23 Haziran 2023 Cuma

Bugün Doğum Günüm, Okuyan Herkesten İstediğim Bir Hediye Var :)



Bugün benim doğum günüm. İnsan böyle günlerde karışık şeyler hissediyor. Hüzünleniyor, beklenti içine giriyor, çok beklerse hayal kırıklığı yaşıyor, az bekledikleri ararsa çok mutlu oluyor, kendini özel hissetmek istiyor, yeterince özel hissettirmezlerse kırılıyor, çok özel hissettirirlerse duygulanıp ağlıyor, hediye beklemem diyor ama birisi hediye verirse çok mutlu oluyor, kendi içine düşüyor, bu dünyada bunca yıl ne işe yaradım diye kendini sorguluyor, acaba birilerinin kalbine dokunmuş muyumdur diye merak ediyor, kalbine dokunduğu kişilerden iki çift güzel söz duymak istiyor, hatta her ne kadar reklam olsa bile bankalardan oradan buradan gelen doğum günü mailleri ve mesajları ile bile seviniyor.

Böyle karışık bir dünya duygu arasında gidip geliyor insan, doğum günlerinde.

Bugün de benim için tam ifade edemediğim, aklımın karman çorman  olduğu, kalbimin harman olduğu bir gün… Bir inip bir çıkıyor duygularım, her sene olduğu gibi…

Madem on senedir burada blogdaş olduk, bir şekilde yoldaş olduk; o halde bugün sizden hediye istiyorum.

 İstediğim hediye şu:

Beni ne kadar zamandır takip ediyorsunuz, yazılarımı okumak size ne hissettiriyor, beni nasıl biliyorsunuz?

Yazın bana, bol bol, uzun uzun yorum yazın bugün. Bana gıcıksanız yazmayın ama; güzel şeyler duymaya ihtiyacım var, çünkü bugün benim günüm... 

 Yazacağınız güzel mesajlar, ne zaman kendimi yalnız hissetsem, dönüp okuyacağım gizli bir rehber olacak, beni sadece doğum günümde değil, hep ama hep mutlu edecek…

Sevgiyle ve elbette umutla ve güzel hayallerin gerçekleşmesiyle geçsin bu yeni yaşım…

İyi ki varsınız blog dostlarım...


Devamını Oku

20 Haziran 2023 Salı

Ağaç Ev Sohbetleri - #200

Biz blogcular, kendi evrenimizde bir ağacın tepesindeki eve çıkıp sohbet etmeye devam ediyoruz. Her hafta içimizden biri gündemi belirliyor. Bu haftanın konusunu, bu etkinliği bıkıp usanmadan organize eden sevgili Sade ve Derin /DeepTone belirlemiş.

Gelsin konu başlığı:

“Boş zamanları dışarıda, açık havada, doğada geçirmeyi mi yoksa evde veya kapalı ortamlarda geçirmeyi mi yeğlersiniz?

Benim gibi her cümleyi irdeleyen gıcık birine böyle soru sorulur mu? Şimdi bu soruya “boş zaman” kavramından başlayıp yanıt vermeye kalksam; kapitalizme saydırma replikleriyle girer, klişelerden çıkar ve herhalde sayfalar dolusu yazarım. O yüzden “boş zaman” kavramını başka bir ağaca tırmanış sohbetimize erteleyip soruya döneyim.

” …Açık havada, doğada geçirmek…”

Bu iflah olmaz irdelemecilik mi desem, muhalefet etme merakı mı desem bilemedim. Ne olacak benim yazarken bu kendimi tutamayışlarım? Görüyorsunuz değil mi sevgili blog dostlarım; soruyu bütün olarak görmek kesmedi, hâlâ parçalamakla meşgulüm. İçime “dış güçler” mi kaçmış nedir? Ama benim gerçekten bu işte bir suçum yok! Sorunun kendisi kurumuş yarama tuz bastı, ben ne yapayım! Keşke açık hava dediğimiz şey, doğa ile özdeş bir şey olsaydı da ben de dümdüz yazabilseydim!

