Bugün günlerden 11 Ekim ve gezinin
ikinci gününe ancak gelebildik.
Güne
Başlayış
Ayak bileğimin sızısı ile
uyanıyorum. Ağrı kesici merhemler bana mısın demiyor, üzerine basmak neredeyse
imkânsız gibi. Eft yapıyorum el yordamıyla, ne olur diyorum, canım ayak bileğim
diyorum, ne olur bugün de beni taşı… Yeni bir ülkeye gelmişken, biraz etrafı
görmeme izin ver lütfen…
Şahane ev kahvaltısından sonra
vakit biraz öğleni geçerken evden çıkıyoruz. Bilek bandajı takıyorum, neyse ki
yanımda getirmiştim. Çantamda ağrı kesici merhem de var; çok sızlarsa süreceğim,
yapacak bir şey yok artık; dayanabildiğim kadar… Tişört giyiyorum ama belime de
ince montumu bağlamayı ihmal etmiyorum, ne olur ne olmaz. Hava gerçekten
harika. Yılın son sıcakları muhtemelen. Ağaç altları gölgeli, güneş gören
yerler yaz gibi. Şehirde neredeyse insandan çok ağaç olduğu için dengeler
mükemmel.
Müzeye
Giremeyiş
Bugün hedefimiz Ulusal Tarih
Müzesi’ne gitmek. Yine yolumuz Central Park’tan geçiyor. Kısa bir yürüyüşten
sonra müzeye geliyoruz. Geniş merdivenlerle çıkılan büyük bir bina ve bahçesi
de var. Dış kapıdan girişte, merdivenlerin başlangıcında yavrularını emziren
bir kurt heykeli karşılıyor bizleri. Bizim “kurt partisi” buna ne der
bilmiyorum. Destanlar ortak mı yoksa, hiçbir fikrim yok.
Bina gerçekten de heybetli.
Önümüzdeki merdivenlerin tam da yarısını çıkmışken, müze bekçisi olduğunu
tahmin ettiğim yaşlı adam “müze kapalı” anlamına gelecek şekilde kollarını
çapraz yapıyor, muhtemelen Rumence bir şeyler söylüyor. İngilizce “Ne zaman açılacak?”
diyoruz, anlamıyor. Yine bir şeyler anlatıyor kendi dilinde. Haydaaa! Sonra
kapının camına asılmış yazıyı gösteriyor. Yazı da Rumence. İnternet de yok ki
nasıl çevirelim şimdi? Wifi’ye bakıyorum bir umut. Evet müzenin internetine
bağlanabiliyoruz, şifre falan istemiyor. Google Translate sağ olsun,
fotoğrafını çektiğim yazıyı hemen çeviriyor.
“10 Ekim’de
müzeye yapılan bomba ihbarı nedeniyle müzemiz 11.10.2024 tarihinde hizmet
veremeyecektir. “
Peki yarın açık olacak mı?
Google Translate’e bunu yazıp
gösteriyoruz yaşlı bekçiye, anladığı için seviniyor. “Evet” anlamına gelen
hareketler yapıyor. Bir turist daha var, O da bizim gibi yazıp gösteriyor
muhtemelen benzer soruyu.
Adam konuşamadığı için çok
rahatsız olmuş demek ki, içeriden rehber olduğunu tahmin ettiğim birini
çağırıyor. O kişi de bizlere Google Translate’ten öğrendiklerimizi tekrar
ediyor. Tam dönecekken bu sefer müze müdürü olduğunu tahmin ettiğim, daha
prezantabl, daha akıcı konuşan başka biri geliyor yanımıza ve dün bir bomba
ihbarı olduğunu, aslında yapılan kontrollerde bir şey çıkmadığını ama prosedür
gereği 24 saat hizmet veremeyeceklerini çok nazikçe ve güler yüzle anlatıyor.
Ülkede gördüğüm en kibar kişi bu beyefendi olabilir…
Cumartesi gezebilirmişiz müzeyi.
20 Ekim’de Moldova’da Avrupa
Birliği’ne giriş için referandum ve aynı zamanda başkanlık seçimleri var. Buna
engel olmak isteyen Rus yanlılarının provokasyonu olabilirmiş bu bomba ihbarı.
Sonradan okuduğuma göre aynı gün bir üniversiteye de bomba ihbarı yapılmış.
