Bugün benim doğum günüm. İnsan
böyle günlerde karışık şeyler hissediyor. Hüzünleniyor, beklenti içine giriyor,
çok beklerse hayal kırıklığı yaşıyor, az bekledikleri ararsa çok mutlu oluyor,
kendini özel hissetmek istiyor, yeterince özel hissettirmezlerse kırılıyor, çok
özel hissettirirlerse duygulanıp ağlıyor, hediye beklemem diyor ama birisi
hediye verirse çok mutlu oluyor, kendi içine düşüyor, bu dünyada bunca yıl ne
işe yaradım diye kendini sorguluyor, acaba birilerinin kalbine dokunmuş
muyumdur diye merak ediyor, kalbine dokunduğu kişilerden iki çift güzel söz
duymak istiyor, hatta her ne kadar reklam olsa bile bankalardan oradan buradan
gelen doğum günü mailleri ve mesajları ile bile seviniyor.
Böyle karışık
bir dünya duygu arasında gidip geliyor insan, doğum günlerinde.
Bugün de benim
için tam ifade edemediğim, aklımın karman çorman olduğu, kalbimin harman
olduğu bir gün… Bir inip bir çıkıyor duygularım, her sene olduğu gibi…
Madem on
senedir burada blogdaş olduk, bir şekilde yoldaş olduk; o halde bugün sizden
hediye istiyorum.
İstediğim hediye şu:
Beni ne kadar zamandır takip ediyorsunuz, yazılarımı okumak size ne hissettiriyor,
beni nasıl biliyorsunuz?
Yazın bana, bol bol, uzun uzun yorum yazın bugün. Bana gıcıksanız yazmayın
ama; güzel şeyler duymaya ihtiyacım var, çünkü bugün benim günüm...
Yazacağınız
güzel mesajlar, ne zaman kendimi yalnız hissetsem, dönüp okuyacağım gizli bir
rehber olacak, beni sadece doğum günümde değil, hep ama hep mutlu edecek…
Sevgiyle ve
elbette umutla ve güzel hayallerin gerçekleşmesiyle geçsin bu yeni yaşım…
Biz blogcular, kendi evrenimizde bir ağacın
tepesindeki eve çıkıp sohbet etmeye devam ediyoruz. Her hafta içimizden biri
gündemi belirliyor. Bu haftanın konusunu, bu etkinliği bıkıp usanmadan organize
eden sevgili Sade ve Derin
/DeepTone belirlemiş.
Gelsin konu başlığı:
“Boş zamanları
dışarıda, açık havada, doğada geçirmeyi mi yoksa evde veya kapalı ortamlarda
geçirmeyi mi yeğlersiniz?
Benim gibi her
cümleyi irdeleyen gıcık birine böyle soru sorulur mu? Şimdi bu soruya “boş
zaman” kavramından başlayıp yanıt vermeye kalksam; kapitalizme saydırma
replikleriyle girer, klişelerden çıkar ve herhalde sayfalar dolusu yazarım. O
yüzden “boş zaman” kavramını başka bir ağaca tırmanış sohbetimize erteleyip
soruya döneyim.
” …Açık
havada, doğada geçirmek…”
Bu iflah olmaz
irdelemecilik mi desem, muhalefet etme merakı mı desem bilemedim. Ne olacak
benim yazarken bu kendimi tutamayışlarım? Görüyorsunuz değil mi sevgili blog
dostlarım; soruyu bütün olarak görmek kesmedi, hâlâ parçalamakla meşgulüm.
İçime “dış güçler” mi kaçmış nedir? Ama benim gerçekten bu işte bir suçum yok!
Sorunun kendisi kurumuş yarama tuz bastı, ben ne yapayım! Keşke açık hava
dediğimiz şey, doğa ile özdeş bir şey olsaydı da ben de dümdüz yazabilseydim!
Mesela balkona
çıkmak da açık hava oluyor; şansın varsa balkonun vardır, oraya çıkabilirsin,
sardunyalarını seversin. Bu bana uyar; netekim mütevazı derme çatma balkonumda
var olan on küsur çiçek ile bu özlemimi giderecek kadar şanslıyım.
Sokakta korna
gürültüleri içinde, betonların arasından sızan şey de açık hava oluyor. Oraya
çıkmak ister miyim? Daracık, kargacık burgacık kaldırımlarda, beton
yığınlarının dibinde, cep telefonuna baktığı için her an bana çarpacakmış gibi
yürüyen, sigarasını yere atışı kadar medeni “şehirli eşekler” arasına niye
çıkayım ki? Çıkmam, otururum evimde.
