28 Ekim 2016 Cuma

Yine mimlendim, bu kez blog ve hayaller hakkında

Sevgili #Aynahikayesi, beni keyifli bir mime davet etti. Öncelikle teşekkür ediyorum kendisine bu güzel daveti için. Gerçi biraz geç kaldım yanıtlamakta ama bilirsiniz, hayat bazen sizi sürükler. Ben de az biraz öyle bir dönem yaşıyorum, yani içinden geçmekte olduğum yakın zamanlarda “Hadi hayatçığım ipler senin elinde, sürükle bakalım” diyorum. Dolasıyla telaşsızım. Nasıl derler; rölanti olma halleri...

Neyse, konumuz #Satırarasımim1, devamı da var yani. Peki geçelim bakalım yanıtlara.

Soru-1 : Blog yazmaya nasıl başladınız?

Yıllardan 2013, aylardan ocak 23.”İlk merhabam ve hayallere dair” adlı buradaki yazımda hayallerimden bahsetmişim acemice. Yazıda çokça imla hatası var, heyecandan muhtemelen, ya da geriye dönüp nasıl düzelteceğimi bilememişimdir belki de o acemilikle. Düzeltmeyi de düşünmüyorum zira; öylece kalsın 'merhaba' yazısı. Hayal kurmuşum. Demişim ki:

Bir yerde röportaj yapıyorlar yazılarım hakkında. 'Nasıl Başladınız?' sorusuna 'Güneşli bir kış günüydü, tarihler 23 Ocak 2013'ü gösteriyordu' diye başlıyorum anlatmaya”

Aslında bu mim de bir çeşit röportaj sayılmaz mı, demek biraz yol katetmişim o günden bu güne. “Yüzünü görmediğim insanlardan oluşan bir zincirde halka olabilmek istiyorum bu blog sayesinde” demişim. Oldum da. Yüzünü görmediğim birçok arkadaşım oldu bu blog sayesinde, çok keyifli bir yolculuk blog yazmak benim için. Yine duygusala bağlamak üzereyim farkındayım, bu blog hep böyle yapıyor beni... Soru bloga nasıl başladığımdı.

Meslek işleri sallantıdaydı, cebimde sadece çocukluk hayalim olan yazma isteği vardı. Paylaşacağım şeyler vardı, biraz da içim şişmişti iş hayatının tortusundan. O aralar azar azar yazılar yazmaya da başlamıştım sağa sola. Dediğim gibi her şey amatörce başladı. Şu an da öyle devam ediyor. Blogumu çok seviyorum, buraya yazmayı gerçekten çok önemsiyorum.

Soru-2 : Blogunuzda daha önce yazmadığınız bir tarzda yazacak olsanız, bu ne olurdu?

Hep deniyorum yeni şeyler aslında. Yani canım isteyince öykümsü şeyler de yazdım, bakın buradalar. Dolayısıyla bu soruya verilecek yanıtım yok. Çünkü burası kişisel bir blog, canımın istediği, kalemimin yettiği her türde yazabiliyorum.

Soru-3 : Bloglarda okumayı en sevdiğiniz konular nelerdir?

Konular ruh halime ve ihtiyacıma göre değişiyor. Genel olarak tarzını sevdiğim blog yazarlarının yazılarını takip etmeye gayret ediyorum. Kaliteli günceleri okumak bana her zaman keyif veriyor. Kişisel hikayeleri seviyorum. İlgimi çeken kitap tanıtım yazılarını okuyorum. Bazen bilmediğim, sanal dünyaya ait teknik konuları okumaktan hoşlanıyorum, bazen yazısı olmayan ama kaliteli fotoğraflar yayınlayan bloglarda gezindiğim de oluyor. Bazen de çorba tariflerini bloglarda ararken buluyorum kendimi. Aslında ilgimi çeken her konuyu okuyorum. 

Ama eğer yazıda tekrar eden ve rahatsız edici boyutlarda imla hatası varsa, konu çok ilginç de olsa o blogu terk ediyorum. Konuşma dili olarak bile kabul edemeyeceğim “gidiceem, geliceem, yapıcaaam” tarzı hitap şekli olan yazıları asla okumuyorum. Yazının içinde noktalama işaretleri yerine bolca emoji, gülen ağlayan surat varsa o yazıları da okumuyorum. Küfür içeren yazıları okumuyorum. Senli benli, canımlı cicimli hitap tarzı olan bloglardan da uzak duruyorum. Ansiklopedik bilgi veriyormuş gibi yazılan yazıları okumayı sevmiyorum. Bir de tepeden bakan, kendini yazdığı konuda otorite gibi gören blogları sevmiyorum. Bana göre blog yazısı kişisel bakış açısı ya da deneyim içermeli, yani samimi olmalı.

Soru-4 : Hayatta en çok yapmak istediğiniz 3 şey nedir?
Bu soru 5 sene önce sorulsaydı yanıtım başka olurdu, eminim ki 5 sene sonra yine farklı olacaktır. Galiba iyi bir metin yazmak ve bu metinle milyonlarca insana ulaşmak istiyorum bu aralar en çok.  Belki bir senaryo, belki bir oyun, belki de bir roman olur kendisi. Ama bunu çok istiyorum.

Çiçekli ağaçlı bahçeli bir evim olsun istiyorum bir de. Kendi ellerimle ektiğim ağaçların gölgesinde huzurla yazılarımı yazayım, bir asmanın yaprakları altında yudumladığım şarabın etkisi lâl olsun dilimde...

Ne bileyim, çok isteyip bir yığın ders alıp çaba gösterdiğim halde bugüne kadar bir türlü başaramadığım yüzme meselesi var bir de... Derin sularda korkusuzca yüzmek istiyorum.