Her şeyde bir hayır var diyorum,
dün yakınından geçip vazgeçmiştik müzeye girmekten. Ya biz müzedeyken bomba
ihbarına denk gelseydik! Ne panik olurduk kim bilir, anlamazdık belki de olan
biteni… Şanslıyız demek ki…
Valea
Morilor Parkı, 218 Basamak ve Küçük Prens
Madem müzeye giremedik, o zaman
adına benim “Göllü Park” dediğim Valea Morilor Parkı’na gitmeye karar
veriyoruz. Hazır hava da güzelken, ülkede görülmesi gereken önemli bir yere de
gitmiş oluruz. Zaten meteorolojiye göre kalan iki günümüzün serin ve bulutlu,
belki de yağmurlu geçeceğini biliyoruz.
Dinlene dinlene yürüyoruz parka
doğru. Bileğim mi? Evet zorluyor, ama dayanmaya çalışıyorum. Ağrı eşiğim çok
yüksek, farkındayım…
Geçtiğimiz yollar yine muhteşem.
Devasa ağaçlar, şahane binalar… Şehrin her yeri mi böyle acaba? Sanki binaların
arasına ağaç dikmemişler de ağaçların arasına bina yerleştirmişler gibi.
Nihayet devasa bir binanın kenarından parka giriyoruz.
Ve evet bingo! Parka ve daha
doğrusu göl kenarına inmek için bizi 218 adet basamak bekliyor!
Önce duraksıyorum, gözüm yemiyor.
Ama bakıyorum merdivenler dik değil, basamaklar yirmişerli gruplanmış, arada
dinlenecek geniş mesafeler de var. Üstelik aşağıda bizi nefis bir göl ve
ormanımsı park bizi bekliyor.
İniyorum evet, kendime meydan
okuyor ve başarıyorum!
Valea
Morilor Parkı Tarihi
Yine komünizm zamanında 1950’lerde
Lenin Komsomol adıyla bir dinlenme ve kültür merkezi olarak inşa edilmiş
burası. Elleriyle kazımışlar gölü adeta, alet falan pek kullanmamışlar. Moldova bağımsızlığını kazanınca da
tahmin edeceğiniz üzere parkın adı değişmiş. Bugünkü adı olan ValeaMorilor, Değirmenler Vadisi anlamına geliyormuş. Bu parktan 2009 yılında
bir mamut iskeleti de çıkmış. Biz denk gelmedik ama diğer merdivenlerden yapay
şelaleler de akıyormuş. 34 hektarlık alana yayılan parkın dört tane de
girişi varmış. Parkın içinde 6700 koltuk kapasiteli Avrupa’nın en büyük açık
hava tiyatrosu da bulunuyormuş.
Bu Ruslar güzel şeyler yapmışlar
zamanında, kim ne derse desin… Bugünkü yöneticisi kötü olabilir ama ben
seviyorum eski zamanlarını.
Sol tarafta pırıl pırıl bir göl, gölün yanında koşu ve yürüme yolu, sağ tarafta ise ağaçlar ve aralarında daha dar yollar… Sağdaki ağaçların arasına giriyoruz. Biraz ilerleyince küçük bir meydan ve yerde büyük bir satranç tahtası ile büyük büyük satranç taşları karşılıyor bizi. Etrafına izleyiciler için banklar konulmuş. Banklarda oturanlar var, bazıları gözlerini kapatmış doğayı dinliyor.
Sincaplar
ve Kargalar
Yine nefis ağaç
kokusu geliyor burnuma. Oturup sızlayan bileğime merhem sürüyorum. Belki temiz
havada azalır ya ağrısı, ha gayret...
Yürümeye devam ederken az ileride
bir sincap görüyoruz. Kahverengi. Biraz daha yürüyünce siyah sincap geçiyor
ağaçların arasından. Yerlerde meşe palamutları. Bir karga ağaca çıkıp ağzındaki
cevizi yere atıyor, sonra inip bakıyor kırılmış mı diye. Kırılmadığını görünce
tekrar konuyor dallara ağzındaki cevizle. İkinci kez tekrar atıyor yere. Gidip
ayağımızla kırıyoruz cevizi ve atıyoruz karganın önüne. Keyifle yiyor kerata…
Adeta belgesel sahnesi gibi bu gördüklerim, mest oluyorum.
