paylaşımlar yapıyor, içimiz açılıyor!” diye diye hikayelerini takip ediyor, like’ları atıyor ve bu değirmene su taşıyoruz! Peri masalı gibi hayatını gözümüze sokup sokup bir de demez mi “ Bir maşallahınızı alırız!” diye! Madem nazar değecek diye korkuyorsun, o halde niye gözümüze sokuyorsun hayatının ballı kaymaklı taraflarını a be güzelim! 

İçinizden bazılarınız diyecek ki madem söyleniyorsun takip etme o zaman! Evet, tam da öyle yapıp çıktım bugün takipten! Bu kadının yapay pozitifliğiyle içimi şişirdiğini fark ettim çünkü! 

Sanki pandemiden sonra daha da çoğaldı bu reklam hadisesi. Hep de aynı yüzler! Binlerce tiyatrocu oyuncu işsizken, zaten dizilerden çuvalla para kazananlar oynuyor  reklamlarda. Hem de özel hayatlarını satarak!

Misal; sen muhteşem süleyman olarak karizma yapacaksın, miralay cevdet olarak gönüllerde taht kuracaksın, sonra da “zensiz olmaz” cıngılı eşliğinde gayet yapay, sahte bir reklam senaryosunda “içimden geldi” sloganıyla gerçek eşine pırlanta takacaksın! Ben de sana hayran olmaya devam edeceğim öyle mi! Üzgünüm benden yana sana hayranlık “artık olmazzz”!! (zensiz olmaz müziği eşliğinde okuyunuz)

Bebek sahibi olup da bez reklamına çıkmayan ünlü kalmamıştır herhalde! En son Bonomo’yu görünce pes yani dedim! Pes bebek!

Bir ünlü kadın var yine, 0 da “Şükürcügillerden” 2,8 M takipçisinden biri bugün eksildi! (ben). En son kocasını çok özlediğini, kavuşmak için dakika saydığını paylaşmıştı. Arkadaşımın bu konuda nefis bir yorumu var: “Whatsapp’dan kocasına “özledim” diye mesaj yazmak yerine neden bu duygusunu hepimiz üzerinden aktarıyor?”

Sahi 2,8 M insan neden senin bu kadar özelini bilmek zorunda ki! Ve hatta 2,8 M insan, senin kızının fiziksel olarak ergenliğe adım attığı özel gününü neden öğreniyor?

Evet bu aşırı feminist ve de “şükürcü” hanımefendiyi de bugün takipten çıktım, çok hafifledim gerçekten de!

Şimdi içinizden bazıları diyecek ki “Sosyal medya özgürlüktür, herkes reklam yapar para kazanır, isteyen istediğini paylaşır, sana ne! Beğenmiyorsan takipten çık” Haklısınız; özgürdür herkes. Ama bu kadar da “kör göze parmak sokar” gibi olmamalı her şey! Reklam olayı öyle bir hale geldi ki, ben gerçekten ünlülerin bebek bezi reklamına çıkmak için çocuk doğurduklarını, “cif” gibi mutfak deterjanı reklamına çıkmak için evlenip instagramda mutlu aile tablosu çizdiklerini düşünmeye başladım. Sanki hayat sahte de reklamlar gerçek gibi olmaya başladı.

Bence bu ünlülerin hayatları adeta distopik film senaryosu gibi; ama pırıltılı! Gerçek hayatlarını reklam gibi yaşayıp, araya bir de “cif” reklamı alıyorlar sanki! Başka bir deyişle reklam spotu gibi hayatlarına ürün yerleştirir gibi gerçek hayatlarını sıkıştırıyorlar! Truman Şov’da oynadıklarını bile bile o hayatı gerçek zannediyorlar, ve bizi de kandırıyorlar!

Bugünden tezi yok, sosyal medya takiplerime yeni bir süzgeç ekleyeceğim ben, yeterince alet olmadım mı her şeyin satılmasına!

 

 


Devamını Oku

22 Temmuz 2021 Perşembe

Trendyol Yemek mi, bir daha asla!

O akşam işten eve geç gelmiştim, yemek yapacak halim yoktu. Hiç istemesem de mecburen dışarıdan yemek söyleyecektim. Normalde hep mahallemizin lahmacun pide fırınından söylerim. O gün ne olduysa artık, şeytan mı dürttü nedir, Trendyol Yemek’ten söyleyeyim dedim. Hem ilk kullanım için indirim kuponu da veriyordu. (Zaten bizim gibi af edersiniz "sazanları" indirim kuponu, hediye kuponu vs. ile avlıyorlar.)

Neyse ben çok bilinen, aslında eve de yakın olan iyi bir dürümcüden siparişimi verdim. Aradan 20 dakika geçti, gelen giden bir şey yok, yarım saat geçti gelen giden bir şey hala yok. 45 dakika geçicince artık dayanamadım, Trendyol Yemek’in müşteri ilişkilerini aradım. On-on beş dakika telefonda bekledikten sonra nihayet müşteri temsilcisine ulaşmayı başardım. Sanki banka mübarek! Neyse... Günün yorgunluğu açlıkla birleşince neredeyse gerilecektim ama yapmadım. Derin bir nefes alıp müşteri temsilcisine derdimi sakin sakin anlattım.

