1 Nisan 2024 Pazartesi

31 Mart 2024 Seçimleri İptal Edilmiş !!

Az önce televizyonu açtım, duyduklarıma inanamadım! Spiker, duygusuz suratıyla gözlerini kameraya dikmiş aynen aşağıdaki şeyleri söylüyordu! Sevgili blog dostlarım;  duyar duymaz sizinle paylaşmak istediğim bu bilgiyi lütfen dikkatle okuyunuz. Bana inanmıyorsanız, açıp haber kanallarına bakarak detaylı bilgileri elde edebilirsiniz. İşte resmi açıklama:

“Sayın Seyirciler,

Resmi kaynaklardan aldığımız son dakika haberine göre 31 Mart 2024 tarihinde yapılan seçimler iptal edilmiştir!

 Tekrar ediyorum; dün yapılan seçimlerin tamamı yurt çapında iptal edilmiştir!

 Bu iptalin sebebi, biyolojik silah olarak ülkemize sızdırılan bir çeşit virüstür!

Ülkemizi derin bir felakete sürüklemesinden endişe ettiğimiz bu virüs hakkında ulaştığımız bilgileri okumadan önce, çocukları ortamdan uzaklaştırmanızı önemle rica ederiz.

Evet değerli vatandaşlarımız; 

MİT ve devletin derin örgütleri tarafından yapılan geniş çaplı tetkiklere göre ülkemize sızdırılan çok özel bir virüsün, muhalefeti sahte bir zafere ulaştırdığı tespit edilmiştir. Latince adı “Epidemia Spes” olan bu virüsün dilimizdeki anlamı “Umut Salgını” dır. Virüsün bulaştığı vatandaşlarımız bir çeşit beyin sisi yaşayarak bilinçsizce sandıklara koşmuş ve muhalefet partilerine oy vermiştir. Virüsün mutasyon geçirerek bir üst versiyonu olan Epidemia Fortis Ekrem-4 haline gelmesinden endişe edilmektedir. Latince adı "Epidemia Fortis Ekrem-4" olan virüsünün dilimizdeki anlamı Güçlü Ekrem Salgını” dır.   

Aşağıdaki belirtilerden en az iki tanesini kendinizde saptadıysanız maalesef siz de Epidemia Spes virüsüne yakalanmış olabilirsiniz.

ü  Sabah uyandığınızda içinizde durduramadığınız bir umut ışığı belirdiyse,

ü  Özgüven patlaması yaşıyorsanız,

ü  Çaresiz ve yalnız olmadığınızı hissediyorsanız,

ü  Kafanızın içinde “Hey Özgürlük”, “Bir Daha Bir Daha Yeniden Bir Daha Oy” gibi şarkılar sürekli çalınıyorsa,

ü  İçinizde durduramadığınız “ferahlama” duygusu varsa,

ü  Nabzınız hızlandıysa,

ü  Aynaya baktığınızda gözlerinizin içi gülüyorsa,

ü  Gelecekle ilgili güzel hayaller kurmaya başladıysanız...

Yukarıdaki belirtileri kendilerinde gören vatandaşlarımızın derhal en yakın Fortis Exitus (Cesarete Son) merkezine başvurarak “AntiSpes” (umut karşıtı) aşılarını olmaları gerekmektedir. 

Epidemia Spes virüsünün yaygınlaşıp mutasyon geçirerek “Epidemia Fortis Ekrem-4 formuna geçmesi durumunda cesaretin tüm ülkeye yayılmasından endişe edilmektedir. Nitekim bize gelen son verilere bakıldığında virüsün hızla yayıldığı ve kırmızı rengiyle ülke haritasının rengini değiştirdiği endişe ile izlenmektedir.

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günleri atlatmak için lütfen bizi ve talimatlarımızı izlemeye devam ediniz.

Sevgilerimizle, 

İmza:  Ulusal April Fool İzleme Komitesi 

 

Devamını Oku

31 Mart 2024 Pazar

31 Mart Seçim Kampanyalarında Neler Öğrendik Neler!

Evet yine bir seçim günü sizlerle birlikteyiz sayın seyirciler.  Geride bıraktığımız kampanya sürecinde hep beraber pek çok şey öğrendik, pek çok ilklere tanık olduk. Pek çok şehir efsanesi de bu seçim ile birlikte popülaritesini yitirdi.

Günlük 10 Bin Adım Atma Efsanesi Artık Tarihin Çöplüğünde!

Evet, sizler, bol tişörtlerle saklamaya çalıştığınız kilolarınızı vermek için artık günde 10 bin adım atmak zorunda değilsiniz! Meğer bugüne kadar sizler günlük 10 bin adım atmaya uğraşıp yaklaşık 6-8 kilometre yol kat ederken, o hain diyetisyenler ve egzersiz hocaları arkanızdan pis pis gülüyormuş. Netekim döktüğünüz terler boşuna imiş! İyi ki kampanya dönemi oldu da kendimizi bu işkenceden kurtarmış olduk. Çünkü bir aday sayesinde öğrendik ki meğer attığımız bir adım bir kilometreye denk geliyormuş! Yaaa, öyle 10 bin adım atıp sekiz kilometre yürüyeyim hesabı fosmuş fos! Sayıyorsun sağdan sola sekiz adım,

Biiir, kiii, üçç, döört, beşşş, altııı, yediii, sekiiiizzz

Al sana sekiz kilometre! Yeni ölçü birimimiz vatana millete hayırlı uğurlu olsun efenim.


Selma Olmazsa Belma Olur; O da Olmazsa Yelma’yı Alırız!