Mesela balkona çıkmak da açık hava oluyor; şansın varsa balkonun vardır, oraya çıkabilirsin, sardunyalarını seversin. Bu bana uyar; netekim mütevazı derme çatma balkonumda var olan on küsur çiçek ile bu özlemimi giderecek kadar şanslıyım. 

Sokakta korna gürültüleri içinde, betonların arasından sızan şey de açık hava oluyor. Oraya çıkmak ister miyim? Daracık, kargacık burgacık kaldırımlarda, beton yığınlarının dibinde, cep telefonuna baktığı için her an bana çarpacakmış gibi yürüyen, sigarasını yere atışı kadar medeni “şehirli eşekler” arasına niye çıkayım ki? Çıkmam, otururum evimde.

 Öte yandan doğa deyince sessizlik geliyor mesela akla. Doğanın kendi sesleri geliyor. Yeşilin, mavinin, kırmızının, toprak renklerinin bin bir tonu geliyor. İlle de köy olması gerekmez; şöyle devasa, yürüyerek gidebileceğin mahalle parkları geliyor akla. Hadi abartmayayım, burası Avrupa mı, özümüze dönüp mahalle parkını geçeyim; evin önünde ağaç, ağacın altında bir bank da olur.  E o da olmayınca ne oluyor, otur evinde oluyor!

Şöyle denize en fazla beş yüz metre mesafede evim olsa, evimin bahçesi olsa, o bahçede salkım söğüt ağacının altında yumuşacık minderli bir kanepem olsa, rüzgar efil efil esse, o kanepenin yanında -sol ya da sağı fark etmez ayağa kalkılmayacak kol mesafesinde yani- bir de mini bar olsa, o mini barda envaı çeşit içecek olsa, o bahçede birkaç adım ileride bir açık hava mutfağı da olsa mesela, mis gibi taze demlenmiş çay kokusu gelse semaverden! Az ötemde, süs havuzunun önünde yani, açık hava sinema sistemim olsa, yerlerde yağmur suyunda leke yapmayan minderler falan olsa… Hatta biraz daha abartayım, hayal bu ya; olmuş olacak bir de o bahçede açık hava kütüphanesi olsa, elimin altında laptopum, hızlı internetim şıkır şıkır…

Denize beş yüz metreydi ya ev. O beş yüz metre yol, akasya ağaçlarının, ıhlamurların, leylakların gölgesinde; yasemin ve zambak kokuları arasında yürünse, sonra doğal tahtalarla döşeli patika yoldan denize ulaşılsa… Orada dostlar olsa, güneş batarken arkadan bir yerlerden tatlı tatlı piyano sesi gelse, sepetindeki mis gibi kokan tazecik çıtır çıtır simitleri bembeyaz eldiveni ile ikram etse simitçi, martılarla birlikte yesek sonra, tanıdık martılarla, ahbap kuşlarla…

Şimdi soruya dönüyorum:

Evet böyle anlattığım gibi şeyler olsa, boşa çıkmasını beklemeden bütün zamanımı “AÇIK HAVADA, DOĞADA” doldururdum… Çünkü bu hayalde, kapalı ortamda sevdiğim her şey var; kitap var, içecek var, yiyecek var, sinema var, çiçekler var, üzerine temiz ve açık bir hava hem de doğası da olan temiz hava var! Böyleyse “ahval ve şerait”, o zaman benim evde ne işim olur? Evimin bahçesinde açık havada takılır, sonra da evime en yakın deniz kenarına inerim. Görüyorsunuz işte, hayallerde bile evden uzaklaşamadım...

Bu sorunun içinde başka bir soru daha var aslında.” Yalnızlığı mı seversin, yoksa insansız yapamaz mısın?” gibi bir gizli soru da görüyorum sanki.

