22 Eylül 2016 Perşembe

Sen Benim Hayatımsın, Ferzan Özpetek'ten şahane bir kitap...

Çok sevdim ben bu kitabı. O kadar sahici, o kadar akışkan, o kadar yumuşak, o kadar samimi ve o kadar duygulu ki satırlar... Kitabı bitirdiğimde Ferzan Özpetek'in daha önce gördüğüm bütün filmlerini tekrar izleme isteği oluştu içimde. Çünkü bu kitaptan sonra filmlerdeki karakterlere daha yakından bakabileceğimi biliyordum, çünkü çoğu ile satır aralarında tanıştım, çünkü çoğunu çok sevdim.


Sevgilisine yazıyor kitabı Özpetek; mektup gibi, anılarından bahsediyor. Anılarında yer alan tüm dostları da konuk oluyor yazdıklarına. Bütün sahicilikleriyle, oldukları gibi, aslında film gibi. Evet, tam da öyle. Bir sinemacının gözünden anlatılanlar, sahiden de film gibi. Bakın ne diyor kitap hakkındaki söyleşisinde;
    Uzun bir mektup aslında. İçimde öyle bir duygu vardı. Sevgilim uçakta yanımda uyurken yazdım, evde yazdım, yollarda yazdım, 18 ay boyunca her yerde yazdım. Bir sürü bölümünü de ağlayarak yazdım. Çünkü hafızamın şeridini, en ufak ayrıntıyı yeniden görebilmek için geri sardım. Her kareye dikkatlice yeniden baktım. Tıpkı boş bir sinemada, çocukken bin kere izlediğimiz ve büyülendiğimiz filmlerin sırrını iyice yakalamaya çalışır gibi… Ve şunu fark ettim: Hafızamız dijital değil. Eski bir film şeridi gibi dönüyor ve yıpranıyor. En çok sevilen görüntüler de yanıyor!” ***

Roma'da geçen 39 yılını anlatıyor yazar. Roma'da eski bir apartmanda yaşarken “ailem” dediği insanların sıcacık hikayelerini anlatıyor. Toplum normlarına göre “aykırı” sayılan tiplerin, aslında nasıl da “insan” olduklarına şahit oluyorsunuz kitabı okurken. Ailenin kan bağıyla değil, sevgi bağıyla kurulduğuna tanık oluyorsunuz bir kez daha. Önyargılardan arınmış, masalsı bir dünyaya götürüyor Ferzan Özpetek. Hangi apartmanın teras katında bütün komşular her pazar yemek yer ki zaten... Ancak birbirlerini çok sevmeleri lazım, ya da belki de birbirlerine tutunabilmeleri lazım.


Sanki Ferzan Özpetek kitap yazmamış da eline kamerayı alıp birilerinin hayatını kaydetmiş gibi, çoğunlukla da kendi içine, kendi aynasına tutmuş o kamerayı. Bence daha fazla anlatmayayım, siz de okuyun. Bambaşka yaşamların bambaşka insani boyutlarına tanık olurken, yazarın naifliği sizleri de sarmalasın.


Ve son olarak Ferzan Özpetek'in şahane filmi “Bir Ömür Yetmez”in şahane şarkılarını söyleyen Gabrielle Ferre ile başbaşa bırakıyorum sizleri...



Devamını Oku

20 Eylül 2016 Salı

Vagon Dergi Eylül Sayısıyla Raflarda


Mayıs 2016'da yayın hayatına başlayan Vagon Dergi, üç aylık yoğun çalışma molasının ardından ikinci sayısıyla raflarda yerini aldı.

Mustafa Gülşen'in Genel Yayın Yönetmenliği'ndeki Vagon; edebiyattan sinemaya, müzikten geziye, bilimden felsefeye ve spora uzanan geniş yelpazesiyle okurlarını keyifli bir yolculuğa çağırırken, onlara ''Rayları takip et!'' diye sesleniyor.