Bu seçim döneminde bir kez daha öğrendik ki koltuk bir turnusol kağıdıymış. Tekrar aday olmadı diye hoop karşı partiye geçivermek çok da fifiymiş!  Bu şey gibi… Bir damat adayı var, 10 numaralı apartmandaki Selma’ya “güya” çok aşık. Görücü gidiyorlar, baba damat adayını beğenmiyor, vermiyor Selma’yı. Damat Selma’dan geri alıyor çiçeğini çikolatasını, hazır takım elbise de giymişken hopp yandaki 11 numaralı apartmanda oturan Belma’ya talip oluyor. O da mı olmadı, alıyor çiçeği çikolatayı; azıcık bozulsa da paketleri aldırmadan; can havliyle 12 numaradaki Yelma’ya talip oluyor. Yelma diye isim mi olur demeyin şimdi; önemli olan isim değil. Yelma olur, Kelma olur, hatta Telma ve Louis olur önemli değil. Önemli olan bu seçim döneminde damadımızın bir yuva kurup bir koltuğa oturması. Ordan oraya terelli pictures…

Bıyıkları Keserim, Barları Gezerim

Eskiden solcu bıyığı ile sağcı bıyığı vardı. Solcularınki sigaradan sararmış pala bıyık. Öyle ki dudaklar falan görünmeyecek. Sağcıların bıyığı da eski Kara Murat filmlerindeki gibi hafif ince ama dudakların yanından sarkacak… Günümüzde bu ayrım pek kalmadı, hoş kendine “Malkoçoğlu” diyen bir belediye başkan adayı pos bıyıklarıyla dolanıyor ortalıkta ya neyse işte… Günümüzde dudak üstü seyrek bıyık bırakanlar genellikle bir partiye aidiyetlerini gösteriyor. Anlayacağınız, artık sadece bir çeşit bıyık kimlik kartı yerine geçiyor. İşte ismi lazım değil şehrin birinde bir seyrek bıyıklı aday, iyice seyrelttiği bıyıklarıyla yani parti kimliğini güya yok sayarak kampanya yaptı. Barları gezdi; hem de mübarek Ramazan ayında! Hoş elbette gezebilir, herkes oruç tutmak zorunda değil tabii ki  de, başkası yapsa ne derdi o adayın kendisi hele bir düşünün! Sarı saçlı kızlarla gülücükler ve güller dağıttı insanlara. Gençleri öptü falan… Seksenli yıllarda yeşil parkalı biri bıyıklarını aşağı sarkıtsa harakiri yapardı herhalde! 

İnsan şaşırıyor tabii, “Eski parti aidiyetleri de kalmadı be mirim” dedirtti bu seçim atmosferi. Bu olay da tarihi kayıtlara geçsin efenim.


Herkes Özüne Dönsün, Çıkarın Maskeleri Oyun Bitti!

Bu kampanya döneminde ne yalan söyleyeyim, en çok da partiler arası ittifak olmamasına sevindim! Halk yaptı zaten kendi ittifakını! Akşama göreceğiz. 

Neydi geçen seçim öyle o ya; parti liderlerinin göstermelik ev gezmeleri, sanki hepsi hayata aynı ideoloji ile bakıyorlarmış gibi birbirlerini kucaklamaları falan… Oh be, herkes kendi kimliğiyle mis gibi propagandasını yaptı. Mesela Ceylan Mami, üzerindeki tavşan postunu çıkararak kurt bakışlı kimliğine geri döndü de herkes bir derin nefes çekip “oh be” dedi.

Bu seçim kampanyasında bir kez daha öğrendik ki; 

“Olur mu taşıma suyla lider, herkes kendi yoluna gider…”

Evet bu deyimi de Türk siyasi tarihine armağan ediyorum efenim, tepe tepe kullanabilirler…

Bunlar, 31 Mart kampanyasından benim aklıma ilk etapta gelenler. Elbette sinir bozucu şeyler de vardı emekliler su satsın diyen vekil bozması gibiler falan… Onları yazıp da sinirlerimizi bozmaya hiiiç niyetim yok.

Neyse işte umarım bu seçimden millet olarak demokrasi dersi alarak çıkarız, ne diyeyim..

Millet olarak ağlamak yerine gülelim artık… 

Siz de hâla oy vermeye gitmediyseniz bir zahmet artık, reca edeceğim...

Kalın Sağlıcakla... 

 


Devamını Oku

17 Mart 2024 Pazar

Ben Şahane Bir Katalizörüm!

İnsan bazen düşünüyor. Benim bu dünyaya gelme amacım ne? Misyonum ne? Bu sonsuz evrende başka boyuta geçtikten sonra ardımda kalacak olan ne?

Bazıları buna cevap olarak;

“Ben bu dünyaya fayda sağlasın diye çocuklar yetiştirdim” diyor. Bu insanların hayatlarının merkezinde kendilerinden olma çocuklar, o çocuklardan dünyaya gelen başka çocuklar, torunlar oluyor. Bu düşünceye sarılıp kendilerini çok önemli hissetmelerini anlayabiliyorum. Sonuçta herkesin dünyada varlığını kutsayacak bir nedene ihtiyaç duymasından daha doğal ne olabilir? 

Bazıları şanslı. Çünkü çocuklarının gerçekten dünyaya çok faydalı olduğunu görecek kadar yaşıyor ve böylece dünyaya gelme misyonlarını tamamlamış olmanın iç huzuruyla göçüyor başka boyutlara. Kimilerinin çocuğu bilim insanı oluyor, ya da bir hastalığın tedavisini buluyor. Kimilerinin çocuğu sanatçı oluyor, ardında müthiş eserler bırakıyor.

Tam tersi olanlar ne yapıyor peki?
Düşünsenize; dünyaya katkı olsun diye çocuk yapan ebeveynlerin bir kısmı da çocuklarının azılı suçlu olması ile mücadele edebiliyor, ya da bir bağımlı olmalarıyla… Bir diğer grup insanın bu dünyadaki varlık nedeni ise tamamen başkalarına zarar vermek! İçlerinde delice kıskançlık var, delice nefret var, delice hırs var. Dünyaya geliş amaçları sadece başkalarının kötü duruma düştüklerini görüp bundan haz almak… Daha da kötüleri cani olabiliyor, içlerinden Hitler falan da çıkıyor.  

Bu iki grup birbirlerini dengeliyor bence. Yani iyiler ve kötüler dünyayı dengede tutmaya yarıyor.

