30 Mart 2020 Pazartesi

CORONA-5-Alıştım bir tanem alıştım sana!

COVID-19 hayatımıza girdi gireli hepi topu üç ay geçti. Ve o günden bu yana her şey realitenin değil de, sanki bir filmin zaman ölçeğinde gibi hızla gözümüzün önünden akıp gidiyor. Şaka maka, tarihin kırılma noktalarından birine tanık oluyoruz. Meğer çok hızlı sandığımız hayatımız ne kadar da yavaş akıyormuş korona öncesinde. Meğer dert ettiğimiz şeyler ne kadar da önemsizmiş!
Bu üç ayda neler oldu, nelere alıştık bir düşünsenize. Sanki hayatımıza birisi yeni bir milat noktası koymuş gibi. CÖ-CS / Coronodan Önce, Coronadan Sonra...

Her şey en basit alışkanlıklarımızın değişmesiyle başladı. Nasıl mı? Mesela koronodan önceki zamanlarda sıcakkanlı bir toplumduk. Tanıdıklarımızla selamlaşırken sadece tokalaşmaz, bir de sarılıp öperdik birbirimizi. Koronanın ilk zamanlarında -bize bir şey olmaz evresindeyken yani – şakayla karışık “Sarılmak yok, uzaktan selamlaşalım!” diyerek, birbirimize şirinlikler yaptık. Kimileri elini kalbine koyup hafiften öne eğilerek külhanbeyi tavırla “eyvallah hocam” dedi güldü, kimileri tokalaşmak yerine kollarını tokuşturdu güldü. Hayat o zamanlar hala güzeldi... Geldiğimiz noktada, yani o günlerden iki-üç ay gibi kısa bir süre sonra ise “sosyal mesafe” diye bir kavramın boyunduruğuna girdik. Değil sarılıp öpüşmek, en kanka arkadaşımızla bile aramıza en az bir buçuk metre mesafe koymadığımızda tedirgin olmaya başladık. Ve bu duruma çabucak ALIŞTIK!

Devlet Baba!
İlk zamanlar olayın henüz ciddiyetinde değildik. Gökyüzünde vızır vızır uçaklar uçuyor, herkes bir yerlere gezmeye gidiyor ve gittikleri ülkelerden mutlu öz çekimler yaparak sosyal medyada paylaşıyordu. Korona birkaç ülkeye yayılınca bizimkiler hava alanına termal kamera koyarak- biraz da göstermelik- önlem aldı. Hatta Şirin Payzın’dı yanılmıyorsam, “Amerika’dan geldim kimse ateşime bakmadı” diye eleştiri tweeti atınca, sosyal medyada tepkileri üzerine çekmişti. Abartıyor dediler. Ne sorunsuz zamanlarmış! Hava alanındaki kontrollerde ateşi yüksek olan çıkarsa hastaneye gönderiyorlardı güya, çok da sıkı değildi önlemler o ilk zamanlarda. Sosyal medyada hızla yayılan “Bu virüs Türk genine bulaşmıyormuş!“geyiğine inanıyorduk çünkü, inanmak istiyorduk belki de! Oysa bizler hafife aldıkça, Korona sinsi sinsi tüm dünyayı ele geçirmeye başlamıştı bile. Türk genini takar mıydı! Avrupa’da ölüm grafikleri hızla yükseliyor ve biz de hafiften korkmaya başlıyorduk.  Sonra film daha da hızlandı.

Ben bu yazıyı yazarken Fox TV’de alt yazı geçiyor mesela:

“1991 yılındaki büyük madenci grevinden sonra ilk kez tüm madenler bu geceden itibaren kapanacak!”

Buna da alışırız elbette, neyse…

Geldiğimiz noktada, dünyada 713 bin kişi virüse yakalandı ve ne yazık ki 33 bin kişiyi de kaybettik. Bizdeki vaka sayısı da on bini aştı! İnsan hayatlarını sayılara indirgeyerek bu yazıyı kirletmek istemiyorum, ama istatistik gerçeğini de yadsıyamaz haldeyim…

Ufak ufak sınırları kapatıyordu devlet bir iki hafta öncesinde. İtalya, İspanya, derken bugün, havadan karadan ve denizden tüm sınırlarımız kapalı şu an. Buna da ALIŞTIK sayılır.
Ama dahası da var. Çünkü her şeyden önce tiyatroları, sinemaları ve barları kapattılar. Ardından restoranlarda masaları kaldırdılar, alın yemeğinizi paket yaptırın evinizde yiyin dediler. Kafeler kapandı. Ardından kuaför salonları, hamamlar, saunalar ve kaplıcalar… Bunlara da ALIŞTIK.