-        "Hanımefendi 45 dakika oldu, söylediğim dürüm hala gelmedi.

-       " Şimdi bakıyorum hesabınıza

-       " Lütfen

-        "Sizin yemek siparişiniz iptal olmuş!

-        "Nasıl yani, anlayamadım, 45 dakika bekliyorum, sonra size telefon açtığımda siparişin iptal edildiğini mi öğreniyorum?

-       " Evet, kurye sizi adreste bulamadığı için siparişiniz iptal olmuş gözüküyor sistemde. Siz yeniden sipariş verin sisteme!!

Tabii ki çok sinirlenmiştim. Saat akşam 9’a geliyordu ve daha yemek yiyemiştim!. Bu arada mailime aşağıdaki gibi mesaj gelmişti.

“Siparişinizi teslim ettik!”

Gelmeyen dürümü teslim etmişler!

Trendyol hesabıma girdim baktım, evet orada da “siparişiniz teslim edildi” yazıyor! Nasıl yani, müşteri temsilcisi siparişimin iptal edildiğini söylüyor, Trendyol Sistemi “Teslim ettik” diyor! Tanrım karşımda organize yemek suç örgütü var sanki!

Tabii ki olayın peşini bırakmadım!

Hemen restoranı aradım. Onlar da “Siparişiniz teslim edilmiş” görünüyor sistemde dediler. Ben durumu güzelce tekrar anlattım, bu durumun restoranlarına da zarar vereceğini söyledim. Bu telefonum üzerine dürüst esnaf sağolsun O da olayın peşini bırakmamış. On dakika sonra beni aradı. Kuryeye ulaşmış, kurye aynen şöyle demiş:

“Müşteri adreste yoktu, ben de garibanlara yedirdim yemeği!”

Bunu duyunca açtım telefonu Trendyol’a ağzıma geleni söyledim.

“Siz, hırsız kuryeleri mi çalıştırıyorsunuz? Kurye adresi bulamadığında neden telefonla beni aramıyor, ya da size ulaşıp beni arattırmıyor! Hadi aramadı diyelim, neden adresi bulamayınca yemeği restorana geri götürmüyor, hadi geri götürmedi diyelim, neden sisteminize “teslimat gerçekleşti” diye bilgi veriyor. Nitelikli dolandırıcılık bu! Sosyal medyada, her yerde ve tüm tanıdıklarıma bu olayı anlatacağım!” dedim.  Tekrar aradığımda öğrendim ki, Trendyol, şikayetim üzerine kuryeye ulaşmış, kurye onlara da “sokak çocuklarına verdim yemeği “ demiş.  Modern Robin Hood hikayesi sanki! Hakkında soruşturma başlatılacakmış, falanmış filanmış… 

Akşamın özetini tekrar geçiyorum:

 Yorgundum ve açtım, yemek yiyip mutlu olacaktım. Trendyol  sayesinde çok çok doydum, evet  elbette “stres dolmasıydı” yediğim!

Sonrasında bir baktım Ekşi Sözlüğe, bu olay o kadar çok insanın başına gelmiş ki!



Kendi kendime kızdım tabii ki, mahallenin esnafı dururken trendyol mrendyol ne işim olurdu ki? Ağzım fena yandı, bir daha asla yapmam aynı hatayı! 

Üç dört gün sonra Trendyol’dan mesaj geldi. 

Müşteri memnuniyeti kapsamında paranız iade edildi”.

 Özürleri kabahatlerinden beter! Pardon Trendyol, göndermediğin yemeğin parasını iade ettiğinde bunun adı müşteri memnuniyeti mi oluyor! Satmadığın ürün için peşin aldığın parayı iade ediyorsun, borcunu ödüyorsun! Eğer müşteri memnuniyetini düşünseydin hediye kupon vs. verirdin! Yani Trendyol bunu da mı ben öğreteceğim sana, Türkiye’nin en çok kazanan şirketlerinden birisin güya, yazık çok yazık! Bizim mahallenin pidecisine bir kere telefon edip lahmacun soğuk gelmiş dediğimde adam o kadar ısrar etti ki bir hediye göndereyim diye, ben tabii ki kabul etmedim. Ama işte kriz yönetimi ve müşteri ilişkisi böyle bir şey, o afili toplantılarınızda kişisel gelişim koçluk falan filan safsatalarıyla olmuyor demek ki bazı şeyler!