Hakan Bıçakcı; ''Manzara''nın her zaman iç açıcı olmadığını hatırlatan hikâyesiyle vagonun penceresinden göz kırpıyor. Fatma Burçak; Nihan Kaya'nın yolculuk yaptığı vagona misafir olup kapıyı aralık bırakıyor ki o eşsiz muhabbetlerine kulak misafiri olabilelim... Jan Paçal; ''Mikro Girdap''la bizi klanlar savaşına sürüklerken, Burak Bayülgen'in çevirisiyle ''Sun Ra'nın Şiirleri''nde soluklanıyoruz. Murat Ceylan’la yeni kitabı üzerine laflıyoruz. Taies Farzan; genç ve güzel görünme kaygısını irdelediği denemesi ''Estetik Ameliyat mı Beyin Ameliyatı mı?'' ile yine bizimle. Akın Demiral; tam da tünelin içine girip karanlığa kapıldığımız bir anda ''Niye Sevemedik Sanatı Mualla'' diye haykırınca, içimizde acı bir tat bırakıyor. Göktuğ Canbaba ile rotayı Nepal'e çevirip eşsiz bir hikâye daha okuyoruz; ''Ünlü Yazarların Kesilmiş Elleri, Kaynayan Hayvan Yağı Kokusu ve Nepalli Photoshop Üstadı''.  Murat S. Dural; toplumun bir türlü netleşemeyen fotoğrafını çekerken tüm bu bulanıklıktan nasibini almış futbol camiasına çeviriyor gözlerini ''Tribüne Oynamak'' yazısıyla. Klasikleşmiş "Konuk Fanzin" sayfasında ise Marşandiz kendini anlatıyor.

Vagon'un ikinci sayısına katkı sağlayan diğer yazarlar ise; Batuhan Bilgiç, Berfu Bayçelebi, Burak Arslan, Buse Batyar, Çağdaş Özkan, Devrim Ekinci, Görkem Türeyen, Gözde Çakır, Gülru Öztunç, Güney Güneyan, Melek Yanık, Melis Elçi, Niyazi Murat Avni, Oğuz Çığtekin, Selin Bahçelioğlu,  Vildan Kalkanlı, Zeynep Geçgin.

Vagon Dergi’yi online olarak satın almak için: İmge Kitabevi (https://www.imge.com.tr/product_info.php?products_id=161191)
Diğer satış kanalları için:www.vagondergi.com/satis-noktalari/


Devamını Oku

11 Eylül 2016 Pazar

Kadehimi küçük kızın pembe kazağının şerefine kaldıracağım!

Dolabı açıp bayramlık giysilerini bir kez daha seyretti küçük kız. Nasıl da güzeldi giyeceği kazağın pembesi öyle... Onların evinde öyle dışarıdan pek giysi alınmazdı. Annesi gazete kağıtlarından hazırladığı patronların üzerine kumaş serer, kendi elleriyle kesip biçip dikerdi dört kardeşin bir örnek giysilerini, kazaklarını elleriyle örerdi bıkmadan usanmadan... Geçen bayram pötikareliydi elbiseleri mesela... Bu bayram kış başlangıcına denk geldiği için bayramlıklar da kışlık olacaktı. Sormuştu annesi;

     -Sana bir sürprizim var güzel kızım, bu bayram sana kazak alacağım. Söyle bakalım ne renk istiyorsun?

     -Ne gerek var ki anneciğim, benim bir çok kazağım var, daha eskitmedim ki onları!

     - Olmaz benim güzel kızım, bayramda yeni giymek adettendir. Pazar paralarından artırdım kenara, size kazak almak için...

Yarın büyük gündü! Pembe kazağını giyecek, aile büyüklerinin ellerini öpecek, verilen harçlıkları hiç harcamayacak, biriktirip kendisine hikaye kitapları alacaktı. Parasını horoz şekerlere vermezdi O! Hem horoz şekerler yalayınca biterdi hemen, oysa hikaye kitapları öyle miydi...