Sokaklar boş, dükkanlar ıssız!

Avm’leri kapatmadı devlet, daha doğrusu kapatamadı belki. Ama büyük mağazalar birer birer kepenk indirince, birkaç alışveriş merkezi kendiliğinden çekildi aradan. Geçen hafta sonu balık tutmayı yasakladılar, sahilde yürümeyi yasakladılar, pikniğe gitmeyi bir de! Ama kimse işe gitmeyi, fabrikaya gitmeyi yasaklamadı, yasaklayamadı. Çünkü yasaklasa, o işçilerin maaşını kim verecekti!

Okullar sanırım iki haftadır kapalı. Öğrenciler internetten ve televizyondan takip ediyor artık derslerini. Buna da ALIŞTIK. Hatta ilk internet dersinde çocuklara idam sahnesi izlettirdiler, sonrasında milli eğitim bakanı özür diledi. Bütün bu yaşananlar gerçekten de Emir Kusturica filmleri gibi absürttü; ama ALIŞIYORDUK!

65 yaş üzeri riskli grup olduğu için onlara geldi sokağa çıkma yasağı. İncittik bu yaş almış çınarları; sosyal medya soytarıları, orta yaşlı vatandaşlarımızın üzerlerine su dökerek dalga geçtiler. Bu gözler bunları da gördü. Genetik kodlarımıza işlemiş “Büyüklerimi saymak, küçüklerimi sevmek…” andı ne zamandır tedavülden kalkmıştı zaten.

Dünden itibaren iç hatlardaki uçaklar, şehirler arası otobüsler ve trenler durduruldu. Başka şehirlerde yakınını kaybeden onlarca kişi, şehirler arası yolculuk izni alabilmek  için kaymakamlıklara akın etti bugün.

Sokağa çıkma yasağı istiyor ülkede hemen hemen herkes. Özgürlüğüne en düşkün insan bile…  Başka çare kalmadı. Çünkü korona sayesinde devletimiz yeni bir kavram öğretti bize:

GÖNÜLLÜ KARANTİNA!

Oysa ben, gönüllü karantina değil de Timur Selçuk’un gönül titreten sesiyle söylediği KARANTİNALI DESPİNA şarkısından tarafım...

“Herkes kendi OHALini kendisi yapsın” diyorlar.  

SELFOHAL yani, kendi kendini eve kapat diyor devlet. İster işten izin al, ister işten kovul, ama evde kal!

“Evdekal” “Evdehayatvar” “Hayatevesığar” gibi sloganlarla insanları evlerinde tutmaya çalışıyorlar. Bir tır şoförü “Ben nasıl evde kalayım, açım, çalışmam lazım” dediği için gözaltına alınıyor. İçişşşleri bakanı “art niyetli bu adam!” diyor.  Bu gibi durumlara alışmıyoruz şu an, çünkü zaten ALIŞKIN herkes!

Bu yazının sonunu yazarken devletimizin başkanı ulusa sesleniyor, tam da şu anda! Diyor ki:
“Ben yedi maaşımı bağışlayarak kampanya başlatıyorum;  hepimiz birbirimize yeteriz
, hadi pamuk eller ceplere…”

Bu muhabbet böyle sürer gider...
 En iyi sözü Karantinalı Despina söyler...


Devamını Oku

29 Mart 2020 Pazar

CORONA-4-Corona'dan Dayanışma Çıkar Mı?


#Evdehayatvar sloganını çok yapmacık, çok zorlama, nasıl desem biraz da “snop” buluyorum. Sokakta çöp toplayan temizlik emekçileri “#Evdehayatvar” diyerek çalışmasın bakalım!  Böyle bir şey olsa, emin olun #Evdehayatvar! heştekiyle mutfağından ekmek yapma videoları paylaşanlar, daha doğrusu bu lükse sahip olabilenler ayaklanır öncelikle. Hatta,

“Belediye uyuyor mu, sokaklar çöp içinde!” diye ortalığı ayağa kaldıracaklarına bahse girerim!