Peki ya bunlardan hiçbiri olan insanlar… Onlar niye var? Yani bu dünyadan göçtüklerinde geride iyi ya da kötü hiçbir şey bırakmayanlar! Onlar niye var sahiden? Bence onlar da mizanseni tamamlamak için dekor olarak dünyaya geliyor. Bir tiyatro sahnesinde kenarda duran saksı gibi… Ortamı yeşillendirme amaçlı, sadece duran saksılar…

 Ya da doğup, büyüyüp, yaşayıp, ölüp dünyada sadece bir “fiziksel görüntü” olarak yaşayıp gidenler…  Bence mutlaka onların da evrenin işleyişine bir katkısı var. Kimyasal tepkimelerde tepkime sonucuna etki etmeyip sadece olayı hızlandıran “katalizör” gibi. Yani kötüler daha kolay kötülük yapsın diye, ya da iyiler iyilik yapsın diye rol alanlar; matematikteki etkisiz elemanın ‘bir tık’ daha işlevsel olanları…  Katalizör insanlar…


Böyle bakınca sanırım içimizdeki varoluş sancılarını daha kolay çözümleyebiliriz. Belki olan bitene dayanma gücümüz de artabilir. Ne bileyim kendimizi bu yolla biraz rahatlatabiliriz de belki. Kötülere kızmak yerine “ Bu adamın kötü olması, dünyayı dengeliyor” deriz. Ya da “ Benim bu dünyadaki misyonum ne, ne işe yarıyorum ki, ne işe yaradım bugüne kadar?” gibi sorularımıza şöyle yanıt vererek rahatlarız;

“Ben şahane bir katalizörüm. Ben olmasam, dünyadaki bütün bu kötülükler ve iyilikler de olmazdı! Ben dünyadaki dengenin bir parçasıyım. Domino taşları gibiyse dünya; aradan beni çekerlerse bütün dünya yıkılır!”

Devamını Oku

12 Mart 2024 Salı

"Tam da Öyleyken" Halleri, İşin İçinden Çıkamamalar!

Tam da sakinlemişken dersin, tam da rahat edecekken dersin, tam da borcum harcım yokken dersin, tam da beni huzursuz eden işten kurtulmuşken dersin, tam da hobilere vakit ayıracakken dersin, tam da yurt dışına seyahat edecekken dersin, tam da diyete başlayacakken dersin… Bu “tam da” anları hiç bitmez…  

Ve maalesef olanlar olur! Tıpkı heyecanı doruğa çıkarmak için, ya da seyircinin uyumasını engellemek için senaryoya sanki bir matematik formülü gibi eklenen çatışma anları gibi… Böyle bakınca; her birimizin yaşamı gerçekten de kusursuz senaryolar gibi, hepimizin hayatı gerçekten de roman gibi...

Tam da sakinlemişken, mesela kombinin borusu patlar ve telaşlanırsın. Günler, belki de haftalar sürecek olan tamir süreci ile uğraşmak zorunda kalırsın… Mutfağı su basar, bütün eşyalar bir yerlere dağılır… Diğer durumlara göre bu, insanın başına gelebilecek en "hafif" "tam da" halidir.

Tam da rahat edecekken dersin, pis bir diz ağrısı girer sinsice vücuduna. Hareket edemez, öylece kalırsın. Artık senin için rahat etme kavramı, sadece o ağrıyı hissetmemeye indirgeniverir, ne olduğunu anlayamazsın bile…

Tam da borcum harcım yokken dersin; bir de bakmışsın, aldığın maaş kuşa dönmüş, her şeye zam gelmiş. Bütün dengelerin şaşar, sen de öylece kalakalırsın. Yeni duruma adapte olursun evet, ama ya geride kalan tortu? Ya zenginleşen kitleyle mega orantısız fakirleşenler arasındaki uçurumu gördüğünde zedelenen adalet duygun… Ya bunca yıldır verdiğin emeğin hiç olması… Ya ertelediğin hayallerin, ertelediğin tatillerin, hayallerini süsleyen Ege’deki bahçeli ev? Öylece kalakalırsın…

Tam da beni huzursuz eden işten kurtulmuşken dersin, iş bulamazsın sonra; birdenbire işsiz kalakalırsın. Bu iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey midir? Huzursuz eden bir işte köle gibi çalışıp biriktirdiğin stresi atmak için para kazanmak mı iyidir; yoksa az paranın getirdiği zorlukların verdiği stres mi daha iyidir? Hangisi tercih edilir? Yaşamdaki rolün nedir, hiç ama hiç bilemezsin! Çünkü A yoluna gidersen, B sapağını çoktan kaybetmişsin demektir…

Tam da hobilere vakit ayıracakken dersin, hobilere ayıracak zamanın olur ama enerjin olmaz. Bir de bakmışsın; depresif ruh halleri ile elin kolun kalkmaz olmuş. Çünkü hobi dediğin şey, aslında huzurla yapılır. Bunun tek bir istisnası olabilir; o da hapishanede kibrit çöpünden gemi yapmaktır! Neden gemi yapar mahkumlar? Neden başka bir obje değil de gemi? Belki de yaptıkları gemiye binip, açık denizlere yelken açtıklarını hayal etmek için… Ama hiç kimse bana hapishanede kibrit çöpünden gemi yapmanın huzurla ilgisi olduğunu söylemesin, buna inanmam!

Tam da yurt dışına seyahat edecekken dersin, enflasyon öyle bir patlar öyle bir patlar ki, paran kuşa döner, neye uğradığını şaşırırsın. “Çıkmayıver” derler sana!  "Yurt dışına da çıkmayıver, ne olur yani, incilerin mi dökülür…" Dün okudum; hükümet yeni bir çalışma yapıyormuş. Emekli vatandaşların tatil yapması için sosyal tesisleri devreye sokacaklarmış. Toplama kampı gibi… Lüks otellerde tatil yapmak emekli Hasan ve Şeyma için zaten söz konusu olamaz. 90 yaşındaki Helga ve Hans’ların hakkıdır senin ülkende doya doya tatil yapmak.  “Atarız sizi toplama pardon ‘tatil’ kampına, orada fakir fakir takılırsınız; daha ne istiyorsunuz” dediklerinde  -ki çok kolay derler-  öylece kalırsın işte!

Tam da diyete başlayacakken dersin, tam da hazırlamışsındır kafanı, hop bir sağlık sorunu… Kendiliğinden gitmeye başladıkça o kilolar, beraberinde sağlığını da götürdüğünü gördükçe… İşte o anda “dünyanın bütün ekmeklerini yesem ve kilo alsam, umurumda olmaz;  yeter ki sağlığım geri gelsin” dersin… Maalesef bunu deyince tekrar başa dönmüş olursun. Çünkü Evren’e gönderdiğin mesaj dikkate alınır. Seni iyileştirir ve -obez iyi- olarak hayatına devam edersin. Çünkü böyle istedin! “Buna da şükür” demek zorunda kalırsın yani!

