29 Nisan 2017 Cumartesi

Heidi'nin dedesine "yaşlı bunak" diyenlere muhalifim!

Düşünüyorum da ben hep böyleydim. Mesela ortaokula başlarken İngilizce, Fransızca ya da Almanca dillerinden birini seçmek gerekiyordu. Bizim evde herkes Fransızca okuduğu için normalde benim de Fransızca tercih etmem uygun olurdu. Ama hayır, ben İngilizce istedim! Babam “Ablaların yardım ederler, Fransızca oku” dedi ama nafile! “Kimsenin yardımına ihtiyacım yok, ben kendi kendime çalışabilirim İngilizce” dedim ve elbette benim istediğim oldu. Muhalif ruhum ta o zamanlardan belliymiş!


Hiçbir zaman bana dayatılana boyun eğmedim. Bazen dayatılanlar harbiden benim iyiliğim içindi ama, ben hep zoru seçtim. Nasihatler bana mısın demedi anlayacağınız. Düşe kalka kendi yolumda yürüyerek bugünlere geldim çok şükür. Üniversite yıllarımda da burnumun dikine giderdim. Mesela yıllar boyunca ne oy kullandım, ne de nüfus sayımına katıldım. Bir zamanlar hatırlarsanız 5 senede bir nüfus sayımı olur ve o gün sokağa çıkma yasağı ilan edilirdi. Sayım memuru eve geldiğinde arka odaya saklandığım zamanlara şimdi gülüyorum. Demek tam bir reddetme haliymiş o zamanlar yaşadığım.

Muhalif tavrım bununla da sınırlı olmadı elbette. Herkes ne yaparsa genellikle ben tersi yola gitmeyi tercih ettim. Mesela bir dönem herkes deli gibi Ayşe Kulin'in “Adı Aylin” kitabını okuyordu. Bilemiyorum, belki de ülkemizdeki ilk “best seller” kitaplardandır kendisi. “Bana dayatılan, reklamı yapılan kitabı okumam!” dedim. O gün bugündür Adı Aylin'e bir türlü elim gitmez.

O gün nasılsam, bugün de öyleyim aslında. Mesela dayatılan, “aman da ne muhteşem!” diye yerlere göklere sığdırılamayan Fİ-Çi-Pi kitaplarını okumadım, okumayı da düşünmüyorum! Hatta itiraf edeyim, yazarına mesaj bile yazmışlığım var. Anlatayım ama gülmeyin; ya da gülün, dayatma yapmayayım şimdi bu fıs konu için. Bir iki sene önce bu Fi kitabı ilk çıktığında takip ettiğim ne kadar kitapla ilgili Instagram sayfası varsa istisnasız hepsi Fİ'nin ne kadar şahane bir kitap olduğundan bahsediyordu. Yalnız enteresan bir şekilde kitapla ilgili hiç bir açıklama, kişisel yorum yoktu yazdıklarında. Sadece “bu kitabı okudum hayatım değişti, bu muhteşem, olağanüstü..” gibi yuvarlak, hiçbir ipucu vermeyen, tek kalemden çıkmış, pazarlama kokan övgü mesajları! Adeta kitabı okumayanı başka bir gezegenden görecek kadar abartılı bir durumdu yarattıkları. Dayanamadım bir gün kitabın yazarına dm (direkt mesaj) attım: “Bir kitabın bu kadar çok reklamının yapılması bence çok itici, asla sizin kitabınızı okumayı düşünmüyorum!” gibi bir şey yazdım... Sanki O'nun çok da umurundaydı, kadın milyoner oldu yazdıklarıyla! Ben de sinir olduğumla kaldım. Kitabı elime almışlığım var evet, mahallenin korsancısından alıp şöyle bir açtım içini “gidicem, gelicem” gibi konuşma diline denk geldim ve hemen attım elimden! Yani anlayacağınız ben muhalefet yapmak istemiyorum; muhalefet yapacağım argümanlar ayağıma geliyor... Overlokçunun ayağa gelmesi gibi absürt bir durum bu!


