24 Ağustos 2017 Perşembe

Havuz Mahallesinde Adını Bilmediğim Dostlar

İnsan yeni bir yere gittiğinde ilk gün yabancılık çekmez mi? Çeker. Yazlık bir yere gidince bana hep böyle olur. Mesela bir otele gittiğimde ilk gün biraz da çekine çekine havlumu bir jezlonga koyarım. O gün etrafı tanıma günüdür. En azından benim için öyledir. Oradaki insanları anlamaya çalışırım; rahatsız edecek enerjide birileri varsa uzaklaşmak isterim. Eğer durum pozitifse, ertesi gün aynı jezlonga havlumu koyarken daha bir tanıdık gelir her şey. Hatta dünden göz aşinalığım olan kişilere gülümseyerek selam veririm. Belki de siz böyle değilsinizdir. Ben, aynı kalan şeylerin güvencesini hissetmek isteyenlerdenim. Nasıl desem; her gittiğim yerde kendime güvenli bir yaşam alanı oluşturuyorum sanki. Bazen bir havuz köşesi oluyor, bazen bir tiyatro salonunda ikinci sıranın en sol kenarı; bazen de hep aynı rafından domates soğan seçtiğim manav oluyor bu güvenli köşeler. 
Hep aynı yerlerdeyken, bildiğim limanlardayken, yani ben  böyleyken, kendimi daha iyi hissediyorum...

Relaks Havuzunda 
Mesela haziran ayında gittiğim otelde bir hafta boyunca aynı havuzun hep aynı şezlonguna oturdum. İlk gün gittiğimde biraz çekinerek, ikinci sabah erkenden aynı yeri ayırarak... Bu arada itiraf edeyim; hani kızarlar ya “Şu Almanlar yok mu şu Almanlar, sabahın altısında havuzda yer ayırırlar...” diye. İşte ben de onlardanım, yani havuzda yer ayıranlardan. 

 Bu sene gittiğim otelde ağırlık Almanlardı. Gerçekten de relaks havuzunda sabahın altısında yer ayırıyorlardı. İlk gün şansıma yer buldum. İkinci sabah yedi buçuk civarında gittiğimde çoktan bazı yerler dolmuştu; ama ben yine aynı şezlonga yerleşebilmiştim. Üçüncü gün artık birbirimize gülümsüyorduk. Onlar bana “Guten Morgen” diyordu, ben onlara “Good morning” diyordum, hepsi buydu iletişimimizin. Sonradan anladığım kadarıyla içlerinde İngilizce bilen yoktu, belki de bilseler bile konuşmayı tercih etmiyorlardı.

Üçüncü sabah on on beş dakika daha geç gittiğimde benim şezlongumun üzerinde havlu görünce canım sıkıldı. Sonra adını hiç öğrenmediğim, ama bir haftalık tatil boyunca sadece gülümseyerek ve nezaket göstererek kurduğumuz iletişimden içime huzur dolduran, orta yaşlı Alman çift meğer benim için ayırmıştı şezlongu... Almanca bir şeyler söyleyerek havluyu şezlongdan alışı, sorasında “buyurun” der gibi şezlongu bana emanet etmesi gerçekten çok güzel bir andı. İletişim böyle bir şey işte. Bazen saatlerce konuştuğunuz insan hakkında hiç bir fikir edinemezsiniz. Bazen de adını bilmediğiniz, sadece “günaydın, iyi akşamlar” deyip gülümsediğiniz insanın varlığıyla huzur bulursunuz. Belki de benim gibi iç dünyasında yaşayan insanlara özgü bir şeydir bu. Bilemiyorum.