Demem o ki, George Orwel’ın meşhur Hayvan Çiftliği kitabında söylediği gibi

“Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha eşittir!” durumu yaşanıyor maalesef Corona günlerinde de!  Bu gerçeği herkes biliyor, ama ne yazık ki çoğunluk görmek istemiyor! Ya da görmezden gelmeyi tercih ediyor.

#Evdehayatvar öyle mi!

Mesela doktorlar da “Ee, yeter be, çalış çalış nereye kadar!” deyip “#Evdehayatvar” sloganıyla işlerini bıraksa! Nasıl olacak sonrası! Düşünmesi bile kulağa korkunç geliyor değil mi!

Hadi böylesine elzem iş gruplarını bir kenara bırakalım. İşini kaybetmemek kaygısındaki overlok işçisi “#Evdehayatvar patroncuğum, kusura bakma ben gidiyorum!” diyebilir mi…  Ya da Antalya'dan diğer şehirlere portakal taşıyan lojistik emekçisi  "Hayat yolda değil evdeymiş buyuruyor devletimiz, hadi bana eyvallah" diyerek  kontağı kapatsa! Virüsün en birinci savaşçılarından, c vitamini bombası portakala nasıl ulaşacak kendilerini evlerine kapatanlar!

Tamam virüsün yayılmaması için ne kadar insan evde kalsa o kadar iyi. Ama sizce de bu noktada bir adaletsizlik yok mu? Bari çalışmak zorunda olanlarla dalga geçer gibi bir slogan seçilmeseydi!  "#Evdehayatvar diyeceksin, #EvdekalTürkiye diyeceksin, sahilde koşmayı yasaklayacaksın, diğer tarafta işe gidenleri yok sayacaksın! 

Keşke sosyal devletimiz(!) kocaman kollarını açabilseydi ve çocukları arasında ayrım gözetmeyen bir anne şefkatiyle hepimizi kucaklayabilseydi! Ve sloganımız “#Evdehayatvar!” gibi muğlak, ucu açık, kime hitap ettiği belli olmayan ve bir o kadar itici sözcüklerden oluşacağına

 “HERKES EVİNDE, VATANDAŞIMIZ DEVLET GÜVENCESİNDE!”

 gibi daha kapsayıcı, daha güven verici, daha umutlu bir anlam içerebilseydi!

görsel**


“Böyle bir ortamda üçün beşin, sloganın lafı olmaz” diye beni eleştirebilirsiniz, haklısınız. Ama keşke on dört gün herkes evine kapanabilseydi, keşke seksen milyon TC vatandaşı olarak birbirimize kenetlenebilseydik! Milli seferberlik ilan edilebilseydi mesela! Troller politik nefret kusmayı en azından -Corona hatırına- bir kenara bırakabilseydi! Devletin planlama teşkilatı kapanmamış olsaydı da her meslek grubuna görev verebilseydi keşke! Mesela doktorlar, ilk yardım eğitimi almış olanlar, hemşireler, sağlık personelleri ve sağlık öğrencileri hastanelerde görev alsaydı. Sanayiciler tam kapasite test üretseydi. Mühendisler hayatı kolaylaştıracak aletler geliştirmeye konsantre olsaydı! Ziraatçılar hijyenik gıda üretmeyi, lojistikçiler de bu gıdaları dağıtmayı üstlenseydi. Biz tekstilciler bütün fabrikalarda ve atölyelerde üretimi medikal tulum ve maskeye dönüştürebilseydik ivedilikle! Ve tv’lerde boş boş konuşanlar yerine daha bilimsel programlar yapılsaydı! Mesela psikologlar kaygı terapisi yapsaydı ekranlarda; pozitif filmlerle insanların moralleri yükseltilseydi. Her akşam sağlık bakanı ne söyleyecek diye beklemek zorunda olmasaydık! TRT’nin onlarca kanalından biri, il il, ilçe ilçe korona durumunu – adeta seçim sonucu verir gibi- verebilseydi ekranlarda olanca şeffaflığıyla… Nasıl ki Ulusal Kurtuluş Savaşımızda evde kalan kadınlar askerlerin söküklerini dikerek savaşa çok değerli katkıda bulunduysa, yine böyle dayanışmalar olabilseydi! Herkes gönüllü olabilseydi!