Neyse efendim, dedim ya ruhum muhalif. Daha doğrusu bir şeyler ta gözümün bebeğinin içine giriyor gibi oluyor. Dolayısıyla da topluluk ne yapıyorsa genellikle ben aksi taraftayım! İnsanlarımız bundan beş sene önce Muhteşem Yüzyıl ile yatıp kalkarken ben fragmanını bile izlememiştim! Ama beş sene sonra ortalık durulunca, 139 bölüm tekmili birden mutfakta yemek yaparken bitirdim diziyi. Yani güzeldi, hele çirkin çığlıklı kadın Meryem Uzerli tükenip(!) diziden ayrıldıktan sonra, Vahide Gördüm'ün muhteşem oyunculuğuyla daha da bir güzel oldu. Demem o ki, mutfakta yemek yaparken kimse bana “Muhteşem Yüzyıl”ı dayatmadığı için izledim ben o diziyi. KENDİ ÖZGÜR İRADEMLE! Mesele bundan ibaret aslında.

Kemal Kılıçdaroğlu, “tıpış tıpış Ekmek Efendiye oy vereceksiniz!” dediğinde hayatının hatasını yaptığını bilmiyordu zira, o gün bence asla tolere edemeyeceğim en talihsiz cümlesini kurmuştu! Özgürlük, demokrasi, insan hakları diyeceksin, sonra da “tıpış tıpış” ile bunu bağlayacaksın. Yok öyle yağma!

Hiçbir zaman hiç kimsenin dayatma emirlerine ve tepeden bakmalarına kendi kişisel tarihimde izin vermedim. Yaktım gemileri hep! Kimi zaman mantıksız kararlarla, ama duygusallığın tabiri caizse dibine vurarak yaktım hem de. Pişman mıyım, asla! Genç bir mühendisken patronum “şu telefonu bana bağla” dediğinde, “ben size telefon bağlamak için bu işe başlamadım” diye kapıyı çarpmışlığım bile vardır. Sonrasında o patronum beni tesadüfen başka bir işte görmüş, ve yeni patronuma öve öve bitirememişti de bu kadar övgüden yüzüm kızarmıştı. En son işimden de benzer nedenlerle ayrıldım. Yılbaşı kampanyasına hazırlanıyoruz. Yazmışım bir sürü slogan, onu gösteriyorum”eh işte” diyor, bunu gösteriyorum “hmmm”diyor, öbürünü gösteriyorum “ben olsam öyle yazmazdım” diyor. Sanki Türkiye'nin en büyük holdingine slogan yazıyoruz, yetmiş milyon toplanıp hep birlikte bizi izleyecek! Ne ala temaşa! Neyse efendim, yazdığım onlarca sloganın hiçbirini beğenmeyip kendi de öneri getirmiyor! Patron ya, beğenmeme hakkını kullanıyor! En son “madem öyle siz yazın o halde” deyip çantamı alıp hışımla çıktım ofisten, çıkış o çıkış... Sonrasında sözcüklerin bile  yanlış kullanıldığı bir slogan gördüm sitelerinde! O sloganı görünce de içimin yağları eridi oradan ayrıldığım için... Değmezmiş zaten! (Eğer okuyorsa patrona not: “Sıra dışı” ayrı yazılır, bitişik yazılmaz! O banner hala “sıradışı” haliyle benim gözüme gözüme giriyor! Ben olsaydım öyle yazmazdım )


Demem o ki, ben eğer muhalefet ediyorsam, şımarıklıktan ya da çok bilmişlikten değil! Kendi bakış açımla olayları süzdüğümden muhalefet ediyorum! İnsan olma onurumu korumaya çalıştığımdan, koyun olmadığım için, salak yerine konulmak istemediğim için muhalefet ediyorum!

Kimlere mi muhalifim! Bana kafaca ters herkese! Silah tacirlerine, emek sömürücülerine, sivri diliyle insanları aşağılayanlara, egosu şişiklere, ukalalara, sevgisizlere, iki yüzlülere, paracılara, empati yoksunlarına, ayrımcılara, bencillere, akrep gibi akrabalara, sütten çıkan ak kaşık taklidi yapanlara, kendini bir ot sananlara, sanat diye müsamere kakalayanlara...