Otel büyüktü, geride 3 tane daha kocaman havuz vardı. Benim gittiğim havuza on iki yaş altı çocukların girmesi yasaktı ve aylardan haziran sonuydu. Yerli tatilcilerin pek rağbet etmediği şeker bayramı öncesi günlerdi. Durum böyle olunca, bu benim gittiğim relaks havuzu haliyle bir sitcom setine dönüştü. Havuzun gölgeli ve de minderli tarafında her gün belirli köşelerde hep aynı insanlar olarak yerlerimizi alıyorduk. Sanki yönetmen bir yerlerden “motor!“ diyordu saat on gibi. Önce ben giriyordum havuza. Sonra saat on bire doğru köşede oturan Alman çift havuza girip ıslanıp çıkıyor, sonrasında özenle katladıkları mayo üstü giysilerini üzerlerine giyerek, pet şişelerine kırmızı şarap ya da kola arasında karar veremediğim kırmızı sıvıyı doldurmaya bara gidiyorlardı. Bizim relaks havuzu, kenarında bar olmayan tek havuzdu. Bar olsaydı belki de bu kadar sessiz olmazdı. Kim bilir... Sadece bir çay kahve makinesi ve bir su dolabı vardı bizim havuz mahallesinde. Bazen garson bir tepsiyle gazoz, meyve suyu falan dağıtırdı. Saat on ikiye doğru bir örnek, aynı renkli ve kenarlıklı şapkalar giyen, sigara içen kırmızı saçlı Alman ve sarışın partneri gelirdi. Tam da öğle sıcağında havuza kendilerini atarlardı. Bizim havuz mahallesinde iyi yüzme bilen neredeyse yok gibiydi. Zaten buna kimsenin aldırdığı da yoktu. Havuza girdiğim noktanın tam dikey çaprazında en az seksen yaşında olan bir Alman çift vardı. Kadın sürekli kitap okurdu, kocası sürekli uyurdu. Adamın arada sırada havuza girdiğini gördüm ama kadın hep kitap okurdu, hiç ıslanmadı belki de.  Ve çok yakından tanıdığım, ve çok yakında kaybettiğim birinin yüzü vardı kadının yüzünde. Bana gülümsediğinde kaybettiğim yakınımla göz göze geliyordum sanki. O'na her baktığımda içimde sesler yankılanırdı. Söyleyemediklerim, söylediklerim ve dinlediklerime dair sesler... Şimdi  bunları yazarken yine  o kadının gözlerini görüyorum; çukura kaçmış gözleri gülümsüyor nihayet.

Bizler, havuz sakinleri olarak havuz mahallemizde gerçekten çok huzurluyduk. Her sabah biraz daha erken kalkarak havuzda yer ayırırken, erkenci Almanlarla birbirimize gülümserdik. Kimse sohbet etme derdinde değildi. Kimse diğerinin hayatını ya da adını merak etmiyordu. Sonra bir gün bir Türk geldi. Bütün Almanlar gibi ben de baktım “Kim şimdi bu!” diye. Geldi, suları sıçrata sıçrata gösterişli bir şekilde yüzdü önce. Sonra kendini anlattı bir kaç dilde. Bir yere gitmiş de nasıl yılan yakalamış havuzda da, yüzmeyi nasıl öğrenmiş de, neler neler neler... Tepeden bakan haller, bir havalar bir tuhaf haller. Havuz mahallesi olarak aramıza almadık onu. Ertesi gün  tekrar geldiğinde, havuzun karşı kenarındaki jezlonglardan birine yatmak zorunda kaldı. Öyledir ya; çember bir kere oluştuysa, dışarıdan birileri giremez artık.

Havuz Mahallesi
Son gün, sabah erkenden havuza gittim. Üzerimde normal kıyafetlerimle. Önce en kenarda oturan Alman çifte İngilizce kendilerini tanıdığım için çok mutlu olduğumu, çok tatlı tatil arkadaşları olduklarını söyledim.  Onlar da Almanca bir şeyler söylediler. Anlamadık belki biribirimizin söylediklerini ama, çok güzel gülümsedik karşılıklı... Sonra yapyaşlı çifte “Hoşçakalın” dedim, bana el salladılar.  Şapkalılar henüz gelmemişti. Sırtı en kırmızı olanla da vedalaştıktan sonra, havuza son bir kez bakıp ayrıldım oradan. İçim huzur dolmuştu bu vedalaşmayı yaptığım için. Onlar da mutlu oldu, gördüm yüzlerinde. Ama belki de adını bilmedikleri birisinin, anlamadıkları bir dilde kendilerine samimiyetle veda etmesi tuhaflarına gitmiştir...

