İnsan
yeni bir yere gittiğinde ilk gün yabancılık çekmez mi? Çeker.
Yazlık bir yere gidince bana hep böyle olur. Mesela bir otele
gittiğimde ilk gün biraz da çekine çekine havlumu bir jezlonga
koyarım. O gün etrafı tanıma günüdür. En azından benim için
öyledir. Oradaki insanları anlamaya çalışırım; rahatsız
edecek enerjide birileri varsa uzaklaşmak isterim. Eğer durum
pozitifse, ertesi gün aynı jezlonga havlumu koyarken daha bir
tanıdık gelir her şey. Hatta dünden göz aşinalığım olan
kişilere gülümseyerek selam veririm. Belki de siz böyle
değilsinizdir. Ben, aynı kalan şeylerin güvencesini hissetmek
isteyenlerdenim. Nasıl desem; her gittiğim yerde kendime güvenli
bir yaşam alanı oluşturuyorum sanki. Bazen bir havuz köşesi
oluyor, bazen bir tiyatro salonunda ikinci sıranın en sol kenarı; bazen de hep aynı rafından domates soğan seçtiğim manav oluyor
bu güvenli köşeler.
Hep aynı yerlerdeyken, bildiğim limanlardayken, yani ben böyleyken, kendimi daha iyi hissediyorum...
Relaks Havuzunda |
Mesela
haziran ayında gittiğim otelde bir hafta boyunca aynı havuzun hep
aynı şezlonguna oturdum. İlk gün gittiğimde biraz çekinerek,
ikinci sabah erkenden aynı yeri ayırarak... Bu arada itiraf edeyim;
hani kızarlar ya “Şu Almanlar yok mu şu Almanlar, sabahın
altısında havuzda yer ayırırlar...” diye. İşte ben de
onlardanım, yani havuzda yer ayıranlardan.
Bu sene gittiğim otelde ağırlık Almanlardı.
Gerçekten de relaks havuzunda sabahın altısında yer
ayırıyorlardı. İlk gün şansıma yer buldum. İkinci sabah yedi
buçuk civarında gittiğimde çoktan bazı yerler dolmuştu; ama ben
yine aynı şezlonga yerleşebilmiştim. Üçüncü gün artık
birbirimize gülümsüyorduk. Onlar bana “Guten Morgen” diyordu,
ben onlara “Good morning” diyordum, hepsi buydu iletişimimizin.
Sonradan anladığım kadarıyla içlerinde İngilizce bilen yoktu,
belki de bilseler bile konuşmayı tercih etmiyorlardı.
Üçüncü
sabah on on beş dakika daha geç gittiğimde benim şezlongumun
üzerinde havlu görünce canım sıkıldı. Sonra adını hiç
öğrenmediğim, ama bir haftalık tatil boyunca sadece gülümseyerek
ve nezaket göstererek kurduğumuz iletişimden içime huzur dolduran, orta yaşlı Alman çift meğer benim için ayırmıştı şezlongu...
Almanca bir şeyler söyleyerek havluyu şezlongdan alışı,
sorasında “buyurun” der gibi şezlongu bana emanet etmesi
gerçekten çok güzel bir andı. İletişim böyle bir şey işte.
Bazen saatlerce konuştuğunuz insan hakkında hiç bir fikir
edinemezsiniz. Bazen de adını bilmediğiniz, sadece “günaydın,
iyi akşamlar” deyip gülümsediğiniz insanın varlığıyla huzur
bulursunuz. Belki de benim gibi iç dünyasında yaşayan insanlara
özgü bir şeydir bu. Bilemiyorum.
Otel
büyüktü, geride 3 tane daha kocaman havuz vardı. Benim gittiğim
havuza on iki yaş altı çocukların girmesi yasaktı ve aylardan
haziran sonuydu. Yerli tatilcilerin pek rağbet etmediği şeker
bayramı öncesi günlerdi. Durum böyle olunca, bu benim gittiğim
relaks havuzu haliyle bir sitcom setine dönüştü. Havuzun gölgeli
ve de minderli tarafında her gün belirli köşelerde hep aynı
insanlar olarak yerlerimizi alıyorduk. Sanki yönetmen bir yerlerden
“motor!“ diyordu saat on gibi. Önce ben giriyordum havuza.
Sonra saat on bire doğru köşede oturan Alman çift havuza girip
ıslanıp çıkıyor, sonrasında özenle katladıkları mayo üstü
giysilerini üzerlerine giyerek, pet şişelerine kırmızı şarap ya
da kola arasında karar veremediğim kırmızı sıvıyı doldurmaya
bara gidiyorlardı. Bizim relaks havuzu, kenarında bar olmayan tek
havuzdu. Bar olsaydı belki de bu kadar sessiz olmazdı. Kim bilir...