Açıkçası öyle çok insan sevmem. Gideyim dışarılarda AVM’lerde, kafelerde takılayım kişisi de değilim. İnsanlarla boş beleş muhabbet etmek pek de tarzım değil, sıkılırım. Kırk yılda bir diyelim. Evden bazen beş gün altı gün çıkmadığım olur.  Hiç de sıkılmam. Okurum, yazarım, izlerim, çiçeklere bakarım, olmadı internetten yemek tariflerine bakıp bir şeyler denerim. Yemek yaparken bir taraftan da romantik komedi izlerim de demeyeyim de dinlerim telefondan. Arada gözüm ilişir öyle bakarım.

Böyleyim ben de.

Yani aslında bildiğiniz ev kuşuyum, ama elbette doğaya da hayır demem. O kadar da değil yani. Ama o doğaya ulaşmak için otobüse, minibüse, taksiye, vapura falan binmem gerekecekse, efendime söyleyeyim evet o cefayı çekerim arada sırada ama kırk yılda bir.  Mesela Burgaz Ada’yı severim, yılda bir kere giderim. Gittiğim yer ne kadar güzel olursa olsun, dönüşte evimin ruhunu içime çekmenin tadı başkadır.

Son Not:

 Çok eğlenerek ve severek yanıtladım, teşekkürler sevgili Deep, Ağaç Ev Sohbetleri cidden insana iyi geliyormuş. Geç katıldım ama iyi ki katıldım.  Haftaya ağaç tepesinde tekrar görüşmek üzere efenim sevgiyle… 

 


Devamını Oku

19 Haziran 2023 Pazartesi

Yaşamın Dibi!

“Her şey çok güzel, hayatım ne kadar da güzel!” derken hoop bir şey olur, acılar içinde kıvranırken bulabilirsin kendini!  Bir şeyleri yanlış yapmışsındır, hayat sana “Bir dakika hemşerim, azıcık frene bas!” demek istiyordur. “Sınırlarını zorlama!” diyordur.

Öylece kalakalırsın.

Belki de hayatı incitmişsindir, olamaz mı? Belki onun da ruhu vardır?

Ya da ne bileyim, senin “Her şey çok güzel” demelerine en yakınındakiler bile hasetle baktıkları için, nazar de, kötü enerji de, bir şey de, ne dersen de onu değdiriyorlardır, olamaz mı?

Aslında kimseyle hiçbir şey paylaşmamak lazım.

Devir çekememezlik ve kötücül duygular devri.

Bu aralar böyle mistik şeyler düşünür oldum canım blog. Belki de bana “manyak” demektesin. Her zamanki halim olduğunu bal gibi bildiğin halde! Ama böyle hissediyorum şu iki gündür, içime düştüm be dostum. Ya da ne bileyim; içim bana düştü de ne olduğunu algılayamaz oldum.

Fiziksel acı çekmek insana neler yaptırıyor bir bilsen!

Hele bir de her sorununu kendi kendine çözmeye alışmışsan, öyle gerektiğine inandırmışsan kendini, hele ki yoksa yanında yörende candan insanların veya uzaklaştırmışsan hepsini!

Başlarsın timüs bezlerini dövmeye!

Ve kendi içindeki meleklerden yardım istersin.

“Bugün dünden daha iyiyim, bugün dünden daha sağlıklıyım, bugün dünden daha mutluyum” diye kendi kendini motive edecek meditasyon şarkıları söylersin. Kendini inandırmaktan başka ne gelir elden! 

Şimdi şaşırıyorsun bu söylediklerime be dostum!

“Hani dalga geçmelerin?” “Nerede üstten bakan esprilerin?” diyorsun!

Eh be, canım be, insanım ben de be!

Bir de içime düşmüşüm ki, sorma gitsin!

Kendi kendime kendimi aşmaya çabalıyorum hep.