Öte
yandan doğa deyince sessizlik geliyor mesela akla. Doğanın kendi sesleri
geliyor. Yeşilin, mavinin, kırmızının, toprak renklerinin bin bir tonu geliyor.
İlle de köy olması gerekmez; şöyle devasa, yürüyerek gidebileceğin mahalle parkları
geliyor akla. Hadi abartmayayım, burası Avrupa mı, özümüze dönüp mahalle
parkını geçeyim; evin önünde ağaç, ağacın altında bir bank da olur. E o
da olmayınca ne oluyor, otur evinde oluyor!
Şöyle denize
en fazla beş yüz metre mesafede evim olsa, evimin bahçesi olsa, o bahçede
salkım söğüt ağacının altında yumuşacık minderli bir kanepem olsa, rüzgar efil
efil esse, o kanepenin yanında -sol ya da sağı fark etmez ayağa kalkılmayacak
kol mesafesinde yani- bir de mini bar olsa, o mini barda envaı çeşit içecek
olsa, o bahçede birkaç adım ileride bir açık hava mutfağı da olsa mesela, mis
gibi taze demlenmiş çay kokusu gelse semaverden! Az ötemde, süs havuzunun
önünde yani, açık hava sinema sistemim olsa, yerlerde yağmur suyunda leke
yapmayan minderler falan olsa… Hatta biraz daha abartayım, hayal bu ya; olmuş
olacak bir de o bahçede açık hava kütüphanesi olsa, elimin altında laptopum,
hızlı internetim şıkır şıkır…
Denize beş yüz
metreydi ya ev. O beş yüz metre yol, akasya ağaçlarının, ıhlamurların,
leylakların gölgesinde; yasemin ve zambak kokuları arasında yürünse, sonra
doğal tahtalarla döşeli patika yoldan denize ulaşılsa… Orada dostlar olsa,
güneş batarken arkadan bir yerlerden tatlı tatlı piyano sesi gelse, sepetindeki
mis gibi kokan tazecik çıtır çıtır simitleri bembeyaz eldiveni ile ikram etse
simitçi, martılarla birlikte yesek sonra, tanıdık martılarla, ahbap kuşlarla…
Şimdi soruya
dönüyorum:
Evet böyle
anlattığım gibi şeyler olsa, boşa çıkmasını beklemeden bütün zamanımı “AÇIK
HAVADA, DOĞADA” doldururdum… Çünkü bu hayalde, kapalı ortamda sevdiğim her şey
var; kitap var, içecek var, yiyecek var, sinema var, çiçekler var, üzerine
temiz ve açık bir hava hem de doğası da olan temiz hava var! Böyleyse “ahval ve
şerait”, o zaman benim evde ne işim olur? Evimin bahçesinde açık havada
takılır, sonra da evime en yakın deniz kenarına inerim. Görüyorsunuz işte,
hayallerde bile evden uzaklaşamadım...
Bu sorunun
içinde başka bir soru daha var aslında.” Yalnızlığı mı seversin, yoksa insansız
yapamaz mısın?” gibi bir gizli soru da görüyorum sanki.
Açıkçası öyle
çok insan sevmem. Gideyim dışarılarda AVM’lerde, kafelerde takılayım kişisi de
değilim. İnsanlarla boş beleş muhabbet etmek pek de tarzım değil, sıkılırım.
Kırk yılda bir diyelim. Evden bazen beş gün altı gün çıkmadığım olur. Hiç
de sıkılmam. Okurum, yazarım, izlerim, çiçeklere bakarım, olmadı internetten
yemek tariflerine bakıp bir şeyler denerim. Yemek yaparken bir taraftan da
romantik komedi izlerim de demeyeyim de dinlerim telefondan. Arada gözüm ilişir
öyle bakarım.
Böyleyim ben
de.
Yani aslında
bildiğiniz ev kuşuyum, ama elbette doğaya da hayır demem. O kadar da değil
yani. Ama o doğaya ulaşmak için otobüse, minibüse, taksiye, vapura falan binmem
gerekecekse, efendime söyleyeyim evet o cefayı çekerim arada sırada ama kırk
yılda bir. Mesela Burgaz Ada’yı severim, yılda bir kere giderim. Gittiğim
yer ne kadar güzel olursa olsun, dönüşte evimin ruhunu içime çekmenin tadı
başkadır.
