Müsahipzade |
Baştan
söyleyeyim; Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi’nde oyun izlemeyi
hiç sevmiyorum! Nedense o sahnede izlediğim (Kadıköy’de
sahnelenmediği için orada izlemek zorunda kaldığım)
oyunları da pek sevdiğim söylenemez.
Eski binası eminim çok güzeldi, ben ne yazık ki göremedim. Bu sahneyi ise yeni yapmışlar. Dolayısıyla ruhsuz bir bina. Dışı kırmızı kaplamalı. Kocaman camları var. Hani oyunların afişleri asılmış olmasa tiyatro binası demez insan. Tahmin edemez bile buranın sanat mekanı olduğunu. Girişteki alüminyum merdiven korkulukları herhangi bir banka binasını ya da iş merkezini andırıyor. Neyse ki binanın dışında tekerlekli sandalye kullanıcılarını düşünüp eğimli bir yol yapmışlar; ama nasıl bir kafaysa mimarın kafası, içeride bu izleyicileri unutuvermiş! Çünkü binaya girmekle iş bitmiyor. Salona girmek için kenarında hiç bir korkuluk olmayan 3-4 basamağı daha çıkmak gerekiyor. Bu kadar da değil! O basamaklardan sonra yine en az 10-15 merdiven daha var salona erişebilmek için. Dostlar alışverişte görsün mantığı yani. Binanın dışına rampa koymuşlar mı koymuşlar, onların işi orada bitiyor. İçeriye giren yaşlı ya da yürüme zorluğu çeken izleyici de başının çaresine baksın artık! Evde otursunlar canım, bu kadarını da belediye mi düşünecek yani…
Demem
o ki, son yıllara damgasını vuran kutsal komut “kopyala
yapıştır” mantığı Müsahipzade Sahnesi için de geçerli! Hani derler ya “şıpın işi”! Öylesine bir kimliksizlik, aceleci bir
estetik yoksunluğu. Özensiz detaylar! Dışında kocaman
camları var, içeriye girdiğinizde ise fuaye demeye bin şahit
isteyen karmaşık bir düzen(!) ile karşılaşıyorsunuz. Önce kocaman bir güvenlik kontrolü, onun arkasında devasa bir saksıya
dikilmiş zavallı bir gerçek ağaç! Sahi bina içine dikilen ağacın
anlamı nedir, bilen var mıdır. Ben bu konuda yorum yapamıyorum netekim. Para atılınca ürün veren cinsten
içecek ve yiyecek otomatları var sonra. Halbuki küçük bir büfede
emektar bir çaycı arıyor insanın gözü...Bir tiyatro salonunda
değil de zevksiz bir zenginin evindeymiş gibi hissettiren çirkin
taşlarla bezeli, yarısı tabii ki alaturka olan tuvaletleri de unutmamak
gerekiyor!
Oysa
binanın adındaki nostaljiye bakın! MÜSAHİPZADE CELAL!
İlk
tiyatro yazarlarımızdan kendisi. İnsan bu isme yaraşır kırmızı
kadife perdeler hayal ediyor. Eski kostümler, eski afişler, ya da
ne bileyim sanata dair detaylar hayal ediyor.
Ne yazık ki bu binada her şey köşeli ! Oysa sanat yumuşaktır, kıvrımları zariftir, insanın
ruhunu okşar...
Balkonlu bir salon. Soldan sağa bazı sıralarda 22, bazı sıralarda ise 23 koltuk var. Arada boşluk yok! Dolayısıyla sıranın ortasında bileti olan ve son dakika gelen seyirci yüzünden bir çok insan rahatsız oluyor. Eski salonlarda mutlaka arada boşluk olur halbuki, bu ince bir detaydır.
“Balkon izleyicisi nasıl anlar oyuncunun
mimiğini?” diye sorarsanız bu sorunun yanıtı bende yok.
Dolayısıyla bu salona girdiğimde sanki tiyatro oyunu değil de
gişe filmi izleyecekmiş hissine kapılıyorum hep. Dedim ya,
sevmiyorum bu salonu.
Müsahipzade Celal Sahnesi |
Oysa Kadıköy Haldun Taner Sahnesi böyle mi. Eski bir bina. Anılar adeta cisimleşip insanın ruhuna işliyor orada. Düz ayak girişi, eski afişleri, duvarlarına sinen yaşanmışlıkları ile nasıl da güzel duygular geçiriyor insana bu bina. Geçen sene bir ara Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nin de yıkılıp yeniden yapılacağı dedikodusu yayılmıştı da günlerce üzülmüştüm. Allahtan o proje şimdilik rafa kalktı, umarım unutulmuştur!
Her yer ruhsuz yeniliklerle dolmak zorunda
mı? Neden korumak istemiyoruz eski güzellikleri? Neden doymak bilmez bir canavar gibi önümüze ne gelirse silip süpürüyoruz?