Dönüşte o merdivenler nasıl
çıkılacak peki? Bir banka oturup bileğime tekrar Naprosyn sürüyorum. Bu ilaç da
süre süre etkisini mi yitirdi nedir? Zorluyor meret. Göl kenarında biraz daha
yürüyoruz, köşede insanların fotoğraf çektiği şahane bir heykel var.
Şık küçük
bir popcorn arabası ve küçük pastalar satan daha önce de gördüğüm Sandra büfe…
Yazın burada yüzüyormuş da insanlar, biraz yürüyünce yapay bir kumsal
görüyoruz. Gölde bisiklet sürenler var, balık da tutuluyormuş. Şahane bir
dinlenme alanı… Bizim Abant Gölü de böyle sakin kalabilirdi.
Kim bilir ne kadar işletme, otel, kebapçı açmışlardır Abant'ın yanına... Ay ay
ay, memleketim güzel de işte insanlarda sıkıntı var... Geçenlerde Zülfü
Livaneli de söylüyordu, eğri oturup doğru konuşmak gerekirse bizim halkta var
sıkıntı... Yalan mı?
Merdivensiz
Çıkış Yolu ve Küçük Prens
Bileğim kötü…
Tam bunu düşünürken bebek arabalı
bir kadın görüyorum ve beynimde bir şimşek çakıyor. Evet ya, bu bebek arabası
bu parka düz bir yoldan girmiş olmalı! Biraz daha yürüyelim bakalım, eğim de
azaldı üstelik. Sanki yüksekten yol seviyesine indik gibi. Bu düşünceyle
sevinirken aklıma daha önce okuduğum, bu parktaki gölün kanar korkuluklarından
birinde konuşlanan mini minnacık Küçük Prens Heykeli geliyor. Tam bunu
düşünürken sol tarafıma bakıyorum. Göl kenarındaki demir korkulukların
üzerindeki topuzlarda bir değişiklik fark ediyorum. Üstelik gölle aramda
neredeyse 5-6 metre uzaklık varken görüyorum bu detayı. Evet bu değişiklik
de KüçükPrens’in heykeli değil miymiş…
İşte mucize! Kocaman göl kenarında küçücük heykeli aklıma gelir gelmez görmek! Çocuklar gibi seviniyorum. Moldova’nın en
küçük anıtı kendisi. Sadece 11.5 cm yüksekliğinde. Memleketi B-162 asteroidi
üzerinde duruyor üstelik.
Bir fotoğrafını alırız bu şeker
şeyin bugünün anısına. Belki de bir mesajdır bu sürpriz bana evrenden, belki
bileğimin sızısı da iyileşir!
Bonjour
Cafe ve Merkeze Otobüs ile Dönüş
Biraz daha yürüyünce artık yol
seviyesine iniyoruz, işte bebek arabaları buradan geliyormuş. Parkın başka bir
caddeye çıkışı var. Böylece parkın düz girişini de bulmuş oluyoruz.
Bonjour Cafe ve başka kafeler
görüyoruz.
Oturuyoruz Bonjour'a. Konsept yine
aynı. Tatlı ve kısık sesli bir Fransızca şarkı. Küçük tahta masalar, ağaçtan
ağaca asılan retro sarı ampuller… Geldiğimiz yoldaki sessiz ormanın yerini
burada daha hareketli ve enerjisi yüksek bir şehir parkı havası alıyor.
Lattelerimizi içiyoruz. 25- 30 Lei gibi ulaşılabilir fiyatlar herkese
hitap ediyor. Koşanlar, patene binenler… Ama insan sesi yok. Yol kenarında bir
kadın, kapalı plastik bir kabın içinde haşlanmış mısır satıyor sessizce. Bir
küçük kız çocuğu önüne koyduğu oyuncaklarını satıyor. Bana da satmaya
çalışıyor, “İngilizce biliyor musun?” diyorum, “No” diyor ve gülümseyerek “Bay
baay” diyor.