Ne istiyorum biliyor musunuz, sevdiğim güvendiğim insanlar beni üzmesinler istiyorum. Çocukluğuma, ilk gençliğime tanıklık etmiş, bir lokma ekmeği paylaştığım insanların göz bebeklerinde gerçek sevgiyi hâlâ görmek istiyorum.

Zeytin ağaçları katledilmesin istiyorum, haberleri açtığımda kültürden sanattan bahsedilsin istiyorum, Pera eski görkemli günlerine dönsün istiyorum. Tek telaşımız konserlere gösterilere bilet bulamamak olsun istiyorum. “Turşuya sirke mi, limon mu koyalım” diye uzun uzun tartışalım istiyorum. Bir de insanlar sahte olmasın istiyorum. 

Kendi ördüğüm kozalara ihtiyacım kalmasın istiyorum aslında! 


Herkesin çok parası olsun, işsizlik olmasın, sefalet olmasın istiyorum. Bütün sokaklarda gölgesine sığınacağımız ağaçlar olsun, parklarda bahçelerde neşe içinde eğlensin insanlar istiyorum. Ne bileyim, çok isteğim var aslında. O kadar çok şey istiyorum ki hayata dair, insanlığa dair, yaşadığım topraklara dair, içime dair, dışıma dair, sana dair...

Ve öyle de oldu, teşekkür ederim...

Not: Dileyen bütün blog yazarı arkadaşlar bu mime kendi yanıtlarını verebilir...


Devamını Oku

23 Ekim 2016 Pazar

Haldun Taner Sahnesi'nde Saadet Hanım'ı izledim

 Perde açılınca bir banka şubesini görüyoruz. Dekor çok başarılı. Numara alma makinesinden bankodaki kayan yazılara kadar her şey bütün detaylarıyla düşünülmüş. Sahnede bir müşteri, banka memurları ve güvenlik görevlisi var. Öğle tatili bitmiş, ama şubedeki rehavet sürüyor. Derken sahneye emekli ilkokul öğretmeni Saadet Yurtlu giriyor. Üzerinde kendisine çok yakışan, tam da sosyal konumuna ve yaşına uygun yeşil şık bir elbise var. Saçları sıkıca topuz yapılmış. Herkese “evladım” diye hitap eden, disiplinli, mesleğini yaşam tarzı olarak benimsemiş bir öğretmen kendisi. Aynı zamanda çocuğunun üzerine titreyen bir anne. Bankadaki parasını çekecek ve oğlu Sermet'e hediye alacak. Çünkü Sermet'in o gün doğum günü. Daha bankaya adımını atar atmaz güvenlik görevlisinin laubali ve cahilane davranışlarından rahatsız olan Saadet Hanım “bunlar hep müfredat sorunu, sizleri eğitemedik” diyerek tavrını ve halini belli ederken, bankaya yüzlerinde kadın çorabı olan 3 kişi giriyor ve olaylar böylece başlıyor.



Buraya kadar anlattıklarım zaten oyunun tanıtım broşüründe de mevcut, dolayısıyla oyunu izlemek isteyenlere bir kopya vermediğimin altını çizmek isterim. Gelelim yorumlarıma.

Oyunu izledikten sonra yazarın neyi anlattığını pek anlayamadım.

Geçen sene önermesiz tiyatro metin yazarlığı eğitimi aldıktan sonra, izlediğim oyunlarda hep yazarın asıl anlatmak istediği ana temayı bulmaya çalışıyorum. Ama “Saadet Hanım” da o kadar çok mesaj kaygısı vardı ki, oyundan çıktığımda aklımda kalan şey sadece “ yazarın kafasının çok karışık” olduğuydu. Oyunun tanıtımında özetlendiği gibi eski zaman disiplinlerinden kalma emekli öğretmen Saadet Hanım'ın bakış açısından olaylar anlatılsaydı, “güldüm eğlendim düşündüm” der çıkardım. Ama böyle olmadı. Çünkü son dönemin popüler tanımlaması olan “sübliminal mesajlar” oyunda o kadar çok yer alıyordu ki, açıkçası izleyicilerin çoğunun topluca güldüğü bazı yerlerde ellerim çenemde donuk bir yüz ifadesiyle bakakaldığım çok oldu. Bir karışıklık komedisi olarak kalabilirdi belki oyun, ben de güler eğlenir stres atar çıkardım. Ama öyle değildi...

Oyundaki mesajlar
Saadet Hanım bankadaki çalışanların ya da eylemcilerin beğenmediği davranışları için “işte bunlar hep müfredat yüzünden, okullardaki müfredat değişmeli” mesajını birkaç kere tekrarladı. O sırada salondaki izleyicilerden büyük bir alkış koptu. Oysa “müfredat değişmeli” diyen Saadet Hanım'ın okullarda nasıl bir eğitim sistemi istediğini bilmiyorduk biz seyirciler olarak. Dolayısıyla ben alkışlamadım bu repliği. Çünkü bu sloganvari tekrar edilen mesaj beni hiç ama hiç etkilemedi.


Oyunda solcu eylemciler aşırı derecede karikatürize edilmiş. Tamam silahlı eylemler yanlıştır, elbette şiddet yanlısı değilim ben de. Ama kitap cümleleriyle konuşan eylemcilerin -ki böyle konuşmaları alay konusu edilmiş- bir bildiri yazıp isteklerini dile getirmekten bile aciz olarak gösterilmelerini, grubun başkanının gözlüğünden sarkan etiketi egzajere edilmiş detaylar olarak gördüm. Aynı şekilde eylemcilerin bir konuya karar vermek için oylama yapmaları da abartılarak komedi unsuru haline getirilmiş. Neden? Bir toplulukta karar vermek için oylama yapmak çok mu gülünesi bir durum... Oyunun sonunda “her şeyi sevgiyle çözelim” gibi bir mesaj verildi gibi oldu bir ara ama, açıkçası bu kadar laf kalabalığında çok sönük kaldı bence.


