28 Ekim 2024 Pazartesi

Kşinev Gezi Hikâyem #9 – Son Gün, Bayram, Tarih Müzesi, Vişne Likörü

Günlerden 13 Ekim Pazar. Artık bugün gezimizin son günü. Yarın sabah erkenden yollara düşeceğiz. Hava güneşli, 14-15 derece. Hani derler ya, limonata gibi, tam da gezme havası. Bakalım bugün neler bekliyor bizi…

Bileğim her adım attığımda kendini fena hissettiriyor. Allahtan ağrı eşiğim çok yüksek. Benim  yerime başkası olsaydı herhalde soluğu çoktan acilde almıştı. O yüzden biraz ağırdan alıyorum. Her şey aheste beste…  Zaten ülke de aynı böyle, nazlı nazlı…

Kşinev Azizler Günü Bayramı

Bugün bayram. Evden çıkıp biraz ilerleyince müzik sesleri gelmeye başlıyor. Çok sokağı trafiğe kapatmışlar. Arabaların rahat hareket etmesinden çok insanların eğlenmesini, rahat rahat gezmesini düşünmüşler. Caddeye inince o sakin şehrin bu kadar kalabalıklaşmasına şaşırıyorum.

Bir sokak yeme içme alanı… Izgara etler, bira köşeleri, şaraplar. Domuz eti kötü kokar önyargım bu caddede yok oluyor. Tadına bakmıyorum ama kokusu hiç de rahatsız etmiyor. Üstelik bu kadar çevirme et olmasına rağmen ortamda hiç duman da yok. Nasıl bir sistem kurmuşlarsa sonuç mükemmel. Bizde neden et pişirirken çok duman ve koku çıkıyor peki? Bu konu tamamen benim uzmanlık alanım dışında. Cevabı bilmiyorum.

Caddenin ilerisine kurulan stantlarda kurutulmuş et, bal, ceviz, vişne şarabı, vişne şurubu… Bir stantta yöresel işlemeli beyaz bluzlar.

Samanlar ve renk renk kabaklar önünde fotoğraf sırası oluşmuş, ben fotoğraf çekemiyorum.

Park 17 dönüm arazide ve meydan gibi olduğu için çoğu stant parkın içine kurulmuş.

Ağaçların arasında çeşit çeşit el işleri… Fiyatlar biraz yüksek…

Bez bebekler, aksesuarcılar, tahta işler, çeşit çeşit hediyelikler…

Popcorn’cular, pamuk şekerciler, baloncular…

Çocukluğumun panayırları gibi cıvıl cıvıl her yer.

Müzik işine belediye el atmış. Meydana devasa bir sahne kurulmuş. Senfoni orkestrası, dev ekranlar… Ülkenin en ünlü opera sanatçıları çıkıyor, müzik şahane. Tangolar, caz, genellikle içinde “Kşinev” sözcüğü geçen coşkulu şarkılar… En büyük konser yarın olacakmış, biz dönüşteyken. Olsun, bu kadarına tanık olmak bile şahane!



Çok güzel her şey, insanın içine coşku doluyor. Arada gelen çan sesleri olmasa dini bayram olduğu hiç anlaşılmıyor.


Lviv Vişne Likörcüsü

Lviv gezimde beni benden alan vişne likörcüsü Drunk Cherry şubelerini görünce resmen duygulanıyorum, anılarım canlanıyor. Dükkânın büyüklüğünden tavanda asılı kırmızı şişelere, hatta likörün sunulduğu kristal kadehin şekline kadar her şey aynı… Bir tane içiyorum, içim ısınıyor.  Buradaki adı ise PianaVyshnia. Akşamları buranın da önünde kalabalık oluyor. Anlatılmaz yaşanır, bu likörün keyfi gerçekten de bir başkadır. Keşke Kadıköy'de de şubesi açılsa.


Moldova Ulusal Tarih Müzesi

Dün bomba ihbarı nedeniyle giremediğimiz müze bugün açık. Girişteki kurt heykelinin adı Kapitol Heykeli’ymiş.  Roma şehrini kuran Romus ve Romulus adlı iki kardeşin bir kurt tarafından beslenmesini anlatıyormuş.

Giriş kişi başı 20 Lei, fiyatlar gayet makul.

Diorama Odası

Bir hatırlatma yapayım

Diorama, gerçek veya kurgu bir olayın, anın veya hikâyenin ışık oyunlarının da yardımıyla üç boyutlu olarak modellenmesidir

İki sanatçı tarafından sekiz yılda tamamlanmış eser 4,5 *11 metre boyutlarında ve gerçekten çok etkileyici. İkinci Dünya Savaşı sırasında bir köyde yaşananlar anlatılmış. Gerçekten müthiş. Odada ayrıca o dönemden kalan birkaç silah da sergileniyor.


İkinci katta farklı farklı odalar var. Yüksek tavanların ve duvarların işlemeleri başlı başına çok güzel.

Maalesef çoğu eser Macarca ya da Rusça dillerinde anlatılmış. Bu nedenle fazla bilgi edinemesem de gördüklerim etkileyici.

Opera sanatçılarının giysileri,



Eski bir kamera, 

En çok uzaylıya benzeyen kilden heykeller dikkatimi çekiyor.

Atılmış Lenin Resimli Vazo!