Oysa Corona günlerinde ne yazık ki insanlarımız üçe ayrıldı:

Bir - Kendilerini komple eve kapatıp korunaklı alanlarında korumaya alanlar!

İki - Ekmek parası için kelle koltukta çalışmaya çalışanlar - ki büyük çoğunluk böyle-

Üç- Evde oturanların  konforlarını sağlamak için kendilerine feda edercesine görev alanlar!

Oysa böyle olmamalı! Herkes elini taşın altına koymalı! Devlet, partiler, zenginler, fakirler, herkes...

Olur mu? Belki de olur! Zararın neresinden dönülse kardır. Yıllardır şucu bucu diye kutuplaştırılan ülkem insanı belki de Korona düşmanına karşı fabrika ayarlarına dönüp tek vücut olur !

Neydi, her kötünün içinde bir iyi vardı!

 Ying’di Yang’dı!

Haydi o zaman kolları sıvama zamanı, herkesin yapabileceği bir şey mutlaka vardır!

görsel** https://pixabay.com/tr/illustrations/g%C3%B6n%C3%BCll%C3%BCler-eller-g%C3%B6n%C3%BCll%C3%BC-birlikte-4937540/



Devamını Oku

17 Mart 2020 Salı

CORONA-3-Sıfırcı Hoca Bayan Korona!


Hayatımda iki tane fizik öğretmenim oldu. Biri lisedeki Ruhsar Hanım, kendisi antipatiklikte bir dünya markasıydı. İkincisi ise üniversitede en az yedi bilemedin sekiz tane fizik dersime giren Hanife Hanım. Hanife Hanım Ruhsar Hanım kadar gıcık değildi, güzel bakan boncuk gibi mavi gözleri vardı ama tavizsizdi, korkardık yani kendisinden.  Bunları niye mi anlatıyorum. Örgün eğitim hayatımın gayet uzaklarda kaldığı 2020 yılı içinde, nur topu gibi yeni ve eskiler kadar korkunç bir fizik öğretmeninin hayatıma girdiğini ilan etmek için! Kendisinin adı Bayan Korona! Ruhsar kadar ürkütücü, Hanife kadar bıktırıcı! Adeta kafama- kafamıza- vura vura bize bir şeyler öğretmeye çalışıyor son aylarda. Dünyadaki bütün dengeleri alt üst etmesi ise içindeki kara mizahın yansıması diyelim (!)

İsterseniz Bayan Korona’dan aldığım dersleri sizinle de paylaşayım:
görsel**

Yerele dönün, tarım yapın kardeşim!

Bayan Korona’dan önce tembellikte zirve yapmışız çoğumuzun haberi bile yok! Ülkemizin mis gibi verimli toprakları dururken çerezlik ay çekirdeğini Çin’den alıyormuşuz mesela! Korona’dan sonra stoklar azalmaya başlayınca 2 liralık çekirdek paketi 10 liraya çıktı da öyle öğrendim ben bunu! Tütünü bile Çin’den alıyormuşuz! Soğanıydı, lahanasıydı, sarımsağıydı derken karpuzu da dışarıdan aldığımızı öğrendim ve “yuh” dedim kendi kendime! Tabii ki Bayan Korona hemen duruma el attı.  Baktı bu ithalatın afedersiniz kokusu çıkıyor, görürsünüz siz demeye getirdi!  Virüsü fırlattı tepemize, hoop her şey alt üst oldu!  Hadi ayıklayalım hep beraber bakalım  bakalım ithal pirinçlerde ne kadar taş varmış!

Diyor ki Bayan Korona:

 “Yerele dönün kardeşim! Egzotik meyve mi yetişmiyor topraklarınızda, onu da yemeyiverin!  Dedeleriniz ejder meyvesinden yapılma smoothie mi içiyordu? Atın üzerinizdeki tembelliği, işleyin topraklarınızı! Ne demiş atalarımız: ‘Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz’

"Baktım ki işler çığırından çıkıyor, alın işte sınırları kapattım! Şapka düştü kel göründü? Eğer tarımı önemsemezseniz, o glutenli diye burun kıvırdığınız kuru ekmeği yapacak un bile bulamazsınız yakında!
Ya aklınızı başınıza devşirin, tarım yapın kendi yiyeceğinizi üretin, ya da… Anladınız siz!"