 Işıklar kararıp da son sahnede Saadet Hanım oyuncuların arasına karışarak “biz çocuklarımızdan gözyaşlarımızı sakladık, sonunda kendileri arayıp buldular. Siz çocuklarınıza acılarınızı öğretin ki mutluluğu bulsunlar” dediğinde çok beğendim bu repliği. Ama oyunun bütünüyle ne alakası vardı, yine bağlantı kuramadım...


Muhtemelen yazar Ahmet Levent Pala, dünyaya soldan bakanları eleştirmek istemiş, ama açıkçası kendisinin nerede durduğu da pek belli değil. Bu eleştiriyi yaparken ortak değer olan öğretmenlerden yola çıkmış. Biraz müfredattan dem vurmuş, biraz eğitimsizlikten dem vurmuş, araya görevini kötüye kullanan memur, elemanıyla sevgili olan evli yönetici, sevince evlenmek gerekir klişesi, az biraz da komik unsur ekleyince, sonuna da “sevin, sevilin” mesajını kulağa güzel gelen bir akışla koyunca, dediğim gibi ortaya karmaşık bir oyun çıkmış.




Oyunda en çok Nilgün Kasapbaşoğlu'nu sevdim.

Oyunda Saadet Hanım rolünde oynayan Nilgün Kasapbaşoğlu'nu çok sevdim. Gerek ses tonu, gerek sahne hakimiyeti, gerekse mimikleriyle gerçekten de çok başarılıydı. 200'e yakın oyunda görev yapan, sinema ve dizilerden de tanıdığımız, aynı zamanda çok başarılı bir seslendirme sanatçısı olan Nilgün Hanım'ın performansını ve müthiş enerjisini izlediğim için kendimi şanslı hissediyorum. Siz de eğer fırsat bulup oyunu izlerseniz yorumlarınızı merakla bekliyorum.

Son not; 
Sansürsüz, düşüncelerin özgürce aktarıldığı, tiyatrocuların işten atılmadığı, oyunların yöneticilerin istekleri doğrultusunda seçilmediği ve  doya doya sanatla dolu geçen günler dilerim hepimize...



Devamını Oku

18 Ekim 2016 Salı

Mimlendim, konu en sevdiğim kitaplar!

Ne zamandır blog dünyasında mimlenmiyordum. Oysa bir zamanlar ne çok mim olurdu blogosferde.  Bir çeşit samimiyet rüzgarları eserdi blog yazarları arasında. “Yoksa heyecanımızı mı yitiriyoruz” demek istiyorum ama  içimden bir ses “sakın öyle deme” diyor! Çünkü heyecanımız biterse sığındığımız kalelerimiz bloglarımızın hali nice olur... Aman aman dağlara taşlara… (“Yazar tam da bu noktada sağ elini hafifçe büküp işaret parmağının çıkıntısıyla üç kere tahta masaya vurur” diye düşünmüş olanlar yanılıyorlar, çünkü öyle bir şey olmadı!) Neyse efendim, sağ olsun var olsun, güncesini keyifle takip ettiğim Kaplan Diary beni mimlemiş de bu sebepten ötürü keyifli bir yazıyla yine karşınızdayım. Kendisine teşekkürü bir borç bilirim. Hayatın en bayat olduğu dönemlerden geçerken, kendi iç dünyamın dev dalgalarıyla kavga gürültü içindeyken, bu mim pek de iyi geldi. Mizaha ve güzel anılara ihtiyacım var nitekim…
Mim konumuz “ en sevdiğiniz 15 kitap”


Zor bir konu aslında, çünkü ne bileyim hayatımda etkilendiğim çok kitap var. Mesela yanılmıyorsam orta 2’de okuduğum “Silahlara Veda”dan çok etkilenmiştim. Ortaokulda bize ne güzel kitaplar okutan ne güzel öğretmenlerimiz vardı! 

Daha da çocukken okuduğum “Pal Sokağı Çocukları” nı gözyaşları  arasında  okuduğumu anımsıyorum mesela. O dönemler arabesk diye “Kemalettin Tuğcu” kitapları yasaklanırdı, gizli saklı ve elbette ağlayarak okuduğum birkaç kitabı vardı bende de… Ne naif zamanlarmış, insanın inanası gelmiyor düşündükçe… Bir de ben ortaokuldayken yasaklanan Erich Von Daniken’in Tanrıların Arabaları adlı kitabından çok etkilenmiş, aslında biraz da korkmuştum. Bilmeyelim ve korkmayalım, ya da bilmeyelim ve üzülmeyelim diye kitapları yasaklıyorlarmış demek ki, şimdilerde de değişen pek bir şey yok aslında. Bilmeyelim ve sorgulamayalım diye web siteleri yasaklanıyor...