Her tarafı kapalı camdan bir küp içinde geçmişe ait her şey sıkıştırıp sergilemişler. Eski paralar, eski tüplü bir televizyon, Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bayrağı ve üzerinde Lenin resmi olan bir vazo…

Bence çok acıklı bir manzara, hakaret gibi…

Kişinev’de Son Akşam

Her yer çok kalabalık. Bu kadar insan şehir dışından gelmediğine göre dün akşam neredeydi, ya da önceki günler… Bunu düşündüğümde Moldova’ya Avrupa’nın en fakir ülkesi dendiği aklıma geliyor. Ortalama aylık maaş 300-400 Euro olduğu söyleniyor. Hal böyle olunca, normalde dışarıya eğlenmeye çıkamayan kent sakinleri bayram diye çıkmış olabilir. Bizde de öyledir ya, bayramlarda otobüsler bedava olduğu için her yer ana baba gününe döner, normalde dışarıya çıkmayan kitle yollara dökülür…  Burada da sanırım caddelerde kurulan yeme içme alanları normal günlerden daha ekonomik bugün, ve belki de ondan kalabalık.

Akşam serinliği başladığında en sevdiğimiz restoran Andys’e gidiyoruz elbette. Bayram münasebetiyle aşırı kalabalık. Biraz bekleyince yer bulabiliyoruz. Bu sefer aman nazar değmesin garson kız pek bir güler yüzlü, bahşişi hak etti. Müthiş sistem kurmuşlar. O kalabalıkta bile kız siparişi aldıktan sonra elindeki cihaza bakıp 20 dakika diyebiliyor ve sipariş tam da söylediği gibi hatta daha erken geliyor.

Çok şaşırdığım bir şey söyleyeyim. Tam giriş kapısının yanındaki tuvaletlere dışarıdan onlarca insan giriyor. Sadece WC’yi kullanıp çıkıyorlar. Bizde olsa kapıya kesin güvenlik dikerlerdi, kimse de bir şey demiyor. Çok takdir edilesi bir bayram ruhu.

Zaten parkta hiç tuvalet görmemiştim. Bayram için seyyar tuvalet gördüm bir iki ama bence azdı. Demek ki şehrin esnafı ya da sadece Andys de olabilir, bu konuda dayanışma içinde olabiliyor bayramlarda…

Akşam TİKA’nın meşhur sokağında biraz oturduktan sonra eve gidiyoruz, artık toplanma zamanı…

DİZİNİN SON YAZISINDA GÖRÜŞMEK ÜZERE…

Kşinev yazılarının hepsi burada

   



Devamını Oku

25 Ekim 2024 Cuma

Kşinev Gezi Hikâyem #8 – Üçüncü Gün Akşamı, Laf Lafı Açıyor!

12 Ekim Cumartesi akşam saatleri. Puşkin Müzesi’nden şahane duygularla çıktıktan sonra evden svetlerimizi de alıp yürüyoruz. İstikamet tabii ki parka doğru. 

Cumartesi Akşamı ve bayrama hazırlık

İnsanlar üç günlük tatil moduna girmişler artık. 14 Ekim Pazartesi Moldova Şehir Günü, yani bir bayram. Bizim de uçağımız aynı gün. Ve şansımıza bu sene 13-14 Ekim’de iki gün kutlanacakmış bayram.

Stefan Cel Mare heykelinin oradan cadde trafiğe kapatılmış. Ara sokaklar da kapatılmış. Cadde üzerinde sağlı sollu stantlar kurulmuş. Açıklı koyulu renklerde çeşit çeşit ballar, atıştırmalıklar, ceviz, kurutulmuş et, tahta el oyması ürünler gözüme çarpıyor. Şarapları ünlü aslında ama pek şarap standı yok.

Parkın içi tam bir bayram yeri havasında. Parkta kurulan stantlarda da pek çok şey satılıyor. Yöresel bez bebekler, tahta mutfak gereçleri, takılar, çikolatalar… Ağaçların arasında bir sokağı yemek için dizayn etmişler, ızgaralar kurulmuş; ama etraf asla duman olmamış ve abartılı bir koku yok. İnsanlar dans ediyor, ortam şahane…

Mayıs ayında gittiğim Tiflis’te de böyle festival havasında kutlanan bir bayrama denk gelmiştim. Çok güzel oldu yine; hem de hiç planlamadan, sürpriz…

Ama turist olmak biraz da bilinmezlik demek. 14 Ekim sabah 10:20’de uçağımız var. Ve biz havaalanına dönerken tam da bu kapatılan yol üzerindeki duraktan 30 numaralı otobüse binmeyi düşünüyorduk. Yollar değiştiği için bunu yapamayacağız belli ki. Yandex Taxi çağırırız diyordum ama bir türlü uygulamayı aktive etmek için mesaj gelmiyor telefona. Belki de Yandex Taxi uygulamasını Türkiye’de iken aktive etmeliydik… Neyse bakacağız artık bir çaresine. Şimdilik bunları düşünmeden ânın tadını çıkaralım.

Saat akşam 18:00’i geçiyor. Geçen gün pizza yediğimiz Andy’s restoranı çok beğenmiştik. Yine oraya gidelim ve hamburger yiyelim diyoruz.

Akşam Yemeği ve Asık Suratlı Garsonlar

Buraya ilk gelişimizde pizzası çok lezzetliydi, servis çok hızlıydı, internet çok hızlıydı, şifre falan da sormuyordu, tuvaletler temizdi, sıcak su vardı. Bir turist daha ne ister…

Hamburgerde iki seçenek var, tavuklu ya da dana etli. Kolalar ise bu ülkede benim gördüğüm kadarıyla genelde Pepsi. İsteyene çeşit çeşit biralar ve içkiler de var. Afiyetle yiyoruz hamburgerimizi. Bu sefer de memnun kalıyoruz. Tanesi 110 Lei, yani yaklaşık 210 TL gibi. Ne zamandır ülkemizde hamburger yemediğim için tam emin değilim ama, üç aşağı beş yukarı bizdekiyle aynı fiyat olduğunu tahmin ediyorum.