Daha önce de söylemiştim, sokak
köpeği sayısı çok az bu şehirde. Genelde insanların elinde birbirine benzeyen
çok küçük ırklı köpekler var. Bonjour Cafe’ye konuşlanmış kahverengi, küpeli
bir sokak köpeği görüyoruz. Kruvasan yiyenlerin yanına gidip kuyruğunu
sallıyor. Profesyonel dilenci gibi hal ve tavırları. Hani olur ya, git dersin
gitmez, bir şey versen de devamını isteyen profesyonel dilenciler vardır, aynı
onlara benziyor. Verilen kruvasanı yiyor ama yine de uzaklaşmıyor. Meslek
edinmiş sanki isteyip yemeği… Aç olduğundan değil de yaşam tarzı bu bence.
Bohem köpek!
Burası da bu bölgenin parkı gibi.
Lviv’den tanıdığım Lviv Vişne Likörcüsünün şubesini görünce çok seviniyorum,
merkezde tiyatronun orada da vardı bir şubesi, mutlaka gitmeli…
Artık bileğim isyanlarda…
Yürüyerek merkeze dönmem gerçekten de imkânsız. Gençten birine otobüs durağı
soruyoruz. İleride Tik Tok Kebab’ın karşısında diyor. Bu kebapçı muhtemelen
arap. Önünden geçince anlaşılıyor. Zaten kebap yerine kebab yazmış!
Büyük bir durağa geliyoruz. Bir
kadına maps.me haritasından göstererek Stefan Cel Mare caddesine nasıl
gideceğimizi soruyoruz. 4 Numara diyor. Biraz bekledikten sonra 4 Numaraya
biniyoruz. İçerisi kalabalık. Yine bir biletçi var, elle para topluyor. Bu kadar
kalabalık, üstelik arkadan ve ortadan binilen otobüste bu işi nasıl yapıyor,
gerçekten anlamıyorum. İlk akşam kazıklamaya kalkan biletçinin aksine bu adam
gariban birine benziyor. Bizi görmüyor nitekim. Para vermesek öyle ineceğiz.
Ama elbette içim elvermiyor, adama işaret ediyorum ve bu sefer parayı tam
veriyoruz. İki kişilik 12 Lei. Böyle şeylerden çok çekinirim ben. Yaklaşık 4 ya
da 5 durak sonra iniyoruz Central Park’ın oralarda.
İkinci
Akşam
Parkta hummalı bir hazırlık var.
14 Ekim Kşinev Azizler Günü hazırlıkları… Bu da bizim şansımıza, yine bir
bayrama denk geldik. Meydana büyük bir sahne kuruluyor. Parkın girişinde saman
balyaları, renk renk kabaklar, kilimler… Sanki tarım ağırlıklı gibi hazırlıklar.
Park yine cıvıl cıvıl. Pent House Cafe’nin oradan bir müzik sesi geliyor.
Geneli yaşlı bir grup insan neşe içinde dans etmekte. İçime mutluluk doluyor.
Kadın kadına dans eden yaşlılar da var. İki erkek çocuk, birbirinden epey
mesafeli de olsa el ele tutuşmuş dans ediyor. Bakıyorum bir örnek
eşofmanlarının arkasındaki yazıya; Artvin Folklor Derneği… Demek bunlar da
yarışmaya gelmiş ve dansçı oldukları için kaptırmışlar kendilerini müziğin
ritmine. Kente şimdiden bayram havası hakim olmuş, coşku hissediliyor.
Ayağım fena…
Yavaş yavaş eve doğru yürüyoruz.
Harika bir gün geçirmişiz. Göllü park, sokaklar, müzikler, içilen kahveler…
Evden getirdiğim ton balığı ve
marketten aldığımız kestane mantarıyla yapacağımız makarna var menüde. Çok
acıkmışım.
Bileğimin sızısından duramıyorum
artık. Eve gelmek çok iyi oldu. C Müziği açıyorum televizyondan. Klasik
müziklere klipler çekmişler, harika… Bir de sıcak çay ile…
Sonra internetten Kşinev Günü
bayramının bu sene 13-14 Ekim’de iki gün kutlanacağını öğreniyoruz. Bu bir dini
bayram ama konserler ve çeşit çeşit etkinlikler olacakmış. Tatilin bu zamana
denk gelmesi gerçekten harika. Amaa, yarın öğleden sonradan itibaren
Stefan Cel Mare’de pek çok yol salı sabahına kadar kapalı olacakmış. Umarım
pazartesi günü havaalanına gitmekte zorlanmayız…
ARKASI YARIN…
Kşinev yazılarının hepsi burada…