Sercan Alben |
Hani
bazen hayat güzel sürprizler sunar ya insana, hiç planlamadan pat
diye bir kilometre taşı yakalarsınız. İşte ben de bu iki güzel
insanla tanışınca dönüştüğümü hissettim. Takip edenleriniz
biliyordur, “Görmesen
de olur”
adlı “
Modern Tiyatroda Önermesiz Metin Yazarlığı”
atölyesine katıldım, oyun yazdım, dahası ünlü sanatçılar
oyunumu oynadılar, aynı adlı kitap basıldı ve Anadolu'nun ücra
köşelerinden birinde belki de oyunum defalarca oynanacak...
Yazılarımı
takip edenlerin çoğunun aynı benim gibi yazmaya meraklı olduğunu
bildiğim için hayatımı değiştiren, hayallerime ulaşmamı
sağlayan bu iki güzel insanı sizlere daha yakından tanıtmak ve
engin bilgilerinden sizlerin de faydalanmanıza vesile olmak istedim.
Kendilerinden bir röportaj talep ettim, sağolsunlar kırmadılar.
Kadıköy'de salaş bir kafede görüştük geçen hafta pazar günü.
Ortaya, okuyacağınız bu keyifli söyleşi çıktı. Biraz uzun
oldu yazı, ama o kadar değerli bilgiler var ki satırlarda ve satır
aralarında, açıkçası elemeye gönlüm razı olmadı.
Konuştuğumuz her şeyi yazdım ben de...
Sizler,
yazmayı düşleyen, nereden başlayacağını bilemeyen sevgili
dostlar! Bu yazıyı sonuna kadar okuduğunuzda eminim sizde de bende
olduğu gibi bir şeyler değişmeye başlayacak.
Çayınızı
kahvenizi alın, arkanıza yaslanın ve okumaya başlayın o halde...
Evde
Yazar:
Gördüğüm,
tanıdığım herkes yazmak istiyor ve çoğu da nereden
başlayacağını bilemiyor. Benim bloguma bile bir sürü insan
geliyor yazmak isteyen, mailler atıyorlar. Bazıları para kazanmak
için, bazıları da benim gibi çocukluk hayalini gerçekleştimek
için. Peki nereden başlamalı yazmaya?
Serhan
Alben :
Eğitimden bilirsin, kılavuz sözlerimiz vardı, süzdüğümüz bir
şeyler... Bu anlamda Hemingway'i de çok değerli buluyoruz, O'nun
hayat pratiğinden çok değerli sözler vardır. Mesela der ki:
“ Yazar,
sevişirken, ekstrem bir durum yoksa sevişmekten herkes kadar zevk
alıyordur. Fakat bir yazar seviştiği ânın
dışına çıkıp, kendisine o zevki verenin asıl ne olduğunu
araştırmalıdır. İnsan olduğu için ve tutku üzerinden bu
eylemi gerçekleştirdiği için zaten zevk alır, ama yazar olduğu
için de o an o zevki ona veren şey nedir, birine hükmetme duygusu
mu, birini elde etme duygusu mu, eylemin geçtiği an, gizli saklılık
mı gibi etkenleri kurcalamalıdır. “
Yine
Hemingway, balık tutma örneğinde de diyor ki,
“Bir
insan balık tutmaktan keyif alabilir, bu onun hobisi olabilir; ama
acaba bunun kaynağı içten gelen bir avlanma dürtüsü mü, o
balığın iğneye vurduğu an mı, onu denizden çıkarttığı an
mı... Bir yazar, balık tutma sürecini periyotlara bölüp giriş
gelişme sonuç olarak balık tutmaktan nasıl zevk aldığına,
neyin kendisini etkilediğine yoğunlaşmalıdır. Bir yazarı
normal insandan ayıran şey de bence budur
“
Yazmak,
aslında tehlikeli de bir şey...
O
yüzden ben de soruna dönüyorum, evet çoğu insan yazmak istiyor,
ama neden yazmak istiyor buna bakmamız lazım. Biraz memleket
bazında düşünürsek, herkesin ortak isteklerde bulunmasının
tabii ki çeşitli sebepleri var. Ona bakarsan herkes sokaklarda
olmak istiyor, herkes kaldırımlarda bira da içmek istiyor ama
bunlar popüler ve dönemsel ihtiyaçlar. Temelde, yazmak herkesin
istemediği bir şey aslında, bazı insanların istediği bir şey
ve az önce senin söylediğin şey gibi, aslında tehlikeli de bir
şey... Ders sürecinden sen iyi biliyorsun, evet tehlikeli, şizoid
bir şey çünkü.
Zaten
hepimizin sosyal hayatları var, zaten çalışıyoruz, haftada bir
gün falan iznimiz var, o süreçte balık tutmaya gidiyorsam bırak
da balık tutayım arkadaşım! Yani balığın hangisi beni mutlu
etti, oltaya takılma ânı
mı, öyle mi böyle mi bunu düşünmeyeyim... Ama yazar olarak bunu
isteyerek düşünmüyorsun da. Bu, istemsiz bir şekilde çalışan
beynin ikinci bir bölümü .. Keza Hemingway'in örneğindeki gibi
insanın en teslim olduğu sevişme ânına
bile denk geliyorsa, bu işte sıkıntı var demektir. Demek ki sen
aslında hiç bir ânın
içinde olmuyorsun, içinde bulunduğun her ânı
dışarıdan gözlemliyorsun, bu da bir bakıma senin hayatının
belli bir bölümünü kaçırdığın manasına geliyor. O yüzden söz ettiğimiz şey gerçekten de yazmaksa, bilinçli bir şekilde
algıladığımızı düşünmüyorum. Arzulayanların da hedefle
alakalı sorunları olduğunu düşünüyorum.
Yazabilmek
için yazarlık harici şeylerden besleniyorum...
Para
kazanma konusu ile ilgili de şöyle bir şey söyleyebilirim. Ben
yazabilmek için yazarlık harici şeylerden besleniyorum. Bu,
tiyatroda da böyle; oyunculuk yaparken de oyunculuk harici şeylerden
beslenmeye çalışıyorum. Yani ne demek istiyorum; bir insan
oyuncuysa, bir insan mimarsa, bir insan futbolcuysa, bir insan her
neyse hayatında sadece o olursa o işi iyi yapamaz.
Meraklı
bir insanım...
Ben
çok kolektif okuyan bir insanım, çünkü çok keyif alıyorum.
Okumak benim için bir şey okuduğunu kanıtlamak değildir. Çok
meraklı bir çocuktum ben. Bu durum, profesyonel hayatımda da var.
Bilmediğim şeyleri merak ediyorum ve yeni bir şeyler okumaktan, öğrenmekten çok
keyif alıyorum. Bu bilgiler elbet sonrasında benim işimde işime
yarıyor, bir yerden sonra karşıma çıkıyor.
Bu
aralar Steve Jobs...
Mesela
bu aralar Steve Jobs'la çok ilgileniyorum ve Steve Jobs'un aslında
tüccarlığı ile ilgileniyorum.
Kahramanlaştırılan,
metalaştırılan kısmıyla değil, onun altındaki şeyle
ilgileniyorum ve bununla ilgili doküman temin edip okumaya
çalışıyorum. Mesela Jobs diyor ki;
“Ben
bir ürünü müşteriye satmak için müşteriyi ikna etmem, müşteri
ürünümü almak için beni ikna eder. Onu o hale getiririm.”