Yalnız garsonlar aşırı derecede asık suratlı. Hayır on altı on yedi yaşındasınız, hadi bilemedin yirmi olun. Bu yaşta bu kadar asık suratlı ve de aksi olmayı nasıl beceriyorsunuz?  Yemek bitince “hesap” demeye kalmadan ters ters bakarak “cash or credit” lafını öyle bir yapıştırıyor ki genç kız, resmen insan ürperip tırsıyor.

“Eh be güzelim” diyorum; tabii ki arkasından,

“Sen buralarda harcanıyorsun. Senin yerin gümrükte polis memuru olmakmış!”

Gülümsüyoruz. Ne yalan söyleyeyim, bu sefer fazla bahşiş vermek gelmiyor içimden, yine de 6 Lei bırakıyoruz, bir adet otobüs bileti parası… O da azıcık kibar olsaymış, çok bile bence…

Çıkışta hava serin. Parkın dışından eve doğru yürüyoruz. Bu şehirde her yer park gibi geliyor bana. Hep ağaç, hep yeşil! Ah yaa, bizde niye böyle olmamış, nasıl kıymışlar câanım ağaçlarımıza…

Eugen Doga Sokağı

Beşinci bölümde “Doğa Sokağı, Türk Sokağı “olarak adlandırıldığını internetten okuduğum sokaktan bahsetmiştim. Biraz araştırma yapınca sokağın adının Türkçe “doğa” dan gelmediğini fark ediyorum ve hemen düzeltiyorum efendim. Sokağın gerçek adı “Eugen Doga Sokağı”

Çoğumuzun bildiği, “Gramaphone Waltz “ adlı hayran olunası eseri ve yüzlerce senfoniyi, film müziğini, operaları bestelemiş bir sanatçı Eugen Doga. İşte o şahane vals…


Doğrusu hep dinlerdim ama bestecisine hiç dikkat etmemiştim bugüne kadar. Belki de sanatçıyı tanımak için Moldova’ya gitmem lazımmış!

Eugen Doga, 1937 Moldova doğumlu, şu anda 87 yaşında. Bir müzik dehası olarak bilinen sanatçının Atatürk’e hayran olduğu ve “Keşke bizim de böyle bir liderimiz olsaydı…” dediği de kayıtlara geçmiş. 2018 yılında Atatürk için bestelediği bir eserini Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde NHKM’de seslendirmiş.

Bu, Kşinev’in ilk trafiğe kapalı caddesine 2015 yılında sanatçının adı verilmiş. Caddenin girişinde, aşıklara adanmış şahane bir heykel var. 2023 yılında da bizim TİKA, Kşinev Belediyesi ile işbirliği yaparak sokağı yenilemiş.

Daha önce de belirtmiştim, girişte

“Bu Sokak, Türk Halkından armağandır” yazıyor. 


Her ne kadar ülkede Türk olduğumuzu duyanlar dostça yaklaşmasa da yüce gönüllülüğümüzle gurur duymamız lazım.

Girişte şahane aşıklar heykeli, yerdeki taşlar piyano tuşları şeklinde dizayn edilmiş. Sokağın isminin anlamıyla uyumlu olduğunu bu yazıyı yazarken fark ediyorum.

Sağlı sollu şık restoranlar, barlar var…  Ağaçların arasındaki zarif ışıklar, banklar huzur veriyor. Sakin ve keyifli bir sokak. Arka planda sokak müzisyeninin verdiği konserin sesi…


TİKA, madem böyle güzel sokaklar yapabiliyor, keşke mesela Taksim’e de yapsa bir tane diye düşünmeden edemiyor insan. Bence dizayn Moldova Belediyesi’nindir, para da bizden çıkmıştır. Sanki, ne bileyim; öyle gibi…

“Peki kim bu TİKA? Niye el alemin ülkesinde sokak yenilemeye para harcıyor ki? “ sorusu elbette benim gibi meraklı birinin aklına takılıyor. Efendim işte yanıtı:

TİKA- Türk İş Birliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı

Böyle afili bir açıklaması var TİKA’nın. Daha önce hiç duymamıştım. 1991’de SSCB dağılınca tarihi kültürel bağlarımızın olduğu Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan gibi devletlerle kültürel, sosyal ve ekonomik çalışmalar yapsın diye kurulmuş TİKA. Yıl 1992. O dönemlerde başbakanlığa bağlı çalışıyormuş.

Hatta Moldova’da Gagavuz Türkleri’nin yaşadığı bölgede Atatürk Kütüphanesi açmışlar, Atatürk büstü yapmışlar. Bu çalışmalar elbette güzel. Ama Kşinev’de bu sokağın yenilemesini neden yapmışlar pek anlayamadım önce.

Meğer TİKA’nın organizasyon yapısı 2011 yılında yeniden yapılandırılmış. Bir KHK ile gücüne güç katılmış TİKA’nın. Her yıl daha çok ülkede ofis açılmış, dev bir organizasyon olmuş. Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar bilin bakalım kaç ofisi var TİKA’nın? Evet bilemediniz tabii ki. Bugün 61 ofisle 170’den fazla ülkede faaliyet gösteriyormuş. Bir çeşit reklam ajansı gibi ama bence hayır kurumu gibi…  Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı ve özel bütçeli bir kuruluş… Kendi deyimleriyle Anadolu’dan dünyaya uzanan gönül köprüleri kurmuşlar…

Neler yapıyor TİKA?