En kötüsü de sağlıkla ilgili “tam da” halleridir işte…

İnsan kendini sorgular böyle zamanlarda… Kime ne kötülük ettiğini düşünürsün, “Bilmeden kimlerin kalbini kırdım acaba?” dersin. “Hangi karma gerçekleşiyor” diye sorgularsın ve çıkamazsın işin içinden. Hele de “Pozitif ol, ağzından çıkan bütün kelimeler senin hayatını belirliyor” gibi uyarıların bombardımanı altında kalmışsan… İşte bu noktada kafanın içindeki sorgulamalar hiç bitmez…

Yeterince şükretmedim mi dersin. Elimdekilerin değerini bilemedim mi dersin. Acaba çok mu zorladım Evren’in yasalarını dersin. “Zayıflamak istiyorum” yerine “Ben sağlıkla zayıflıyorum” şeklinde olumlamalar mı yapmalıydım yoksa dersin. “Hobilerime zaman ayıramıyorum” diye şımarık şımarık yakınmışım demek ki dersin. “Boş zamanlarımda neşe ve enerjiyle hobilerimle ilgileniyorum” demediğim için mi hiç enerjim kalmadı dersin. Sen paranın ne kadar değersizleştiğini düşündüğün için mi paran bu kadar kuşa döndü dersin… İşin içinden çıkılmaz böyle…



Hayatı sorgulamak da mı yanlış o zaman…

Hiç yakınmadan, olanı olduğu gibi kabul ederek mi yaşamalı…

Ya her şey üst üste gelirse…

İnsan nasıl çıkar karanlıktan aydınlığa…

Yoksa “Bugünlerimize de şükür “ mü demeliydik…

Çık çıkabilirsen işin içinden, ben çıkamıyorum...

Devamını Oku

3 Mart 2024 Pazar

Beyaz Zambaklar Ülkesinde Kitabı ve Hüzünle Karışık Umut

Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını okuyorum epeydir, henüz bitmedi. Ama ne zaman elime alsam kitabı, resmen gözlerim doluyor. Atatürk’ün “Bu kitabı bütün okullarda okutun!” vasiyetini o kadar iyi anlıyorum ki! Özetle, Finlandiya’daki aydınlık yürüyüş seferberliğini anlatıyor kitap. Ülke İsveç’ten sonra Rusya’nın yönetimini yaşamış yıllarca. Ülkede doğru dürüst toprak yok, tarım yok, iklim koşulları kötü, doğru dürüst bir doğal kaynak yok. Finlandiya’da aydınlık hareketini başlatanlar bunun farkında ve “Bizi ancak eğitim kurtarır” diye yola çıkıyorlar. 

“Sadece öğretmenler değil, bu ülkede okuyan, eğitim hakkından yararlanan herkesin ülkenin aydınlanmasında görevi ve sorumluluğu olmalı” diyorlar. Ve aydınlara 

“köylüleri, sade vatandaşları hor görmeyin. Hepiniz birer mum gibi çevrenizi aydınlatmakla sorumlusunuz”  diyorlar.

Bir seferberlik ilan ediliyor, gezici kütüphaneler, köy köy dolaşan aydınların konferansları, eğitim bursları…

O dönem Finlandiya’da açılan okul sayılarını okusanız kitapta, sizin de benim gibi ağzınız açık kalır! Sonuç ortada, bugün Finlandiya nerdee, biz nerde… 


Oysa biz de Finlandiya olabilirdik!  Yüzümüz güleç olurdu, sokaklarda dans edebilirdik ulusça. Yoksullukta değil, zenginlikte eşitlenebilirdik.  Eğitimli insan bu kadar değersiz olmazdı. Hepimiz sadece "diplolamalı" değil "kültürlü" olabilirdik, mutlu ve zengin olabilirdik! Kaynağımız çoktu, ülkemiz cennet gibiydi, öyle kalabilirdi. Doksanlı yıllarda ülkemize sığınan Bulgarlar, şimdi Avrupa Birliğine girmiş, özgür ülkelerine dönmek için uğraşmazlardı mesela! Günümüzde "ucuz" diye tatil köylerine gelip lüks içinde yaşayan Almanlar, fabrikalarımızda işçilik yapmak isteyebilirdi, olamaz mıydı? 

Gerçekten kitabı okurken gözlerim çok doluyor, belki de bu kitabı okurken bilinçaltım kendi ülkemin geldiği karanlık yeri gördüğü için kitabı bitiremiyorum bir türlü… Bazı yerlerini dönüp dönüp yeniden okuyasım geliyor. O seferberlik şu anda, şimdi bizde olsa diye hayaller kuruyorum.

Atatürk boşuna demedi “Köylü milletin efendisidir” diye. Hiçbir sözünü günümüz siyasetçileri gibi hamaset olsun diye söylememiş zaten, bunu her geçen gün daha da iyi anlıyorum.

İnsanlar elektrikli araba almadan yaşayabilir, internet olmadan yaşayabilir, ama karınları doymadan yaşayamaz! Bugün verimli topraklarımızda yabancı şirketler altın arayabilir miydi Atatürk olsaydı?

Nasıl güzel bir ülke olabilirdik…

Bizim de köylerimiz Hollanda’nın masal diyarı köyleri gibi olabilirdi… İstanbul Boğazı, Unesco koruması altında inci gibi parlayabilirdi. İnsanlar köyden göçüp İstanbul’da boğaz tokluğuna bile olmayan köle koşullarında çalışacağına köylerinde üretime devam edebilirdi. Babası peynirciyse İsviçreliler gibi yedi kuşak da peynirci olarak kalabilir ama insanca yaşayabilirdi. Her köyün kendi okulu, kendi restoranı, kendi halk evi, kendi tiyatrosu ve evet kendi eğleneceği barı da olabilirdi. Neden olmasındı! Köyün kendi organik ürünleriyle pişirilen yemekler, köyün içindeki Michelin yıldızlı restoranlarda sunulabilirdi mesela, neden olmasındı? Köyde narenciye mi yetişiyor, butik bir reçel atölyesi ya da fabrikası kurulur, şehirden okumuş gıda mühendisleri, muhasebeciler gelip o köylerde mutlu mesut çalışabilir ve evlerini kurabilirlerdi. Eğitim yaygınlaştığı için, okumuş mühendis olmuş kişi ile köydeki çiftçi, barda yan yana oturup kahve ya da şarabını- hangisini isterse- yudumlarken, Yaşar Kemal’in romanları hakkında konuşabilir, azıcık çakır keyif olunca yan yana halaya durabilirlerdi! Her köyün kendi orkestrası olabilirdi ya da!