Bir de Heidi'nin dedesine “yaşlı bunak” diyenlere muhalifim! Çünkü hiç bir şey göründüğü gibi değil, ama hiç değil...

Kalın sağlıcakla...


NOT: “Sen de amma ön yargılı ve inatçıymışsın!” diye yorum yapacaklara “ön yargısız bir şekilde” yüzde bin kez muhalifim, haberiniz olsun... Bozuşmaca olmasın sonra...


Devamını Oku

25 Nisan 2017 Salı

Artık kimseye i-nan-mı-yo-rum!

Herkes kahraman olmak zorunda değil. Herkesin tarihe bir iz bırakması falan da gerekmiyor kanımca. Geçen gün katıldığım bir seminerde değerli bir konuşmacı ”Bu ülkede her on yılda bir, bir nesil, gelecek nesiller daha iyi yaşasın diye kendini feda eder, şimdi de öyle bir dönemden geçiyoruz” dedi. Ben katılmıyorum buna; yani kimse kusura bakmasın ama, gelecek nesiller daha iyi yaşasın diye kendimi feda etmeye hiç ama hiç niyetim yok! Evet benden önce kendilerini, yaşamlarını bir ideal uğruna feda edenlere minnet ve şükran duyuyorum, ama onlar gibi olmak zorunda değilim! Bu bir bayrak yarışı değil nihayetinde, bu sadece nefes almak, yaşamak, mutlu olmak... Hepsi bu... Kocaman kocaman söylemler gerekmiyor! Basit, sıradan, öylesine, sadece yaşamak, var olmak...


Şimdi bana içinizden bazıları kızacak, kızsınlar. Çünkü bu ülkede ne yarınlara umutla bakanlara, ne de felaket tellalığı yapanlara i-nan-mı-yo-rum! Artık inanmıyorum! Bu saatten sonra benim için hayat, belki de saksıda yeşeren sardunyanın masumiyetiyle sınırlıdır. Bilemiyorum, sadece umutlananlara ve umutsuzlananlara inanmadığımı söylemek, haykırmak istiyorum.

KİMİSİ UMUDA, KİMİSİ UMUTSUZUĞA TUTUNURKEN, KİMSE BENİM YÜREĞİME TUTUNAMIYOR ÇÜNKÜ... İNSAN YÜREĞİME, İNSAN OLMA AZMİME, İNSAN OLMA AMACIMA...

Avustralya'da parmak arası terlikle dolaşıp hayatın tadını çıkaran insanlar nasıl ki gelecek nesiller daha iyi yaşasın diye bedel ödemiyorlarsa, kendilerini buna zorunlu hissetmiyorlarsa, ve eğer onlar insansa, ve eğer ben de insansam aynı onlar gibi; ben de bedel ödemeden; kendimi buna zorunlu hissetmeden; ama parmak arası, ama bilekten bağlı terliğimle bu dünyada güvenle adım atmak ve hayatımı huzur içinde geçirmek istiyorum! Diyeceksiniz ki, “içinde bulunduğumuz coğrafyanın jeopolitik konumu ve doğu toplumu dinamikleri...” Demeyin, bana böyle şeyler demeyin, ne olur demeyin... Bana deyin ki;

EVET, SEN DE AVUSTRALYA'DA HUZUR İÇİNDE YAŞAYANLAR GİBİ BİR İNSANSIN, VE VAROLUŞUNU TAÇLANDIRMAYA DEVAM ETMELİSİN!”

Şimdi diyeceksiniz ki, Suriye'de de senin gibi insanlar vardı, sadece huzur içinde yaşamak istiyorlardı, bak sonunda ne hale geldiler! Olabilir, ben düşünmek dahi istemiyorum böyle şeyleri. Nedeni ne olursa olsun, herkes kendi kaderini ve kendi gerçeğini yaşıyor neticede. İster nedeni kişisel aptallık olsun, ister başkalarının yaptıkları aptallıklar olsun bu böyledir. Sonuçta ben de kendi gerçeğimle yüzleşirken, kimsenin (yakınlarım ve dostlarım hariç) benim hakkımda benden daha iyi bir düşüncesi olduğuna, benim adıma daha iyi karar vereceğine inanmıyorum! Benim iyiliğim için hiç tanımadığım başkalarının kendilerini feda ettiklerine, edeceklerine, etmek istediklerine asla ve kat'a i-nan-mı-yo-rum...