Mesela Afganistan’da meslekî eğitime destek vermişler. Daha 4 gün önce yayınladıkları habere göre Moldova’da bir okulun spor salonunu yenilemişler. “TİKA, Moldova’nın eğitim alt yapısını modernize etmeye devam ediyor” diye yeni bir haber daha var…  Mesela Cezayir’de çiftçilere destek olmak için tarım atölyeleri kurmuşlar. Somali’de hayvancılığa destek vermişler. Güney Kore’de iftar vermişler. Gürcistan’da yumurta ve tavuk üretimini desteklemişler. Kuzey Mekedonya’da uluslararası izcilik kampına destek vermişler. Kolombiya’da süt ürünleri işleme tesisi kurmuşlar. Hatta Roma’da 500 kişiye iftar bile vermişler! Yaaa! Daha neler neler Seyşeller’de bile bir hastaneye tadilat yapmışlar. Bu enteresan yardımların hepsine TİKA’nın sitesinden bakabilirsiniz.

Çok şaşırdım diyemeyeceğim. Bunlar olabiliyor artık.  İnsan imreniyor tabii ki, hani keşke bizim ülkemizde de bir ajans olsa ve böyle şeyler yapsa diye… Yani şimdi Moldova’nın parası bizim paramız TL’nin iki katı değerliyken onların okullarına laboratuvarlar falan açmış TİKA.

Ne diyeyim; bir şey demeyeyim.

Bu TİKA’nın bütçesi ne acaba?

Tamam tamam kapatıyorum konuyu. Yazı güya gezi yazısıydı, bir sokak isminden nerelere geldik! Gezince neler neler öğreniyor insan yahu! Keşke daha çok gezmeye fırsatımız olsa dimi ama…

Neyse işte, eve geliyoruz. Elimde, yüzümde ve kolumda sert sivilce gibi bir şeyler çıkmış. Demek yerel yemekleri denesem neler olacaktı… Allahtan bu yaz çokça alerji olduğum için yanımda ne olur ne olmaz diye kurtarıcı “Allerset” getirmişim, sabaha bir şeyciğim kalmıyor.

Öyle de güzel uyutuyor ki bu hap…

ARKASI YARIN…

Kşinev yazılarının hepsi burada

   


Devamını Oku

23 Ekim 2024 Çarşamba

Kşinev Gezi Hikâyem #7 – Üçüncü Gün, Puşkin Müzesi Heyecanı

Bugün günlerden 12 Ekim Cumartesi.

Böyle bir cümleyle giriş de “Kendini gezgin sanan kişinin seyir defteri” gibi bir giriş oluyor ama ne yalan söyleyeyim pek havalı…

Güne Başlayış

Moldova hava durumuna bakıyorum; dün sonbaharın en sıcak son günüymüş. Ne şanslıyız. Bu sıcak günü göl kenarında ve parklarda değerlendirdik.

Dünün aksine bu sabah hava kapalı. Ben böyle 13-14 dereceli, bulutlu, kapalı havaları severim. Yağmur yağmazsa şahane. Çok heyecanlıyım; çünkü bu şehirde en çok görmek istediğim yer olan Puşkin Müzesine ve dün giremediğimiz tarih müzesine gitmeyi planlıyoruz. Umarım bugün su gibi akar…

Bileğimin ağrısı oldukça şiddetli. Bu nedenle kahvaltıdan sonra evden iki gibi ancak çıkabiliyoruz. Motive olmam uzun sürüyor. Merhem, eft, masaj; hiçbiri bana mısın demiyor. Yormaya devam bakalım…

Serin havada günün renkleri sanki romantik bir filtreden geçmiş gibi; çok hoş… Bir de rüzgâr olmasa. Aslında 14 derece üşütücü bir sıcaklık değil ama rüzgâr kötü ısırıyor. Tişört ve montla çıkmıştık; dönüşte svetleri de almak lazım. İstikamet Puşkin Müzesi, eve sadece 600 metre uzaklıktaymış. Rahatlıkla gidebiliriz, bir şairin bir dönem yaşadığı evi göreceğim için çok ama çok heyecanlıyım.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin! Sadece isminin tınısı bile kulağa ne kadar hoş geliyor. Rusya’nın ulusal şairi, oyun yazarı, romancısı, Modern Rus Edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen sanatçının bir dönem sürgünde yaşadığı evi gezme şansı… Müthiş hissediyorum.

1799 yılında Moskova’da doğmuş Puşkin. Günümüzden 225 sene önce… 1837’de bu dünyadan göçmüş. Sadece 38 sene yaşamış ve bir aşk düellosunda savaşarak ölmüş…  Kendisi, Çarlık Rusya’sında soylu bir ailenin çocuğu. Fransız mürebbiyelerle falan eğitilmiş. Aristokrat çocuklarının okuduğu, dış dünyadan kopuk bir okulda okumuş. Soylulara yakışan bir meslek ve unvan edineceğine daha lisedeyken başlamış hiciv içeren özgürlükçü şiirler yazmaya… İçi asiymiş demek ki!

 Hem de o dönem şiirde kullanılmayan kaba ve gündelik dil ile. Yani düşünsenize; aile ne hayallerle Rus Çarı’nın açtırdığı özel ve halktan yalıtık okula göndermiş çocuğu. Çocuk, Rus şiirinde ilk kez halkın hayranlıkla karşıladığı özgürlükçü ve taşlamalı şiirler ve hikayeler yazan bir şair olup çıkmış! Bu ne yaman çelişki değil mi! Su akıyor, bir şekilde yolunu buluyor.