Sahi ben çocukken ne çok kitap okurdum! Yapacak bir şeyim de yoktu aslında. Kitapların dünyasına kaçmak iyi gelirdi… Aslında şanslıydım da yadsıyamam. Çünkü bizim evde kocaman bir kütüphane vardı. Babam, okuyan bir öğretmendi. Altın Kitaplar, Ciltli Hayat Ansiklopedileri, romanlar, edebiyat dergileri vardı… Şimdi düşünüyorum da, lise 1’deyken  kütüphanemizin üst raflarına dizilmiş ciltli Altın Kitap’lara merak sarmıştım. Nabokov’un Lolita’sını nasıl da saklayarak okuduğumu anımsıyorum. Kitapta anlatılanlar değil de kitabın yazılış şekli beni derinden etkilemişti. Çünkü Lolita, bir günlüktü aslında. Ve ben, o kitabı okuduktan sonra  kitaptaki kahraman gibi gizli gizli günlük tutmaya başladım. Ciltler dolusu yazdım, yıllarca yazdım sonra…İçime akıttığım her derdimi o ciltlere yazdım. Sonra aniden bıraktım. Bundan birkaç yıl önce bir iki cildini yırtıp çöpe attım o günlüklerin. Zaten açıp okumaya cesaretim de yoktu ki… Geriye kalan 5-6 cildi de önümüzdeki hafta atsam hiç fena olmaz aslında. İnsan yüklerini hafifletmeli…

Nereden nereye  geldik. Beni etkileyen 15 kitabı yazacaktım güya, kaç oldu acaba… Pal Sokağı Çocukları dedik, Silahlara Veda dedik, Tanrıların Arabaları dedik, Lolita dedik… Dört olmuş daha…
Üniversite zamanları hep okumakla geçti. Sahaflara gidip “Abi bana bir felsefe listesi yapar mısın” diyen öğrencilerdik biz. Bilmediğimiz, okumadığımız kitaplar için utanırdık… Ne bileyim bir dönem Oğuz Atay’a takılmıştım mesela. Tutunamayanlar’dan tutun da Günlük’üne kadar her kitabını okumuştum yutarcasına. Bunalım dönemlerimde iyice bunalıma sokmuştu beni Oğuz Atay sağ olsun. Ama noktasız virgülsüz soluksuz okunan satırların tadı hala damağımda. Sonra bir dönem şiirim gelmişti fena halde. Edip Cansever’i sanki bir kutsal kitap gibi çantamda gezdirdiğim bir dönem vardır… Hala o yırtık pırtık kitap kütüphanemde durur… “İşte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben. İşte yalnızlığım alnımda, kollarımda… İşte yok oluşumdan doğan kent…” Vay vay vay, mim değil nostalji yazısı mübarek…
Beni mimleyen Kaplan Diary bin pişman oldu ya neyse, ok yaydan çıktı bir kere…
En sevdiğim kitap diye bir şey nasıl olabilir ki benim… Hepsi hayatıma tanık olmuş, hepsi beni almış bir yerlere götürmüş, hepsi bana arkadaşlık yapmış… Bir dönem Vedat Türkali’ye tutundum mesela. Güven-1, Güven-2 ve diğer kitaplar. Arada Yaşar Kemal gümbür gümbür… Hala içimde ukdedir, üstadın bütün kitaplarını okumalıyım!  Zülfü’nün yeri ayrı bende. O benim babam gibi, o benim tanıdığım biri gibi adeta. Eh haliyle okumadığım sanırım bir iki kitabı kaldı… Marquez’in yeri bambaşka. Ha sahi Goncarov’un Oblomov’unu da çok sevmiştim. Çünkü deli gibi Oğuz Atay okurken, kahramanlardan biri Oblomov’dan bahsetmişti. Nasıl okumazdım ki… Sonra Jose Saramago tabiri caizse vurdu geçti beni Körlük kitabıyla, bir solukta okuyup Görmek’i almıştım susamış gibi… O’nun da bütün kitaplarını okumak istiyorum. Arada atlamaktan korktuğum Ahmet Ümit var,  Buket Uzuner’in “Su” kitabı var, mesela Richard Russo’nun Kasaba’sı var bayılarak okuduğum.



Rus klasikleri var, bana hep iyi gelen Orhan Kemal’lerim var…Arada çerez gibi okunan ve gönül telini titreten “Bin Muhteşem Güneş” gibi, “Angela’nın Külleri” gibi, “Venedik’te bir Yahudi” gibi, “Kurt Seyit ve Şura” gibi severek okuduklarım da var… Ferzan Özpetek’in son okuduğum ve bayıldığım “Sen Benim Hayatımsın” var mesela… Nazan Bekiroğlu var…

Yani demem o ki, benim en sevdiğim 15 kitap yok, çünkü benim her zaman sevdiğim kitaplarım var… Neredeyse ağlayacağım şimdi, zira onlarsız ben ben olmam ki…



Yine bir mim yanıtlamayı beceremedim gördünüz mü… Ne bileyim ortaya karışık “little little into the middle” gibi bir şey oldu. Kulakları çınlayasıca Cem Yılmaz…Ben var ya, artık sanırım sadece sanattan duvarlarla örülü bir dünyada yaşamak istiyorum…

Not: Bu yazıyı okuyan  blog yazarları bu mimi  yanıtlayıp üç gün içinde yayınladıklarında dilekleri gerçek oluyormuş. Ben demiyorum, sosyal medya tanrısı öyle söylüyor, kalın sağlıcakla …

Devamını Oku

14 Ekim 2016 Cuma

Saygın, yardımsever iş kadını hanımefendi ve kıdem tazminatı sorunsalı!

Hanımefendi bilinmez bir ülkenin en zengin ailelerinden birine mensup. Şans işte, muazzam bir servetin içinde doğuyor. Sonrasında tahmin edersiniz, muhterem babası kendisini yurtdışında en iyi okullarda okutuyor. Okul bitince holdingde yönetici olarak işi hazır zaten. Bir süre sonra makam mevki yetmiyor, holdingden ayrılıp kendi işini ve kendi holdingini kurmaya karar veriyor. Gemiler, oteller, televizyon kanalları derken servetine servet katıyor bu şahane kadın. Yine o bilinmez ülkenin tanınmış soyadlarından biriyle parlak bir evlilik yapıyor. Kendisi gibi servete doğan şanslı mı şanslı çocuklar getiriyor dünyaya. Hayat bu hanımefendinin yüzüne gülüyor anlayacağınız... Öyle ya, ne parasızlık çekmiş, ne işsizlik nedir bilmiş, maddi olarak istediği hemen hemen her şeyi elde etmiş. E doğal olarak, kendi sınıfındaki birçok hanımefendi gibi o da hayır işlerinden kendini alamıyor. Dernekler, yardım kuruluşları, vakıflar...