Demem o ki, fiziksel acılarla cezalandırıyorsa eğer hayat seni, nerede hata yaptığını gör diyedir, öyledir, böyledir.

Bütün bu anlattıklarım da fasa fiso değildir; kişisel gelişim şeysi de değildir; tecrübenin ta kendisidir, YAŞAMIN DİBİDİR!

 

  



Devamını Oku

14 Haziran 2023 Çarşamba

Ağaç Ev Sohbetleri - #199


Ağaç Ev Sohbetleri, sevgili blog arkadaşımız DeepTone/Sade ve Derin tarafından yıllardır organize edilen bir blog etkinliği. Her hafta bir blogger konu belirliyor ve isteyen herkes o konu hakkında yazıyor. Hiç ara vermeden etkinliğe katılan sevgili KaplanDiary blogunda etkinliğin 199. yazısını okurken, içimden yazmak geldi benim de. Bundan sonra hep katılabilirim umarım. Bence etkinliğin adı bile çok nostaljik; bravo Deep sana, heyecanlandım şimdi.

Evet bu haftanın konusunu sevgili DeepTone belirlemiş, konu başlığı şöyle:

Kurgu kitaplar okumak, film veya dizi izlemekten keyifli midir?

 Bu konu bana çocuklara sorulan “Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” klişesini çağrıştırdı. Düşünün, çocuk ne zor durumda! Soruyu soran kişi anne veya babadan biriyse eğer, durum vahim! Soruyu soran kişi anneye yakınsa, mesela teyze ise durum karışık! Soruyu soran kişi eğer cevap karşısında çocuğun seveceği bir şeyi, mesela çikolatayı ucundan göstermişse de eyvahlar olsun! Çocuk, ileride yönetici olacaksa eğer, kişiye göre cevap verebilir. Mesela soruyu annesi sormuşsa “Tabii ki seni” deyip annesinin kollarına atılabilir. Ya da kurnazsa ve ileride politikacı olacak potansiyeli varsa, “Anneciğim tabii ki seni seviyorum” deyip çikolatayı lüplettikten sonra, pis pis sırıtarak, “Yalan söyledim, babamı daha çok seviyorum; çünkü O bana çikolatadan daha büyük rüşvet veriyor, beni maça götürüyor” diyebilir. Eğer çocuk ileride apolitik bir memur olacaksa ve de rutin bir huzuru hedefliyorsa, etliye sütlüye karışmadan “Her ikinizi de seviyorum” deyip hem çikolatayı alır hem de sen sağ ben selamet yoluna devam edebilir. Eğer çocuk, bu soru sorulurken kapının yanından elinde 100’lük banknot sallayan dedesini görmüşse, zaten vereceği cevabı bellidir. Olasılıklar uzar gider….

Konuyla ne alakası var diyeceksiniz ya demeyin; bence bal gibi alakası var efenim, çok alakası var hem de.

Şimdi ben nasıl ayırt edebilirim ki filmlerle dizilerden ve kitaplardan aldığım keyfi? Vişne mi muz mu diyorsunuz bana! Çikolatalı pasta mı, kıymalı su böreği mi diyorsunuz! Hangisi diğerine üstün olabilir?

Kitaplar ve filmlerin bana verdiği keyif, ya da bende bıraktığı iz; zamana, ruh halime, eserin işlenişine göre; ne bileyim o anda yanımdaki kişiye göre, ya da yalnızlığımın seviyesine göre; işsizken mi yoksa işyerindeki adaletsizliğe kızgınken mi o eserle tanıştığıma göre; hatta dışarıda yağan yağmura göre bile değişiklik gösterebilir. Bence sanat eserinden keyif almak, tek taraflı bir şey değil. İnteraktif bir şey. Kitap çok güzel olabilir, ama o anda karnın ağrıdığı için hiç sevmezsin. Hafif bir komedi dizisi izlemeyi tercih edersin. Dışarıda yağmur yağıyordur, sepyadır doğanın rengi. Şöminede çıtır çıtır odunlar yanarken, koltuğa uzanıp bir Nuri Bilge Ceylan filmi izleyesin gelir. Şimdi o filmin tadını hangi kitap verecek? Yani benim hayal gücüm kim ki Nuri Bilge’nin yanında! Film çok kötüdür ama, hayran olduğun sanatçı oynadığı için acayip keyif almışsındır. Yani demem o ki; kitapsa yazar, dizi ya da filmse yaratıcı ekip bir şeyler koyar ortaya. Keyif kısmı ise bende.