 Dış işleri bakanlığında çalışırken şiirleri halk içinde yayılmaya başlamış Puşkin’in. Rusya’daki askerî yönetime karşı çıkan şiirlerinde ne klasik şiirin kuralları var ne de Romantik etkiler! Gerçekçi!

Gerçekçi ve eleştirel yazan sanatçıların başına böyle rejimlerde ne gelir? Evet bildiniz, cezalandırılırlar! 

Puşkin’e de önce başkente girme yasağı getirilmiş dört sene boyunca. Köyünde sürgün yaşama mahkûm edilmiş, başına da gardiyan olarak babasını görevlendirmiş Çar. Polis baskınları, aşk serüvenleri derken sürgün yıllarında romanlar ve sivil özgürlükler hakkında şiirler yazmış. Çar Sibirya’ya sürgüne göndermek istemiş sonra, araya tanıdıklar falan girmiş de Moldova’ya göndermişler nihayetinde. 1820’den sonra 3 yıl yaşamış günümüz Moldova’sında. Bu sürgün döneminde 160’tan fazla eser yazmış.

Puşkin Müzesi

Caddeden ara sokağa kıvrılarak sapa bir yola giriyoruz ve kolayca buluyoruz müzeyi. Büyük bir bahçe içinde uzun, önündeki kaldırım taşlarının da döneme uygun bir şekilde düzenlendiği bir yer. Bir sürü kapısı var ama içeriye nereden girildiği belli değil. Kare şeklindeki yerleşkenin paralel sokağa bakan arkasına dolanıyoruz. Oldukça ıssız sokakta demir kapıyı buluyoruz nihayet. Üzerinde kırmızı halkalar şeklinde boyanmış bir kağıdın, ortasında  adeta saklanmış mini minnacık zil! Güçlükle fark ediyoruz,  neredeyse geri döneceğiz!

Bu Moldovalılar kapı girişleri ve ziller konusunda gerçekten tuhaflar. Saat 15:15; müze de 16:00’da kapanıyormuş. Bir kadın kapıyı açıyor ve merkezi bir avluya giriyoruz. Kadın düzgün bir İngilizce ile sadece 15 dakika kaldığını söylüyor, anlamıyoruz neden öyle diyor. Kalan yarım saatte makyajını mı tazeleyecek acaba? “Giriş kapısını bulamadık” diyorum, gülümsüyor. İnsan “kapı şurada” gibi bir şeyler yazar, ne bileyim ok falan çizer. Neredeyse 10 dakika kaybettik içeriye girene kadar. Dedim ya, tuhaflar ve biraz da takmıyorlar gibi, telaşsızlar… Kapıdan dönsek umurlarında mı sanki…

Oh be nihayet girebiliyoruz bir müzeden içeriye. Geniş bir bahçede upuzun bir bina L şeklinde uzuyor ve bir de müştemilat gibi küçük bir ev var. Puşkinciğimiz bu küçük evde yaşamış meğer…

Giriş kişi başı 10 Lei, cep telefonuyla fotoğraf çekmek için ilave 10 Lei daha alıyorlar. Fiyatlar neredeyse bedava gibi…

Bizi karşılayan kadın, aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyunca Türkçe konuşmaya başlıyor. Gagavuz Türklerinden olabilir kendisi. Haftada iki gün Türkçe rehberlik hizmeti veriyormuş ama bugün o günlerden değilmiş. Mutlaka bir daha gelmeliymişiz. Bu ısrarın ve Türkçe konuşmasının arkasında sanki biraz para kokusu alıyorum, biraz da ürküyorum açıkçası. Manavda Türkçe kazıklanma hikayemiz çok yeni çünkü. İyi ki de rehberlik etmedi bence…  

Çok alçak tavanlı bir bina burası. Diğer müzelerde olduğu gibi odalardan odalara geçiliyor. Girişte Puşkin’in heykeli…


Duvarlar canlı yeşile ve maviye boyanmış, yerlerde bizimkilere benzeyen desenlerde kilimler.

Camlı bölmelerde Puşkin’in el yazısıyla yazılmış yazıları, eskizleri çok etkileyici. Bazı yazıların yanına insan suretleri çizmiş.


 Bir oturma odası, bir piyano, heykeller, sanatçının kullandığı objeler, resimler…


Ama anlamak pek de kolay değil. Neden? Çünkü yazılar İngilizce değil! Sadece bakıyor ve müzenin ruhunu hissetmeye çalışıyorum. Çok etkileyici, bir de anlasam ne hoş olurdu kim bilir…

Uzun bina bitince bahçede, şairin yaşadığı asıl binaya yani müştemilat gibi olana giriyoruz. Girişte küçücük bir oda, alçak tavanlı… Sağ tarafta dar bir yatak, duvarda soba, ortada bir çalışma masası, mütevazı bir koltuk, yerde desenli kilimler.





 Odanın çıkışında üzerinde ibrik olan bir el yıkama yeri, arkada küçük bir mutfak.  Hepsi bu…  


Yazar, Eugene Onegin adlı romanını bu evde yazmaya başlamış. Ben henüz okumadım bu kitabı, ilk fırsatta almalıyım.  Yüzbaşı’nın Kızı romanı’nı ise çok sevmiştim. Çok mutlu oluyorum bu deneyimi yaşadığım için. Bir Rus Klasik yazarının evindeki havayı soludum, böyle güzel nice deneyimlerim olsun...

Müzeden çıkınca eve uğrayıp svetlerimizi alıyoruz. Rüzgâr gerçekten de çok soğuk hissettiriyor.