Neden anlatıyorum bütün bunları, “size ne bize ne” diyeceksiniz. İlgilenmiyoruz pırıltılı hayatlarla elbette, haklısınız... Gözümüz mü var, kesinlikle hayır! Allah daha çok çok çok versin hanımefendiye, asla gözümüz yok. İyi de neden anlatıyorum bütün bunları o zaman? Çünkü bu bilinmeyen ülkedeki bilinmeyen hanımefendinin çok uluslu şirketlerinden birinde yaşananlar ilgimi çekiyor da ondan... Bir dizi film senaryosu olabilir, belki de yazarım birgün belli mi olur....

Bu hanımefendinin şirketlerinden biri maddi olarak zor bir dönem geçiriyor. Daha doğrusu öyle demeyelim de, şirket kiyafetsiz yöneticiler ve alınan saçma kararlardan dolayı başarısz oluyor diyelim. E ne var bunda diyeceksiniz, çünkü her şirketin başına böyle şeyler gelebiliyor, çok normal. Böyle bir durum yaşanırsa ne olur bilirsiniz. “Şirket küçülür, ya da kapanır” dediğinizi duyar gibiyim. Tamam doğru söylüyorsunuz,bu hanımefendinin şirketinde de aynı durum yaşanıyor. 



Şirket küçülüyor, elemanların yüzde seksenini işten çıkarıyorlar. Bu da tamam dediniz. Bu bilinmeyen ülkenin en zengin ailelerinden birine mensup hanımefendinin şirketinden çıkarılan kişiler zaten, şirket açıldığından sonraki yıllarda “durum kötü” diye hiç zam almamışlardı bunu bir parantez olarak belirteyim. Biliyorsunuz, ülkede işsizlik had safhada, “ne yapalım,işler düzelene kadar idare ederiz” diye el mahkum çalışmaya devam etmişlerdi. Her neyse, şirket küçülüyor diye çıkardıkları elemanlara “on gün sonra tazminatlarınızı alacaksınız” diyor, bilimeyen ülkenin en zenginlerinden olan hanımefendinin şirketindeki insan kaynakları birimi. 


Oysa bilirsiniz, kıdem tazminatı peşin ödenir. “Ne yapalım bekleriz” diyen elemanlar, birden işsiz kalsalar da “en azından tazminatla geçiniriz” diye kendilerini avuturken bilin bakalım ne oluyor? Evet bildiniz, bu hanımefendinin şirketinin insan kaynakları birimi, aradan 15 gün geçince işten çıkardıkları elemanları tek tek arayarak “ kıdem tazminatlarınızı taksite böleceğiz, çünkü şirkette para yok” diyorlar! Elemanlar soruyor haklı olarak: “Peki kaç takside böleceksiniz?” İnsan kaynakları cevaplıyor: “Taksit sayısı belli değil, ne zaman ödeneceği de belli değil, yurtdışındaki ortak ne zaman para gönderirse!”



İşte o bilinmeyen ülkede sosyal hayat her geçen gün çürürken, iş hayatı da bu noktalara geliyor. Ülkenin en zenginlerinden olan hanımefendinin aile büyükleri bir zamanlar işçilerine en yüksek maaşları verirken, gelinen noktada hanımefendi elemanlarının haklarını gaspetme konusunda hiç vicdan azabı duymuyor! Elemanlar faturalarını nasıl ödeyeceğini düşünürken hanımefendi “kimsesiz kanaryaları besleme” derneğine yaptığı yüklü bağışla basında boy göstermeye devam ediyor, çünkü çok iyi kalpli yardımsever bir iş kadını kendisi....



NOT1 : Bu bilinmeyen ülkenin meclisinde “kıdem tazminatı” denilen ve hanımefendi gibi saygıdeğer ve yardımsever iş adamlarının/iş kadınlarının iş yapma kabiliyetlerine sekte vuran saçmalığın kaldırılması için çalışmalar tüm hızıyla sürüyor...



ÖZLÜ SÖZLER:

  • Kimin sana emeği geçerse, sen ona daha fazlasını yapmalısın” - Yusuf Has Hacip
  • Ahalinin lokması, hükümetin temelidir” - Cenap Şahabettin
  • Emek kutsaldır” - Anonim
  • İnsan olabilmek için dünyadaki haklarımızı istemek zorundayız” - Malcom X
  • Kim bir kul hakkı yemişse derhal o kardeşi ile helalleşsin Çünkü (kıyamet günü) dirhem de geçmez dinar da. Böyle olunca o (hak yiyen) kişinin sevapları alınır o adama yüklenir Eğer sevapları yoksa o hakkını yediği adamın günahları buna yüklenir” (Buhari Suresi, Rikak, 48 )
  • "Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur" (Buharî, Müslim) 
Devamını Oku

7 Ekim 2016 Cuma

Dersimiz VRF Klima Sistemleri, Hoca Tabii Ki Ben!