Zengin kodamanların yerleşmesiyle iğrenç hale gelmezdi Bodrum mesela. Bütün kıyılar her seviyeden halkın kullanımına açık mütevazı yerler halinde kalabilirdi. Neden olmasındı, olurdu.



Köy Enstitüleri kapatılmamış olabilirdi… En azından gıdaya ulaşım bu kadar zor olmazdı. Sümerbanklar sonra… Sadece fabrika değil, hepsi birer okul gibi yerleşkeleriyle kültür yuvası Sümerbanklar…

Dünyaya şekil veren tek süper gücün karşısında dimdik ayakta durabilirdik… Atatürk Sümerbanklara Rusya’dan aldığı dokuma tezgahlarının borcunu narenciye ile ödemiş o zamanlar. Eğer aynı mantıkla devam edebilseydik,  bugün çiftçiye zarar ettirdiği için çöpe döküldüğünü duyduğumuz portakal haberleri çıkmazdı gazetelerde! Eğer aynı kafayla devam edebilseydik, dünyanın en parlak ülkelerinden biri olabilirdik. Neler olabilirdi, hayal etmesi bile muazzam!

Köylü cahil kalmazdı, kasabalı cahil kalmazdı. Pıtrak gibi çoğalan üniversitelerden mezun olanlar böyle cahil olmazlardı!

Olmadı, yapamadık demek de istemiyorum. Çünkü bir yol vardır her zaman. Her zaman bir yol bulunur. Klişe gibi olacak ama ünün sonunda karanlık olur ama her karanlık gecenin sabahı da bulunur. Bulunur elbette, Atatürk henüz unutulmadıysa, insanlar akın akın izindeyiz diyebiliyorsa, vardır bir umut…

Devamını Oku

17 Şubat 2024 Cumartesi

Ağaç Ev Sohbetleri - #234 / Doğru Söylemek İnsan İlişkilerinde Önemli mi?


Ağaç Ev Sohbetleri - #234 / Alışveriş Merkezleri mi Mahalle mi?

Sevgili Deep’in organize ettiği Ağaç Ev Sohbetleri 234. Sayısına gelmiş bulunuyoruz. Şu anda sosyal deney yapıyorum. Bence bu giriş kısmını kimse okumuyor, okuyan varsa “ben okuyorum” desin…

"Daima doğruyu söylemek insan ilişkilerinde en önemli faktör müdür?”

Cevap veriyorum; evet daima doğruyu söylemek, insan ilişkilerinde en önemli faktördür. Çünkü insanlar daima doğruyu söylerlerse ortada ilişki falan kalmaz! Hatta diyorum ki yalan söylemek, hayatın en temel unsurlarından biridir. Herkes doğru söyleseydi, yaşamın devamlılığı tehlikeye girerdi!

Haydiii, ne oluyor diyorsunuz ama şimdi eğri oturup doğru konuşalım; silkelenip bir hayatımıza bakalım.  Elbette ben de temel ahlaki değerlerle yetiştirilmiş birisi olarak “Doğruyu söylemek, dürüstlük çok önemli” romantizmine kapılmak isterdim ama maalesef mantığım buna izin vermiyor. Aslında yazıya başlarken doğruculuğu övme niyetindeydim; ama daha ilk kelimeyi yazarken hükmedemediğim düşüncelerim ve onların yönlendirdiği parmaklarım beni aşağıdaki karalamalara götürdü. Ah her şeye muhalefet eden aykırı bilinçaltım! Evet itiraf ediyorum;

“Yalan söylenmeseydi; dünya distopik bir çöle dönerdi!”

Şöyle bir düşünelim; neler olurdu neler, maydanozlu köfteler… Eğer yalanlar olmasaydı  bir kere herkes kanlı bıçaklı olur, aileler yıkılır, insanlar hapislerde sürüm sürüm sürünürdü. İş yerlerinin müşterisi kalmaz; elemanlar patrona küfreder, patron elemanlara nefretini kusardı. Üst komşu alt komşunun kafasına kızgın yağ döker, dökmese de bunun hayalini kurduğunu “dürüstçe” anlatır ve dökmüş kadar olurdu! Muhtemelen kardeşler kardeş olmaktan vazgeçerdi. Hatta İngiliz Milletler Topluluğu dağılırdı! Demokrasinin olmadığı ülkelerin başkanları, yanlarında kim varsa- çocukları dahil- onların kendi tahtında gözleri olduğunu haykırır, hepsini katran çukurlarına atmak istediklerini söylerdi


Bunlar daha bir şey mi, eli artırıyorum; diyorum ki yalan söylemek diye bir şey olmasaydı, seçimler falan da olmazdı; saraylar, parlamentolar yıkılırdı muhtemelen! Ekmeklerini taşı sıkarak değil, yalan atarak kazanan politikacılar işsiz kalırdı! Sadece onlar mı? Çoğu meslek yok olurdu. Mesela ajanlar! Yalan söylemedikleri için ajanlık yapamazlardı! Avukatlar hiçbir davayı kazanamazdı; çünkü hep doğru söylemenin adalet getirmediğini öyle iyi biliyorlar ki!

Yalan söylenmediğinde anneler, hiçbir şeyi doğru dürüst anlayamayan şapşal çocuklarını “Ah benim prensim, zeka küpüm” diye sevmek yerine “Bir şeyi de bir kere de anla, salak oğlum” diyecekleri için çocuklar zaten aptal olduklarını bilerek büyürlerdi. O kafayla da bir yerlere gelmeleri imkansız olurdu. Yaptığı lezzetsiz yemeklere “Çok güzel olmuş, ellerine sağlık” denilmeyen anneler, yemek yapmaktan vazgeçer, böylece de “ Anne keki, anne dolması, anne kahvaltısı” diye kakalanan- pardon pazarlanan- yemek sektörü daha başlamadan hayal kırıklığı ile yok olurdu.