Son Not:
Çok
eğlenerek ve severek yanıtladım, teşekkürler sevgili Deep, Ağaç Ev Sohbetleri
cidden insana iyi geliyormuş. Geç katıldım ama iyi ki katıldım. Haftaya
ağaç tepesinde tekrar görüşmek üzere efenim sevgiyle…
“Her şey çok güzel, hayatım ne
kadar da güzel!” derken hoop bir şey olur, acılar içinde kıvranırken
bulabilirsin kendini! Bir şeyleri yanlış
yapmışsındır, hayat sana “Bir dakika hemşerim, azıcık frene bas!” demek istiyordur.
“Sınırlarını zorlama!” diyordur.
Öylece kalakalırsın.
Belki de hayatı incitmişsindir,
olamaz mı? Belki onun da ruhu vardır?
Ya da ne bileyim, senin “Her şey
çok güzel” demelerine en yakınındakiler bile hasetle baktıkları için, nazar de,
kötü enerji de, bir şey de, ne dersen de onu değdiriyorlardır, olamaz mı?
Aslında kimseyle hiçbir şey
paylaşmamak lazım.
Devir çekememezlik ve kötücül duygular
devri.
Bu aralar böyle mistik şeyler
düşünür oldum canım blog. Belki de bana “manyak” demektesin. Her zamanki halim olduğunu bal gibi bildiğin halde! Ama böyle hissediyorum
şu iki gündür, içime düştüm be dostum. Ya da ne bileyim; içim bana düştü de ne
olduğunu algılayamaz oldum.
Fiziksel acı çekmek insana neler
yaptırıyor bir bilsen!
Hele bir de her sorununu kendi
kendine çözmeye alışmışsan, öyle gerektiğine inandırmışsan kendini, hele ki yoksa yanında yörende candan insanların veya
uzaklaştırmışsan hepsini!
Başlarsın timüs bezlerini dövmeye!
Ve kendi içindeki meleklerden
yardım istersin.
“Bugün dünden daha iyiyim, bugün
dünden daha sağlıklıyım, bugün dünden daha mutluyum” diye kendi kendini motive
edecek meditasyon şarkıları söylersin. Kendini inandırmaktan başka ne gelir elden!
Şimdi şaşırıyorsun bu
söylediklerime be dostum!
“Hani dalga geçmelerin?” “Nerede
üstten bakan esprilerin?” diyorsun!
Eh be, canım be, insanım ben de
be!
Bir de içime düşmüşüm ki, sorma
gitsin!
Kendi kendime kendimi aşmaya
çabalıyorum hep.
Demem o ki, fiziksel acılarla cezalandırıyorsa
eğer hayat seni, nerede hata yaptığını gör diyedir, öyledir, böyledir.
Bütün bu anlattıklarım da fasa
fiso değildir; kişisel gelişim şeysi de değildir; tecrübenin ta kendisidir,
YAŞAMIN DİBİDİR!
Ağaç Ev Sohbetleri, sevgili blog
arkadaşımız DeepTone/Sade ve Derin tarafından yıllardır organize edilen bir blog etkinliği.
Her hafta bir blogger konu belirliyor ve isteyen herkes o konu hakkında yazıyor. Hiç
ara vermeden etkinliğe katılan sevgili KaplanDiary blogunda etkinliğin 199.
yazısını okurken, içimden yazmak geldi benim de. Bundan sonra hep katılabilirim
umarım. Bence etkinliğin adı bile çok nostaljik; bravo Deep sana,
heyecanlandım şimdi.
Evet bu haftanın konusunu sevgili DeepTone belirlemiş, konu başlığı şöyle:
“Kurgu kitaplar okumak, film veya dizi izlemekten keyifli midir?
Bu konu bana çocuklara sorulan “Anneni mi daha çok seviyorsun,
babanı mı?” klişesini çağrıştırdı. Düşünün, çocuk ne zor durumda! Soruyu
soran kişi anne veya babadan biriyse eğer, durum vahim! Soruyu soran kişi anneye
yakınsa, mesela teyze ise durum karışık! Soruyu soran kişi eğer cevap karşısında
çocuğun seveceği bir şeyi, mesela çikolatayı ucundan göstermişse de eyvahlar
olsun! Çocuk, ileride yönetici olacaksa eğer, kişiye göre cevap verebilir. Mesela
soruyu annesi sormuşsa “Tabii ki seni” deyip annesinin kollarına
atılabilir. Ya da kurnazsa ve ileride politikacı olacak potansiyeli varsa, “Anneciğim
tabii ki seni seviyorum” deyip çikolatayı lüplettikten sonra, pis pis
sırıtarak, “Yalan söyledim, babamı daha çok seviyorum; çünkü O bana
çikolatadan daha büyük rüşvet veriyor, beni maça götürüyor” diyebilir. Eğer
çocuk ileride apolitik bir memur olacaksa ve de rutin bir huzuru hedefliyorsa,
etliye sütlüye karışmadan “Her ikinizi de seviyorum” deyip hem
çikolatayı alır hem de sen sağ ben selamet yoluna devam edebilir. Eğer çocuk,
bu soru sorulurken kapının yanından elinde 100’lük banknot sallayan dedesini
görmüşse, zaten vereceği cevabı bellidir. Olasılıklar uzar gider….