Yeni bir tanıtım yazısıyla yine karşınızdayım. Bunu baştan söylüyorum ki, tanıtım yazısı okumak istemeyenler hemen sayfayı terk etme özgürlüklerini kullanabilsinler! Sonradan “vay efendim, hangi yazı tanıtım için yazılmış karıştırıyoruz, vay efendim niye tanıtım yazısı yazıyorsun?” falan gibi eleştiriler yaptığınızda bozuşmayalım. Ama şunu bilesiniz ki bu yazının devamını okuduğunuzda hiç pişman olmayacaksınız; zira sizi bilmediğiniz bir konuda aydınlatıyor olacağım. Kendinizi biran için lise sıralarında gibi hayal edin, bakalım sevmediğiniz kimyacıdan daha iyi ders anlatıyor muyum? Bu arada yeri gelmişken beni internetten bulup bu fırsatı veren www.vrfklimasistemleri.com.tr ye teşekkürü bir borç bilirim. Hazırsanız başlayalım o halde...


Konumuz VRF Klima Sistemleri

Önce kelimenin anlamını bilmek lazım. Nedir “VRF sistemi?” İş yaşamında kullanılan ve dolayısıyla günlük yaşamımıza giren birçok teknik kısaltmada olduğu gibi VRF sözcüğü de tahmininiz üzere İngilizce'den geliyor. Havalı olsun diye tam anlamını da yazayım: “Variable Refrigerant Flow” Yani “Değişken Soğutkan Debili” demek, hatta bazen bu kısaltma karşımıza “VRV” diye de çıkabiliyor. Muhtemelen bu tanımdan bir şey anlamadınız. Merak etmeyin, ben de ilk okuduğumda anlamamıştım. Sonrasında konu ilgimi çekti. Bakalım siz de anlattıklarımdan sonra VRF sistemleri hakkında ne düşüneceksiniz... Yazının sonundaki yorumlara göre hepinize not vereceğim. Her neyse konumuza dönersek, bu VRF klima sistemlerinin evdeki klimalardan çok daha önemli sistemler olduğunu yazının sonlarına doğru daha iyi anlıyor olacağız. Yavaş yavaş gidiyorum ki, sindirelim. Zira ben ezberci bir hoca değilim...


VRF Klima Sistemleri Nerelerde Kullanılıyor

VRF sistemleri merkezi bir panel tarafından kontrol edildiği için, bağımsız ofisleri ve odaları olan büyük plazalarda, iş hanlarında, alışveriş merkezlerinde, çok katlı binalarda, hastahanelerde, sinemalarda, akıllı binalarda, restoranlarda,villalarda kullanılıyor. Elbette farklı yaşam alanlarında farklı derecede sıcaklıklar ayarlamak da mümkün olabiliyor. Dilenirse ayrı ayrı faturalandırma gibi kolaylıkları da var. Özet olarak bu sistemler oldukça avantajlı.


VRF Klima Sistemlerinin Avantajları Nelerdir

Birbirinden bağımsız farklı bölgeleri olan otel gibi, restoran gibi, ofis gibi, mağaza gibi, sinema gibi mekanların klima ihtiyaçlarını gidermek için bu sistemler kullanılıyor. Ama isterseniz villanızda da bu sistemi kullanabilirsiniz. Çünkü konfor sağlıyor, yatırım ve işletme maliyeti düşük, montajı kolay, kısmi kullanma avantajı var, taze hava ihtiyacını gideriyor. Merkezi ve bireysel kontrol için geniş kumanda seçeneği var. Bütün bu avantajları elbette çok önemli ama bir özelliği var ki, şehirde görüntü kirliliğinden muzdarip olan ben, en çok bu avantajını beğendim. Binaların estetiğini bozmuyor, tarihi binalarda tahribat yapmıyor. Estetik bir kullanımı var. Hele ki cam giydirilen devasa kulelerde en doğru sistem, VRF Klima Sistemleri...


Son not,

Size bu yazıda VRF sisteminin yanı sıra,www.vrfklimasistemleri.com.tr sitesini tanıtmak gibi bir amacım da vardı. Fujitsu,Fujitherma, Fjtherma, Panasonic, Midea, Samsung, Mitsubshi, Toshiba, Daikin, Hitachi gibi devlerle çalışan firmadan,  projeleriniz için uygun fiyat teklifleri almak için buraya tıklayabilirsiniz.


Başta da belirttiğim gibi bu bir tanıtım yazısıydı, ama hiç sıkılmadan yazdım. Umarım siz de sıkılmadan okuyup faydalanmışsınızdır. 
Devamını Oku

5 Ekim 2016 Çarşamba

Çiçekçi kadınları seviyorum

Hızlı hızlı yürüyüp yanına geldiğimde aniden durdum. Öyle güzel bir yerde kurmuş ki tezgahını; önünde çiçekler, yan tarafında müthiş bir deniz, geri planda Haydarpaşa'nın heybeti, süzülen vapurlar... 



Üstelik bütün bu şahane manzaraya bir de şahane bir piyano sesi eşlik ediyor. Çünkü bulunduğu yer, konservatuarın duvarıyla bitişik. Piyanoyu çalan belli ki üst sınıflardan bir öğrenci, ya da öğretmen... Parmaklarının tuşlar üzerindeki hareketlerini hayal etmeye çalışıyorum, içim güzelleşiyor adeta.


Diyorum ki: ”Ne kadar güzel bir yerde oturmuşsun, müzik de var!” Tabi ya” diyor, devam ediyor: “Eşim bana diyor ki, sen oraya iş yapmaya değil eğlenmeye gidiyorsun” diyor. Gülüşüyoruz. Kırmızı bir gül goncası uzatıyor sonra; “İçimden geldi, bak para falan vereyim deme sakın, kiminin parası, kiminin duası” diyor. Öylece kalakalıyorum, gözlerim doluyor. “Bari bir siftah atsaydım” diye cüzdanıma doğruluyorum, “sakın” diyor, “sakın para verme, içimden geldi” diyor. “Ne kadar naziksin, çok teşekkür ederim, öyle ihtiyacım vardı ki diyorum” “Neye, çiçeğe mi?” diyor. “Hayır, böyle güzel bir insanlığa” diye cevap veriyorum.