“Bu saate kadar neredeydin kocacım?” diyen kadınlara “Toplantım uzadı karıcım!” diye yalan cevap vermeyip “dürüstçe” “Bizim ofiste Beril var ya, işte o Beril yani taş Beril, işte O’nunla bir iki kadeh içmeye gittik” diyen erkekler yüzünden herhalde aile kurumu hafiften sallantıya uğrardı. En çok da günümüzde bu durumdaki erkeklerden duyarsınız “İnsan ilişkilerinde doğruyu söylemek çok önemlidir, ben asla yalan söylemem!” safsatasını!

Yani yazdıkça yazasım geliyor, burada yüzlerce örnek verebilirim size. Meğer ne kadar çok yalan varmış hayatımızda! Birçok örneğin yanında saçlarının rengini beğenmese de karısına “Harika olmuş” diyen erkeklerin söylediği yalanlar elbette masum kalır.

Yalan söylenmemiş olsa diplomasi kurumu çökerdi! Nedir diplomasi? Uluslararası platformlarda devlet temsilcilerinin siyasi ve hukuki temelde yazılı ve sözlü kurulan iletişimleri ve anlaşmaları. Düşünsenize, kalkıyor Çinli bürokrat “Siz Amerikalılar zaten salak şişko beyinlersiniz!” diyor; skandala gel! İyi de adamın kafasının içinde bu düşünce var, e yalan söylemek de ayıp bir şey; niye demesin ki Amerikalıya “Sen salaksın” diye! Ne oldu? Yalan söylemedik ama üçüncü dünya savaşı çıktı! Canımız sağ olsun, en azından dürüsttük diye kendilerini mi avutacaklar!

Bütün bu karmaşık politik süreçleri falan bir kenara bırakalım ve kendi küçük dünyalarımızı bir gözden geçirelim isterseniz! Bırakın en yakınlarımızı, kendimize bile onlarca yalan söylüyoruz, nasıl doğrucu Davutluktan bahsedelim şimdi? Mesela hangimiz aynanın karşısına geçip yanlarımızdan pörtleyen simitlerimizi ya da göz kenarlarımızda beliren kırışıkları görmezden gelip “Çok güzelim ve de acayip genç görünüyorum” demiyoruz ki! Demeyenler varsa da onlar zaten depresyonun dibine inecekleri için, kendilerine yalan söylemeyi öğretsin diye mutlaka psikolog kapısını tez zamanda aşındıracaklardır! Üzgünüm dost, acı ama "doğru" söyler!

Bütün bunları yazdım diye “E biz sana nasıl güvenelim, bu kadar yalanı savunuyorsun, demek ki sen yalancısın” diyebilirsiniz elbette. Evet yeri geldiğinde yalan söylemek zorunda kaldığımı söylemekten çekinmeyecek kadar doğrucuyum dostlarım benim! 

Yalanın en büyüğünü kendime söylüyorum yıllardır:

“Başarabilirsin, sen yapabilirsin!” diyorum her düştüğümde; işe de yarıyor biliyor musunuz? Çünkü bal gibi de yapamayacağını bile bile “yapabilirsin!” yalanına öyle tutunuyor ki insan; yalanlar en sonunda gerçek bile olabiliyor!

Yani demem o ki; bir yalanı kırk kere söylüyorsun kendi kendine, sonra bir de bakıyorsun ki hayalini kurduğun yalanlar gerçek oluvermiş! Bu da olayın açılım gerektiren başka bir boyutu olarak burada yazılı kalsın.

Evet, son söz olarak diyorum ki,

“Daima doğruyu söylemek, insan ilişkilerinde en önemli faktördür, çünkü insanı dibe çeker...”

Alın size paradoks:

 O kadar dürüstüm ki, gerektiğinde yalan söylemekten çekinmediğimi  dürüstçe itiraf ediyorum sevgili dostlarım.

Kalın sağlıcakla ve sevgiyle,

Kalın sağlıcakla ve sevgiyle,

 


Devamını Oku

10 Şubat 2024 Cumartesi

Ağaç Ev Sohbetleri - #233 / AVM mi Esnaf mı, Yoksa İnsan Hikayeleri mi?


Ağaç Ev Sohbetleri - #233 / Alışveriş Merkezleri mi Mahalle mi?

Sevgili Deep’in organize ettiği Ağaç Ev Sohbetleri 233. sayısında tekrar beraberiz. Bu haftanın konusu yine sevgili Deep’den geldi. Deep iyi ki varsın; sayende sanki 5 Edebiyat A sınıfı gibi olduk, ödev yapıyoruz ve bu benim çok hoşuma gidiyor…

"Alışveriş merkezlerine alışverişe mi gidiyoruz, zaman geçirmeye mi?”

İzmir’de üniversite öğrencisiyken Mc Donald’s düşmanıydık. Fast food denilen şeye hiç ama hiç ısınamadık. Bizim için fast food, el arabasında boyoz satan amcaydı; yanında da mis gibi yumurta ile… Bir de uzun börek vardı, içi yağlı. Ne severdim onu. Herhalde okul hayatımın öğle yemeklerinin yarısı o börek ve yanında ayran içmekle geçmiştir. Kalan yarısında da sucuklu tost yemişimdir fakültenin kantininde. Yemekhaneleri de sevemedim hiç; kalabalık, hazır yemek suyunun kekre tadı, uğultu… Akşamları fiksti; yurt binamızın alt katındaki kantinde geçerdi yemek ritüelimiz. Bayram Abimiz inci gibi yazısıyla yazardı kara tahtaya günün menüsünü; bayram kebabı, bayram göbeği tatlısı, köpoğlu… Hiç unutmam; yurda ilk girdiğim zamanlarda yemek listesinde köpoğlunu görüp oda arkadaşlarıma “Ya aşağıda küfür gibi bir yemek var!” demiştim de gülmüşlerdi. Ama sonraları sarımsaklı yoğurtlu, salça soslu, patlıcanlı, patatesli, havuçlu, kızartmalı köpoğlu en favori yemeğim olmuştu.