**
Sabah ezanı okunduğunda ayak seslerine uyandı. Onların evinde her bayram böyle tatlı sesler olurdu daha hava aydınlanmadan... Babası, kendisinden bir kaç yaş büyük abisiyle sabah erkenden kalkardı. Abdestlerini alırlar, bayramlık takım elbiselerini giyerek namaza giderlerdi. Anne ve evin kızları ise erkekler namaza gidince hemen kalkar, akşamdan hazırladıkları bayramlıklarını giyip süslenirlerdi. Sonra büyük bir coşkuyla bayram kahvaltısı hazırlanırdı. O sofrada annesinin günler öncesinden pişirdiği bayramlık cevizli baklava da olurdu, kalem gibi ince bayramlık yaprak sarmaları da olurdu, mis gibi tarçın kokan bayramlık çörekler de olurdu! Anne elinden çıkmış çilek reçelleri, kızılcık marmelatları süslerdi kahvaltı sofrasını.

Tam her şeyi hazırlamışlardı ki, patlayan top sesi ile bir telaş aldı ev halkını. Küçük kız sevinçle annesine seslendi:

     -Anneciğim top patladı, birazdan babamlar gelir, saçlarımı ne zaman öreceksin?

Annesi bayramlık döpiyesini giymiş, yanağına hafif allığını sürmüş, bir kraliçe gibi olmuştu. Her bayram hep aynı döpiyesi giyse de çok güzel bir kadındı O. Küçük kızın gözünde bir prensesdi adeta...
*

Küçük kız ve ablaları anneleriyle birlikte dizildi kapının önüne. Heyecandan zilin çalmasını bile bekleyemediler. Açtılar hemen kapıyı. Önce baba girdi eve, sonra da evin erkek çocuğu. Sırayla babalarının elini öptü çocuklar, önceden hazırlanmış harçlıklarını alırken, hepsinin gözleri parlıyordu. Sonra annelerinin ellerini öptüler, mis kokulu mendil hediye etti yine anneleri her bayram olduğu gibi. Kızlara kenarı pembe işlemeli, erkek çocuğa kenarı mavi çizgili; ama hepsi de anne eli kokan, özenle ütülenmş mendillerdi. Hep beraber oturdular bayram sofrasına, dumanı tüten çay bardaklarından sevgi yayılıyordu...

Onlar çaylarını içerken uzaklaştım yanlarından. İçimde tatlı bir hüzün...

Ben mi, çoktan unuttum bayram sofralarının coşkusunu, gittikçe daha da uzaklaşıyorum... Küçük kız bana el sallıyor kahvaltı sofrasından, ben de O'na gülümsüyorum...
Bu akşam yolcuyum güneye doğru... Bir otelde bayramdan uzak, sahteliklerden uzak, yapaylıklardan uzak kalacak ve serin sulara atacağım kendimi. Hafif alkollü kokteylimi, o küçük kızın pembe kazağının şerefine kaldıracağım...

Mutlu bayramlar küçük kız, mutlu bayramlar anne; bak cennette bu sene yalnız değilsin, ablam da geldi yanına...

Mutlu Bayramlar
Görsel kaynaklar: 
 * tudointeressante.com.br
** fancitaste.tumblr.com



Devamını Oku

10 Eylül 2016 Cumartesi

Tecâhül-i ârif sanatına gel!

 NOT: 2 sene önce bugün yayınladığım bu yazı geldi karşıma tesadüfen, baktım güncelliğini koruyor, çok da hoşuma gitti; yeniden yayınlayayım dedim, bir nevi kamu hizmeti maksat...


Bu gidişle internet kullanan herkes edebiyatçı olacak!

Blog yazarları, okuyucuları, sadece Facebook kullananlar, sadece e-posta yazıp okuyanlar da dahil olmak üzere herkes ama herkes edebiyattan azıcık anlayacak, anlamak zorunda kalacak!

