" İnsan her şeyi unutarak yaşayabilir, ama her şeyi hatırlayarak yaşayamaz.."
"Kardeşimin Hikayesi" kitabındaki en çarpıcı cümlelerden biriydi bence bu.. Bazı şeyleri, özellikle kötü anıları unutmak, bence ayakta kalabilmek, akıl sağlığımızı koruyabilmek için zihnimizin bize sağladığı bir avantaj...
Bazıları bu avantajı iyi kullanabiliyor, bazılarıysa hassas yüreklerine gelen kötü anıların etkisini taşıyamıyor ve maalesef
akıl sağlığını yitiriyor.
Ben şanslı olanlardanım, geçmişe ait kötü anıların hiç birini anımsamam.. Hatta beynim bu konuda o kadar iyi ayıklama yapıyor ki, bende iz bırakmamış insanların yüzleri ve isimleri dahi siliniyor hafızamdan.. Sokakta karşılaşıyoruz, sanki dün görüşmüşüz gibi bir şeyler anlatıyor örneğin karşımdaki yabancı. Sözü bittiğinde "Pardon, ben çıkaramadım sizi, nereden tanışıyoruz?" sorusunu yöneltiyorum, bundan utanmıyorum da.. "Demek ki bende iz bırakamamış!" diyorum; "bu da benim suçum değil ki!" diyerek kendimi rahatlatıyorum her seferinde.. Çoğu da eski iş yerlerinden çıkıyor bu unuttuğum kişilerin.. İş hayatından aklımda kalan o kadar az insan var ki, nereden bilsin beni unutmayan yabancı..
İşte Zülfü Livaneli de bu bir solukta okunan romanında unutmanın öneminin altını çiziyor bence.. Kahramanımız unutarak ayakta kalabiliyor, bedeli bir çeşit ruhsal bozukluk olsa da.. Ya her şeyi hatırlasaydı, ya içinde derin izler bırakan kara sevdanın bütün ayrıntıları hayaletler gibi dolansaydı beyninde? Yaşayabilir miydi? Nefes alırdı elbet, belki çok uzun yıllar sonra dönerdi de normal hayatına.. Ama aradan geçen yıllarda muhtemelen acı çekmekten bitap düşerdi.. Bedeli ağır olurdu hatırladıklarının..
Aşk
da var "Kardeşimin Hikayesi" romanında. Ama aşkın nasıl
yaşandığından çok nelere sebep olabileceğini görüyoruz öykünün
kurgusunda. Hani vardır ya Arabesk şarkıların çoğunda: "..Ya
benimsin, ya kara toprağın" vurgusu; benzer bir çağrışım
var romanda da aşkın esrik hallerinin yıpratıcı sonuçlarına
dair. Hayatımızın Arabesk yönleri olmadığını söyleyebilir
miyiz zaten? En bilinçli, en mantıklı olduğunu iddia eden kişiler; en entelektüel yaşamlar da sürseler mutlaka bir yerlerde Arabesk bir yaklaşımları oluyor. Kitabı okumayanları düşünerek adından
bahsetmeyeceğim karakterin kıskançlığında, aşkın hem Arabesk
olarak nitelendirebileceğimiz sahiplenme hallerine, hem de cinsellik
ötesinde yaşanan derin ruhsal boyutuna tanık oluyoruz kitapta.
Bakmayın böyle uzun cümlelerle anlattığıma; o kadar akıcı ve
basit bir dili var ki kitabın, eminim sizler de benim gibi iki gün
içinde bir solukta okuyacaksınız..
Hiç kimse kendisini cinayet işlerken düşünemez.. Cinayet işleyenler de düşünemezlerdi olayın öncesinde elbet.. Çünkü cinayet işleyebilmek için bir kişinin cinnet geçirmesi gerekir, deliliğin sınırlarında gezinmesi gerekir.. İşte Kardeşimin Hikayesi'nde aşık olmanın bir çeşit delilik olduğunu da görüyoruz..
Peki mutlu aşk yok mudur? Elbette vardır,
ama "mutlu kavuşmalarla biten aşk, aşk olarak kalır mı?" diye bir soru gelir akıllara.. işte orası ayrı bir tartışma konusudur..
Serenad'tan sonra okurken basit bulduğum, ama elimden de bırakamadığım, bir solukta bitirdiğim bu kitabın üzerine düşündüğümde, aslında hiç de basit olmayan meselelere parmak basıldığını fark ediyorum.. Gerçi kitabın sonu biraz aceleye getirilmiş gibi ama, vardır bir bildiği üstadın..
Ne diyeyim, ellerine sağlık Zülfü Livaneli... Bütün şarkılarında, bütün romanlarında olduğu gibi yine alıp götürdün beni bir yerlere..
Sizler de bir iki günlüğüne dünyadan kopmak isterseniz, alın, okuyun diyorum..
Sevgiyle kalın..