 ARKASI YARIN…

Kşinev yazılarının hepsi burada…

   


Devamını Oku

20 Ekim 2024 Pazar

Kşinev Gezi Hikâyem #6 – İkinci Gün, Müzeye Giremeyiş ve Parklar

Bugün günlerden 11 Ekim ve gezinin ikinci gününe ancak gelebildik.

Güne Başlayış

Ayak bileğimin sızısı ile uyanıyorum. Ağrı kesici merhemler bana mısın demiyor, üzerine basmak neredeyse imkânsız gibi. Eft yapıyorum el yordamıyla, ne olur diyorum, canım ayak bileğim diyorum, ne olur bugün de beni taşı… Yeni bir ülkeye gelmişken, biraz etrafı görmeme izin ver lütfen…

Şahane ev kahvaltısından sonra vakit biraz öğleni geçerken evden çıkıyoruz. Bilek bandajı takıyorum, neyse ki yanımda getirmiştim. Çantamda ağrı kesici merhem de var; çok sızlarsa süreceğim, yapacak bir şey yok artık; dayanabildiğim kadar… Tişört giyiyorum ama belime de ince montumu bağlamayı ihmal etmiyorum, ne olur ne olmaz.  Hava gerçekten harika. Yılın son sıcakları muhtemelen. Ağaç altları gölgeli, güneş gören yerler yaz gibi. Şehirde neredeyse insandan çok ağaç olduğu için dengeler mükemmel.

Müzeye Giremeyiş

Bugün hedefimiz Ulusal Tarih Müzesi’ne gitmek. Yine yolumuz Central Park’tan geçiyor. Kısa bir yürüyüşten sonra müzeye geliyoruz. Geniş merdivenlerle çıkılan büyük bir bina ve bahçesi de var. Dış kapıdan girişte, merdivenlerin başlangıcında yavrularını emziren bir kurt heykeli karşılıyor bizleri. Bizim “kurt partisi” buna ne der bilmiyorum. Destanlar ortak mı yoksa, hiçbir fikrim yok.


Bina gerçekten de heybetli. Önümüzdeki merdivenlerin tam da yarısını çıkmışken, müze bekçisi olduğunu tahmin ettiğim yaşlı adam “müze kapalı” anlamına gelecek şekilde kollarını çapraz yapıyor, muhtemelen Rumence bir şeyler söylüyor. İngilizce “Ne zaman açılacak?” diyoruz, anlamıyor. Yine bir şeyler anlatıyor kendi dilinde. Haydaaa! Sonra kapının camına asılmış yazıyı gösteriyor. Yazı da Rumence. İnternet de yok ki nasıl çevirelim şimdi? Wifi’ye bakıyorum bir umut. Evet müzenin internetine bağlanabiliyoruz, şifre falan istemiyor. Google Translate sağ olsun, fotoğrafını çektiğim yazıyı hemen çeviriyor.

“10 Ekim’de müzeye yapılan bomba ihbarı nedeniyle müzemiz 11.10.2024 tarihinde hizmet veremeyecektir. “

Peki yarın açık olacak mı?

Google Translate’e bunu yazıp gösteriyoruz yaşlı bekçiye, anladığı için seviniyor. “Evet” anlamına gelen hareketler yapıyor. Bir turist daha var, O da bizim gibi yazıp gösteriyor muhtemelen benzer soruyu.

Adam konuşamadığı için çok rahatsız olmuş demek ki, içeriden rehber olduğunu tahmin ettiğim birini çağırıyor. O kişi de bizlere Google Translate’ten öğrendiklerimizi tekrar ediyor. Tam dönecekken bu sefer müze müdürü olduğunu tahmin ettiğim, daha prezantabl, daha akıcı konuşan başka biri geliyor yanımıza ve dün bir bomba ihbarı olduğunu, aslında yapılan kontrollerde bir şey çıkmadığını ama prosedür gereği 24 saat hizmet veremeyeceklerini çok nazikçe ve güler yüzle anlatıyor. Ülkede gördüğüm en kibar kişi bu beyefendi olabilir… 

Cumartesi gezebilirmişiz müzeyi.

20 Ekim’de Moldova’da Avrupa Birliği’ne giriş için referandum ve aynı zamanda başkanlık seçimleri var. Buna engel olmak isteyen Rus yanlılarının provokasyonu olabilirmiş bu bomba ihbarı. Sonradan okuduğuma göre aynı gün bir üniversiteye de bomba ihbarı yapılmış.

Her şeyde bir hayır var diyorum, dün yakınından geçip vazgeçmiştik müzeye girmekten. Ya biz müzedeyken bomba ihbarına denk gelseydik! Ne panik olurduk kim bilir, anlamazdık belki de olan biteni… Şanslıyız demek ki…

Valea Morilor Parkı, 218 Basamak ve Küçük Prens


Madem müzeye giremedik, o zaman adına benim “Göllü Park” dediğim Valea Morilor Parkı’na gitmeye karar veriyoruz. Hazır hava da güzelken, ülkede görülmesi gereken önemli bir yere de gitmiş oluruz. Zaten meteorolojiye göre kalan iki günümüzün serin ve bulutlu, belki de yağmurlu geçeceğini biliyoruz.

Dinlene dinlene yürüyoruz parka doğru. Bileğim mi? Evet zorluyor, ama dayanmaya çalışıyorum. Ağrı eşiğim çok yüksek, farkındayım…

Geçtiğimiz yollar yine muhteşem. Devasa ağaçlar, şahane binalar… Şehrin her yeri mi böyle acaba? Sanki binaların arasına ağaç dikmemişler de ağaçların arasına bina yerleştirmişler gibi. Nihayet devasa bir binanın kenarından parka giriyoruz.

Ve evet bingo! Parka ve daha doğrusu göl kenarına inmek için bizi 218 adet basamak bekliyor!