Mesela Dallas dizisi ile büyüyenler, o zamanın koşullarında acayip keyif almamış mıdır her hafta izlemekten? Şimdinin kafasıyla muhtemelen saçma sapan gelecek Dallas dizisinin kitabını tercih ederler miydi? Hiç sanmıyorum.

Hiç unutamadığım, müthiş izler bırakan “Hayat Güzeldir” ya da "Piyanist" filmlerinin kitabını okusaydım aynı etkiyi bırakır mıydı? Bilemiyorum. Ya da bizden bir film olan ve defalarca izlediğim “Beynelmilel”i ben niye bu kadar çok sevdim? Müzik, ambiyans, oyuncuların bakışları, renkler… Robin Williams’ın filmlerini izlemek mi, o filmlerin kitaplarını okumak mı deseler, tabii ki filmleri derim. James Cameron’un filmlerini nasıl es geçerim? Gibi gibi şeyler…

Peki ya Yaşar Kemal’in, sözcükleri adeta sihir gibi kullandığı romanları filme aktarılınca aynı etkiyi bırakır mı? Bu soruyu sorulmamış varsayarım; yazara saygı duruşuna geçerim. Rıfat Ilgaz büyük yazar; ama Hababam Sınıfı filmlerinin yerini kitabı tutar mı? Adile Naşit olmadan, Şener Şen olmadan, Tarık Akan olmadan, Münir Özkul olmadan, filmlerin o nefis müzikleri olmadan olur mu? Vedat Türkali’nin, Jose Saramago’nun, Dostoyevski’nin, Ferhan Şensoy’un kitapları elbette kitap olarak keyif verir bana.

Ama derseniz ki okuduğun bir romanın filmi sende aynı etkiyi bırakır mı? İşte orada farklı olabilir. Genellikle kitabını okuduğum bir romanın filminden keyif alamam. Çünkü okurken ben hayal etmişim, filmde yönetmen kendi hayalini koymuş ortaya. Örtüşmemesi anlaşılabilir.

İşte böyle sevgili blog dostlarım. 

Gelecek hafta Ağaç Ev Sohbetlerinin bir başka konusunda buluşuncaya dek esen kalın efendim.

Devamını Oku

12 Haziran 2023 Pazartesi

Soğana Hüzünlü Güzelleme

Sen, çürümeye yüz tutmuş, adı kuru, kendisi arafta bir soğandın. Biraz ıslak, belki biraz da yorgun. Bilinmez nedendir, ayrıksıydın. Hiçbir yemeğe yakıştıramazdı seni mutfak ağaları. Diğerlerinin yanında olmazdın, istemezlerdi. Göz zevklerini ve ağız tatlarını bozardın. Uzaklaştırılmalıydın. Her şeyi çürütürdün, öyle bilinirdin…

Belki fakir birilerinin eline geçsen, dışındaki kabuğu soyup seni bir yemeğe doğrarlardı. Olur ya, işe yarardın, karın doyururdun. Hatta sana minnet bile ederlerdi. Minnet edecek kaç insan kaldıysa artık!