Sadece bir çay kahve makinesi ve bir su dolabı vardı bizim havuz
mahallesinde. Bazen garson bir tepsiyle gazoz, meyve suyu falan
dağıtırdı. Saat on ikiye doğru bir örnek, aynı renkli ve kenarlıklı şapkalar giyen, sigara içen kırmızı saçlı Alman ve sarışın partneri
gelirdi. Tam da öğle sıcağında havuza kendilerini atarlardı.
Bizim havuz mahallesinde iyi yüzme bilen neredeyse yok gibiydi.
Zaten buna kimsenin aldırdığı da yoktu. Havuza girdiğim noktanın
tam dikey çaprazında en az seksen yaşında olan bir Alman çift
vardı. Kadın sürekli kitap okurdu, kocası sürekli uyurdu. Adamın
arada sırada havuza girdiğini gördüm ama kadın hep kitap okurdu, hiç ıslanmadı belki de. Ve çok yakından tanıdığım, ve çok yakında kaybettiğim
birinin yüzü vardı kadının yüzünde. Bana gülümsediğinde
kaybettiğim yakınımla göz göze geliyordum sanki. O'na her
baktığımda içimde sesler yankılanırdı. Söyleyemediklerim,
söylediklerim ve dinlediklerime dair sesler... Şimdi bunları yazarken yine o kadının gözlerini görüyorum; çukura kaçmış gözleri gülümsüyor
nihayet.
Bizler,
havuz sakinleri olarak havuz mahallemizde gerçekten çok
huzurluyduk. Her sabah biraz daha erken kalkarak havuzda yer
ayırırken, erkenci Almanlarla birbirimize gülümserdik. Kimse
sohbet etme derdinde değildi. Kimse diğerinin hayatını ya da
adını merak etmiyordu. Sonra bir gün bir Türk geldi. Bütün
Almanlar gibi ben de baktım “Kim şimdi bu!” diye. Geldi, suları sıçrata sıçrata gösterişli bir şekilde yüzdü önce. Sonra kendini anlattı bir kaç dilde. Bir yere gitmiş de nasıl yılan yakalamış
havuzda da, yüzmeyi nasıl öğrenmiş de, neler neler neler... Tepeden
bakan haller, bir havalar bir tuhaf haller. Havuz mahallesi olarak
aramıza almadık onu. Ertesi gün tekrar geldiğinde, havuzun karşı
kenarındaki jezlonglardan birine yatmak zorunda kaldı. Öyledir ya; çember bir
kere oluştuysa, dışarıdan birileri giremez artık.
Havuz Mahallesi |
Son
gün, sabah erkenden havuza gittim. Üzerimde normal kıyafetlerimle.
Önce en kenarda oturan Alman çifte İngilizce kendilerini tanıdığım
için çok mutlu olduğumu, çok tatlı tatil arkadaşları
olduklarını söyledim. Onlar da Almanca bir şeyler söylediler. Anlamadık belki biribirimizin söylediklerini ama, çok güzel gülümsedik karşılıklı... Sonra
yapyaşlı çifte “Hoşçakalın” dedim, bana el salladılar. Şapkalılar henüz
gelmemişti. Sırtı en kırmızı olanla da vedalaştıktan sonra,
havuza son bir kez bakıp ayrıldım oradan. İçim huzur dolmuştu
bu vedalaşmayı yaptığım için. Onlar da mutlu oldu, gördüm
yüzlerinde. Ama belki de adını bilmedikleri birisinin, anlamadıkları bir dilde kendilerine samimiyetle veda etmesi tuhaflarına gitmiştir...
Saramago
kitabından fırlamış karakterlerdik adeta. Hiç birimizin adı yoktu. En
köşede oturan yaşlı çift, sırtı kırmızı olan adam, şapkalı
çift... Sahi benim adımı ne koymuşlardı acaba... Bunu hiç
öğrenemeyecek olmak hem iyi, hem de kötü. İsmimden bağımsız
gülümsemeler aldım çokça, yetmez mi...
Bazen
hayat böyledir işte. Adını bilmediğin birilerine yürekten
hoşçakal demek istersin; ya da sadece adlarını değil,
haklarında çok şey bildiğin birilerine sırtını dönüp hemen
gidesin gelir... Ve zaman geçer, gitme vakti geldiğinde ne yapacağını için söyler...
Bugünlük
hoşçakalın sevgili blog dostlarım, yürekten...