Önce duraksıyorum, gözüm yemiyor. Ama bakıyorum merdivenler dik değil, basamaklar yirmişerli gruplanmış, arada dinlenecek geniş mesafeler de var. Üstelik aşağıda bizi nefis bir göl ve ormanımsı park bizi bekliyor.

İniyorum evet, kendime meydan okuyor ve başarıyorum!

Valea Morilor Parkı Tarihi

Yine komünizm zamanında 1950’lerde Lenin Komsomol adıyla bir dinlenme ve kültür merkezi olarak inşa edilmiş burası. Elleriyle kazımışlar gölü adeta, alet falan pek kullanmamışlar. Moldova bağımsızlığını kazanınca da tahmin edeceğiniz üzere parkın adı değişmiş. Bugünkü adı olan ValeaMorilor, Değirmenler Vadisi anlamına geliyormuş. Bu parktan 2009 yılında bir mamut iskeleti de çıkmış. Biz denk gelmedik ama diğer merdivenlerden yapay şelaleler de akıyormuş. 34 hektarlık alana yayılan  parkın dört tane de girişi varmış. Parkın içinde 6700 koltuk kapasiteli Avrupa’nın en büyük açık hava tiyatrosu da bulunuyormuş.

Bu Ruslar güzel şeyler yapmışlar zamanında, kim ne derse desin… Bugünkü yöneticisi kötü olabilir ama ben seviyorum eski zamanlarını. 

Sol tarafta pırıl pırıl bir göl, gölün yanında koşu ve yürüme yolu, sağ tarafta ise ağaçlar ve aralarında daha dar yollar… Sağdaki ağaçların arasına giriyoruz. Biraz ilerleyince küçük bir meydan ve yerde büyük bir satranç tahtası ile büyük büyük satranç taşları karşılıyor bizi. Etrafına izleyiciler için banklar konulmuş. Banklarda oturanlar var, bazıları gözlerini kapatmış doğayı dinliyor


Sincaplar ve Kargalar

Yine nefis ağaç kokusu geliyor burnuma. Oturup sızlayan bileğime merhem sürüyorum. Belki temiz havada azalır ya ağrısı, ha gayret...

Yürümeye devam ederken az ileride bir sincap görüyoruz. Kahverengi. Biraz daha yürüyünce siyah sincap geçiyor ağaçların arasından. Yerlerde meşe palamutları. Bir karga ağaca çıkıp ağzındaki cevizi yere atıyor, sonra inip bakıyor kırılmış mı diye. Kırılmadığını görünce tekrar konuyor dallara ağzındaki cevizle. İkinci kez tekrar atıyor yere. Gidip ayağımızla kırıyoruz cevizi ve atıyoruz karganın önüne. Keyifle yiyor kerata… Adeta belgesel sahnesi gibi bu gördüklerim, mest oluyorum.

Dönüşte o merdivenler nasıl çıkılacak peki? Bir banka oturup bileğime tekrar Naprosyn sürüyorum. Bu ilaç da süre süre etkisini mi yitirdi nedir? Zorluyor meret. Göl kenarında biraz daha yürüyoruz, köşede insanların fotoğraf çektiği şahane bir heykel var. 


Şık küçük bir popcorn arabası ve küçük pastalar satan daha önce de gördüğüm Sandra büfe… Yazın burada yüzüyormuş da insanlar, biraz yürüyünce yapay bir kumsal görüyoruz. Gölde bisiklet sürenler var, balık da tutuluyormuş. Şahane bir dinlenme alanı… Bizim  Abant  Gölü de böyle sakin kalabilirdi. Kim bilir ne kadar işletme, otel, kebapçı açmışlardır Abant'ın yanına... Ay ay ay, memleketim güzel de işte insanlarda sıkıntı var... Geçenlerde Zülfü Livaneli de söylüyordu, eğri oturup doğru konuşmak gerekirse bizim halkta var sıkıntı... Yalan mı? 

Merdivensiz Çıkış Yolu ve Küçük Prens

Bileğim kötü…

Tam bunu düşünürken bebek arabalı bir kadın görüyorum ve beynimde bir şimşek çakıyor. Evet ya, bu bebek arabası bu parka düz bir yoldan girmiş olmalı! Biraz daha yürüyelim bakalım, eğim de azaldı üstelik. Sanki yüksekten yol seviyesine indik gibi. Bu düşünceyle sevinirken aklıma daha önce okuduğum, bu parktaki gölün kanar korkuluklarından birinde konuşlanan mini minnacık Küçük Prens Heykeli geliyor. Tam bunu düşünürken sol tarafıma bakıyorum. Göl kenarındaki demir korkulukların üzerindeki topuzlarda bir değişiklik fark ediyorum. Üstelik gölle aramda neredeyse 5-6 metre uzaklık varken görüyorum bu detayı. Evet bu değişiklik de KüçükPrens’in heykeli değil miymiş…


 İşte mucize! Kocaman göl kenarında küçücük heykeli aklıma gelir gelmez görmek!  Çocuklar gibi seviniyorum. Moldova’nın en küçük anıtı kendisi. Sadece 11.5 cm yüksekliğinde. Memleketi B-162 asteroidi üzerinde duruyor üstelik.

Bir fotoğrafını alırız bu şeker şeyin bugünün anısına. Belki de bir mesajdır bu sürpriz bana evrenden, belki bileğimin sızısı da iyileşir!

Bonjour Cafe ve Merkeze Otobüs ile Dönüş

Biraz daha yürüyünce artık yol seviyesine iniyoruz, işte bebek arabaları buradan geliyormuş. Parkın başka bir caddeye çıkışı var. Böylece parkın düz girişini de bulmuş oluyoruz.