Amanvermez
Avni
Bu
kadar uzun bir girizgahtan sonra Müsahipzade Celal Sahnesi’nde
izlediğim son iki oyuna değinmek istiyorum. Geçen ay gittiğim ilk
oyun Amanvermez Avni’ydi.
İlk hatırladığım şey soğuk! Salon o kadar soğuktu ki, üzerime
paltomu örtmek zorunda kaldım. Konu yeterince içine çekmeyince
ve paltonun sıcaklığı da eklenince itiraf edeyim oyunun çoğu
yerinde uyudum.
Oyundaki kostüm, dekor ve ışıklara gerçekten sözüm yok, çok
başarılıydı. Sahneyi ortadan ikiye bölmüşler, sol taraf iki
katlı, sağ taraf tek katlı. Bu sahnenin önüne de akordeon gibi
açılan bir perde yerleştirmişler. Dolayısıyla her sahne geçişi
için hiç beklemeden dekor ve ışıklar değişebiliyor. Bu
dinamizm ve ışık kullanımı gerçekten çok hoşuma gitti. İnsan
ödenekli tiyatroda dekor ve ışığın bu şekilde profesyonel
kullanımını bekliyor açıkçası. Daha doğrusu ben bekliyorum.
Baş roldeki Burak Davutoğlu da oldukça başarılıydı. Ama iki
buçuk saat süren bu oyun bana göre yine de tatmin edici değildi.
Konu mu eskiydi, diyaloglar mı uzundu, yoksa metin mi yetersizdi bilemiyorum. İkinci Abdülhamit niye vardı mesela? Gereksiz
Karadeniz şiveli diyaloglar niye vardı?
Son
dönem İBB Şehir Tiyatroları’nın yeni çıkardığı oyunlara
gitmekten çekinir oldum işte bu gibi nedenlerden ötürü. Yerli
oyun seçiliyor ama seçilen metinler genelde kötü. Evet tiyatro
emekçilerine saygım sonsuz; ama seyirciye de saygı duyulması
gerekir. İzleyici de aptal değil ki, hangi metnin neden seçildiğini
anlamaz mı?
Söz
Veriyorum
Müsahipzade’de son dönem gittiğim ve yer yer uyuduğum bir diğer oyun da "Söz Veriyorum" oyunu oldu. Rus yazar Aleksei Arbuzov’un yazdığı metin çok güzel gerçekten de. Ama ben yine de "oyun bitsin ve gideyim artık"modundaydım.
Kocaman sahnenin ortasında dönebilen dinamik bir dekor düşünün. Yanlar boş. Oyun bu dekorda gerçekleşiyor. Ben de üçüncü sıranın en solunda oturuyorum. Her ne kadar karanlık olmasına dikkat edilmiş olsa da, sahnenin sol arkasında kuliste hareket edenleri açık ve seçik görebiliyorum. Oyundan kopmamak mümkün mü?
Özellikle ilk sahne, yani savaş sahnesi oldukça sıkıcı geçti benim için. Sahne bitmek bilmedi. Kostümler ve oyuncuların tuhaf davranışları yaşanmış bir savaştan değil de "post-apokaliptik" bir kurgudan bölüm izliyormuş gibi hissettirdi. Kocaman adam ve kadın, beş yaş çocuk zekası seviyesinde garip garip hoplayıp zıplıyordu.
Dekorun, diğer tabirle oyun alanının sol yanındaki zemine güya bomba efekti versin diye spot lamba koymuşlar. O lambaları izlerken haliyle ışıkların bomba ışığı olduğuna ikna olmak mümkün olmuyordu. Keşke sahnenin tamamını oyun alanı olarak kullansalardı ve ben izleyici olarak bir bütünlük görebilseydim. Mesela Karıncalar-Bir Savaş Vardı da Şehir Tiyatrosu’nda izlediğim savaş konulu bir oyundu. Ve ben o oyundaki dekor, sis, ışık, sahne kullanımına hayran kalmıştım. Tek kişilik oyunu hiç sıkılmadan zevkle izlemiştim. Bu oyunda ise oyuncuları da alkışlamadım açıkçası; çünkü maalesef beni hikayenin içine alamadılar. Oysa okuduğum onca kötü yoruma rağmen, bütün önyargılardan arınarak ve oyunu beğenmek amacıyla bilet almıştım.
Demem o ki; başka bir dekor ile, başka oyuncularla, başka bir yorumla "Söz Veriyorum"u bir kez daha izlemek isterim.
Açıkçası bu oyunla ilgili fazla da eleştiri yapmak istemiyorum. Zira çeşitli sosyal medya platformlarında oyuna yapılan eleştirilere yönetmen çok sert cevaplar vermiş. Okuduğumda gerçekten kullandığı üsluptan ürktüm! İzleyici olarak beğenmeme hakkımı saklı tutuyor ve bu konuda polemiğe girmek istemiyorum.
Son
söz olarak diyorum ki; keşke Şehir Tiyatroları her geçen gün bu
kadar kan kaybedeceğine Darülbedayi’nin ihtişamlı günlerine
geri dönse…
Umutla ve sevgiyle,