Şu turizm işlerini de bu kadar abartmayın!

Bayan Korona turizme de bir ayar verdi gördüğünüz üzere. Sırtına çantasını takanın kendine “ gezgin” dediği, uçakların vızır vızır işlediği bir dünya iyi değilmiş gördünüz diyor Bayan Korona! O uçaklar yüzünden havanızı kirlettiniz zaten diye de kızmaya devam ediyor:

“Çoğunuz sosyal medyada fotoğraf vermek için, sırf gitmiş olmak için, sırf o ünlü lokantada yemek yemiş olmak için geziyorsunuz. Aslında farkında değilsiniz ama dünyayı tüketiyorsunuz! Biraz sakin olun, az durulun! Hayatınızı yavaşlatın! Harala gürele oradan oraya atlayıp zıplayarak bir yere varamazsınız.  Üstelik virüsleri de ben taşımadım, siz taşıdınız!

Her şeyi tüketmekten ne zaman vazgeçeceksiniz!

Çekirge sürüleri gibisiniz! Evet bunu ben söylemiyorum, Bayan Korona söylüyor.

“Çekirge sürüsü gibi önünüze çıkan her şeyi yok ede ede, birbirinizi ittire kaktıra uçuruma doğru tam gaz gidiyorsunuz, farkında değil misiniz? Böyle diyor Bayan Korona.

" Eğer doğanın dengesini bozmasaydınız, eğer her önünüze geleni yemeseydiniz, eğer her şeyi paraya çevirmek uğruna gıdalarınıza kimyasallar katmasaydınız, betonları dikip  ağaçları keserek havanızı kirletmeseydiniz, ben de sizi böyle zorlu bir sınava sokmak zorunda kalmazdım..."

 Şimdi Çıkarın Kağıtları Kalemleri!

Evet şimdi hepimiz kalemlerimizi ve kağıtlarımızı çıkarıp sınava giriyoruz. Önümüzde kocaman bir problem var. Soru şu:

            “İnsanlık nereye gidiyor, yeni Korono’lar olmadan önce nasıl önlemler almalıyız,  sizce de hayata başka bir yerden bakmamız gerekmiyor mu?"

Ben tam “Hocam soruyu kompozisyon şeklinde mi yazalım yoksa matematik formülü mü…” derken Bayan Korona kan ter içinde bana döndü ve tabiri caizse tam da  lafı ağzıma tıktı :

“Yoruldum evladım, benim de bir kapasitem var, beni bile yordunuz… Nasıl biliyorsanız öyle yapın, ben daha ne diyeyim size…”

Dedi ve kapıdan çıktı gitti…


** görsel https://www.dreamstime.com/royalty-free-stock-photo-teacher-big-pencil-image21487855

Devamını Oku

15 Mart 2020 Pazar

CORONA-2-Filmimin Adı: Corona'nın Güzel İntikamı !


Merhaba “Evde Yazar” kardeşlerim! Umarım gerçekleşmez ama, görünen o ki, -en azından bir süreliğine- herkes “Evde Yazar” olacak! Ülkemizde Korona karantinası olursa diye söylüyorum… Olmazsa zaten isim hakları bana ait (Bayat bakan balık  emojisi yakışır buraya ama, ben asla ve de kat’a düz yazıda emoji kullanmayangillerdenim. Karantina öncesinde böyleydi, karantina olursa  sonrasında da dil bilgisinden taviz vermeyeceğime söz veriyorum. Gevşemek yok, hayat devam ediyor)

Demem o ki, Korona sonrasını yazasım var uzun uzun. Hatta film tadında… Başlıyorum…


hope*


FİLMİN ADI:  “Korona Günlerinde Aşk “ diyeceksiniz ama demeyin. Sonuçta ben kopyacı değilim. Marquez’in en ünlü eserine gönderme klişesi zaten milyonlarca kez yapıldı sosyal medyada. Benim filmimin adı başka:

FİLMİMİN GERÇEK ADI: Korona’nın  Güzel İntikamı! (intikamın güzeli de olur muymuş demeyin, bal gibi de olur)

FİLMİN TÜRÜ: Tabii ki en afili deyimle “Post Apokaliptik” Yani bir nevi kıyamet sonrası senaryolardan. Aslında "umut öncesi kıyamet" desek daha doğru olur gibi; okuyunca anlayacaksınız

FİLMİN KARAKTERLERİ: Sen, ben, o, biz, siz, onlar

SİNOPSİS:  (Not: Tam da sinopsis denemez, öykü gibi bir şey)

Diğer post apokaliptik filmlerde olduğu gibi gıpgri bir dünya yoktur korona sonrasında. Ne endişeli bilim adamları vardır ortada; ne kıtlık, ne açlık, ne de kirli ve ahlaken çökmüş insanlar. Şöyle:

Film flu bir görüntüyle başlar. Gri bir dünyada maskeli ve tulumlu adamlar görünür.  Bir koşuşturma, haberler, alt yazılar, korona şurada göründü, burada göründü, okullar tatil oldu falan… Fonda uygun bir müzik, siren sesleri, çığlıklar… Derken ekranda bir yazı belirir, “1 ya da 2  sene demeyelim, -ne kadar çabuk o kadar iyi- sene  sonra”
 İnceden inceye türkü duyulur:

“Adana Yollarında, Pamuklar dallarında, Allah canımı alsın, o yarin kollarında..”

Kamera yaklaştıkça sahnede uçsuz bucaksız bir pamuk tarlası belirir. Yanakları al al olmuş gürbüz genç kızlar, yakışıklı delikanlılar neşe içinde pamuk toplamaktadır. Başlarında eli sopalı maraba başları yerine önlüklü ziraat mühendisleri vardır. Şöyle konuşma geçer aralarında:

“Korona öncesi nasıl da kıyameti yaşıyormuşuz! Düşünsenize bu verimli tarlaların yerinde beton gökdelenler vardı!”

Pamuk tarlası

Bir sonraki sahnede konfeksiyon fabrikası görürürüz. İşçiler neşe içinde çalışmaktadır. Sektörde dinlemenin gelenek olduğu arabesk müzik unutulmuş, neşeli Ege türküleri eşliğinde işler tıkır tıkır yürümektedir. Bütün çalışanların hem gelir seviyeleri, hem hayat standartları, hem de entelektüel algıları yükselmiştir.

 Aşksız olmaz tabii ki böyle  bir senaryo. Çay paydosunda yan yana gelip birbirlerine Cemal Süreya’nın “Aşk” şiirini söyleyen (şiir ezberden okunmaz, söylenir ukalalığını yapmasam içimde kalırdı)  overlok işçilerini gösterir kamera.

Karakterlerden birinin evine gideriz. Fonda tv haberleri vardır. 
Spiker konuşmaktadır.

-        Hükümetimizin slogan haline getirdiği “Kendi yağınla kavrul” politikası güzel sonuçlar vermeye devam ediyor sayın seyirciler. Trakya’daki Ayçiçek üreticileri rekor üretime imza attı. Ege’nin verimli topraklarında üretilen incirler, üzümler Tarım Bakanlığının uygulamasıyla her eve aylık olarak dağıtılmaya başlandı. Kastamonu’dan gelen sarımsaklar, Ordu’dan gelen fındıklar, İç Anadolu’nun atalık buğdayları, Akdeniz’in portakalları… Ülkemizin her yerinden bolluk ve bereket akıyor. İstanbul’da yıkılan gökdelenlerin yerlerindeki yemyeşil bahçelerden adeta oksijen fışkırıyor.  Bir nesil sonrasının betonu bilmemesi için Doğa Bakanlığımızın çalışmaları hız kesmeden devam ediyor...

Bu arada karakterlerin günlük hayatları akıp gitmektedir. Yeni kurallar gelmiştir. Mesela tarım ürünlerinin ithalatı artık yapılmamaktadır. Yasak olduğundan değil; ihtiyaç olmaması nedeniyle! Lüks tüketim kendiliğinden bitmiş, yemek, içmek, giyinmek dışında müzik, güzel sanatlar, sinema ve tiyatro da halkın vazgeçilmez temel ihtiyaçları halini almıştır.