Bonjour Cafe ve başka kafeler görüyoruz.

Oturuyoruz Bonjour'a. Konsept yine aynı. Tatlı ve kısık sesli bir Fransızca şarkı. Küçük tahta masalar, ağaçtan ağaca asılan retro sarı ampuller… Geldiğimiz yoldaki sessiz ormanın yerini burada daha hareketli ve enerjisi yüksek bir şehir parkı havası alıyor. Lattelerimizi içiyoruz. 25- 30 Lei gibi ulaşılabilir fiyatlar herkese hitap ediyor. Koşanlar, patene binenler… Ama insan sesi yok. Yol kenarında bir kadın, kapalı plastik bir kabın içinde haşlanmış mısır satıyor sessizce. Bir küçük kız çocuğu önüne koyduğu oyuncaklarını satıyor. Bana da satmaya çalışıyor, “İngilizce biliyor musun?” diyorum, “No” diyor ve gülümseyerek “Bay baay” diyor.

Daha önce de söylemiştim, sokak köpeği sayısı çok az bu şehirde. Genelde insanların elinde birbirine benzeyen çok küçük ırklı köpekler var. Bonjour Cafe’ye konuşlanmış kahverengi, küpeli bir sokak köpeği görüyoruz. Kruvasan yiyenlerin yanına gidip kuyruğunu sallıyor. Profesyonel dilenci gibi hal ve tavırları. Hani olur ya, git dersin gitmez, bir şey versen de devamını isteyen profesyonel dilenciler vardır, aynı onlara benziyor. Verilen kruvasanı yiyor ama yine de uzaklaşmıyor. Meslek edinmiş sanki isteyip yemeği… Aç olduğundan değil de yaşam tarzı bu bence. Bohem köpek!

Burası da bu bölgenin parkı gibi. Lviv’den tanıdığım Lviv Vişne Likörcüsünün şubesini görünce çok seviniyorum, merkezde tiyatronun orada da vardı bir şubesi, mutlaka gitmeli…

Artık bileğim isyanlarda… Yürüyerek merkeze dönmem gerçekten de imkânsız. Gençten birine otobüs durağı soruyoruz. İleride Tik Tok Kebab’ın karşısında diyor. Bu kebapçı muhtemelen arap. Önünden geçince anlaşılıyor. Zaten kebap yerine kebab yazmış!

Büyük bir durağa geliyoruz. Bir kadına maps.me haritasından göstererek Stefan Cel Mare caddesine nasıl gideceğimizi soruyoruz. 4 Numara diyor. Biraz bekledikten sonra 4 Numaraya biniyoruz. İçerisi kalabalık. Yine bir biletçi var, elle para topluyor. Bu kadar kalabalık, üstelik arkadan ve ortadan binilen otobüste bu işi nasıl yapıyor, gerçekten anlamıyorum. İlk akşam kazıklamaya kalkan biletçinin aksine bu adam gariban birine benziyor. Bizi görmüyor nitekim. Para vermesek öyle ineceğiz. Ama elbette içim elvermiyor, adama işaret ediyorum ve bu sefer parayı tam veriyoruz. İki kişilik 12 Lei. Böyle şeylerden çok çekinirim ben. Yaklaşık 4 ya da 5 durak sonra iniyoruz Central Park’ın oralarda.

İkinci Akşam

Parkta hummalı bir hazırlık var. 14 Ekim Kşinev Azizler Günü hazırlıkları… Bu da bizim şansımıza, yine bir bayrama denk geldik. Meydana büyük bir sahne kuruluyor. Parkın girişinde saman balyaları, renk renk kabaklar, kilimler… Sanki tarım ağırlıklı gibi hazırlıklar. Park yine cıvıl cıvıl. Pent House Cafe’nin oradan bir müzik sesi geliyor. Geneli yaşlı bir grup insan neşe içinde dans etmekte. İçime mutluluk doluyor. Kadın kadına dans eden yaşlılar da var. İki erkek çocuk, birbirinden epey mesafeli de olsa el ele tutuşmuş dans ediyor. Bakıyorum bir örnek eşofmanlarının arkasındaki yazıya; Artvin Folklor Derneği… Demek bunlar da yarışmaya gelmiş ve dansçı oldukları için kaptırmışlar kendilerini müziğin ritmine. Kente şimdiden bayram havası hakim olmuş, coşku hissediliyor.

Ayağım fena…

Yavaş yavaş eve doğru yürüyoruz. Harika bir gün geçirmişiz. Göllü park, sokaklar, müzikler, içilen kahveler…

Evden getirdiğim ton balığı ve marketten aldığımız kestane mantarıyla yapacağımız makarna var menüde. Çok acıkmışım.

Bileğimin sızısından duramıyorum artık. Eve gelmek çok iyi oldu. C Müziği açıyorum televizyondan. Klasik müziklere klipler çekmişler, harika… Bir de sıcak çay ile…

Sonra internetten Kşinev Günü bayramının bu sene 13-14 Ekim’de iki gün kutlanacağını öğreniyoruz. Bu bir dini bayram ama konserler ve çeşit çeşit etkinlikler olacakmış. Tatilin bu zamana denk gelmesi gerçekten harika.  Amaa, yarın öğleden sonradan itibaren Stefan Cel Mare’de pek çok yol salı sabahına kadar kapalı olacakmış. Umarım pazartesi günü havaalanına gitmekte zorlanmayız…

ARKASI YARIN…

Kşinev yazılarının hepsi burada…

 


Devamını Oku