Bu
adamın yadsınamaz bir gücü var ve bence gücünün altındaki
temel felsefe de bu cümle. Bunu hayat pratiğine çevirirsek şöyle
bir şey söyleyebilirim. Hepimiz para kazanmak istiyoruz, para
kazanmak zorundayız da. Hele bizim gibi sanata bulaşan insanların
farklı istekleri oluyor ve bu istekleri karşılayabilmek için de
paraya ihtiyaç var.
Amaç
para kazanmak değil, ürünü ortaya koymak....
Yine
Hemingway'den örnek vereceğim. Zamanında yanılmıyorsam Times'da
bir makale yayınlıyor ve diyor ki,
“Bir
yazara iyilik etmek istiyorsanız ona para verin, madem benim
yazdıklarımı çok beğeniyorsanız o zaman bana para verin, çünkü
hiçbir istediğimi yapamıyorum.”
Bir
aile ona sponsor oluyor ve para veriyor. Yanılmıyorsam 3 ay kadar
sonra tekrar dergide yazıyor ve diyor ki;
“Daha
fazla para istemiyorum, aileye de bildirin, 3 aydır evdeyim ve hayat
gailem yok, çünkü fazlasıyla param var ve tükendim! Yazabilecek
tek bir kelimem bile yok! Şimdi benim yeniden o gailenin içine
dahil olmam gerekiyor.”
O
yüzden de aslında evet hem paraya ihtiyacımız var, hem de parayı
kazanmaya giden yollara ihtiyacımız var. Şimdi bunu para kazanmak
isteyen yazarlara bağlayayım. Steve Jobs'un da ideolojisinden yola
çıkarsak, para kazanmaksa niyetimiz, yani amaç para kazanmaksa
para kazanamayız! Amaç, ürünü ortaya koymak olmalı. Ortaya
koyduğumuz ürün eğer kaliteliyse o zaten bize para kazandırır.
“Ne
yazsam da para kazansam!” gibi düşünceler veya “Yazacağım
ama, bu bana istihdam da sağlasın, hobi olmasın!” gibi
kafaların zaten para kazanma ihtimali çok güç! O yüzden yapmak
istediğimiz şeye yoğunlaşmalıyız. O bir şekilde bize güç ve
para getirecektir. Bu kadar...
Evde Yazar:
Son
dönemlerde dikkatimi çeken bir şey var. Mesela bir yazar diyor ki,
“ Romanımı filanca yerde otele kapandım yazdım!” Bir tanesi
Yunanistan'a gitmiş romanını yazmak için, bir diğeri gidiyor
İngiltere'de kendini hayattan soyutlayıp roman yazdığını
söylüyor. Bütün bu yazarların ortak özelliği ise zengin
olmaları. Daha doğrusu bu işten çok para kazanan yazarlar mı
böyle yapıyor bilmiyorum, sanki başka bir iş yaparken
yazamazmışız gibi bir imaj yaratıyorlar. İyi de eğer onların
dediği doğruysa, ve eğer para kazanmadıysan, birikimin de yoksa
ne yapacaksın, nasıl yazacaksın? Öte yandan oyun yazarken fark
ettiğim bir şey de var. Yani mutfaktaki bulaşıkları yıkaman
gerektiğini düşünürken bir taraftan da yazacağın şeyi
düşünmek çok kolay değil... Bu duruma ne diyorsunuz?
Serhan
Alben :
Sercan bu soruya çok güzel cevap verecektir. Tartıştığımız
bir şey bu, kendisi dertli de bu konuda. ( gülüşüyoruz)
Çok
küçük bir şey söyleyeceğim, dikkat edersen bu dediğin hayatı
yaşayan insanlar genelde aşk ya da anı yazıyorlar. (yine
gülüşüyoruz)
Evde Yazar:
Ben
buraya çok takıldım. Hep diyorum ya hayalim bir roman yazmak
diye.. Peki şu anda olduğu gibi hayatın içindeyken yapamaz
mıyım? Ne bileyim ille de Ege'de bir kasabaya yerleşmem, ya da
Datça'da falan mı yaşamam gerekiyor yazmak için?
Sercan
Alben :
Bir yazar olarak ben şöyle cevap vereyim. Tabii ki benim dünya
görüşüm ama, bu yaklaşımlar bana çok şovenist geliyor...
Evrensel gibi görünen ama çok da bir yere varmayan, insanların
hızlı tüketebileceği daha arabesk işlermiş gibi geliyor bana
böyle yazılanlar. Tabii ki her yazarı veya her yazılan her şeyi aynı
kefeye koymuyorum ama genel anlamda böyle bir şey var. Ben bütün
yazdıklarımı Serhan'la birlikte evde yazdım.
Yazmak
için bana ihtiyaç var, durduğum yere değil!
Evde Yazar:
Mesela
sizin yazdığınız Bukalemun oyunu çok güzel bir metin, onu
yazarken nasıl bir süreç yaşadınız?
Sercan
Alben :Evde
yazdık, yazarken çok da keyif aldık. Çiçekli böcekli
manzaralarımız, Miami gibi kumsallarımız sahillerimiz falan
yoktu, hiç öyle dertlerimiz de yoktu. Çünkü yazmak için bana
ihtiyaç var, durduğum yere değil! Yazarken benim ben olmam lazım,
aklımın yerinde olması lazım. İstediğimi kağıda kaleme
yansıtabilme güdümün sağlam olması lazım. Ben, kendi adıma
söyleyeyim, zaten o kadar şahane bir hayat yaşasam bunları
yazmam, yazamam, mümkün değil! O zaman ben de aşk romanı falan
yazmaya başlamalıyım ya da yazdığım oyunların içinde böyle
şeylerin olması lazım. Çünkü Hemingway'in söylediği gibi, derdi olmayan
adamların yazacağı şey çok kısırlaşmaya başlıyor. Doğal
olarak biz bir şey yazarken sadece buna özen gösteririz. Yani
yazacağımız şey için Serhan'la otururuz, toplantılarını
yaparız. Bizim ön çalışma kısmımız uzun sürer.
Ön
çalışma kısmımız uzun sürer...
Şimdi
yine tiyatro sezonu için yazacağımız üç-dört işimiz var.
Bunlar için nasıl çalışıyoruz? Önce ön araştırmalarımızı
yaparız. Oyunun nerede geçeceğinden ne olacağına kadar bütün
detayları konuşuruz. Yan hikaye örgüleri gibi her şeyi
birbirimizle paylaşırız. Fazlaca not alırız her şeyi. Sonra,
bunları bir eliminasyondan geçiririz. Ardından diyaloglandırma
sürecine geçeriz. Diyaloglandırmada da yazdığımız notlar
içinden parçalar alırız, kılavuz sözcüklerimizden faydalanırız
ve meselemizi ne hissediyorsak tam o şekilde yazarız. Ve süreci
tamamlarız.
Evde
de yazarız, Ada'da da yazarız!