Saramago kitabından fırlamış karakterlerdik adeta. Hiç birimizin adı yoktu. En köşede oturan yaşlı çift, sırtı kırmızı olan adam, şapkalı çift... Sahi benim adımı ne koymuşlardı acaba... Bunu hiç öğrenemeyecek olmak hem iyi, hem de kötü. İsmimden bağımsız gülümsemeler aldım çokça, yetmez mi...

Bazen hayat böyledir işte. Adını bilmediğin birilerine yürekten hoşçakal demek istersin; ya da sadece adlarını değil, haklarında çok şey bildiğin birilerine sırtını dönüp hemen gidesin gelir... Ve zaman geçer, gitme vakti geldiğinde ne yapacağını için söyler... 


Bugünlük hoşçakalın sevgili blog dostlarım, yürekten...  
Devamını Oku

18 Ağustos 2017 Cuma

Hem Serinleyin, Hem de Enerji Tasarrufu Yapın

Eğer bu sıcak havalarda vantilatör ile serinlemeye çalışıyorsanız baştan söyleyeyim: Boşuna uğraşıyorsunuz. Sıcak havayı bir noktadan diğerine taşımak, serinlemenizi sağlamıyor ve vantilatörler de tam olarak bu şekilde çalışıyor. Gelin gerçekçi olalım: Hava sıcaklığının zaman zaman 40 dereceyi aştığı bu aylarda, serinlemek için klima dışında bir seçeneğiniz yok. Ancak klima satın almak o kadar kolay bir iş değil: Hem enerji tasarruflu, hem uzun ömürlü ve hem de yaygın bir servis ağına sahip olmalı. Servis ağı özellikle önemli, yoksa hem montaj, hem de bakım için epey bir beklemek zorunda kalıyorsunuz! Piyasadaki klima modellerine bakın: Tüm bu özelliklere sahip olanların sayısının çok az olduğunu, onların da fiyatlarının neredeyse bir servet düzeyine yaklaştığını göreceksiniz. Neyse ki Uğur Soğutma’ya ait UIS 18 klima modeli, her bakımdan mükemmel bir seçenek olmayı başarıyor.
UIS 18’in bu denli iyi bir seçenek olmasının ilk nedeni, enerji tasarrufu. Hem A++ enerji sınıfına giren ve hem de inverter teknolojisini kullanan klima modellerinin sayısı oldukça azdır. UIS 18 ise, bu teknolojileri bütçeyi zorlamayacak fiyatlar ile sunuyor. Inverter teknolojisi sadece enerji tasarrufu değil, kullanım ömrünü de uzatıyor. Zira klima kompresörü, bu sayede yalnızca gerektiği zaman çalışıyor. Yenilikçi teknolojilerin kullanılması sayesinde, UIS 18 bekleme modundayken yalnızca 1W elektrik harcıyor. Bu inanılmaz bir oran, zira neredeyse %80 oranında bir enerji tasarrufu yaptığınız anlamına geliyor.
Yenilikçi teknolojiler sadece inverter sistemi ile sınırlı değil: Akıllı soğuk hava üfleme özelliği, ortam sıcaklığını yavaş ve doğal bir şekilde istenen dereceye getiriyor. Follow Me özelliği, kumandanın bulunduğu bölgeye göre ısıtma ve soğutma yapabilmesin sağlıyor. İyonizer ve bio-filtre özellikleri sayesinde de, sadece serin değil, temiz bir havaya sahip olabiliyorsunuz. Elektrik kesintilerini de dert etmeyin: UIS 18, enerji geldiğinde otomatik yeniden başlama özelliği sayesinde size iş düşmeden her şeyi otomatik olarak hallediyor. Farklı BTU seçenekleri mevcut olduğu için, size en uygun olan modeli Uğur Soğutma yetkili servisleri aracılığı ile tespit etmenizi tavsiye ederim. Daha sonra, https://satis.ugur.com.tr adresinden uygun fiyatlar ve 12 taksit avantajıyla siparişinizi hemen verebilirsiniz.
                                     