Yıllar böyle geçti. Sinema izlemek için sinemaya, alışveriş için manava, kasaba, aktara, fırına giderdim; yine gidiyorum. Hadi en kötü alışkanlığımı söyleyeyim; evet mahalledeki Mopaş markete gittiğim de oluyor arada sırada; pirinç, çay, şu bu almak için.

Bizim mahallede pek çok market var. Ama ben ekmeklerimi fırından, simitlerimi özel simit fırınından ve  sebzelerimi de mahallemizin manavından alıyorum taze taze. Gerçi sebzeden iyi kazandıkları için dükkânı büyütüp markete çevirdiler ama, ben bir kere bile o deterjanların satıldığı market kısmına girmedim. Herhalde on sene olmuştur açılalı bu manav, anımsamıyorum pek. Çalışanların içinde en çok Davut’u severim. Zayıftır, pire gibi her yere yetişir, çok çalışkandır. Biraz saf gibidir, hep güler yüzlüdür. Aslında bana hem tip olarak hem gülüşüyle hem içten saflığıyla biraz Kemal Sunal filmlerini anımsatır. Enerjisi hiç bitmez. O aklıma gelince hep şu sahne canlanır gözümde;

“Ye çileek, ye çileek, ye çileek..!”


Son birkaç yıldır mahallede artan yabancı öğrenci popülasyonu bile alışmış Davut’a. Ne zaman rastlasam; kırık Türkçeleriyle bir şeyler isterler özellikle Davut’tan. Bazen çok alışveriş yapmış mahalle büyüklerimizin torbalarını, bazen de tekerlekli market arabalarını evlerine kadar taşır Davut. Hep gülümser, ama ne güzel gülümsemek… Erdal var bir de! Erdal Bey diyorlar. Kuaförlerde ve marketlerde insanların birbirlerine büyük bir ciddiyetle “hanım, bey” demeleri oldum olası dikkatimi çekmiştir. Yıllarca çalıştığım tekstil firmalarında bile bu kadar ciddiyetle kurumsal bir hitap şekli görmedim desem yeridir. Tekstil firmalarında genellikle “abla, abi” formatı olur; ben de işyerinde hiç sevmem bu hitap şeklini. Ama mahalle manavında artık çok iyi tanıdığımız Erdal’a “Erdal Bey” diye hitap edilmesi de biraz garip kaçıyor. Ya da ne bileyim işte, şaşırıyorum. İnsan hiç taviz vermez mi arkadaş, sanırsınız manav değil de banka şubesi! İşte bu Erdal (Bey) marketleşen manavın buzdolapları kısmında konuşlanır yaz kış. Yazın şanslı ama maalesef kışın da buzhane gibidir oralar. Erdal’ı yaz kış lacivert polarıyla gördüğüm için bendeki yansıması tek mevsimde yaşadığı şeklindedir. Manavdan domatesleri, elmaları tek tek seçerken Davut “Alsana bak, ne güzel kumkat var; ye bak; bal bal!” derse eğer; genelde kıramam; alırım az da olsa gösterdiği şeyden. “Biraz fasulye ver” derim; “Ne kadar?” diye sorar, “Bir avuç ver işte” derim; her seferinde iki elini kocaman açıp kocaman doldurur torbayı. Ben de “Ooo Davut, senin avcunla değil benim avcumla vereceksin” derim, gülüşürüz ve yarısını boşaltırız fasulyenin.

Sonra eve doğru giderken peynirciye uğrarım. Eskiden şarküteri gibiydi gerçi; çeşit çeşit peynirler, zeytinler, salamlar, sucuklar olurdu. Şimdilerde mahallenin değişen konseptine göre peynir zeytin dolabını olabildiğince küçülttüler, bir nevi yarı aktar oldular. Eskiden peynirciden taze süt alıp yoğurt yapardım, şimdilerde gidip bir avuç kara hindiba alıp çıkıyorum. Sinan var orada da; neredeyse çocukluğunu bildiğim Sinan. Bir de çok beyefendi bir sahibi vardı bizim peynircinin. Çok da gençti, Instagram adresimi bilir; “Evde Yazar Hanım, beğendin mi en son gönderimi?” derdi ve gülümserdik. Pandemi zamanı mahallenin Facebook grubunda ölüm ilânını gördüğümde gözyaşlarımı tutamamıştım. Çok gençti, çok kibardı. Hani ölen insanların sesleri unutulur ya bir süre sonra; ben bu arkadaşın sesini, yarı peltek konuşmasını hiç unutmadım; bakın yine aklıma geldi. Ama size tuhaf bir şey söyleyeyim, onca muhabbete rağmen adını yıllarca öğrenmemiştim, hâlâ bilmiyorum! Böyle kalsın hafızamda; sesiyle, güler yüzüyle… En çok tatillerden bahsederdik kendisiyle. O da benim gibi tatil köylerine gitmeyi severdi;

“İçkim yok, kumarım yok; hayatta tek lüksüm çoluk çocuk şöyle güzel bir tatil köyüne gidip bir hafta on gün kafa dinlemek” derdi. Benim gittiğim tatil köylerinden daha lükslerine giderlerdi, Voyage falandı onların segmenti. Öldükten bir süre sonra kendisi gibi genç eşi ve orta okula gittiğini tahmin ettiğim küçük çocuğunu gördüm birkaç kez peynircide. Artık selamlaşıp ayak üstü sohbetlerimiz de oluştu “yenge hanım” ile. Başka çocukları var mıdır hiç bilmiyorum. Bu güzel gülüşlü ailenin pandemi sonrasında tatilleri nasıl geçer diye düşünürken yakalarım kendimi zaman zaman…

“İyisine alıştıkları için çocuklar beğenmiyor alt segment otelleri” demişti en son bu konuda konuştuğumuzda… Hani esnaf gece gündüz çalışır ya, bu peynirci tatile gitmesiyle değişik gelirdi bana. Hayatı seviyordu; Atatürk’ü, bir de Fenerbahçe’yi… Sinan mı? Hâlâ çalışıyor orada gece gündüz; belki “yenge” dediği yeni patronuna biraz da iş öğretiyordur. Salıları izin yapmasın mı; birisine iş öğretmesi şart; saçları döküldü çok çalışmaktan! Sadece uyumaya gider evine. Allahtan sempatik de gelene geçene laf atarak eğleniyor uzun iş saatlerinde.