Bakıyorum, herkesin kendine göre bir iktidar arayışı ve özlemi var. Bazı söylemlerini elediğimde, farklıymış gibi görünen herkesin birbirine benzediğini görüyorum. “İdealler” denilen gömleklerini çıkardıklarında karşıma “bireysel hırslar” katmanı çıkıyor. Bireysel hırslar denilen katmanı çıkardıklarında “benim dediğim gibi olsun” fanilasını görüyorum. İçim kaldırmıyor açıkçası. O fanila sapsarı, iğrenç, kekremsi bir koku yayıyor etrafa. “Benim dediğim gibi olsun” diyenlerin yaşamlarına baktığımda, dedikleriyle yaşadıklarının dağlar kadar farklı olduğunu gördüğümde ise kusasım geliyor! En soldaki ve en sağdaki için de düşüncem budur... 

Solculuktan, eşitlikten, insan haklarından dem vuran; başkalarının çalıştığı fabrikalarda sendikal örgütlendirmeler yapan, ama kendi çalıştıkları işyerlerinde düzenleri bozulmasın diye ağzını dahi açmayan, açamayan; ne hikmetse bu konuda yüzlerce kitap okuyan ve de yazan kişilerin bir eli yağda öbür eli balda, ayakları süt banyosunda standartlarına ve bu yüksek standartları sürdürmek için gösterdikleri iki yüzlü çabalara doğru direkt kusmak istiyorum! Konuşunca mangalda kül bırakmayan ağızlarını gurme tatlardan alamayan, kendilerini marksist, solcu vb diye tanımlayan gazeteciler, aydınlar, şunlar bunlar... Çıkarın artık maskelerinizi, çıkarın ki çıksın gerçek yüzleriniz ortaya! Boşu boşuna umut satmayın, bunu bize yapmayın... Öte yandan Allah Peygamber din alanında kendini adamış gibi görünen ve fakat altın varaklı tuvalete afedersiniz def-i hacet eden adamları gördükçe de kusasım geliyor. Ha diyeceksiniz ki, ”münferit örneklerle genelleme yapma, kurunun yanında yaşı da yakma!”



Yakıyorum kardeşim, var mı itirazı olan; kurunun yanında yaşı da yakıyorum işte! Çünkü o yaş, kurunun ateşiyle zaten kendiliğinden yanıyor! 

Ben sadece herkes içinden geldiği gibi yaşasın, ve içinden geldiği gibi yaşadığını söylemekten, göstermekten, yazmaktan utanmasın istiyorum. Hepsi bu, özeti bu...

Bu saatten sonra benciller bandosunun önde gidenlerine bakın, ben oralarda olacağım! Günahı bunca yıldır inancımı, umutlarımı sömürüp yok edenlerin boynunadır...



NOT: Artık mizah falan yazayım diyorum, yoksa baklalı enginar tarifi falan mı yapsam...
Dilim sivrildi bugün, sizi üzdüysem ve gerdiysem affola. Siz beni boşverin! Hayatınızın, kendi gerçeklerinizin güzel taraflarının tadını çıkarmaya çalışın..

Sevgiyle, saygıyla, iç döküşle...
Devamını Oku

16 Nisan 2017 Pazar

Oy verdim rahatladım...

Günlerdir üzerimde sinsi sinsi çöreklenen gerilim nihayet bugün sona eriyor. Oylar veriliyor ve kurtuluyoruz bu oksijensiz ortamdan!


Son aylarda referandum sözcüğünü duyduğum an kaçar oldum. Seviyesizce birbirlerine iftira atan politikacılardan uzak durmaya gayret ettim. Onların yürek paralayan laflarını duymama çabası, gerçekten de ip üzerinde dans etmeye benziyordu. “Kardeşim bu ne hırs, ölümlüsünüz nihayetinde!” diye haykırmak isterdim suratlarına suratlarına!