Bu konunun bir de şu boyutu var:

Bu trendyol gibi kapitalist tekeller, hizmet sunma ayağına  mahallemizin küçük esnafının kazanacağı üç kuruştan bile komisyon alma derdindeler aslında! Gözlerini hırs bürümüş. Madem öyle, toplarım mahalledeki sevdiğim yemekçi esnafın telefon numaralarını, veririm siparişimi misler gibi! Çıkarırım aradan bu komisyoncu kapitalistleri!

 Bir daha Trendyol Yemek mi, evlerden uzak olsun!!

 

 

Devamını Oku

20 Temmuz 2021 Salı

Mutfaklardan kötü kötü kokular geliyor!

Blog yazmak, aslında biraz da kendimle konuşmak. Neredeyse iki buçuk aydır yazmadığıma göre demek ki kendimle de konuşmaz olmuşum. Ne yapıyorum peki kendimle bile konuşmazken? Harbiden ne yapıyorum ben? İş, hem fiziksel olarak hem de mental olarak çok zamanımı alıyor. sonra Twitter var, SP ne demiş, SS ne cevap vermiş, tatilimizi koronalasak da mı alsak, yoksa evde mi otursak, ne olacak bu memleketin hali… İşte böyle geçip gidiyor zaman…

Sizde algı nasıl bilmiyorum ama bu aralar bende hayat da sosyal medyanın hızına uyum sağlamış gibi. Nasıl desem, sanki önümde sanal bir sayfa var, olaylar o sayfada akıp gidiyor, bense aptal gibi izliyorum. Evet sadece izliyorum! Yok tam da öyle değil aslında. Bazen olup bitene sinirlenip ağız dolusu söylendiğim de oluyor. Vay be! Hepsi bu kadar, gerçekten de bu kadar… Bravo bana!

smelly city

 Sanki mutfakta berbat bir aşçı var, pis baharatlarla kötü kokan bir yemek yapıyor. Üstüne üstlük elindeki bütün malzemeleri,  hatta soğanı  ve kabağı bile, her şeyi ama her şeyi yakıyor! Bense yan odada oturuyorum. Kötü kokular burnuma geliyor gelmesine de af edersiniz bir yerimi kaldırıp olaya el atasım bile gelmiyor! “Amaan!” diyorum, “Kendisi pişiriyor kendisi yesin, bana ne!” diyorum. Sanki ben böyle yapınca hayat bahar oluyor. Nerdee! Tabii ki böyle bir şey olmuyor!  Çünkü mutfağımdaki kötü aşçının bütün akrabaları bizim mahalleyi çoktan ele geçirmiş bile. Her evin mutfağından leş gibi kötü kokular yayılıyor. Bütün mahalle pis pis kokuyor, sonra semt kokuyor, şehir kokuyor, her yer ama her yer pis pis baharat ve yanmış kabak ve yanmış soğan kokuyor! Hepimiz “Amaan” diyoruz, “Boşverrr!” diyoruz, “Dışarıdan söyleriz yemek!” diyoruz. Oysa mesele aç kalmak, yemek yemek ya da yememek değil ki! Mesele, temiz oksijenle dolu mis gibi bir havayı koklayamamak, dolu dolu nefes alamamak!

(Benim komikli, kara mizahlı tarzımı sevenler acaba yazıyı buraya kadar okudular mı, eğer okudularsa şimdi ne biçim daraldılar ve hayal kırıklığına uğradılar ama! Kızmayın, ne yapalım bugün de böyle olsun. Hatta biraz daha devam edeyim de bari bayram öncesi iyice ağızcağızlarımızın tadı kaçsın! Bir kerede dökeyim içimdekileri siz de rahat edin ben de rahat edeyim. Böyle yazmasam bugün, bir daha hiç yazamayacağım yoksa)

Evet devam ediyorum daralmaya ve de daraltmaya. Biraz umutsuzluk da var serde. Tabi ya, tam da öyle işte. Bir şeylerin değişebileceğine olan inancın kaybolması mı desem, en önem verdiğim değerlerin bile içlerinin boşaltılıp sıradanlaştırılması mı desem ne desem bilemedim. İçim şişti arkadaş! Mutfakta ille de pirzola ya da ne bileyim yanarlı dönerli antinli kuntinli portakallı pekin ördeği pişmesine gerek yok ki! Benim zaten böyle bir talebim de olmadı ki hiç! Normalde iki yumurta da kırsa insan, mis gibi kokmaz mı! Bunlar ne biçim aşçı böyle! Baharat yerine bataklık gazı mı kullanıyorlar anlamadım gitti!

 Söyleyin bana, bir mutfak neden pis pis baharat  ve yanık kokar! Bütün mahalle, bütün şehir, her yer ama her yer neden bu kadar pis kokar… Ya da söylemeyin, boşverin. Bu muhabbet de burada bitsin, iyice içimiz şiştiyse eğer, dağılalım gitsin..

NOT:

1-Ha sahi yarın bayram, iyi bayramlar, iyi iyi bayramlar…  

2- görsel : www.gettyimages.com'dan alıntıdır. 

Devamını Oku