Evet birkaç
aydır kıvranıyorum bu yazıyı yazmak için, artık zamanı geldi. Yazayım ve geride
kalsın tüm tortuları ve ben de önüme bakayım artık.
2012’de ara vermiştim tekstile, hatta
bu blogu da tekstil sonrası evde yazı yazma süreçlerinde açmıştım. Ondandır
adının “Evde Yazar” oluşu. Takip edenler bilir o günleri. Ve kader işte, 2017’nin
bir eylül akşamında, Avşa Adası’nın gün batımı manzarasına karşı akşam birasını
içerken, eski patronumdan gelen telefonla tekrar başlamıştım tekstilli günlere.
Ve 2023 itibariyle bir kez daha nokta koydum. Başlaması gibi bu bitiş de çok âni
oldu. Gerçi çok bıkmıştım bu yoğun, stresli ve gitgide bıktırıcı hale gelen
süreçten. Ama bu kadar trajik olmasını kimse beklemiyordu.
Bir cümle gibi oluyor böyle süreçler.
Bir cümleye başlar gibi büyük harfle ve büyük umutlarla başlıyorsun bir işe de.
Zannediyorsun ki özne artı tümleç artı
yüklemden oluşan huzurlu bir hayat bekleyecek seni. Öyle olmuyor işte… Gizli
öznelerin yüklemi direkt etkilediğini sonradan anlıyorsun. İş işten geçtikten sonra
yani. Yüklem’e sorduğun çoğu sorunun yanıtı belirsiz kalıyor. “Kim?” diye
soruyorsun, yanıtı belli değil; “Ne zaman?” diyorsun, yanıt yine belirsiz…” Ne
için?” diyorsun ya var ya yok cevaplar çıkıyor karşına… Üstüne üstlük her şeye
maydanoz olan dolaylı tümleç gibi iş arkadaşları ile uğraşırken; belirtisiz
isim tamlamaları, edatlar ve de bağlaçlar ile boğuşurken; bir de bakıyorsun ki bu
başı sonu birbirine bağlanmayan saçma cümleye nokta koymanın zamanı çoktan
gelmiş. Evet, bir cümleye nokta koymaktan daha doğal ne olabilir değil mi?
Hiçbir işin sonsuza dek sürmesini beklemiyoruz ki zaten. Ama diyorum ya, kimse
bu kadar trajik bir son beklemiyordu.
Gerçi belliydi şirketin batacağı
ama, dedim ya; kimse bu kadar trajik bir son beklemiyordu. Dışarıdan neşe dolu
görünen, ne olursa olsun yaşama bağlılığından asla taviz vermeyen; sporunu
düzenli yapan, yaşlı da olmayan, sosyal hayatı inanılmaz renkli, herkese moral
veren, konuştuğu herkesi kendine hayran bırakan, iletişim konusunda süper
yetenekli biriydi bizim büyük patron. Hatta o sabah da işe gelmiş ve hiçbir şey
olmayacakmış gibi, sanki yarını varmış gibi, işlerle ilgili konuşmuştuk
kendisiyle. Biraz da kızmıştım hatta içimden; yine hesapsız kitapsız anlık
kararlarından birini aldığı için… Sonra normal bir şekilde müşteri toplantısına
gideceğini söylemiş ve çıkıp gitmişti. Gidiş o gidiş!
Saat üç sularında öğrendik ki intihara gitmiş meğer! Çıkmış gitmiş şirketten, ortağı olduğu diğer şirkete uğrayıp öğle yemeğini yemiş oradakilerle, demek ki içten içe veda etmiş onlarla da. Cep telefonunu bırakmış o şirketteki sekretere, şarja tak demiş. Sonra evine gidip önceden hazırladığı mektupları bırakmış yastığının altına. Evdeki yardımcıya da tembih etmiş. “Aman ha!” demiş, “Bu mektupları mutlaka eşime ver!” Sonra da atladığı gibi arabasına, basmış köprüye… Köprüde arabadan inmiş, hatta arkadan gelen bir araba kendisine neredeyse çarpacakmış, pardon demiş arkadaki şoföre, koşarak geçmiş bariyerleri, ve hoop atlamış boğazın derin sularına! Birkaç saat içinde bulunmuş bedeni. Biz de öğleden sonra öğrendik. Sonrası hızlı çekim film sahnesi gibi. Karakola gitmeler, gelen alacaklılar, tefeciler, bankalar, şunlar bunlar, gözyaşları…Yaşarken abi abi diye yalakalık yapanların daha ceset soğumadan ardından küfür etmeleri… Değişen duruma göre konumlarını değiştiren yanar döner tipler… Filmlerdeki zaman atlaması sahneleri gibi… Her şey hem hızlı, bir o kadar da yavaş gelişti.