Biz
Ada'da da ikamet eden insanlarız. Gidip Ada'da da yazabiliriz, ki
bir tanesini gittik Ada'da yazdık. “Adaya gidelim, harika bir
manzara eşliğinde yazalım!” diye değil, o sırada İstanbul
fazla üstümüze geldi, Ada daha sakindi, gittik ve yazdık. Sakin
olma gerekliliğne katılırım. Çünkü evet şunu hep söyleriz,
eğitimde de söylemiştik, oyunu yazmaya başladın, romanı yazmaya
başladın, ya da film senaryosu yazmaya başladın. Diyaloglandırma
aşamasından bahsediyorum, bir şey yüzünden bu aşamada ara
verdin. Telefonun çaldı, tuvalete kalktın, mola verdin dışarı
çıktın, yani bir şey yaptın. Artık kaldığın yerden sonra,
devam edeceğin yeri aynı duyguda sürdüremezsin! Biz o yüzden,
mümkün mertebe bir yazarın, ne yazıyorsa, başladığı zaman
bitirmesinden yanayız. Çünkü yazarın duygudan kopmaması
gerekir. En azından, duygu bölümü yani partisyonu bitirene kadar
bu böyle olmalı. En önemli mesele de bu, yoksa hani son derece
lüks yerlere gitmek falan şovenist şeyler. Yoksa işte ben bu
romanımı gittim Kazancı Yokuşu'ndaki köhne bir otelin üçüncü
katında yazdım demek... Çok şovenist işler bunlar...
Evde Yazar:
Uzaklaşma meselesine takılıyorum. Ben onu yapamazsam yazamaz mıyım
diye düşündüğüm oluyor...
Serhan
Alben :
Şu kadarını anlayabilirim. Ruhani bir iş yaptığımız için,
insanın bazı periyotlara ihtiyacı olabiliyor yaşamında. Yani
zaman zaman yaşadığın standartın dışına çıkmak istiyor
olabilirsin. Tam tersi de olabilir. Yani çok sakin bir hayat
sürerken, kaostan beslenen bir şey yazmak için sıkı ve hızlı
işleyen bir şehirde bir süre zaman geçirmek isteyebilirsin. Yahut
şehirde yaşıyorsan, kafanı ve ruhunu dinginleştirmek için daha
sakin bir yerde bir süre geçirmek ve ruhani stresini farklı bir
yere kanalize etmek isteyebilirsin. Ama işte “underground
yazıyorum, köhnede besleniyorum!”
gibi söylemler, oyuncuların “rol
üstüme yapıştı karakterden çıkamıyorum!”
demeleri gibi bir şey... Ki halka da bu güzel servis edildi,
insanlar buna uzun süre inandılar; kötü
şeyler bunlar...
Bir
ressamın, “Pablo Picasso'nun dünyasını yansıtmak için resim
yapıyorum!” dediğini hiç duydun mu?
Sercan
Alben : İlk sorduğun soruya da binaen şöyle bir eklenti
yapacağım. Yazmaya nereden başlanmalı demiştin ya, insanın
kendisinden başlanmalı. Yazmak için dış eylemlere, dış
etkenlere ihtiyacın yok! Yazma eylemi içe dönük bir eylemdir ve
önce kendini tanıma süreciyle başlar. Sanat genel anlamda,
evrensel açıdan baktığın zaman, dışa dönük değil içe dönük
bir şeydir. Sen, bir ressamın “Pablo Picasso'nun dünyasını
yansıtmak için resim yapıyorum!” dediğini hiç duydun mu?
Ya da binlerce ressam var ama 10 tanesi aklındadır. Binlerce
oyuncu var ama 100 tanesini bilirsin. Milyonlarca yazar var, ama 200
tanesini tanırsın. “Herkes yazmak istiyor“ diyorsun ya, herkes
yazabilir, ama herhangi bir gazetenin arka sayfasındaki şiir kadar
da yazabilir, kamyon arkası yazısı kıvamında bir şeyler de
yazabilir, ya da içselleşip güzel şeyler de yazabilir. En önemli
şey budur aslında. Yazar, okuyucusu veya seyircisi okusun ve çok
etkilensin diye bir şey yazmaz. Toplumun meselesine toplumun
gözünden bakıp bir şey de yazmaz. Toplumun içinde yaşayan bir
birey olduğunu bilir, kendi meselesini topluma aşılar. Benim dünya
görüşüm bu der, toplum bundan etkileniyorsa, o yazar başarılı
olmuştur. Mesele dışa dönüklük değil, içe dönüklüktür.
Dışarıya
bakınca ilk olarak ne görüyorsun?
Yazmak
isteyen ve bu yazıyı okuyacak olanlara özellikle söylemek
istiyorum. Biz yazar olarak bir şey yazacağımız zaman Serhan'la
şöyle bir şey yapmıyoruz.
“Hadi
Serhan bir oyun yazalım, ne yazalım? Şimdi bu sıralar ne var
gündemde konu olarak? Aşk çok önemli, aşk mı yazsak, toplum
başka neden etkileniyor?
İşkenceden
şiddetten etkileniyor. O zaman şiddetle alakalı bir şey yazalım!“
Hayır,
böyle bir şey yok, biz böyle bir şey yapmıyoruz! Bu şovenistlik
işte! Bu, toplumun bir şeye ihtiyacı var, ben bunu sağlarsam
ordan belki para kazanırım, nemalanırım demek. Bizim derdimiz ise
biz neyi yanlış görüyoruz, neyi eksik görüyoruz ya da neyle
nesilleri toplumları bilinçlendirebiliriz konusu.
Evde Yazar:
Eğitimde
de söylediğiniz gibi, bir meselen varsa yazarak onu dile
getiriyorsun.
Sercan
Alben: Ya da o meseleye nasıl baktığını...
Serhan
Alben : Lafını bölüyorum ama Sercan'ın da dediği gibi,
genel geçer bir meseleyi, toplumun içinde yaşayan, içine kapalı
bir birey olarak herkesin kahve köşelerinde tartıştığı,
günümüzde de süregelen bir meseleyi, Kafka'nın “böcekleşme”
olarak içselleştirip Dönüşüm'ü yazması... Yani, belli bir
süre sonra o içine kapanıklık halinde kendini bir hamam
böceğinden farksız hisseden yazar, bunu kaleme döker ve dünyada
yeni bir dönem başlar!
Sercan
Alben: Bu bir de bakış açısıyla alakalı bir şey.
İkimiz birden aynı pencereden dışarıya bakalım. Şu an kepenkli
bir yerde oturuyoruz mesela. İkimiz birden burdan dışarıya
bakalım, senin dışarıda gördüğün ilk şey başkadır, benim
ilk gördüğüm şeyse kepengin üzerindeki pas. Ve neden paslandığı
ve ne kadar zamandır temizlenmediği, silinmediği gibi bir süreç...
Dışarıya bakınca ilk olarak ne görüyorsun? |
Serhan
Alben : O zaman ben hemen birini yad etmek istiyorum. Ben
tiyatrodan önce sinema-tv okudum. Tiyatroda en büyük
şansım, Suat Özturna'nın son öğrencilerinden biri olmam,
sinemada ise en büyük şansım, Nedim Otyam'ın son öğrencilerinden
biri olmamdır. Birinci sınıftaydım, rahmetli Nedim Hoca, değişik
testleri olan bir adamdı. Böyle bir pencere var, hafif yağmur
yağıyor, hava kapalı, renkler basık. Tek tek bizi sıradan
kaldırdı ve camın önüne gönderdi, dışarıya bak dedi, ne
görüyorsun diye sordu. Biri dedi ki sokak lambasını görüyorum,
biri camdaki yağmur damlalarını görüyorum dedi. İlk ne
görüyorsun, soru buydu. Hiç yorum yapmadan tek tek kaldırıp
sormaya devam etti ve tek cümle ile yanıtlamamızı istedi. Benim
de ilk dersim, korkuyorum bir taraftandan! Koskocaman Nedim Otyam var
karşımda. Yüzüne bakıyorum, acaba anlar mıyım ne tür
cevaplardan hoşlandığını diye, yok, bir şey anlaşılmıyor.