Neden mi, yasaların içine atıldığı söylenen meşhur torbalar var ya, işte o torbalardan birine gönderilen yeni internet yasası sayesinde! Yani artık mahkeme kararı bile olmadan TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı gibi afilli bir kurumun kısaltması buTİB, tib diye kelime mi olurmuş demeyin, onun forsu bugünden sonra kimsede olmayacak, ama şu da bir gerçek ki ne kadar afilli isim varsa hepsinin altından da çapanoğlu çıkıyor, neyse konuyu dağıtmayalım) denilen kurum istediği internet sitesini çat diye kapatabilecekmiş, hatta hangi sitelerde gezdiğimizi de kayıt altına alacaklarmış. Bu durumda ne yapacağız, edebiyatın unuttuğumuz sanatlarına başvuracağız hep birlikte.. Atalarımız boşuna dememişler “Bir musibet bin hayır getirir!” diye, artık hepimiz az buçuk edebiyat okur yazarı olacağız bu sayede. Nasıl mutluyum nasıl hem de, “yaşasınnn!” diye çığlık atasım geliyor! Sanki öğrencilik günlerime geri dönmüş gibi heyecan var içimde!


Dümdüz yazılar yazıp okumaktan sıkılmıştım, okur-yazar olmak yetmez olmuştu, hem yazma kapasitemi zorlamak, hem de okuma algılarımı bir seviye üste çıkarmak istiyordum. Artık öyle olacak! Sağolasın torba yasası.. (Bir reklam geldi şimdi aklıma, küçük kızın annesi bir cümle içinde “etekleri zil çalıyor” deyimini kullanınca küçük kız hemen eteklerinde ziller hayal ediyor ve gözlerini kocaman kocaman açıp annesine “gerçekten de ziller mi çalacak eteklerinde?” diyor ve annesi de kızına “benim masum meleğim” diye sarılıyor ya, “torba yasa” diye duyunca benim de gözümün önüne beyaz bezden dikilmiş un torbaları ve içine atılan yasacıklar geliyor. Bu durumda ben mi masumum yasacıklar mı, ikircikte kalıyorum, bana birisi bunu insanlık namına açıklayıversin bir zahmet!)

Lisedeki edebiyat öğretmenimin kulaklarını çınlatarak, unuttuğum kuralları tekrar araştırıp artık yazılarıma edebi formüller koyacağım. Çok eğlenceli olacak çook, yaşasın TİB, ti(b)ini sevdiğim...

Mesela Tecâhül-i ârif sanatı kullanacağım çokça. Evet hazır okullar da açılıyorken hatırlayalım neydi bu Tecâhül-i ârif sanatı?

Bildiğini ya da genel olarak bilineni bilmezlikten gelerek nükte yapmak, aslında bu kadar uzun uzun tanımlamaya da gerek yok, günümüz diline “salağa yatmak” olarak çevirebiliriz bence. Bu sanatın diğer güzelliği de mübalağa (abartma)ve istifham (soru sorma) yöntemlerine sıkça başvurması. Mesela şair soruyor :

" ...Benim mi Allahım bu çizgili yüz...? "  (Cahit Sıtkı Tarancı)

Sanki bilmiyor mu, bal gibi yaşlanmış işte, salağa yatıyor, şaşırmış gibi yapıyor. Biz de öyle yapacağız, mış gibi yapıp bolca şaşıracağız. Yani hayret, övme, yüceltme, yerme gibi nedenlerden birine yapıştıracağız nükteyi!

Bu sanatın inceliği ne hiç bilmemek, ne de bildiğini tamamen gizlemek! Yani inceden inceye bildiklerini dolaylı yollardan anlatmak. Anlayan için ne büyük zevk bu satır aralarını okumak düşünsenize! Gerisini TİB düşünsün artık!