Kanada’dan mercimek getiren, Amerika’dan sığır eti, Çin’den çekirdek getirenler bir bir ortadan kalkmış, Tüketmeme Bakanlığının çabaları olumlu sonuçlar vermeye başlamıştır.

Fonda sanal turizmin geldiği noktayı görürüz. ” Üç ayda beş ülke yirmi sekiz şehir gezdim” gibi sosyal medya paylaşımları yapmak için gezmeyi “skora” indirgeyen fenomenler artık yok olmuştur. Elbette bilim de ilerlemektedir. Sosyal medyada herkes kendi yerelini tanıtmaya başlamış ve “virtual seyahat acenteleri” sanal turlar düzenleyerek insanların seyahat ihtiyaçlarını gidermektedir. Trafik azalmış, hava temizlenmiş, denizlerde balıklar çoğalmış ve doğal olarak hayat ucuzlamış, adeta cennet göklerden yeryüzüne inmiştir.

Film böylece devam eder.  Elbette üzerinde çalışıp filme bir iki aksiyon, bir iki heyecanlı düğüm atılabilir. Herkesin hayal gücüne kalmış artık.

Filmin sonunda birisi göz kırpar. Bilin bakalım kimdir O! 

not: *Görsel alıntı: https://iai.tv/articles/a-radical-hope-for-the-future-of-the-environment-auid-1300


Devamını Oku

3 Mart 2020 Salı

CORONA-1-Corona fırsatçıları iş başında!

Corona maskesi ve tulumu

Duymuşsunuzdur; Corona virüsü nedeniyle Çin başta olmak üzere dünyada medikal maske ve tulum stokları hızla eriyor. İşte bu konuda tekstilci olarak kulağıma çalınan bazı şeyler var. Çin hükümeti peşin para verip virüsün yayılmadığı ülkelerden koruyucu  medikal maske ve  medikal tulum satın alıyormuş. Ankarada’da da bu işe aracılık eden adamlar varmış. Anlayacağınız, işin ticari boyutu hızla yayılıyor bu aralar.

Birçok tekstilci bu işe ilgi duymaya başladı. Basında görmüşsünüzdür. Kimi fabrikalar, var olan üretimlerini durdurup bu işe girişiyor. Kimileri büyük bağlantılar kurmaya başladı bile. Makul fiyatlarla maske ve tulum üreten tekstilcilere lafım yok elbette. Benim vurgulamak istediğim şey, arada pıtrak gibi biten Corona fırsatçıları olduğu!

Dün bir ortamda konuşuluyordu duydum. Tüccar tekstilcilerden biri şöyle diyor:

“Abicim başladık üretime, günde on üç bin adet maske dikiyoruz. Basıyoruz düz makineyi geçiyoruz. Yüz bin adetini teslim ettik bile!”

Sözün özü şu:

O maskeler normalden daha az dayanacak! Hemen sökülecek!

Bir zamanlar Laleli’de bavul ticareti vardı bilirsiniz. Bizim bu -çok akıllı tüccar kafalı(!) – tekstilcilerimiz parasını peşin aldıkları siparişlerin karşılığında bavullara çöp doldurup göndermişlerdi. Bir kerelik vur kaç taktiği uygulayarak kısa vadede kazandıklarını sanmışlar, uzun vadede ise ülkemizin ticari itibarını yerle bir etmişlerdi! İşte bu durumun benzeriyle, bence daha da kötüsüyle karşı karşıyayız şu an. Söz konusu olan şey insan hayatı çünkü! Ve  çaresiz milyonlar maske beklerken, bizim sözüm ona akıllı geçinen fason kafalı tekstilcilerimiz yine iş başında! Tabii ki dürüstçe üretim yapan iş adamlarını altını çizerek ayrı tutuyorum. Çünkü bu maskeleri ve tulumları olması gereken standartlarda üretip makul fiyatlarla ihtiyaç sahiplerine ulaştıracak düzgün işletmelere gerçekten ihtiyaç var. Ama ya diğerleri! 