Poker oynar gibi ders yapıyor Nedim Hoca! Sıra bana geldi, yine
aynı soru, ne görüyorsun dedi, “kendimi” dedim. Nasıl yani
dedi, “kendi yansımamı görüyorum” dedim. Ders bitti, kal dedi
bana. Beni asistanı yaptı. İki sene O'nun asistanlığını
yaptım, hatta son döneminde evinde de misafir oldum. O'nun özel
yaşamına da dahil olma şansını yakaladım. Öyle bir anı işte.. Buraya
oturduğumda da şöyle düşündüm. Neden bilmiyorum, dedim ya
şizoid bir süreç diye. Truman Şov gibi, sanki böyle bir kafes
burası ve özgür olan biziz, bu kafesin dışında bir yaşam
varmış gibi düşündüm. Normal bir insanda ise sen kafesteymişsin
duygusunu çağrıştırır. Buraya
oturduğumdan beri burası bir hapishaneyse diye bakıyorum. Hatta
bununla ilgili aklıma gelenleri röportajdan sonra anlatacağım
sana...
Mektepe
gidince eğitim, birinin yanında bir şeyler öğrenince...
Sercan
Alben: Yani bakış açısı çok önemli. Bir yazar içe
dönük davranmalı.
Evde Yazar:
O zaman
buradan eğitime geçelim. Ben sizden bir eğitim aldım, bu benim
hayatımı çok etkiledi. Belki bu röportajı okuyan insanlardan
birkaç tanesinin de hayatını değiştirmeye katkımız olursa çok
mutlu olurum.
Yazarlıkta
alaylı olmak diye bir şey vardır mutlaka, ama sanki biraz teknik
bilmek gerekir gibi geliyor bana. Mesela ben sizden öyle bir eğitim
almasaydım oyun yazamazdım. Teknik şart bence. Siz ne diyorsunuz?
Sercan
Alben: Eğitimi ayırmamak lazım. Yani mektepte alınınca
eğitim, birinin yanında bir şeyler öğrenince eğitimsizlik diye
bir şey yok. Orhan Veli, Cemal Süreya bu işin mektepte eğitimini
almadılar. Adamlar belli ustaların yanında var olmuş, onlardan
feyz almış, onları dinlemiş, onları modellemiş, onların
sözlerini kendi eleğinden süzmüş, ve demin söylediğimiz gibi
kendi iç dünyalarını dışarıya çok doğru yansıtabilmiş
adamlar. Yani gidip de Harvard mezunu olunca şair ya da yazar
olmuyorsun. Bunu özellikle söylüyorum. Eğitim dediğimiz şey,
bir okul demek değildir. Bunu sen söylediğin için altını
çizeceğim, sen bizlerle tanıştın, bizim eğitim süzgecimizden
geçtin ve çok uzun bir süreç değildi bu. Önemli olan,
öğretmenin ne öğreteceği. Hangi süreçte ne öğreteceği
değil. Ben öğreteceğim şeyleri sana dokuz ayda da öğretebilirdim
ama bundan çok sıkılırdım. Benim öğreteceğim şeyin zaman
dilimi var benim için. Öğretebileceğimi bildiğim bir zaman dilimi bu. Ben aktarırım, sonra senin iç dünyan devreye girer.
Evet biz sana ve senin gibi atölyedeki diğer insanlara rehber olduk.
Ama bu ışığı yakan sizsiniz. Oyunları sizler yazdınız. Biz
sadece sizin yanlış yollara sapmanızı engelledik.
Evde
Yazar: Ama
bu çok önemli bir şey. Çünkü ben belki otuz senede
varamayacağım noktaya o eğitim sayesinde beş ayda ulaştım.
Sercan
Alben: Bir ustanın yanında
çıraklık da yapılabilinir, hatta ona bile bazen ihtiyaç olmaz.
Evde
Yazar: Çok yeteneklisindir
de ihtiyacın yoktur eğitime. O da çok özel bir şey, kaç tane
dahi var ki!
Sercan
Alben: Kendimle alakalı şöyle bir örnek vermek
istiyorum. Bu çok daha iyi özetleyecektir durumu. Ben, 22 yıldır
bu işi yapan bir adamım. Tiyatronun içine doğdum, orada büyüdüm
ve ömrümü de bu işe verdim. Ama şiir yazmak olgusu benim için
hep çok ütopik kaldı. Bunu ben söylüyorum. Hani herkes yazar ya,
hayır herkes yazamaz! Ben yazmaktan çok korktum, yıllarca... Ama
bir gün karar verdim. Kardeşimin yani Serhan'ın etkisi bunda
çoktur. Çok okuyan, çok meraklı biridir ve O'nun fikirleri, O'nun
düşünceleri benim için önemlidir. Geceler boyu sanat
tartıştığımızı bilirim, O bana bir şeyler aktarır, ben O'na
aktarırım falan filan.
Bu
arada hayatımda şair olarak anılmak, en çok istediğim şeylerden
biridir. Yazar ve şair olarak ölmek istiyorum, ki benim ana
mesleğim, en çok zevk aldığım iş oyunculuk aslında. Buna
rağmen söylüyorum bunu...
Oturdum,
elime kalem aldım ve ne hissediyorsam onu yazdım. 8-10 şiir olunca
Serhan'la paylaştım yazdıklarımı. Hepsini okuduktan sonra
Serhan, “Can Baba ekolu, o minval devam etmiş sende!” dedi.
Can
Yücel benim için çok önemlidir. Çok okudum, içselledim. O'nun
anlattığı şeyleri çok iyi algıladığımı düşünüyorum. Ama
asla birinin yazdıklarını yazayım, birinin dünyasından bir şey
alayım diye düşünmedim.
Can
Yücel'le ben hiç aynı masaya oturmadım, bana bir usta olarak
hiçbir öğretisini birebir anlatmadı, sadece yazdıklarını
okudum. O'nun ne demek istediğini, ne hissettiğini ne düşündüğünü
anlamaya çalıştım. O anladıklarım bilinçaltımda bir şeyi
tetikledi ve ben elime kalemi alıp yazmaya başladığımda o
samimiyetle, o realistlikte şiir yazmaya başladım. Ve bunu
Serhan'ın bana söylemesi senin sorduğun sorunun cevabı oldu.
Çünkü
bu bir eğitimdi, Can Yücel bana bir eğitim verdi aslında
yazdıklarıyla. Ve ben, oradan yürümeye başladım, şimdi 100' e
yakın şiirim var. Hiç kimse bilmiyor onları. Bir gün, onların
hepsini toplamak gibi bir derdim var ama ne zaman kendimi iyi
hissedersem..
Ha
mesleğimin bana bunca senede verdiği bir şey tabii ki vardı ama
şiir bambaşka bir şeydi ve onu başarıp başaramadığımı da
okuyucusuyla karşılaştığında anlayacağım aslında. İşte bu
da bir eğitim...
Eğitim
evet alınmalı ama nasıl alınacağına kişi kendisi karar
vermeli. Biz burada ;“Bizim atölyelerimiz var, bize gelin en
iyisini öğrenin!” diyemeyiz. Başka insanlardan çok daha iyisini
de öğrenebilirler, kötüsünü de öğrenebilirler. Bu insanın
kendi iç dünyasıdır. Belki 30 senede yazacağımı siz bana beş
ayda yazdırabildiniz diyorsun. Sebebinin yarısı sensin, yarısı da
bizim seni yönlendirmemiz oldu. Ama sen hiç azımsanacak bir sayı
değilsin burada. Sen yazdın çünkü.