Bu sene baharın geldiğini bile fark edemedim bu adamlar yüzünden! Çilek çıkmış hissedemedim... Niye? Ben ve benim gibi milyonlarca insanın ne günahı vardı! Bıraksaydınız da çileklerin büyüsüne kapılsaydık biz de; dünyanın mutlu ülkelerinde yaşayan mutlu insanlardan olsaydık. Eskiden olduğu gibi kardeş kardeş, barış içinde birbirimize nisan 1 şakaları yapsaydık, lades tutuşsaydık, yılbaşı geceleri Zeki Müren dinlemeye devam etseydik olmaz mıydı... Aynı Anadolu'nun çocukları değil miyiz biz? Aynı türküleri dinleyerek, yerli mallarımızla övünerek, fakir ama gururlu bir halk olarak devam etseydik hayatımıza... Sahi neden türkülerimiz çalınmıyor artık, neden tanıdık ezgiler duyamıyoruz, neden masallarımız, destanlarımız dillerden dillere, gönüllerden gönüllere aktarılamaz oldu?

Yahu biz mutlu değil miydik, içimizde insan sevgisi yok muydu... Az önce oy vermeye giderken insanların birbirlerine düşmanca baktıklarını gördüm, içim şişti!

Niye bütün bunlar niye?

Çok karmaşık duygular içindeyim şu an. Bir yanım umut dolu bahar bahçe, öbür yanımda çöreklenmiş korku ve gerilim sinsi sinsi gülümsüyor.

Daha oy verme işlemleri başlayalı 3 saat olmuş; (saat tam 11:03 şu anda) sosyal medyada onlarca haber akmaya başladı sandıklarda hile yapıldığına dair... Nefes alıyorum derin derin, içimden sayıyorum, 10-9-8-....3-2-1....

Oy verme ehliyeti diye bir şey olmalı bence. Yahu adını yazamayan, hayatında bir tane kitap okumamış, karısını her gün döven adam, neden benim nasıl yönetileceğime karar veriyor ki...
Kafam çok karışık.

Bir de dünya kadar okuyan, ama oy vermeyenler var! Dün birisi “Hayatımda ilk kez bir referandumda oy kullandım, ben hayır dedim ama evet çıktı, ben üzerime düşeni yaptım, bir daha asla oy vermem” dedi! Şaşkınlık içindeydim, hızla uzaklaştım ortamdan... Bu adamın oy vermemesi neden benim geleceğimi etkiliyor ki! Nasıl bir cendere bu allahım tanrım...

Yazının başında “gerilim nihayet bugün son buluyor” derken, kendimi kandırıyordum itiraf edeyim.


Ama yürekten diliyorum; bitsin artık bu gerilim!
Kurulsun şenlik halayları, etrafta yankılansın mutluluk şarkıları!
Devamını Oku

1 Nisan 2017 Cumartesi

İnanamayacaksınız, herkes istifa etti!

Sabah kalktım, alışkanlık olduğu için direkt interneti açtım. Baktım sosyal medyada alt alta hep aynı haber:

-Herkes istifa etti!

Başlık enteresan tabii ki, insan merak ediyor. Herkes kim, bu herkes neredeki herkes, neden istifa ettiler, hangi görevlerini bıraktılar, istifalar kabul edildi mi... Bir taraftan da kafamda deli sorular. Meclisin hepsi istifa etse mesela; bakanlar, başbakan, bütün gri takımlı asık suratlı zat-ı muhteremler... İçimi aldı mı bir heyecan, ne yapacağımı şaşırdım. O arada kapı çaldı. Bizim üst kattaki “Politik Panik Perihan” nefes nefese kalmış, kesik kesik bir şeyler anlatmaya çalışıyor:

-Biliyor musun ne olmuş?
-Ne olmuş?
-Ya işte gitmişler gitmişler!
-Kim gitmiş, nereye gitmiş?

Demeye kalmadan merdivende olduğu yere çöktü. Politik Panik Perihan'ın ne dediği anlaşılmıyor, sanki kalbi yerinden fırlayacakmış gibi, konuşamıyor da! O'nu öylece bırakıp hemen içeriye girdim. Zaten sokak kapısına yakın olan mutfağa yöneldim. Dolabın kapağını açacak zaman bile yoktu. Kaptığım gibi tezgahın üzerindeki bardaklardan birini, soluğu kapının yanındaki damacanada aldım. Bir iki bastırınca pompayı, bardak doldu, yerlere de sular taştı ama neyse artık. Bizde taşanlar çoktan taşmış bir kere! Uzattım su dolu bardağı Politik Panik Perihan'a!