Hayat dediğimiz şey; peynircinin aktara evrilmesiyle, gidilen ve gidilmeyen tatillerin arasındaki  muhasebe değil mi?  Öyle ya da böyle; karahindibanın sadece kaynatılıp içilen bir ot değil de, aslında çocukken pamuk gibi üfleyerek uçurulan çiçeklerin bitkisi olduğunu anlamak değil mi? Bu ikisi arasında gidip gidip gelen, gelip gelip giden bir sarkaç değil mi...

Bu şiir gibi hayatın içinde hepimizin bazı gıcık tarafları var elbette. Ben mesela, tarhana konusunda çok seçiciyimdir. Doğru dürüst beğenmem; kaç tane yöresel tarhanayı yapanlardan gıyaplarında özür dileyerek dökmüşlüğüm vardır. Bu yüzden tadını sevdiğim tarhana için her seferinde mahalledeki kooperatif dükkânına gider, en sevdiğim yörenin sade tarhanasını alırım yıllardır. Nedense on beş gün süre ile gelmedi tarhana kooperatife.   Tam da canım çekmişken, havalar da soğukken. Ben de geçerken Sinan’a sorayım dedim, bizim Sinan her zamanki coşkusuyla:

“Bak senin gibi hiçbir şey beğenmeyen bir abla vardı, geçen bu tarhanadan aldı, sonra geldi bir daha aldı. Trakya’nın en güzeli bu; sen bana güveeennn” dedi, hık mık ettim  sonunda ikna oldum. "Bak beğenmezsem kavgaya gelirim" dedim gülümseyerek. "Tamam" dedi. Gerçekten de  damak tadına uymayan tarhanayı asla içmeyen ben, memnun kaldım bu öneriden! Gidip elbette teşekkür ettim. O gün bugündür ne zaman Sinan’ın dükkânının önünden geçsem;

“Çok yavaş içiyorsun sen bu tarhanayı, çoktan bitirip yenisini alman lazımdı” diyor. Gülüyorum. Sinan demişken, bu “skimpflasyon” dedikleri şey yükselmeden önce de ben kavurmayı, kaşarı “santimle” alırdım Sinan’dan…

“Sinancım, kavurma lazım”

“Kaç kilo vereyim ablama”

“Ne kilosu Sinan, sen kes oradan 2-3 cm, fazla olmasın” derdim; gülüşürdük… “Nasılsa taze taze alıyorum, ne gerek var fazlasına” derdim. Gerçi bu aralar pek kavurma satmıyor ama geçenlerde börek yapmak için kendisinden yine 2 cm peynir almışlığım var. “Skimpflasyon” günlerinde olduğumuz için benim santimle peynir almamın da pek bir esprisi kalmadı ya artık, neyse. Sinan ile aramızdaki muhabbet böyle bizim, santim santim; değer bilinen cinsten...

Mahallenin esnafı demişken, bizim kırtasiyeciye kocaman ayrı bir sayfa açmam lazım. Ne günlerim geçti O’nun üç-dört metrekarelik minik ve eski dükkânında! Eskiden işe giderken servisi O’nun dükkânında beklerdim sabahları; ne eğlenirdik. Politikadan, oradan buradan konuşurduk. Arada mahalle dedikodusu yaptığımız da olurdu. Daha influencer’lık kavramı çıkmadan önce, blogu ilk açtığım zamanlar “Ya şu dükkâna bir video kamera koysak, Youtube’da nasıl seyredilir muhabbet” derdim. O da “Bizim müşterilerin ağzının ayarı yok, sürekli hükümete sallıyorlar, başım derde girer” derdi de gülerdik. Şimdilerde pek sık olmasa da yine gidiyorum dükkânına. Geçen hafta sonu Oksijen Gazetesi almaya gittim, yine bana bu muhabbeti anımsattı da gülüştük. “Vay be; ne kadar da öngörülüymüşüm. O zamanlar bu işe kalkışsaydın şimdiye ünlü olmuştun” dedim yine gülüştük. Kendi küçük dünyamız güzel bence ya, böyle kalsın, ne yapalım ünü münü, iyi ki de olmamış!

Bizim mahallenin hikayeleri bitmez. Daha mahallenin Almanya’dan emekli, azıcık da cimri ama Atatürkçü kasabını, yıllarca tazecik yufkaları gözümüzün önünde açıp satan yufkacısını, elektrikli eşyaları tamir eden, çok kibar, ama gerçekten çok kibar Artin Ustasını anlatmadım bile…

Mahalleyi kafeler sardı sarmasına ama Artin Usta hâlâ küçücük dükkânında direnmeye devam ediyor. Laz bakkalların ikisi kapandı, elimizde sadece Ali Abi kaldı. Çok yaşlandı gerçi, ama O’nun artık titreyen elleriyle kapısının önünü süpürdüğünü görmek bile huzurun ta kendisi gibi geliyor benim iflah olmaz romantik tabiatıma.

Ne kadar uzattım lafı! Ne yazacaktım, nerelere gittim. Konu neydi? Dağıldı gitti her şey. Deep yakında konu dışına çok çıktığım için beni Ağaç Ev Sohbetleri’nden afaroz etse yeridir! Sahi neydi konu?

AVM’lere alışverişe mi gidiyoruz, zaman geçirmeye mi?

Cevap veriyorum efendim;

“Breh breh breh! Bende bu kafa olduğu sürece New York’a da gitsem kendime mutlaka küçük esnaf bulurum gibi geliyor. En kötüsü gider küçük esnafın olduğu mahallede otururum.

Ne kadar bazıları paragöz, şöyle böyle olsa da; zaman zaman kendilerine kızsak da; küçük esnaf ile sohbet etmek, sosyalleşmenin en güzel halidir. Domates dediğin, arada şaka yapılarak elle tek tek seçildiğinde lezzetli olur.

Bloglarımız da kocaman kocaman ışıltılı pırıltılı “web siteleri” yanında küçük dükkânlar gibi durmuyor mu zaten!”

İşte cevabım böyle. "Madem bu kadar kısa cevap verecektin, neden bu kadar uzattın?" diyorsanız da, esnaflık hali işte ne yaparsınız! Bazen böyle hesapsız kitapsız olabiliyoruz meslek gereği, af buyurunuz efenim...

Kalın sağlıcakla, dostlarım benim…

Devamını Oku