Ben
hocayım, sen bana nasıl “abla” diye hitap edersin?
Serhan
Alben : Önce hocalıkla alakalı bir şey söyleyeceğim.
Hocalık kendi hayat tecrübelerini, kendi mesleki tecrübelerini
birine aktarmak olarak algılanıyor. En azından bu işler için
böyle. Halbuki hocalık, bir metodoloji üzerinden karşındaki
insanlara bir şey aktarmaktır ve burada unutulmaması gereken bir
nokta daha var. Kendi hocalarımdan öğrendiğim değil ama
gördüğüm bir şey bu.. Asıl öğreticinin karşındaki insan
olduğunu unutmamak! Çünkü ben bir metodolojiyi karşıya
aktarıyorum ama karşı taraftan da bir şeyler öğreniyorum aynı
zamanda. Etkileşim var. Bu sebepten de bir anımı anlatacağım.
Konservatuvarda
bir gün disiplinlik olmuştum. Bizim tiyatro bölümünde, müzik
bölümünden bir hoca bir şey yapıyordu. Benim de provam vardı,
O'nun da o saatte orada dersi varmış, bizim bölümü
kullanıyorlarmış. Döndü bana “çık dışarıya!” falan
filan diye bağırdı. Ben de döndüm, “Hanımefendi sakin olun,
burası benim bölümüm, ben buranın öğrencisiyim, provam var
eşyalarımı alıyorum” dedim. Bana hâlâ
bağırıyor...“Ya ablacım eşyamı alıp çıkacağım” dedim
bu sefer, çok daha fazla öfkelendi. Takıldığı nokta şu oldu
bence: Ben hocayım, sen bana nasıl abla diye hitap edersin?
Ben
bakkala “Merhaba Bakkal!” demiyorum...
Hayatım
boyunca bir şey öğrenmediğim kimseye “hoca” demedim... Çünkü
ben bakkala “merhaba bakkal” demiyorum, garsona “merhaba
garson” demiyorum. O Ahmet bu Mehmet, öteki kardeş, beriki
dayı... Yani mesleki sıfatların kullanım alanı tuhaf bir şey.
Ben bu okulda hoca olduğuma göre bana hoca diye hitap edeceksin,
abla diyemezsin durumunu anlamıyorum. Bunun etkilerini ilkokulda da
yaşamıştım. Çünkü okul müdürüne hiç “hocam” diye hitap
etmedim. Müdüre” Muharrem Bey “derdim mesela ortaokulda.
İstiyorsa “Müdür bey!” de diyebilirdim. Hani mesela Ahmet,
hocadır ve sofrada bile “n'aber hocam” diye hitap edilir
kendisine. Oysa O Ahmet'tir, neden hoca olsun, bana bir şey mi
öğretiyor?
Böyle
bakmama rağmen Tiyatro Laboratuvarı'nın ilk senesinde çalıştığımız
bir oyuncu vardı konservatuvarlı. Bana da ekipte bazı arkadaşlar
“hoca” diye hitap ediyor. Birgün patlama yaşadı bu arkadaş,
ben de oyunu yönetiyorum. “Bu nasıl bir ego, neden bu insanlar
sana hocam diyor, bizim yaşlarımız yakın, genciz...” dedi. Ben
de kibar bir dille O'na gençlerin bir araya gelip tiyatro
yapabileceği birçok alan olduğunu ve oralarda bu işi yapmaya
devam edebileceğini söyledim ve kendisiyle yollarımı ayırdım.
"Görmesen De Olur" sürecinde atölyede ilk derse geldik bir tane hanım vardı
hatırlarsan. Üçüncü dersin arasında “ben sizi bir yerden
tanıyorum” dedi, “ben de sizi bir yerden tanıyorum” dedim. Ne
iş yapıyorsunuz diye sordum. Öğretmenim dedi. Ne öğretmenisiniz
dedim, coğrafya öğretmeniyim dedi ve benim liseden hocam çıktı.
Ben üniversiteye gidene kadar derslere devam eden bir öğrenci
olmadığım için pek de hatırlayamadım baştan. Bunu öğrendikten
sonra “hocam” diye hitap etmeye başladım kendisine. Ben “hocam
nasılsınız?” diyorum, o da bana “iyidir hocam, siz nasılsınız”
diyor... Demek ki ben o arkadaşıma bir şey öğretemedim veya o
benden öğrenmeye açık değildi ki benim hocalık vasfımdan
rahatsız oldu. Ki ben bunu bir vasıf olarak kullanmıyor olmama
rağmen! Şimdi sen “hocam” diye hitap eden, “siz iki kardeş
hayatımda birşeyler değiştirdiniz” diyen biri olduğun için
ben de senin yaptığın bu röportajda sana bir soru sormak
istiyorum. Hayatında ne değişti bu oyun yazarlığı sürecinde?
Evde
Yazar: Kendime dışarıdan
bakmayı öğrendim, kafamın içini kurcalamayı öğrendim. Benim
için hayal olan bir şeyi başardım. Hani siz demiştiniz ya ilk
derste, karakterleriniz bir süre sonra kendi kendilerine konuşmaya
başlayacak, ben ne anlatıyor bu hoca diyordum açıkçası.
Herhalde yetenekli insanlara falan anlatıyorlar diye düşünüyordum. Bu kurstan bir kişi
çıkacak oyun yazan diye de düşünmüştüm. Son derslere kadar
karakterlerim oluşmadı, demek ki yok benim yeteneğim diyordum. Çok
uzak geliyordu oyunu yazmak, ama gerçekleşti. Bu da benim hayatımı
değiştirdi.
Serhan
Alben : Kendine dışarıdan bakmayı öğrendin, kafanı
kurcalamayı öğrendin. Bunları başka bir yazarlık eğitiminde de
öğrenebilirdin, peki bizim sana katkımız ne oldu?
Evde
Yazar: Bir sürü kurslara
gittim, mesela 2-3 sene İngilizce kursuna gittim. Hiçbir şekilde
hiçbir hocayla bu kadar bütünleşmedim. Yani sizdeki o samimiyet
beni çok etkiledi. Siz orada, belediye çatısında ücretsiz ders
verdiniz. Ücretsiz kurslar genelde ruhsuz olur. Yani 7'den 8'e kadar
müfredat verip gidebilirdiniz, dersler gece 11'lere kadar sürdü!
Kendinizi o kadar veriyordunuz ki olaya, ben bu durumdan çok
etkilendim. Hani derler ya “aurasına girmek”, siz de aynı öyle
bir çekim alanı yarattınız ve orada müthiş bir sinerji oluştu.
Daha önce birbirini tanımayan, gören ve görmeyen insanlar müthiş
bir heyecana kapıldık. Çok etkileyiciydi.. Bence bir eğitimin
devam etmesi için heyecan şart. Ben açıkçası hiçbir eğitimde
bu kadar heyecanlanmamıştım.
Sercan
Alben: İşte tam olarak benim söylediğim şeyi yaşadın,
içine döndün, keşfettin. Sonra bir mesele çıktı ortaya.