-Al biraz su iç, iç biraz sakinle!
Suyu kafasına dayadı, bir dikişte içti, nefesi biraz normale dönmeye başladı. “Hadi anlat şimdi ne olmuş?” dedim.

-Hepsi istifa etmiş!” dedi, devam etti. “Hepsi istifa etmiş, bitti artık, bütün sorunlarımız bitti, ben sokağa çıkıyorum, haydi sen de gel. Kutlamalar varmış meydanda!”

Böyle dedi ve beni orada bırakıp kendisi şuursuzca fırladı gitti! Sanki mutluluktan sarhoş olmuş gibiydi. O gittikten sonra eve girdim, kapıyı kapattım, kafam karman çorman. Demek yeni bir dönem açılıyordu, demek hepsi gitmişti. O ara sokaktan sesler, sloganlar gelmeye başladı. Camı açtım, insanlar karnavalda gibiydiler. Ellerinde ziller, düdükler, darbukalar. Bir coşku ki görmeniz lazım. Bir taraftan da slogan atıyorlar!

-Hepsi istifa etti, işte artık yeni bir bahar geldi!

Yok arkadaş” dedim kendi kendime, “Bu böyle olmaz!” Bu işin aslını astarını öğrenmem lazım. Yaklaşık bir saat internet sitelerinde gezindim, sosyal medya kanallarını alt üst ettim. Haberin sadece başlığı var, gerisi yok! Çıldıracağım neredeyse. İçimdeki merak gittikçe büyüyerek katlanılmaz hale geldi. Sonra birden yabancı kanalları açmak geldi aklıma. CNN'i açtım, yeni başkanlarının göçmenleri nasıl kovacağını anlatıyordu. BBC'yi açtım, o da Avrupa Birliği'nden kurtulmak için İngiltere'nin neler yapacağını anlatıyordu. Euronews'i açtım oradada da bir şey yoktu! İçim de içimi yiyordu. “herkes istifa etti” diye bir şey dolanıyordu ortada ama hepsi bu kadar! Sonra aklıma NHK kanalı geldi. Japonya Radyo ve Televizyon Kurumu,  yani bizim TRT'nin Japon versiyonu! Pek bir severim bu kanalı, arada huzur bulmak için dinlerim tatlı tatlı. Açtım NHK World'u, spiker kusursuz aksanlı bir İngilizce ile anlatıyordu; ekrana yapıştım adeta!

“The famous Japanese cartoon character Herkes has resigned!..”

Yani diyordu ki “Ünlü Japon çizgi film karakteri Herkes, istifa etti!”  Ben dumur tabii ki! Haberin devamında da şöyle diyordu, ben size direkt Türkçesini anlatayım:

- Ünlü çizgi dizi karakteri Herkes, yaptıkları ve söyledikleriyle izleyenlerin demokratik hak ve özgürlüklerine artık zarar verdiğini düşünerek istifa etti. İstifasını Japon halkından özür dileyerek canlı yayında veren Herkes'in çizeri şöyle dedi:

“- Siz, yani bizi dinleyen, bize güvenen herkes! Eğer Herkes istifa etmeseydi, karanlığa doğru sürükleniyordunuz!”

Öylece kalakaldım. Nisan 1 şakası olsaydı keşke bu yaşadıklarım!

Kapattım hemen NHK'yı, sonra sokağa baktım, kendinden geçerek eğlenen insanlara baktım. “Değil herkes, bir tek nefes bile istifa etmez bu ülkede. Dönün evlerinize, aklınızı başınıza toplayın!” demek istedim, diyemedim...

Kendi kendime şöyle dedim sonra :

- Nisan şaka ayıdır, haydi hep birlikte şakalayalım bu ay!

 İstifa etmeyen herkes, belki ders alır bu kez!

  Ne diyor Japonlar? 希望, “Kibō yani “umut!



Devamını Oku