7 Ekim 2024 Pazartesi

Ekonomik Gidişata Karşı Nasıl Ayakta Kalalım?

Hadi bugün alım gücünü falan konuşalım. Ama ahlayıp vahlamadan. Çözüm odaklı yaklaşarak.

Her geçen sene alım gücünün düşmesi, bir mal ya da hizmete ödenen ücretin geçen seneye hatta aya göre pahalılaşması diye bir gerçekle karşı karşıya mıyız?

Evet.

Peki bu her geçen gün daha da pahalılaşan mal ve hizmetlerin kalitesi de aynı oranda artıyor mu?

Hayır.

E bu durumda ne yapacağız?

“Ah, vah… Biz eskiden eskiden, su içerdik testiden. Ne bolluklu zamanlardı, ne bereketliydi. Bir liraya bir kilo portakal alırdık…” şeklinde uzayıp giden nostalji rüzgârına takılıp kalmak bir seçenek tabii ki. İşe yarar mı? Bence geçmişe takılıp kalmanın sonucu fiziksel ya da zihinsel hastalıktır. Bunu ben değil, pek çok uzman da söylüyor. Evet insan ister istemez bugüne göre eski “zengin” zamanları aklına gelince hüzünleniyor. Sonuçta insanız. Ama sağlıklı kalmak için de bu duygu durumunu abartmayıp âna dönmek lazım.

Ânı yaşa felsefesine girmeyeceğim. Zaten konunun uzmanı değilim. Benim derdim, daha çok para verip daha kalitesiz ürün ya da hizmet almakla ilgili… Ne yapmak lazımla ilgili…

Kendine muhalif diyen tv kanalları, ya da sosyal medya yayıncıları her geçen gün alıyor eline bir mikrofon, çıkıyor çarşı pazara “Ay ne kadar pahalı, ay geçinmek çok zor, aman da eski günleri arar olduk…” şeklinde programlar yapıp durumu ortaya seriyor. Tamam anladık da çözüm ne?

Diyeceksiniz ki, çözüm için sistem değişmelidir. Tüketim değil de üretim ekonomisine geçilmelidir. Kaynaklar verimli kullanılmalıdır. Hortumlar kapatılmalıdır. Vs. Vs. Vs.

Bunlara benim de bir diyeceğim yok. Evet zaman içinde bunlar olsun diye bir şeyler yapmak lazım. Seçimlerde mantıklı davranmak lazım. Hepsine tamam diyorum. Ama düzlüğe çıkmak için ne kadar daha beklemem gerekiyor? Sonuçta ben de sıradan bir vatandaşım. Ne gladyatörüm ne de kanaat önderi. O işler bana göre değil. Bana hediye edilen hayatı olabildiğince iyi yaşamaktan başka amacım yok.

Yani derdim bugünümü kurtarmak. Vergimi verdim mi senelerce? Verdim. Kanunlara uydum mu? Uydum. Ben daha ne yapabilirim ? Vatandaş olarak benim yapacaklarım bunlar. Geldiğimiz noktada maalesef koşullar ortada. Suçluyu aramak tamam da, acil çözüm de lazım. 

Durum budur, istersen iç iç kudur ya da yaşamanın yolunu uydur!

 Ne kafiye ama…

Efendim olayı tabiri caizse fazla -cıvıtmadan- esas soruya geliyorum. Bu koşullarda ben; yani sıradan, eskiden orta gelirli olan, şimdilerde gelir skalasını herhangi bir ölçeğe uyduramayan ben ne yapmalıyım? Kimse bana bunun yöntemini göstermiyor. Bütün medya, bütün sosyal medya, kuşatıldığım politik ortam sadece anksiyete yaratmakla meşgul.

Bazıları bu bahsettiğim “muhalif” kanallarda anlatılanları her gün dinleyerek içini şişiriyor. Bense artık bu tuzağa düşmemek için kararlıyım. Çünkü dinleyince bir şey değişmiyor, sadece daha da çaresiz hissediyor insan. O tv ekranında çemkiren adamların ya da kadınların milyonlarca lira kazandığını bilmek zaten onlara inanmamam için başlı başına bir neden. Öte yandan hâlâ Twitter demek istediğim “X” e bakarsak; gerçekten hiçbir şeyin çözümü yok! Çünkü orada da ne kadar etkileşim alırlarsa o kadar para kazanıyor kullanıcılar.  Yani kendi ceplerini doldurmak için veriyorlar gazı sizin benim gibi durumdan rahatsız olanlara… Saçma sapan dipsiz bir kuyuya giriyor, sonra da çıkamıyorsun.