Hep birlikte öğreneceğiz bu sanatları elimiz mahkum. Dolayısıyla kendimi bu işe gönüllü adayarak her hafta bir edebi sanata yer vereceğim yazılarımda. Haydi bakalım iki ortalı çizgili defterler, 2B yumuşak uçlu kurşun kalemler, silgiler hazırlansın. Şimdi okullu oluyoruz hep birlikte, içinizde edebiyat öğretmeni olanlar varsa detaylı yorumlar bekliyorum kendilerinden, herkes elini azıcık hamura bulayacak artık ne yapalım!

Dedim ya TİB'i seviyorum, özgürlüklerim kıstlandıkça içimdeki yaratıcılık ortaya çıkıyor, meğer ne cevherler varmış da bende haberim yokmuş! (Bu da benim Tecahül-i Arif örneğim olsun)

İşte günün sınavı: Bu yazıyı okuyan herkes, kendi Tecâhül-i ârif örneğini yorum olarak yazsın bir zahmet. İnternetten kopya çekmeyin sakın, zaten hep aynı örnekleri herkes kopyalamış bütün sayfalarda, yakalarım, kül yutmam...

Gidiyor muyum yoksa? ( bu da mı Tecahül-i Arif ?)

Edebî kalınız efenim, moraller yüksek olsun..




Devamını Oku

5 Eylül 2016 Pazartesi

Hamlet'ten kurtulurken(!) Uğultulu Tepeler'e yolculuk!

Uğultulu Tepeler, Senaryo Yazarlığı kursunda hocamızın şiddetle tavsiye ettiği bir kitaptı, ve hatta kursun ikinci dönemi başlamadan önce eserin filmini izleme ödevim var sırada. Martı Yayınları'nın Zeynep Yeşiltuna çevirisiyle 3,95'e sattığı kitaba sadece serinleme amaçlı girdiğim markette rastlayınca, nasıl mutlu oldum anlatamam. Hatta Emily Bronte'nin Uğultulu Tepeleri'yle kardeşi Charlotte Bronte'nin Jane Eyre'si yan yanaydı ve elbette Jane Eyre'yi de aldım, okumak için sırada bekliyor. Demek ki bazen sıcak havalarda çok terlemek, insan ruhuna İngiliz Edebiyatı'ndan serinlik getirebiliyormuş! Hayat işte, sürprizlerini iyi değerlendirmek lazım!

Kitaptan önce yazarın öyküsü ilgimi çekti. Düşünsenize yetimhanede büyüyüp 30 yaşında yaşamını yitiren Emily Bronte, kısacık hayatı boyunca sadece bir kitap yazıyor, ve yazdığı bu kitap İngiliz Edebiyatı'nın en önemli klasikleri arasında yer alıyor! 1848 yılında İngiltere'de yazılan bir eseri, tam 168 yıl sonra İstanbul'da keyifle ve beğeniyle okuyabiliyoruz... Edebiyatın zamanlar  ve sınırlar ötesindeki evrensel gücü gerçekten de düşününce insanın tüylerini üpertiyor. Çok alakasız olacak gerçi ama aklıma Devlet Tiyatroları genel müdürünün bu yıl yabancı oyunları yasaklaması geldi tam da bunları yazarken. Genel müdür,*“milli manevi duyguları pekiştirmek için hümanist vatan milliyetçisi sanatçılar olarak vatan bütünlüğüne, birliğe katkıda bulunmak amacıyla sadece yerli oyunlarla sahnelerimizi açıyoruz” demişti ya geçenlerde. Bir haber bülteninde “Gözümüz aydın, Hamlet'ten kurtuluyoruz!” ironisi ile verilmişti bu haber! Kafam bi' tuhaf benim, birden okumadığım klasikler geliyor aklıma; telaşlanıyorum. “Milli, manevi....” diye başlayan bir cümleyle ya klasik romanlar da yasaklanırsa ben ne yaparım... En kısa zamanda okumadığım klasikleri tamamlamam lazım!