Konuyla ne alakası var
diyeceksiniz ya demeyin; bence bal gibi alakası var efenim, çok alakası var hem
de.
Şimdi ben nasıl ayırt edebilirim
ki filmlerle dizilerden ve kitaplardan aldığım keyfi? Vişne mi muz mu
diyorsunuz bana! Çikolatalı pasta mı, kıymalı su böreği mi diyorsunuz!
Hangisi diğerine üstün olabilir?
Kitaplar ve filmlerin bana verdiği
keyif, ya da bende bıraktığı iz; zamana, ruh halime, eserin işlenişine göre; ne
bileyim o anda yanımdaki kişiye göre, ya da yalnızlığımın seviyesine göre; işsizken
mi yoksa işyerindeki adaletsizliğe kızgınken mi o eserle tanıştığıma göre; hatta
dışarıda yağan yağmura göre bile değişiklik gösterebilir. Bence sanat eserinden
keyif almak, tek taraflı bir şey değil. İnteraktif bir şey. Kitap çok güzel olabilir, ama o anda karnın
ağrıdığı için hiç sevmezsin. Hafif bir komedi dizisi izlemeyi tercih edersin. Dışarıda
yağmur yağıyordur, sepyadır doğanın rengi. Şöminede çıtır çıtır odunlar
yanarken, koltuğa uzanıp bir Nuri Bilge Ceylan filmi izleyesin gelir. Şimdi o
filmin tadını hangi kitap verecek? Yani benim hayal gücüm kim ki Nuri Bilge’nin
yanında! Film çok kötüdür ama, hayran olduğun sanatçı oynadığı için acayip
keyif almışsındır. Yani demem o ki; kitapsa yazar, dizi ya da filmse yaratıcı
ekip bir şeyler koyar ortaya. Keyif kısmı ise bende.
Mesela Dallas dizisi ile büyüyenler,
o zamanın koşullarında acayip keyif almamış mıdır her hafta izlemekten? Şimdinin
kafasıyla muhtemelen saçma sapan gelecek Dallas dizisinin kitabını tercih
ederler miydi? Hiç sanmıyorum.
Hiç unutamadığım, müthiş izler bırakan
“Hayat Güzeldir” ya da "Piyanist" filmlerinin kitabını okusaydım aynı etkiyi bırakır mıydı? Bilemiyorum.
Ya da bizden bir film olan ve defalarca izlediğim “Beynelmilel”i ben niye bu
kadar çok sevdim? Müzik, ambiyans, oyuncuların bakışları, renkler… Robin
Williams’ın filmlerini izlemek mi, o filmlerin kitaplarını okumak mı deseler,
tabii ki filmleri derim. James Cameron’un filmlerini nasıl es geçerim? Gibi
gibi şeyler…
Peki ya Yaşar Kemal’in, sözcükleri
adeta sihir gibi kullandığı romanları filme aktarılınca aynı etkiyi bırakır mı?
Bu soruyu sorulmamış varsayarım; yazara saygı duruşuna geçerim. Rıfat Ilgaz büyük yazar; ama Hababam Sınıfı filmlerinin yerini kitabı
tutar mı? Adile Naşit olmadan, Şener Şen olmadan, Tarık Akan olmadan, Münir
Özkul olmadan, filmlerin o nefis müzikleri olmadan olur mu? Vedat Türkali’nin, Jose
Saramago’nun, Dostoyevski’nin, Ferhan Şensoy’un kitapları elbette kitap olarak keyif
verir bana.
Ama derseniz ki okuduğun bir
romanın filmi sende aynı etkiyi bırakır mı? İşte orada farklı olabilir. Genellikle
kitabını okuduğum bir romanın filminden keyif alamam. Çünkü okurken ben hayal
etmişim, filmde yönetmen kendi hayalini koymuş ortaya. Örtüşmemesi anlaşılabilir.