Eğer şirket kurumsal bir yer
olsaydı bütün bu olanlardan belki üç gün sonra işimize kaldığımız yerden devam
ederdik. Ama işte patron şirketi olunca öyle olmuyor. Kafasının içindeymiş
bütün ödeme planları, alacaklılar, verecekliler, projeler… Zekasına güvenen ve de egosu yüksek
olan insanların tipik hatasıdır bu…
Neyse işte olanlar oldu ama her
şey o anda bitmedi. Meğer şirket düşündüğümüzden daha çok batmış borca. Sadece faktöring
ve bankalar olsa yine iyi. Digorlu mafyası bir taraftan, otopark mafyası başka
taraftan, hatta içlerinde koyunlarını satıp bizim patrona faizli borç veren birileri
bile vardı…
Birkaç ay daha kaldım şirkette
işler toplansın diye. “Batan gemi” benzetmesinin neden söylendiğini de ince
ayrıntılarına kadar görmüş oldum bu sayede. Daha cenaze kalkmadan, ama cidden
kalkmadan, depodaki malları sattılar sudan ucuza. Kendi kendine karar veremeyen
öbür ortağın basiretsizliği öyle bir çıktı ki ortaya. Her “Sana yardım edeceğim”
diyene inandı. Batan geminin mallarını bölüşmek isteyen ve de timsah gözyaşları
döken herkese inandı. Kendisine gerçekten destek olacak, çıkar gözetmeyecek herkesi
dışladı, çakalların kucağına teslim etti kendini. Onlar ne derse yaptı, yapmaya
devam ediyor. İşyeri kapandı, karşılığı olmayan yüzlerce çek kaldı piyasada.
Mafyalar alacaklarını alamadılar, ne yaparlar bundan sonrası için yaşayıp
göreceğiz. Tabii ki hiçbir işçi hakkını alamadı, tazminatlar yandı, iki üç maaş
yandı bitti kül oldu.
Demem o ki, olayın üstünden
neredeyse üç ay geçmesine rağmen hâlâ kendime gelmiş değilim. Olanlara inanmak
çok kolay değil. Dediğim gibi sıradan biri olsaydı belki “Bunalıma girdi, dayanamadı
gitti” derdim ama, bunalıma girecek biri asla değildi. Ve size garip bir şey
söyleyeyim. Bu bizim ölen patronun birlikte eğlendiği, maç yaptığı, iş yaptığı en
yakın arkadaşı da kendisinden bir ay sonra nedensiz bir şekilde bu dünyaya veda
etti. İntihar değil ama sağlıklı bir adamın nedensiz ölümüydü o da. Hikâye
tamamlayan kafam hemen olayı başka yerlere çekti tabii ki. Yani demem o ki, sanki
çağırdı arkadaşını gibi geldi bana. Belki de tezgâhı kurdular gittikleri yerde
ve eğlenmeye devam ediyorlar; belki de bu yazdıklarımı bile şu anda okuyup bana
omzumun üzerinden gülümsüyor. Kim bilebilir… Her şey gizemli, ama her şeyin bir
zamanı var. Üç ay sonra dönüp arkama baktığımda, kendisine teşekkür edesim bile
geliyor. Eğer bu şekilde âniden veda edip gitmeseydi, işe devam ederdim. Kaç
kere denediysem işten ayrılmayı hep beni O durdurmuştu çünkü. Yine beceremezdim ayrılmayı ve stres topuna dönerdim muhtemelen. Hayat geçip giderdi ve ben, sabah yedi, akşam yedi temposuyla hayatı izlemeye bile vakit bulamazdım. Belki
de beni kurtarmak için böyle bir şey yapmıştır; hayatın gizemini kim çözebilmiş
ki…
İşte böyle sevgili blogcuğum,
hayat çok acayip... Bütün bunlar olup biterken, koltuktan kalkmadan yaşadım son
aylarda. Artık bir şeyler yapmam lazım. Ne bileyim, çok yoğun olmayan bir işe
başlamam lazım belki. Bilmiyorum, belki bir senaryo ekibine dahil olurum. Aslında
haftada iki gün gidilen, kalan zamanı evde çalışılan, parası bol, kendisi hoş,
insanları tatlı bir iş olsa ne güzel olur. Belki burayı okuyan birilerinden iş
teklifi bile alırım… Hayatın mucizelerinin bitmediğini en iyi ben biliyorum çünkü.
Omzundan bakıyorsa eğer, patrona da "aşk olsun" demem lazım.