Konu dağılıp giderken, aklıma yine Ahmet Ümit'in iyi eser tanımlaması geliyor. Katıldığım söyleşisinde demişti ki; “İyi bir kitabı olurken kendi yaşamından örneklemeler yapar insan” Çok alakasız oldu ama, Uğultulu Tepeler'i okurken sanatın evrenselliğine şapka çıkararak iyi sanatçıların önünde bir kez daha yerlere kadar eğilesim geldi ne yapayım, tiyatro bağlantısı da doğaçlama oluştu. Dedim ya, insan kafası bi' tuhaf...

Sayfanın başından beri onca şey yazdın, kitap hakkında tek bir cümle bile etmedin” diyenlere hak vererek özürlerimi ileteyim. Ben bir edebiyatçı olmadığım için kitap incelemesi yapacak yetkinlikte de değilim. Yani kitabı sevdiğimi ya da sevmediğimi paylaşabilirim ancak, bendeki izlerini anlatabilirim. Dedim ya bu kitabın bendeki izi, yine “klasiklerin tadı başka” şeklinde oldu.

 Sevdim, karakterlerin derinliği, anlatım biçimi gerçekten de etkileyiciydi. Kitapta anlatıcılar zaman zaman değişse de kurgu ve geçişler o kadar yumuşak yapılmıştı ki, sanki bir bütünmüş gibi, kahramanın ağzından anlatılmış gibi okudum Uğultulu Tepeler'i! Yazarın ustalığı kendini gösteriyordu her satırda. Açıkçası çeviriyi de çok başarılı ve akıcı buldum. Martı Yayınları'nı bu çabasıyla klasik edebiyatı ulaşılabilir kıldığı için tebrik etmeden geçemeyeceğim.

Uğultulu Tepeler, yani orijinal adıyla Wuthering Heights'in arka sayfasında “sancılı bir aşk hikayesi” deniyor, bence tam olarak öyle değil. Aşk, nefret, ihtiras, intikam, insanın iyiliği ve aynı zamanda kötü olabilmesi var kitapta. En çok da hikayesi dokunaklı ve yaralı olan birinin hırsları sayesinde gücü ele geçirdiğinde, nasıl da korkunç bir hale dönüşebileceği etkiliyor insanı. Demem o ki, uzun soluklu detaylı hikayeler okumaktan hoşlananlar, romanda derinlik arayanlar ve karakterlerin duygularına dokunmak isteyenler,özellikle de çıtır çerez “best seller” kitapları sevmeyenler için, 496 sayfalık Uğultulu Tepeler, keyifli bir okuma deneyimi vaadediyor.

Ben sevdim, bu kitabı okumak için geç bile kalmışım. Dedim ya, insan bütün klasikleri okumalı bence...

Evrensel edebiyatın ruhumuzu sarmalayan dokunuşlarından mahrum olmamak dileğiyle...

*Tiyatro Haber kaynak:
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/592115/Devlet_Tiyatrolari_nda_artik__yabanci_oyunlar__sahnelenmeyecek.html


Devamını Oku

1 Eylül 2016 Perşembe

Eglenje.com ile keyifli bir hafta sonu


İçimizdeki çocuğu ihmal etmeyelim” söylemi vardır ya hani, çok sık tekrarlandığı için pek de üzerinde durmadığımız... Oysa ne kadar doğru bir cümle bu! Bazen o kadar sıkılıyor ki o çocuk, o kadar ihmal ediyoruz ki O'nu! Aslında özenli davranılmayı ve arada sırada şımartılmayı nasıl da hak ediyor... İşte bu yazıda sizlere hem içinizdeki masum ve eğlenmeyi bekleyen çocuğu, hem de tanıdığınız ve sevdiğiniz diğer çocukları mutlu edecek eğlence merkezlerinden ve bu merkezlere en avantajlı biletlerin satışını yapan Eglenje.com'dan bahsetmek istiyorum.