Evde
Yazar: Siz o kadar
heyecanlıydınız ve inanıyordunuz ki! Yapabilirsiniz, olacak diye
ısrar ettiğinizde ben olayın içine itildim bu sayede. Bitmesin
kurs diyorduk, level-2 ne zaman olacak diye soruyorduk
hatırlıyorsanız. Bir kitap yazmış olsaydınız, o kitabı
alırdım, okurdum, kaldı ki ben tabiri caizse bu anlamda inek bir
öğrenci gibiyim, çalışırdım, altını çizerdim, bir şeyler
öğrenmeye çalışırdım kendi çapımda. Ama siz benim kafama
adeta çaktınız! En son Nehir'i izlerken direkt ders notları
aklıma geldi ve oldukça bilinçli izledim oyunu. Eğitim öncesinden
çok daha farklı bir yerde olduğumu gördüm.
Sercan
Alben: Ne güzel, işte bu zincirleme bir reaksiyondur, sen
de başkalarına aktaracaksın bu bilgilerini.
Evde Yazar:
Hani
İngilizce'de, aktif midir pasif midir diye hiç düşünmeden çat
diye cevap verilen cümle kalıpları vardır, işte “I was born in
....” gibi cümleler! Sizin verdiğiniz eğitimde öğrendiklerim
de aynen öyle kendiliğinden aklıma geliyor. Ben mesela oyunu
izlerken direkt kafamdaki şablonla izledim, bu müthiş bir keyifti
benim için. Çok etkileyici ve şaşırtıcı bir şey bu gerçekten
de.
Sanatta
duygu sömürüsü ve Kitsch (Kiç) Olgusu
Sercan
Alben: Direkt bu konuyla alakalı değil ama şimdi aklıma
geldi. Yazarlık üzerine bir şey daha söylemek istiyorum. Hani
dedik ya bir yazar toplum okusun, toplum algılasın diye bir şey
yazmaz dedik ya, tam da bununla alakalı, hem de kendi ülkemizden
şöyle bir örnek vermek istiyorum. Dikkat ediyorum, bazı
arkadaşlar kendilerine “yazarız” da diyebiliyorlar. Hele hele
tiyatro metni yazan arkadaşlar bunlar.
Toplumumuzda
sıkıntılar oluyor, kaoslar oluyor. Mesela son dönemde kadına
şiddet ve kadın cinayetleri çok ön planda. Tabii ki bu günümüze
özgü bir sorun değil. Kadınların köle gibi satılıp
pazarlanması, diri diri gömülmesi, mal diye hitap edilmesi,
inekten danadan koyundan daha sonra gelmesi... Bu hep vardı ama son
dönemde cinayet boyutu ön plana daha çok çıkmaya başladı.
Şimdi tiyatro metni yazan arkadaşlara bakıyorum, hemen bu
olaylardan bir tanesinin akabinde bir oyun yazılıyor, katledilen
kişinin anısına ithaf ediliyor bu oyun ve oyun – ki izlediğim
için bunun altını çizerek söylüyorum, izlemediğim hiçbir oyunu eleştirmediğimi de
belirtmek isterim- hiçbir şey anlatmayan, sadece mevzuyu anlatan,
kitsch, yani duyguları sömüreyim ve bu işten para
kazanayım düşüncesiyle yazılmış ...
Bir
masaya oturduğunda “Yazarım” diyen bir insan ya da insan
topluluğundan bahsediyoruz. Bana göre bu oyun hiçbir meselesi
olmayan bir iş, çünkü bu konu O'nun meselesi değil. Bu,
toplumdaki bir mesele ve bundan para kazanabilmek için eline kalem
alıp bir şey yazıyor. Bunlardan sıyrılmak, bunlardan kurtulmak
lazım.
Kendi
dünyanı keşfet, bakış açını geliştir!
Yazar
adaylarına sesleniyorum, yazmak isteyenler öncelikle bu tarz
düşüncelerden kurtulun. Hiçbir zaman, hiçbir şeyi
ikonlaştırmayın, ilahlaştırmayın! Yani mesela roman yazacak
bir arkadaşım için Ahmet Ümit O'nun hayal kahramanı olmasın! O,
Ahmet Ümit'ten çok daha yetenekli olabilir, çok daha fazla
kapasitesi olabilir. İkonlaştırma, senin ilahın o değil! Ben
oyunculukta da hep bunu söylerim. Takdir ettiğim oyuncular vardır; takdir ettiğim, o kadar! O'nun gibi olmalıyım diye bir şey yok.
Sen O'ndan çok daha başarılı ve yetenekli biri olabilirsin! Kendi
dünyanı keşfet, kendini keşfet, bakış açını değiştir. Bu
çok önemli bir mesele.
Mesela
bizim yeni sezona girebileceğini düşündüğümüz, metni hazır
bir işimiz var. Oyunun konusu, modernizmin eleştirisi. Sanayi
devriminden önceki dünya ve sanayi devriminin yaşandığı süreci
anlatıyor. 1940'ların Almanyasında geçiyor. Bu oyunu iki Türk
adam yazdı. Bir buçuk iki ay her gün 1940-1945 arasındaki süreci
neredeyse her gün inceledik kitaplardan ve internetten. Bizim için
çok önemli bir süreçti. Toplumun güncel bir yarasına parmak
basmadık. Biz çok evrensel ve tüm dünyanın sürüklendiği bir
sürecin içinde başka bir bakış açısı yarattık. Yazarlıksa
eğer, böyle yazabilmek algısına sahip olmak lazım. Bunun altını
çizmek istiyorum.
Sanat,
-en azından- destek verilecek bir şey değildir!
Serhan
Alben : Yeni yazılan metinlerden bahsettik. Ben kendi adıma
“filanca yerde sözsüz performans yapılıyor” gibi şeyleri
değerli bulmuyorum. Yazma efendim! “En azından sanatla ilgili, en
azından sanat yapılıyor!” deniliyor. “En azından” destek
verilecek bir şey değildir sanat! Ya yap, ya da yapma!
Sercan
Alben: Kendi ülkemizin dünyaya mal
olmuş savaşları var. Biz neden şehit olmuş askerlerimizin o
savaş dönemiyle alakalı bir şey yazmıyoruz? Kitsch bir duygu bu
çünkü. Bunu yaparsam herkes hüngür hüngür ağlayacak, sonunda
da bir Türk bayrağı açacağım, herkes ayakta alkışlayacak, ben
çok para kazanacağım, ama yazarlığıma ihanet etmiş olacağım!
Havalı
dursun diye bir şey yazılır mı!
Serhan
Alben : Bakıyorum
metinlere, karakterlerin adı mesela john, Richard falan. Eee..
Ortada bir şey var mı? Yok.. Neden? Öyle yapınca daha havalı
duruyor! Havalı dursun diye bir şey yazılır mı? Hani çok
severiz ya kendi içimizden çıkan şeyleri alaşağı etmeyi, ama
yurt dışından geldiği anda “Abi önermesiz metin diye bir
şey var, süper!” falan deriz ya...
“Önermesiz
metin mi olur” diyen aradaşlarımız var mesela.
Bir
de şöyle eleştiriler alıyoruz, neden oyundaki birinin adı
“Adam”? Neden Hamlet Danimarka'da geçiyorsa o yüzden! Demek ki
benim burada anlatmam gereken bir meselem var, fakat burada
anlatırsam tutuklanacağım! O yüzden bu olay Almanya'da
geçiveriyor. Ama sen şimdi havalı dursun diye “karakterin adını
Osman yapmayayım da Richard olsun!”diyorsan orada sıkıntı var!