Bu sahne beni yıllar öncesine götürüyor. Anlatıyorum O'na da...


Yıllar önce İstanbul'a yaşamak için geldiğimde yanımda taşıyamayacağım kadar ağır bir bavul vardı sadece. Bütün hayatımı ve eşyalarımı İzmir'de bırakıp İstanbul'a taşınmıştım. Sadece çalışacağım fabrika belliydi, geri kalan her şey sıfırdan oluşacaktı. Her neyse servisten Taksim meydanında indim. O zamanlar şimdiki gibi köy meydanı değildi Taksim, betona bulanmamıştı, yaşayan bir meydandı. İnsanların buluşma yeriydi. Ve çiçekçiler vardı dizi dizi. Hani bazılarının “çingene” dedikleri, benmse özellikle çok sevdiğim insanlar... Elimdeki büyük bavulu bir adım bile taşıyamazdım, tam dibinde durduğum çiçekçi ablaya dedim ki:
"Benim telefon etmem lazım, lütfen bavuluma göz kulak olur musunuz?"


Yapacağım başka hiçbir şey yoktu. O anda o çiçekçi ablaya güvenmek zorundaydım, zaten aklıma bir şüphe de asla gelmemişti. Telefon kulübesine gittiğimde, ev bulana kadar yanında kalacağım arkadaşımın telefon numarasını ararken, omzumda bir el belirmişti. Dönüp baktığımda aradığım arkadaşımın arkamda durduğunu görmüştüm. Koca İstanbul'da, onca insanın arasında karşılaşmamız, aynı o çiçekçi ablanın bana yardım etmesi gibi hayatın sunduğu müthiş mucizelerden sadece biriydi...


Bu hikayenin hepsini değil, sadece bir kısmını anlattım O'na, yani dün rastladığım, ismi bende saklı olan çiçekçi ablaya: “İstanbul'a ilk geldiğimde bavulumu bir çiçekçiye bırakmıştım” dedim. Sonra bir tane de papatya dalı uzattı bana, “bunu da al” dedi, “sakın para verme, içimden geldi” diye ekledi...

Kimselerin önemsemediği çiçekçilerle ne zaman bir muhabbetim olsa, işte hep böyle içime sevgi dolar. “Azıcık denize bakayım” dedim, nasıl teşekkür edeceğimi bilemeyerek ayrıldım yanından, içim kıpır kıpır...


 Haydarpaşa'ya baktım uzun uzun, garın gerisinde uzanan yeşilliğe baktım. Bütün o yeşillikleri ve garı yok ederek imara açmak isteyen, “oteller açılsın, daha çok alışveriş merkezleri açılsın, daha çok para gelsin” diye gözleri çakmak çakmak olan kalantor adamları ve politikacıları düşündüm. Bir de gönülleri zengin, içleri tertemiz, gözlerinin içi gülen çiçekçi kadınlar geldi aklıma... “İşler nasıl?” diye sorduğumda “Çok şükür, ekmeğimizi kazanıyoruz” diyen çiçekçiler...
Önünden geçerken HaldunTaner tiyatrosundan bir de bilet aldım kendime... 

“Hayat aslında güzel be ya!” dedim gülümseyerek....







Devamını Oku

1 Ekim 2016 Cumartesi

Muhteşem Yüzyıl izliyorum yıllar sonra!

Bir süredir, akşam yemeği yaparken mutfağa emektar tabletimi götürüyorum, yemek yaparken Muhteşem Yüzyıl'ı izliyor ya da dinliyorum. Zaten mutfağım küçük olduğu için tablet fazlasıyla bu işi görüyor. Evet 2011 yapımı bu diziyi ben o zamanlar izlememiştim. Ortamlar “Hürrem Hürrem” diye yıkılırken, iş yerinde bu dizinin yorumları yapılırken ben hiç oralı olmuyordum. Şimdi niye mi izliyorum, çünkü mutfakta yemek yaparken film izleyemem, dikkatimi veremem. Haber zaten mümkün olduğunca izlemiyorum. Sabah 06:40-8:00 arası İrfan Değirmenci ile Sabah Haberleri yetiyor, diğerlerine katlanamıyorum. Ruh sağlığım açısından bu şekilde bir kararım var. Her neyse konu bu değil; konu Muhteşem Yüzyıl ve Hürrem Sultan...

Kimyon & Hürrem

Osmanlı tarihini pek bilmiyorum gerçekten de. Çünkü lisedeyken okutulan tarih hiç ilgimi çekmedi, hocamız da kötüydü ve uzunca bir süre tarihle pek ilgilenmedim açıkçası. Sonraları ufak ufak ilgi duymaya başladım. Sarık ve İstanbulin Kitabı'nı okuyup sevdikten sonra bu ilgim arttı. Hatta buradan okuyacağınız ve yorumlarla maaelesef trollenen bir yazım da var. Bilirsiniz Osmanlı'ya bir laf etmeye görün, hemen acımasız eleştiriler birbiri ardına geliyor. Malumunuz bugünlerde de Lozan kavgası yapılıyor.. Her neyse, sinirlenmeyeceğim, ben dizi anlatmaya devam edeyim, zaten ne olduğu ortada...



Ne diyordum, evet; tarihle daha yeni yeni ilgileniyorum. İlber Ortaylı'nın anlatımını seviyorum ve hatta elimde şimdilerde de Soner Yalçın'ın Galat-ı Meşhur kitabı var. Yani demem o ki, Hürrem Sultan hakkındaki bilgim gerçekten çok kısıtlı, sadece Osmanlı'daki en güçlü kadın olduğunu ve "Kadınlar Saltanatı" denilen dönemi başlattığını biliyordum diziyi izleyene kadar hepsi bu. Ama diziyi izleyince kadından harbiden nefret ettim.