"Bu ahval ve şerait içinde" bazıları yine görece çok paralarıyla çözüm üretmeye çalışıyor.

Örneğin bu yaz tatil için bir Yunanistan rüzgârı esti biliyorsunuz. Sosyal medyada gitmeyeni dövüyorlardı neredeyse. Eski Türkiye’yi yaşamak için, bol bol ve lezzetli yiyecekleri daha ucuza yemek için Yunan adalarını övüp durdular. Ama ne övmek… İyi de güzel arkadaşım; siz Yunan Adaları fiyatlarını Bodrum, Çeşme fiyatlarıyla karşılaştırıp ucuz diyorsunuz. Yahu benim eski Türkiye gündemimde de yoktu ki oralar… Yani bu durumda bir süreliğine cenneti yaşamak için Yunan’a kaçmak da benim gibiler için çözüm değil! Bazıları ise hepten ülkeyi terk ediyor. Tabii ki bu seçeneği de pas geçiyorum.

Pahalılık karşısında bazıları dünyadan umudu kesip bunalıma giriyor ve köşesine çekiliyor. Böyle de olmamak lazım. Bu hayat bize verilen bir hediye çünkü.

O halde ne yapmak lazım?

Ben ne yaptığımı söyleyeyim.

Öncelikle içinde yaşadığım durumu dramatize etmeden ve çok da söylenmeden kabul ediyorum. Yani ben artık dün 5 liraya aldığım kaliteli tişörtü bugün aynı fiyata aynı kalitede alamayacağımı biliyorum. Bu durumu kabul ettim. Bu ilk adım cepte…

“Koyun musun kardeşim?” diyenler olabilir içinizde!

“Koyun musun, sana ne sunulursa susup oturacak ve yetinecek misin verilenle?”

Hatta bazılarınız en sinir olduğum şu klişeyle bile üzerime gelmek isteyebilir:

"Hak verilmez alınır"

Cevap veriyorum; 

“Ne münasebet efendim, öncelikle hak bellidir, verilmek zorundadır. Yıllardır hak verilmez diye diye bu söylemi normalleştirmenizi reddediyorum. İkincisi, ben tek başıma bir şey yapamam canım kardeşim. Varsa mahallede ya da semtimde kafama uygun bir siyasi parti ya da sivil toplum kuruluşu, gider ‘Elimden gelen bir şey var mı? ’diye sorarım önce. Ama bu yapılan şey yine yarınlar için. Peki bugün ne yapacağız?”

Açıkçası beklentimi düşük tutuyorum artık. Elimdekini korumaya çalışıyorum bir de. Örneğin eskiden de çok fazla tekstil alışverişi yapmazdım, şimdi de yapmıyorum. Elimde ne varsa onlar yetiyor. Zaten dolaplar dolusu giysiye gerek var mı?

Eskiden kırk yılın başı dışarıda yemek yer, eğlenirdim. Şimdi koşullar buna müsait değil. Evde yiyorum, eğlenme olayını da tatillere saklıyorum.

Sinemaya gitmiyorum epeydir, evde izliyorum filmleri.

Özel tiyatrolara beş yüz, altı yüz vermek yerine ön sıraları 60 TL’ye satılan Şehir Tiyatrolarından bilet almaya çalışıyorum. Bu sene Süreyya Operası’ndaki ücretsiz konserleri de takip etmeye niyetliyim.

Yorgan ortada, ayağımı dışına çıkarsam, olan bana olur; ayaklarım üşür. Dedim ya, çok hoşuma gitmese de bu durumda  elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. 

Peki ya tatiller?


Tatilden taviz vermemeye çalışıyorum. Taksitle falan bir şekilde çözüyorum o işleri. Geçen sene gittiğim harika otele gitmem bu sene mümkün olmadı mesela. Ben de beklentimi düşük tutarak daha ekonomik ama belli konularda kaliteden taviz vermeyen, yaygın tabirle fiyat/ performans oteline sezon sonu yani eylül ayında gitmeyi tercih ettim. Otele karar vermeden önce sayfalarca yorum okudum. Açtım telefon, misafir ilişkileri müdürüne sorularımı sordum. İçki markalarına kadar hem de… Evet, iyi ki de öyle yapmışım. Bunu da bir başka yazıda anlatırım. Neyle karşılaşacağımı bilerek ve beklentimi düşük tutarak gittiğimden midir nedir, geçen sene gittiğim daha pahalı oteldekinden daha iyi vakit geçirdim bu sene. Çünkü var olan koşullar içinde en iyisini seçmeye çalıştım ve sonuç beklentimin altına düşmedi.