Demem o ki, biraz ahlaka ve özümüze dönmeye, unuttuğumuz vicdanlarımızı devreye sokmaya  acilen ihtiyacımız var!  Bir mühendis olarak ise yorumum şöyle:

“Süreç analizleri, uygulanacak standart prosedürler, PUKO analizleri, kalite güvence sistemleri iyidir, lazımdır, herkese lazımdır hem de.

Tüccarlar ve siyasetçiler hariç değil hem de…


NOT VE TEŞEKKÜR:

Aklımdan hiç çıkmayan
 Bütün kara parçalarında, Afrika hariç değil ...” dizesiyle çok ama çok şey anlatan Cemal Süreya’ya saygı ve sevgiyle…

Devamını Oku

1 Mart 2020 Pazar

Bir sene öncesini arar olmak!


Çok değil, günümüzden sadece yedi sene önceydi. 23 Ocak 2013’ü gösteriyordu tarihler. Blogumu yeni açmıştım. Kitaplardan, filmlerden, tiyatrolardan bahsediyordum o zamanlar. Çok detaylı olmasa da gündeme dair eleştirilerimi dile getirmişliğim bile vardı! Şimdi dönüp baktığımda –“çok değil sadece yedi sene öncesinin” bile, günümüzden daha iyi olduğunu- tarif edilemez bir duyguyla görüyor ve dilimi yutmuşcasına susuyorum… Bu duygunun adı başlı başına hüzün değil, acı değil, nefret değil, pişmanlık değil, kadersiz coğrafya isyanı değil, cehalete kızgınlık değil. Çok daha öte bir şey! Belki de sözün bittiği yer, ya da  söylemekten ve hatta hissetmekten bile yorulmak gibi bir şey! 



Gündem çileli, gündem ağır! Ne söylesem, ne desem, dedim ya nasıl tarif etsem…

 Virüs var mesela bu aralar. Biliyorsunuz Adı Corona! Çin’den çıktı, bütün dünyaya yayılmakla meşgul. Gündelik hayatın içinde sadece bir anlık haber olarak çıkıyor karşımıza.  Bir alt yazı geçiyor; mesela şöyle:

-        Virüs İtalya’da da görüldü!

 Sonrasında araya başka görüntüler giriyor. Eskilerin deyimiyle velhasıl-ı kelam  bişeyler bişeyler oluyor ve sanki bir filmin jeneriği gibi hızla akıp gidiyor bütün bu şeyler gözümüzün önünden! Politik aCıtasyonlar, insagramda birilerinin mutlu anlarını paylaşmaları, diğerlerinin “Dünyada bunca olay varken sen nasıl oluyor da böyle gülebiliyorsun!” çemkirmeleri… Elektriğe, yola, şuna buna yapılan zamlar, imara açılan ormanlık alanlar. Sonra başka bir alt yazı:
-        Şurda deprem oldu!

Sonra bir kaç gün "evlerin nasıl da depreme dayanıksız olduğu" konusunun tartışıldığı, ya da tartışıldığı algısının yansıtıldığı haber programları, sonra deprem vergilerinin nereye gittiği sorusu. Ve Kızılay’ın mesajla bağış istemesi, ve Kızılay’ın Amerika’da açtığı yurtlar falan filan. Ne olup ne olmadı derken gündeme düşen savaş güzellemeleri… Ölen, öldürülen insanlar ! Vatansız kalan insanların hayatta kalma noktasında kendilerinden ve belki de karakterlerinden verdikleri “vermek zorunda oldukları” tavizler ve Acun’un “surviver’ında “Aç kaldık, güçten düştük!” diye ağlayan karikatür tipler… Kırılan reyting rekorları!

Sınırlara sürülen ve pazarlık konusu yapılan insanların dramları, o insanların kaçma hayalleri, o insanların dengesini bozduğu diğer insanların “defolup gitsinler” çığlıkları…

Coğrafyamızda her şey, ama her şey böyle çileli devam ederken, İsviçre’de ya da Finlandiya’da, ya da Prag’da, ya da Avusturya’da akan normal hayatlar…

Ben ne diyeyim, daha ne diyeyim; ben şimdi daha fazla ne diyeyim…

Ne diyor şair,

"Ne gelir elimizden insan olmaktan başka!" 

Devamını Oku