Meral Okay (ışıklar içinde yatsın) satır aralarında çok güzel taşlamalar yapmış. Saraydaki gösterişle halkın yoksulluğu arasındaki uçurum, padişahın ve saray ahalisinin sadaka dağıtarak halkın gözünü boyaması, haremdeki kadınların değersizliği, padişahların ve yanındaki paşaların egoları, kız ve erkek çocukların ayrımı, iktidar hırsının gelebileceği kanlı boyutlar, padişahın annesi tarafından bile sorgulanamayıp “neden?” sorusuna “çünkü ben öyle uygun gördüm” yanıtını vermesi ve bu yanıt karşısında herkesin suspus olması, bir karış boyuyla koca paşalara emredebilen şehzadeler, küçücük çocukların tahta geçebilmesi, padişahın ağzından çıkanın sorgulanmadan uygulanması, harem ağalarının düşürüldüğü zavallı durum, dönemin saçma yayılmacı politikaları, tutuculuk, resim yapmanın bile günah sayılması, heykellerin uğursuzluk getirdiğine inanılması gibi gibi birçok şeyin dizide yer alıyor oluşu gerçekten güzel ve etkileyici.

Toplam 139 bölümlük dizinin henüz 40. bölümdeyim ama itiraf edeyim ki Hürrem'in entrikalarından cidden çok sıkıldım. Tamam tarihte de böyleymiş büyük olasılıkla, yoksa o sarayda o kadın nasıl söz sahibi olmuş kabul de yürek kaldırmıyor! Yani kötülerin hep galip gelmesinden nasıl hoşlanabilirim ki! Hürrem entrika çeviriyor ve hep kazanıyor, oysa azıcık da kaybetmesi gerekmez mi? Yani kötülerin cezalandırılması gerekmez mi? Bu durum adalet duygumu sarsıyor, olmuyor yani. Hayatta da böyle, ne bileyim mesela kötüler güçlendikçe canınız sıkılmaz mı? Kötü kalpli üvey annelerin ağlaması yüreğinizi serinletmez mi? Hitler ölünce milyonlarca insan sevinmemiş midir?

Yani birazdan yine yemek yapacağım ve 41. bölümü izlesem mi bilemiyorum. Oysa iyiydi mutfak ritüelim...

İnsanlar o dönem neden Hürrem yüzüğü aldılar?



Hatırlıyorum o dönem her yerde Hürrem yüzüğü satılıyordu. İyi de bu iğrenç kadının yüzüğünü neden takmak ister ki insan? Yani gerçekten de kötüleri yüceltmeyi çok mu seviyor bizim taoplumumuz? Ya da ne bileyim güce tapma hikayesi mi bu? Şaşırıyorum ve anlam veremiyorum.

Meryem Uzerli meselesi

Açıkçası Meryem Uzerli'yi takdir etmemek olmaz. Zira o olmasaydı “tükenmişlik sendromu” diye bir şeyin varlığından haberdar olmayacaktık. Ama geçenlerde haberi vardı, 12 milyon liraya villa alabilmiş hatun kişi. Yani hem “tükendim” diye izleyicisini ortada bıraktı, hem de o dizi sayesinde zengin oldu.



 Kimse kusura bakmasın ama bizim ülkemizdeki bu artistlerin Hollywood ayarında paralar kazanmasını hazmedemiyorum, sanki geri kalan tüm herkes Hollywood ayarında para kazanıyormuş gibi! Toplumdaki orta ve az gelirlinin kazancıyla üst düzeylerin kazancı arasındaki uçurum hiç bu kadar büyümüş müydü? Ya da eskiden sanatçılar, bu şımarık ablalar gibi çok kazanıyor muydu? Ya da kazandıkları para böyle gözümüze gözümüze sokuluyor muydu? Türkan Şoray yalı aldı, Kartal Tibet lüks araba aldı diye haberler çıkar mıydı basında?

O bu değil de, Meryem Uzerli'nin kötü Türkçesi ilk bölümlerde beni yormuyordu ama 40. bölüme yaklaştıkça kulaklarımı tırmalamaya başladı. Yani hanımefendinin bozuk aksanı bence izleyiciyi de tüketir cinsten... Şimdi bu benim söylediğim şey asla ayrımcılık değil, yani Türkçesi bozuk diye hanımefendiyi kınamıyorum. Sadece ekran karşısına çıkan kişinin düzgün konuşması gerektiği gerçeğinden yola çıkarak eleştiriyorum. Ne bileyim, o milyonları kazanırken az bir bütçe ayırıp bir aksan hocası tutabilirdi kendisine... Şimdi diyeceksiniz ki Hürrem Sultan Rutenyalı'ydı, aksanı kırık olabilir. İyi de haremdeki bütün kadınlar bir yerlerden gelmedi mi zaten, herkesin Türkçesi güzel de bir tek Hürrem'inki mi bozuk? Kimse kusura bakmasın ama Meryem'e iltimas geçmişler. Açıkçası ben bu aksandan rahatsızım bir izleyici olarak... Aslında belki de bu hanımefendi ve benzerlerinin hak etmedikleri deli paralar kazanmalarından rahatsızım belki de, bilemiyorum... 


Bir diziden nerelere geldik iyi mi, ne yapsam, mutfakta geçirdiğim saatlerde Hürrem Meryem'e katlansam mı, yoksa başka bir dizi mi bulsam kendime... Hayır hayır; elbette haber izleyip kendimi zehirlemeye niyetim yok...

Sevgi, saygı, hürmet, afiyetler efenim...


Devamını Oku