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

11 Ağustos 2017 Cuma

Avşa'da doksanlarda donan hayat...

Geçen hafta cuma salı arası 4 gün Avşa kaçamağı yaptım. Avşa'ya geçen yıl yine bu zamanlarda gelmiş ve ada hayatını çok sevmiştim. (bkz: bu yazı
                                                                                
Yine sevdim, hatta bu sefer daha çok sevdim. Denizle biraz daha barıştım; beni daha çok kucakladı. Dışarısı çok sıcakken serindi, yumuşaktı, sakindi; iyi bir dost gibiydi. Beni dinledi, anlamaya çalıştı ve sırtımı okşadı. Gerçekten çok güzeldi. Çocuklar vardı her zamanki gibi sahilde. Onlarla arkadaşlık yaptım; en çok da Rüya ile. 6 yaşındaki Rüya beni çok derinden etkiledi, anlatırım bir ara. Sonra Aras vardı 12 yaşlarında. “Aman ya, alt tarafı deniz; denizden mi korkacağım yani. Atarım kendimi içine olur biter!” demesi bana nasıl da cesaret verdi. Aradığı hazine haritasını buldu mu acaba... Gerçekten çocukların dili büyüklerden daha çok etkiliyor insanı. Ne Rüya'nın, ne de Aras'ın annesi ya da babasıyla tanıştım. O yüzden de 3,5 gün boyunca “Nerelisin, ne iş yapıyorsun, kimsin?” gibi büyüklerin soracağı saçma ve gereksiz sorulara maruz kalmadan, son derece steril tatil arkadaşlarım oldu. Ne zamandır çocuklarla bu kadar haşır neşir olmamıştım...

Avşa Kumsal Manzaraları
Bu sefer mutfağı balkonda olan bir oda tercih ettim. Diğer odalar öyle değildi, sadece otelin köşesindeki 2 odanın mutfağı balkondaydı. Küçük ama sevimli olan balkon mutfağım, sol taraftan adanın tepelerine, sağ taraftan denize bakıyordu. Bir de elma ağacı vardı önünde, dokunabiliyordum yapraklarına. Beton yoktu görüş alanımda, bunu çok sevdim. Otelin diğer odalarına göre daha küçüktü kaldığım oda. Diğer odaların mutfakları yenilenmişti, benim mutfak eskiydi. Ama takılmadım böyle şeylere. Çünkü Avşa'ya salaşlığı yakıştırıyorum ben. Balkonda yemek yapmak, rüzgar geldiğinde ocağın sönmesini engellemek için balkon iplerine havlu sermek, köfte kızartırken balkonun sağ tarafına gidip güneşin batışını izlemek, sonra köfteleri çevirip Avşa yapımı Ada Karası şarabından bir yudum almak, kekremsi şarap tadını hissetmek, sonra tekrar köfteleri çevirmek güzeldi. Bir tür arınma gibiydi.

Geçen sene gittiğim apartta mutfak eşyaları gayet iyiydi. Bu sene gittiğim, adı daha bilinen apartta ise azdı her şey. Vardı da aslında bir şeyler, sanırım ben sevmedim. 2 çukur tabağı, bir tencereyi, bir de çaydanlığı kullandım. Dondurma kutusunu yıkayıp salata kasesi yaptım mesela, çok minimalistti, çok huzurluydu. Giderken yanımda çatal kaşık, rende, bir de hafif tava götürmüştüm; adadan 2 tane de bardak aldım. Cam kupa, ama kısa. O bardaklara şarap da yakıştı, bira da yakıştı, çay da yakıştı. Aslında yakıştırmak insanın bakışına bağlı bir şey. Yakıştı gibi görüyorsan, gerçekten de yakışıyor...