İşte böyle sevgili blog dostlarım.
Gelecek hafta Ağaç Ev Sohbetlerinin bir başka konusunda buluşuncaya dek esen
kalın efendim.
Sen, çürümeye yüz tutmuş, adı kuru,
kendisi arafta bir soğandın. Biraz ıslak, belki biraz da yorgun. Bilinmez
nedendir, ayrıksıydın. Hiçbir yemeğe yakıştıramazdı seni mutfak ağaları. Diğerlerinin
yanında olmazdın, istemezlerdi. Göz zevklerini ve ağız tatlarını bozardın. Uzaklaştırılmalıydın.
Her şeyi çürütürdün, öyle bilinirdin…
Belki fakir birilerinin eline
geçsen, dışındaki kabuğu soyup seni bir yemeğe doğrarlardı. Olur ya, işe
yarardın, karın doyururdun. Hatta sana minnet bile ederlerdi. Minnet edecek kaç
insan kaldıysa artık!
Ama sen, bütün bunları yaşamadın
ve benimle tanıştın. Öyle bir baktın ki! Hislerini iki saniyede anlattın mı
nedir, sihirli misin bilemedim. Nasıl hemhal olduk seninle? Bilmiyorum. Anlatamam tam, kelimeler kifayetsiz kalır…
Seni aldığım gibi, can havliyle,
hem de nasıl bir hızla, camın kenarında boş boş duran saksıya nasıl tıkıştırdığımı
net hatırlamıyorum. Böyle bir karar vermek, bunu yapmak, sana can suyu vermek
belki de bir an kadar kısa zaman içinde gerçekleşti.
Sonra sen nasıl büyüdün, hem de
nasıl büyüdün…
Sevecen dallar fışkırdı sağından
solundan.
Sonra bir baktım ki, topçik çiçekler
fışkırmış uçlarından.
Ve o neşeli ve biraz da oyunbaz
başını neredeyse pencereden içeri uzatır oldun.
Sen ne zaman bu kadar büyüdün ve
nasıl bu kadar güzel oldun, bunu hiç anlayamadım. Bana ara süreçlerini hiç
göstermedin. Kendince başardın ve cana gelme çabanı ustaca gizledin. Bir de baktım
ki sen olmuşsun be arkadaş!
Mutfakta ne zaman başımı çevirsem,
neşeyle ve sabırla orada gülümsüyorsun.
Birbirimize göz kırpıyoruz sanki.
Ve aslında o çürümüş, o kötü
kokan, o neredeyse katıyla sıvı arasında arafta kalmış ve bozulmuş bütünlüğün
nasıl da böyle güzel çiçeklendi?Ve nasıl
da yaşam fışkırıyor içinden ve kim bilir ne kadar güzel soğanlar çıkacak o mini
minnacık tohumlarından…
Biz öğrenciyken güncel politika
ile hiç ilgilenmez, bütün partilerle dalga geçer, asla oy vermezdik. Hâtta o zamanlar
kapı kapı gezilip nüfus sayımı yapıldığında kapıyı bile açmaz, “Amaan bizi saymasınlar!”
deyip güler geçerdik.
Hayatımızda türkü çoktu, şiir çoktu, edebiyat çoktu, duyarlılık
çoktu, aydın yazarlar çoktu, Zülfü Livaneli bizden biriydi, korunaklı yaşamı
henüz yoktu. Topluma ayna tutan şarkılar yapardı, “Leylim Ley” ile dans
edilmeyen günlerdi.
Cem Karaca şarkılarının mafya dizilerinde
çalınacağı kimsenin aklına gelmezdi ve Yeni Türkü’nün bile reklam müziği yapacağını
düşünemezdik! Çünkü reklam müziği yapmak protest sanatçıya yakışmazdı.
Sanatçılar aydındı, bir yerde bir şey olsa gidip
ilgilenirlerdi, Yaşar Kemal açlık grevlerinde ara buluculuk yapmaya uğraşırdı.
Sonra ne oldu da biz her sene, iki
senede bir, altı ayda bir oy veren robotlar haline geldik?
Ne oldu da topluma
önderlik edecek bir tane bile aydın sanatçımız kalmadı?
Var olanların sesi neden bu
kadar kısıldı?
O zamanlar sanki ülke daha mı demokratikti?
Hayır değildi. O zamanlar daha mı çok düşünce özgürlüğü vardı? Hayır yoktu.
Bütün bunlar çok saçma geliyor
artık bana...
Belki de oy vermek yerine daha çok
şiir söylemek lazımdır artık…