Sercan
Alben:
Neden Shakespeare
oyunları
İngilterede geçmiyor, neden geçmiyor? En önemli klasikler hem de!
Aynı sebepten işte. Ya başka ülkelerde, ya ütopik yerlerde, ya dağda
bayırda, ya da olmayan ülklelerde geçiyor.
Ekmek
yedirten bir iş değil, yazar yetiştiren bir iş yapmaya
çalışıyoruz!
Serhan
Alben : Hem senin söylediğin “Siz yaparsınız aurası”
ile alakalı, hem de Sercan'ın söylediklerine ilave olarak bir
konuya değinmek istiyorum. Ben geçenlerde toplantı yaptım biriyle
yazarlıkla alakalı.. Çok bilindik bir kurum, ismini vermeyeceğim.
Bize kendi metodumuz üzerinden hocalık teklif etti ve dedi ki: “Biz
bu kuruma “Modern Tiyatroda Önermesiz Metin Yazarlığı”
dersini ekleyelim, siz de gelin bunu anlatın. Sizden başka bu dersi
verecek adam yok, çünkü bu metodu siz ürettiniz”. Görmesen De Olur sonrası yoğun bir dönemdi. 3
hafta kadar müsait olamadık, sonunda gittim görüşmeye. Asistan
beni görüşeceğim kişinin makamına çıkarttı. Merhaba
dedim, oturdum, bir şey içer misiniz dedi, bir çay içerim dedim,
ee anlat bakalım dedi, sen kimsin, neler yapıyorsun dedi.
Çok
hızlı bir şekilde O'na kendisinin kim olduğunu ve neler yaptığını
anlattım kendimden önce. (gülüştük) Bunu senin söylediğin şeye
bağlayacağım. Bir kere beni oraya davet eden kişi sensen,
hazırlanacaksın, karşındaki kim öğreneceksin... Sen benle bir iş yapmak
istiyorsun, kim olduğumu bile bilmiyorsun. O zaman sen bu işe değer
vermiyorsun demektir. Sen şimdi bu iş tek olduğu için "önce ben
koyarsam kurumuma, ekmek yerim" diye düşünüyorsun, biz de ekmek
yedirten bir iş değil, yazar yetiştiren bir iş yapmaya
çalışıyoruz. Ekmek yedirten işlerimiz hepimizin var zaten.
İkimizin de sinema, tiyatro gibi meziyetleri var. Oyunculuk
yapıyoruz, dublaj yapıyoruz, sinemada görev alıyoruz zaman
zaman. Bu iş öyle bir iş değil ama bu bir.
İkincisi
benim 25 yaşında olmam, sana bu şekilde konuşma hakkını veren
bir şey değil. Durumu anlattım oradan kaldım, konuyu da kapattım.
Şimdi senin dediğin kısma geleceğim.
Bu
gezegende misafirsem, ona bir şeyler vermeliyim...
Modernizmle
biraz sorunlu kişileriz biz. Bunun artçılarını yazdığımız
şeylerde de görmeniz mümkün analiz ederseniz. Üç
aşağı beş yukarı yaşlar oynayabilir ama Mozart'a bakıyorsunuz
adam 5 yaşında bestesini yapıyor, 7 yaşında konserini veriyor,
11 yaşında dünyaya damga vuran eserini çıkarıyor ve 20 yaşında
ölüyor. Öteki öyle.. Türkiye'ye bakıyorsun. Hayranı olduğum
için Orhan Veli'den örnek vereceğim. Adam bir akım başlatmış,
30 yaşında çukura düşüp ölmüş! Şimdiye bakıyoruz,
ortaokulda dershane sisteminin içine sokuluyorsun, lise
kazanıyorsun, lise-2 itibariyle üniversite hazırlığı, sonra
üniversite, artık sadece lisans para etmediği için mümkünse bir
yüksek lisans, erkeksen bir askere git gel, iş bul, o işte biraz
çalış, o işte biraz dünyalık yap, evlen, evinin taksidini öde,
çocuk yap, öl git gömül... Ee bireysel hayat nerede?
“Hayallerimizin peşine düşelim, dünyayı gezelim” falan değil
bahsettiğim. Biz burada misafiriz. Temel olarak hangi dine bakarsak
bakalım, burada hep beraber bir şeyler yaşayabilmemiz için bir
şeyler yapmamız lazım. Ben misafir kaldığım bir yere, canımın
içinin evinde de kalsam, ikinci gün elime bir ekmek, bir mandalina
alıp gitmek isterim, ayıptır, adettir bu. Burada misafirsem, bu
gezegene de bir şeyle gelmek istiyorum. Elim kolum dolu gelmek,
ve bir şey vermek istiyorum. O yüzden matbu
iyidir. Bana bir röportajımda sormuşlardı, öldükten sonra sizi
temsil edecek nesne nedir diye, ben de “yazdıklarım” demiştim.
Bu
işin bir ütopik boyutu daha var. Kalıcı olmak için, ya da bir
meseleyi anlatıp vicdanı rahatlatmak için, bu gezegene matbu bir
şeyler bırakıyoruz ya, bıraktığımız gezegen de yok olacak!
Bir de oradan bakarsak, orası da işin iyice tırlatma bölümü..
Hayırlısıyla 40 dan sonra oralara bulaşacağım diye düşünüyorum.
Mazhar Abi gibi bir Hindistan'a gidip ondan sonra ilgileneceğim o
kısımla...
Farkındalık,
tedavisi olmayan bir hastalık...
Aslında
hep söylediğim bir şey var. Farkındalık, tedavisi olmayan bir
hastalık. Farkında olduktan sonra yandın demektir. Ondan sonra
kurtulabilmen zor. Aslında röportajın başında Hemingway'den
örneklediğim şey de bu, balık tutmak, sevişmek, ne yaparsan yap,
eğer farkındaysan diğer insanlar kadar keyif alamazsın hayattan.
O zaman da sorumluluk alanın oluşur ve bir şeyler yapmak
zorundasındır. O yüzden sana söylediğim şey o, yapabilirsin,
neden yapamayasın! İşin var çalışıyorsun haftada bir gün
iznin var, boşver bunları, yapabilirsin... Bunları yaşarken de
yapabilirsin, yazabilirsin!
Evdeyazar:
Sonuçta hayatımda yapmak
istediğim bir şey vardı ve siz onu araya sıkıştırttınız bana
ve yaptırdınız. Bana kalsa kimbilir daha ne kadar bekleyecektim...
Dolayısıyla konuyu sizin yeni başlayan eğitimlerinize getirmek
istiyorum, zira ilgilenen herkesin bu süreci deneyimlemesini
isterim.
Sercan
Alben: Çok empatik bak olaya. Kendi halinde doğmuş,
profesyonelce işler yapmış bir adamım ben. Bir gün
meziyetlerimizi süzgeçten geçirip bir atölye açıyoruz, sen
geliyorsun oraya, sana sadece teknik bir şeyin eğitimini
vermiyorum, senin bu güne kadarki dünya görüşünde bir şey
değiştiriyorum ben. Ben işte asıl onu başarıyorum. İşte
yazılı dediğin şey, tam olarak evrensel açıdan budur. Senin
bakış açını değiştirebildim, sen de bir başkasına yaparsan
zincirleme bir reaksiyon olur ve nesiller daha doğru yetişir.
Evdeyazar:
Ben bu röportajı işte bunun için
yapmak istedim. Bir kişinin hayatını değiştirebilirsem, büyük
mutluluk olacak benim için.