Yurt dışı hayallerim vardı. Avrupa’ya gitmek, en azından Balkanlara gitmek gibi. Hâlâ var ama erteledim şimdilik… Euro 35 küsur lira iken mümkün olamadığına göre ben de pasaportsuz ( evet hâlâ pasaportum yok) ve vizesiz ülkelere, ucuz uçak bileti kampanyaları kovalayarak gidiyorum. Birkaç sene önce gittiğim Ukrayna güzeldi, Lviv ve Karkov’a gitmiştim. Tam Kiev ve Odesa’ya da giderim derken savaş patladı… Hoop başa döndük.

Ben de bu sene mayıs ayında Gürcistan’a Tiflis’e gittim. Düşük bütçeyle keyif alarak gezdim. Biliyorsunuz 13 bölüm yazım var o konuda.  Sırada gideceğim benzer başka bir ülke var bakalım. 

Bu yeni ülke için izlediğim gezi videolarında kibarca “Turistlerin pek de tercih etmediği ülke ehem öhöm…” falan diyorlar. Maksat yeni bir yer görüp kafayı dağıtmak değil mi… Ben şahane bir tatil olacağını düşünüyorum bu yeni rotanın. Bakalım zamanı gelince göreceğiz. Biletimi sekiz ay önce almıştım. Adana uçağından ucuza…

Ne gördüğün değil, nasıl gördüğün önemli…

Yani işte anlattığım gibi bu dönem de böyle geçiyor. Halimize elbette şükrediyorum. Söyleneyim mi, ne yapayım…

Bizden önceki yıllarda insanlar ne dünya savaşları gördüler. Neler neler yaşadılar. Piyanist filminde, Hayat Güzeldir filminde gördüklerimi unutmam mümkün değil. 

İnsanlar karartma zamanlarında evlerinin bodrumlarında toplanıp kısık sesle okuma tiyatroları yaparlarmış. Böylesi dönemlerde sanatsız kalmamak lazım.

 Nostaljiye gelince…

O çok matahmış gibi seksenli doksanlı yıllara “Ne güzeldi” diye güzellemeler yapanları keşke o zamanlara ışınlayabilsek… Seksenler doksanlar çok mu matahtı sanki… Faili meçhuller, karanlık suikastler… Cumartesi anneleri yıllardır boşuna mı seslerini duyurmaya çalışıyor. Sokaklarda silahlı çatışmalar, sonra sıkıyönetim günleri, Kenanlar Evrenler, Turgutlar Özallar, Banker Kastellizedeler, tüp kuyrukları şunlar bunlar…

Evet, demek ki hepsi geçebiliyor.

Demem o ki, bu günler de geçecek. Sadece hafızamızda anılar kalacak…

Üstümüze düşen bir şey varsa yapalım, ama ne olur umutsuzluğa kapılmayalım. Umutsuz eden şiddet görüntülerini paylaşmayalım. Televizyonlardaki mafyalı, şiddet içeren, emek olmadan zengin olmayı marifet sayan dizileri izlemeyelim, izleyenleri uyaralım…

Haber kanallarının genel yayın yönetmenlerine “Biraz da sanattan bahsedin, ücretsiz etkinlikleri anlatın” diye mesajlar yazalım. Ben bıkmadan usanmadan yazıyorum kendilerine, elbet bir gün yazdıklarımdan bıkıp “Belki de doğru söylüyor” diyecekler…  

Yani işte son tahlilde su akıyor, bir şekilde yolunu buluyor.

Varsa ekonomiye direnmenin sizdeki çözüm yolları, paylaşırsanız bilgimiz çoğalır güzel olur.

Ne demiş Nazım Usta;

En güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımız….

Sevgiyle efenim, sadece sevgiyle…




0 yorum to “ Ekonomik Gidişata Karşı Nasıl Ayakta Kalalım? ”

Yorum Gönder