Anlatmak istediğim, daha doğrusu tanıtmak istediğim şey; tema parklar. Hani içlerinde sanki masallardan fırlamış gelmiş kadar gerçeküstü, ama bir o kadar da büyüleyici dekorlar olan; kaç yaşında olursak olalım hayallerimizi süsleyen kahramanların yer aldığı parklar... Hani belgesellerde gördüğümüz türlü türlü balıkların olduğu devasa akvaryumlar ve daha neler neler...

Günlük hayatın keşmekeşinden kurtulup biraz masallar diyarında gezinmek iyi gelmez mi hiç... Haydi gelin bir kaç tanesine bakalım, keyfimiz yerine gelsin...

Vialand Tema Park


Mesela İstanbul'daysanız, bir tam gününüzü Vialand Tema  Park'da geçirmek içinizdeki çocuğa da, yanınızda götüreceğiniz o değerli çocuğa da iyi gelmez mi?
Yerli Disneyland diyorlar oraya, içinde lunapark da var, adrenalin yükselten maceralı zindan bölümü de var. Oyun dünyası kısmı, gösteri merkezi, konser alanı, açık havada alışveriş yapma imkanı, içinde 28 tane eğlence ünitesi... Ben gitmedim henüz, ama çok merak ediyorum görmeyi.

İstanbul Akvaryum


Biliyor musunuz, İstanbul Akvaryum dünyanın en büyük tematik akvaryumuymuş! Bu akvaryumda sadece deniz canlılarını görmekle kalmıyor, aynı zamanda dalış da yapabiliyorsunuz! Coğrafi rotaları takip ederek gezilen bu parkta 16 temaya ilaveten yağmur ormanları sürprizi de varmış. İstanbul Akvaryum'da interaktif oyunlar, detaylı bilgilendirmeler ile hem eğlenceli hem de bilgi dolu bir gün geçirmek gerçekten de çok hoş olabilir. Bende o cesaret kesinlikle yok ama, dileyenler köpek balıklarının olduğu bir tanka dalış da yapabiliyormuş!



Eglenje.com güvenilir mi?

İçinizdeki ve kalbinizdeki çocuğu eğlendirmek için Vialand Tema Park, KidzMondo, Jungle İstanbul, İstanbul Akvaryum, ViaSea Tema Park, ViaSea Akvaryum, Jurassic Land, The Lend Of Legend Theme Park, Bodrum Phalarope Aqualand, Darıca Hayvanat Bahçesi, Minopolis gibi en ünlü markalara giriş biletlerini Eglenje.com'dan alabilirsiniz.
Eglenje.com, bir Mihartur markası olarak hizmet veriyor. Mihartur, Eglenje.com sitesinde de görebileceğiniz gibi bakanlık onaylı A grubu lisansı olan ve Türkiye Seyaehat Acenteleri Birliği'ne de üyeliği bulunan bir turizm acentesi. Mihartur, Eglenje.com haricinde THY da dahil olmak üzere bir çok hava yolunun biletlerinin yetkili satış acenteliğini de yapıyor.

Eglenje.com'dan bilet almanın avantajı var mı?
Öncelikle fiyat avantajı var. Hatta bazı markaların biletlerinin en uygun hali sadece eglenje.com'da bulunuyor. Bir çok kredi kartına 9 taksit yapabilme avantajı var. Biletler online olarak cep telefonunuza ve e-postanıza geldiği için parka girişte bilet alma sırası beklemekten kurtuluyorsunuz. Ve eglenje.com, bazı parklara ücretsiz servis imkanı da sağlıyor.

Son not;
Bu bir tanıtım yazısıydı evet, ama ben gerçekten bu yazıyı yazarken bile keyif aldım. En kısa zamanda kendime eğlenceli bir gün hediye etmeyi düşünüyorum. Umarım size de fayda sağlayabilmişimdir.



Devamını Oku