Sercan
Alben: Mesela orta yaşlı bir kör öğrencimizin de bize
söylediği bir şey vardı “Görmesen De Olur” atölyesi için.
“Hayatımda ilk defa kör olmam işime yaradı” dedi . Bir başka
kör öğrencimiz de, “Benim ışığım oldunuz!” dedi. Senin
söylediklerine benzer şeyleri onlardan da duyduk . Aslında biz
teknik bir yazarlık eğitimi vermedik ve bunun sizlere geçtiğini
gördükçe işte şimdi bir şeyleri gerçekten değiştirdiğimiz
görüyoruz ve bu yolda devam etmek istiyoruz.
Bizler
de pamuklara sarmalanıp büyümedik!
Serhan
Alben: Öğrencilerimizden biri hastahanede tedavi görüyordu,
aradı yazamıyorum dedi, bana ne dedim, telefonu kapattım.
Yapabilirsin derken boşuna söylemiyoruz. Sonuçta bizler de pamuğa
sarmalanıp büyümedik, biz yapabiliyorsak herkes yapabilir.
Evdeyazar:
Bunu ilk defa söylüyorum. Sizler
kendinizi parçalarcasına bir şeyler anlatıyordunuz ve dediniz ki
29 Nisan'a kadar oyunlar hazır olsun! O samimiyete ve emeğe o kadar
saygı duydum ki, yapmasaydım size karşı çok ayıp etmiş
olacaktım!. Utanacaktım! Birisi sana bir şeyler
veriyor, karşılığında sadece “yaz!” diyor. O yüzden kendimi
zorladım ve sonunda başardım.
Serhan
Alben: O hastanedeki arkadaşımız da iyi ki o gün telefonu
yüzüme kapatmışsın, yoksa oyunum ortaya çıkmayacaktı dedi.
Bir diğeri “hayatımda ilk defa birisi bana sen körsün, seni
tolere ederiz, aman tamam yapmayıver! demedi, kendimi herkes gibi
hissettim.” dedi..
Sercan
Alben: Biz, eğitimlerimizin içinde anlatmak istediğimiz
şeyin teknik bilgilerini verip konuyu kapatmıyoruz. Dünya
görüşümüzü, bakış açımızı, tecrübelerimizi ve okuduğumuz, bizde etki bırakmış insanların tecrübelerini de aktarıyoruz.
Katılımcıların dünya görüşlerinin de değişebilmesi, daha
iyiye daha doğruya evrilmesi açısından “Evet ya, hep bir
şeylerimi ertelemişim, aslında bunları yapabilecek güce
sahipmişim neden yapmıyorum, hadi şimdi tam zamanı!“
dedirtebilmek de bizim eğitimimizin çok önemli bir yanı.
Tiyatro
Laboratuvarı'nda eğitimler başlıyor!
Serhan Alben - Aytuğ Akdoğan - Sercan Alben |
Sercan
Alben: Tiyatro Laboratuvarı'nda üç yazar olarak Serhan,
ben ve Aytuğ Akdoğan eğitimlere yeniden başlıyoruz . Serhan ve
ben işin ana moderatörlüğünü yaparken, Aytuğ Akdoğan da
gelecek yazar adaylarımıza yazar koçluğu yaparak, onların iç
dünyalarını keşfetmelerine yardımcı olacak. 4- 5 kitabı olan
bir yazar olduğu için ve edebiyatın sert tarafı ile ilgilendiği
için roman yazmak isteyen adaylarımız için çok da faydalı bir
eğitmen olacak kendisi. İki ay sürecek bir eğitim bu, 1 temmuz 1
eylül arasında olacak. Haftada bir gün üç saat sürecek. Finalinde
de muhakkak çıkan metinlerin bir yere ulaşmasını sağlayacağız.
Ne yazıldıysa, roman, film senaryosu ya da tiyatro metni.. O hazzı
yaşadıktan sonra adaylarımızın gerçek yolculuğu başlayacak.
Şimdi kayıtlar başladı. Aynı duygularla, aynı özveriyle, aynı
ciddiyetle biz yeni adaylarla başlıyoruz. Çok heyecanlıyız. Çok
istekli ve arzuluyuz. Kendimizde o mental gücü buldukça da
eğitimleri devam ettireceğiz.
Metinler
arası ilişki de anlatılacak!
Serhan
Alben: Metodolojiden bahsedeyim. Senin de eğitim sürecine
dahil olduğun, bizim geliştirdiğimiz metod, Modern Tiyatroda
Önermesiz Metin Yazralığı'ydı. Önermeyi çoğalttıkça
önermesizleşen bir tiyatro formu demek bu. Ben bunu bir konferasta
şöyle açıklamıştım: Aslında önermesiz değil önyargısız
demek daha makul bir tanım. Bunun eğitim sürecine sen de dahil
oldun, daha önce yazmıştın da. Bir süredir üzerinde
çalıştığımız ve ekleyeceğimiz kısım da şu: Metinler arası
ilişki. Bu atölye ikisini de kapsıyor. Yani Modern Tiyatroda
Önermesiz Metin Yazarlığı ve Metinler arası İlişki Atölyesi.
Temelde
üçümüz de tiyatro ve sinema eğitimli insanlarız. Bu şöyle bir
süreç. Bir fikrin taslağını oluşturup bu fikirde hiç bir
değişiklik yapmadan bir sinema sekansına, bir tiyatro oyunu
sahnesine ve bir roman bölümüne uyarlayacağız aynı fikri. Ve
fikrin hangisinde daha iyi işlendiğini seçeceğiz. Yani temel
egzersizimiz bu olacak. Atölyede sen de tanık oldun, mesela güzel bir
fikir geliyor ama tiyatroda işlenmesi güç, senaryo olması daha
muhtemel. Aytuğ'a özellikle çok roman taslakları geliyor. Tek
mekanda geçen bir roman ve belli bir süre sonra tüm dinamizmini
kaybediyor ,bunun tiyatroda denenmiş hali, fikri çok daha
aktarılabilir ve kalıcı bir hale getirebilir. Burada maksadımız
kendimize yazmak değilse eğer, birçok kişiye ulaşmaksa, ki
burada ticari bir şeyden bahsetmiyorum, fikrimizin hangi alanda daha
iyi işlediğini görmemiz lazım. Sonucunda bir şeyler olsun
istiyoruz, dersle kalmasın. Atölye sürecinde “Yaz-ma”
atölyesinde yazılan tiyatro oyunları Yaz-ma festivalinde Görmesen
de Olur Festivalinde olduğu gibi seyirciyle buluşacak. Anlaşmalı
olduğumuz yayınevleri ile roman taslaklarını da buluşturacağız.
Kitabı basılır mı bilemeyiz, çünkü bu işi bir tiyatro çatısı
altında yaptığımız için o alana müdahale edemiyoruz. Biz sadece, çıkan romanları editörlerle buluşturacağız. Sinema
sekansları için de yapımcılar ve kısa filmcilerle metinleri
buluşturacağız. Yine çekilir çekilmez onu bilemiyoruz.
Yaz-ma
atölyesi de böyle olacak.
Evdeyazar:
Çok güzel bir söyleşiydi, çok teşekkür ederim.
Not:
Bu uzun söyleşiden sonra birilerinin hayatında bir ışık
yandıysa benden iyisi olmayacak. Detaylı bilgileri Tiyatro Laboratuvarı'ndan alabilirsiniz. Kalın sağlıcakla...