Avşa apart balkon soldan manzara
Adanın en güneyinde tutmuştum odayı. Çünkü geçen sene akşamları oralar çok sakindi. Akdeniz Akşamları çalan gençler oluyordu sadece. Ama kapitalizm sahilin en ucuna kadar ulaşmış maalesef. Kaldığım otelin 30 metre ilerisine bir şey yapmışlar. Gündüz kafe, gece bar gibi bir şey! Akşam ben balkonda köfte kızartırken başladı canlı müzik. Ama doksanlardan kalan müziklerdi; Levent Yüksel, Aşkın Nur Yengi, Sezen falan çalıyordu akşamın ilk saatlerinde. Sonra sesi tam da Haluk Levent'e benzeyen biri sahneye çıkıp Elfida'dan başlıyor, Gel Etme Nazlı Güzel ile devam ediyordu. Sonra Ahmet Kaya şarkılarına geçiyordu. Bir ara İzmir Marşı ile coşturdu insanları. Ne garip değil mi; barlarda Çav Bella'dan barlarda İzmir Marşı'na evrildi hayatımız. Devrildi mi demeliyim yoksa...

Dediğim gibi, çıs tak yoktu. Hande Yener, Serdar Ortaç falan çalsaydı ne yapardım bilemiyorum. Allahtan yoktular. İlk akşam çok güzel geldi çalan müzikler, balkon keyfim şenlendi. İkinci akşam yine yormadı. Ama üçüncü akşam artık şarkıların sırasını ezberlediğim için sıkıldım, balkonda oturamadım. Sonra düşündüm o gece. O işletmenin sahibi para kazanacak diye; mesela benim yan odamda kalan ve söylediklerine göre on beş sene boyunca hep aynı otele gelen, en az seksen yaşındaki tatlı tatilciler uyku uyuyamıyordu gece bir buçuğa kadar. Neden? Eskiden parası olanlar düdüğü çalarmış, şimdi de sahillerde bar açıp müziği çalıyorlar. Ya da hemen hemen her yerde kendi tellerinden çalıyorlar. Ama hep çalıyorlar! Senin benim hayatımdan, huzurumuzdan çalıyorlar! Çala çala yaşayıp gidiyorlar. Açıkçası Haluk Levent sesli, doksanlar repertuarlı müzisyen olmasa tatilim berbat olacaktı. Ama olmadı; dedim ya ben huzurluydum çok. Bazı kapital sahiplerinin ötekine saygı duymayan; doğayı, huzuru ve çevresindekileri yok eden azgın iştahını düşünmeden de edemedim. Sahi dünyayı kim yaşanılmaz kılıyordu?

Ada Karası
Avşa'yı neden sevdiğimi sabah sahilde yürürken buldum. Hayat doksanlarda donmuş gibi orada. Türkü barlar var; ama Haluk Levent, Hüseyin Turan, Levent Yüksel, Ahmet Kaya çalan türkü barlar. Benim sevdiğim türden yani.  Esnaf geçen seneye göre zam yapmamış; kahvaltı yine 15 TL, domates yine 2-3 TL. Gözü tok eski esnaf var, köşe dönmeciler uğramamış sanki Avşa'ya... Herkes şortlu, herkes askılı tişörtlü, herkes terlikli. Yani sahil kasabalarında görmeye alıştığımız, zaten bildiğimiz manzaralar. Yaşlı bir iki teyze kapalı giyinmiş o kadar. Akşamları ufak ufak içiliyor, kahkaha atılıyor, kadınlar kumsalda birbirlerine kocalarını çekiştiriyor, çocuklar özgürce oynuyor. Sanki ülkemiz hiç değişmemiş gibi, sanki Anadolu kültürü öylece kalmış gibi, sanki kutuplaşma olmamış gibi, sanki yüzümüz batıya dönük gibi...
Avşa Gün Batımı
Güzeldi Avşa; seneye tekrar gitmek isterim. İyi hissettiren harika bir enerjisi var oranın. Bozulmasın, öylece kalsın isterim. Doksanlarda kalsın, milenyuma girmesin...  Hulusi Kentmen'ler ölmesin, onlar hepimizin dedesi olsun... İsterim...

Devamını Oku