Ama sen, bütün bunları yaşamadın ve benimle tanıştın. Öyle bir baktın ki! Hislerini iki saniyede anlattın mı nedir, sihirli misin bilemedim. Nasıl hemhal olduk seninle?  Bilmiyorum. Anlatamam tam, kelimeler kifayetsiz kalır…

Seni aldığım gibi, can havliyle, hem de nasıl bir hızla, camın kenarında boş boş duran saksıya nasıl tıkıştırdığımı net hatırlamıyorum. Böyle bir karar vermek, bunu yapmak, sana can suyu vermek belki de bir an kadar kısa zaman içinde gerçekleşti.

Sonra sen nasıl büyüdün, hem de nasıl büyüdün…

Sevecen dallar fışkırdı sağından solundan.

Sonra bir baktım ki, topçik çiçekler fışkırmış uçlarından.

Ve o neşeli ve biraz da oyunbaz başını neredeyse pencereden içeri uzatır oldun.


Sen ne zaman bu kadar büyüdün ve nasıl bu kadar güzel oldun, bunu hiç anlayamadım. Bana ara süreçlerini hiç göstermedin. Kendince başardın ve cana gelme çabanı ustaca gizledin. Bir de baktım ki sen olmuşsun be arkadaş!

Mutfakta ne zaman başımı çevirsem, neşeyle ve sabırla orada gülümsüyorsun.

Birbirimize göz kırpıyoruz sanki.

Ve aslında o çürümüş, o kötü kokan, o neredeyse katıyla sıvı arasında arafta kalmış ve bozulmuş bütünlüğün nasıl da böyle güzel çiçeklendi?  Ve nasıl da yaşam fışkırıyor içinden ve kim bilir ne kadar güzel soğanlar çıkacak o mini minnacık tohumlarından…


Ve sen, neler anlattın bana böyle?

Nasıl da yaşarttın gözlerimi bu sabah;

Ama acı kokunla değil,

Sadece güzelliğinle…

Ve yeniden doğuşunla

Ve bana, uzaktaki beni anlatışınla…

Teşekkürü fazlasıyla hak ettin canım soğan.

Kim ne derse desin,

Sen, sevgiyle güzelleşmenin ta kendisisin…


Devamını Oku

1 Haziran 2023 Perşembe

Daha Çok Şiir Lazım

Biz öğrenciyken güncel politika ile hiç ilgilenmez, bütün partilerle dalga geçer, asla oy vermezdik. Hâtta o zamanlar kapı kapı gezilip nüfus sayımı yapıldığında kapıyı bile açmaz, “Amaan bizi saymasınlar!” deyip güler geçerdik. 

Hayatımızda türkü çoktu, şiir çoktu, edebiyat çoktu, duyarlılık çoktu, aydın yazarlar çoktu, Zülfü Livaneli bizden biriydi, korunaklı yaşamı henüz yoktu. Topluma ayna tutan şarkılar yapardı, “Leylim Ley” ile dans edilmeyen günlerdi. 

 Cem Karaca şarkılarının mafya dizilerinde çalınacağı kimsenin aklına gelmezdi ve Yeni Türkü’nün bile reklam müziği yapacağını düşünemezdik! Çünkü reklam müziği yapmak protest sanatçıya yakışmazdı. 

 Sanatçılar aydındı, bir yerde bir şey olsa gidip ilgilenirlerdi, Yaşar Kemal açlık grevlerinde ara buluculuk yapmaya uğraşırdı.


Sonra ne oldu da biz her sene, iki senede bir, altı ayda bir oy veren robotlar haline geldik?

 Ne oldu da topluma önderlik edecek bir tane bile aydın sanatçımız kalmadı?

 Var olanların sesi neden bu kadar kısıldı?

O zamanlar sanki ülke daha mı demokratikti? Hayır değildi. O zamanlar daha mı çok düşünce özgürlüğü vardı? Hayır yoktu.

Bütün bunlar çok saçma geliyor artık bana...

Belki de oy vermek yerine daha çok şiir söylemek lazımdır artık…

Devamını Oku