23 Eylül 2015 Çarşamba

GERÇEĞİN YÜZÜ - 1

Gerçekten çok büyük bir sahneydi. Perde neredeydi, açıkçası ben göremedim. Oysa bordo veya mor renkte kadifeden perdenin yavaş yavaş açılmasını bile hayal etmiştim. Hatta üste doğru mu açılmalı, yoksa yanlara doğru mu açılmalıyı test de etmiştim düşümün güçlü dünyasında..  Ama, sanırım biraz hayal kırıklığı olacaktı benim için. Zira perde merde yoktu bu sahnede...

Neyse, oyuncular teker teker sahneye gelmeye başladılar. Önce bir adam girdi. Simsiyah takım elbisesi tam da üzerine uygundu, belli ki özel olarak dikilmişti. Beyaz gömleği ve yeşil kravatı vardı. Kravatı ipekliydi, anlarım ben; aynı renkten mendille süslemişlerdi ceketinin üst cebini. Herşey normal gibiydi ama bir tuhaflık vardı yine de. Önce algılayamadım, sonra birden farkına vardım; adamın yüzü yoktu ki!

Hayır maske falan takmamıştı, adam bildiğiniz yüzsüzdü! Nasıl anlatabilirim ki size bu durumu, daha önce hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım! Binbir türlü maske gördüm; ne bileyim hırsız maskesi, balo maskesi, gülen surat maskesi, süper kahraman maskesi, palyaço maskesi... Ama hiç böyle bir maske görmemiştim. Hem nasıl bu kadar gerçekçi olabilirdi ki! Zira ikinci sırada oturuyordum, sahneye çok yakındım, ve gerçekten de şok geçiriyordum sanırım. Çünkü adam sahiden de yüzsüzdü!


Seyircilerin bir kısmı durumu anladı benim gibi. Önce büyük bir sessizlik oldu salonda, sonra ufak ufak fısıldaşmalar başladı. Yanımdakileri duydum:

       - Metin, gördün mü, adamın yüzü yok!
       - Of saçmalama Birgül ya, hiç öyle şey olur mu!
       - İyi de sen hiç böyle maske gördün mü?
       - Makyajdır o, plastik makyaj; sus da oyunu izleyelim!
       - Bir kere de bana inansan ya Metin!

Arkadan da benzer konuşmalar geliyordu. Birisi “adamın gerçekten yüzü yok!” diyordu, öbürü de “saçmalama, amma hayalcisin!” gibi bir azarla karşısındakini susturuyordu. Derken derken salonda acayip bir uğultu oldu. Bu arada sahnedeki adam çok yüksek bir sesle aniden bağırdı:

      - KESİN SESİNİZİ!!!

Biz, yani seyirciler birden afalladık! İçimizden bazıları “ne kadar da interaktif oyun, iyi ki gelmişiz!” memnuniyetini yaşıyordu muhtemelen; ama ne yalan söyleyeyim, ben onlardan değildim. İçim ürperdi, neye uğradığımı şaşırdım. “Bu bir oyun, evet bu sadece bir oyun!” diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Buz gibi bir rüzgar esmişti salonda, bütün gözler yüzsüz adamın üzerindeydi. Elleri göğsünde çapraz bağlanmış, yüksek sahneden bize bakıyordu. Birden konuşmaya devam etti:

    - Siz kendinizi ne sanıyorsunuz, buraya sadece beni izlemeye ve talimatlarımı yerine getirmeye geldiniz! Oyun boyunca salonda çıt çıkarsa, gerisini siz düşünün! Daha doğrusu olacakları hayal bile edemezsiniz!

Yine afalladık bütün izleyiciler olarak, gerilimin dozu iyice artıyordu. Arkalardan davudi bir ses yükseldi:

     -Ben para verip bilet aldım, geldim oyun izleyip hoşça vakit geçireyim diye. Sen ne diyorsun orada yüzsüz adam! Verin paramı geriye, izlemiyorum sizin oyununuzu!

Yüzsüz adam sahnenin sağına doğru bir el işareti yaptı, oradan iki tane koruma görevlisi çıktı. Gözlerinde siyah gözlükler, ellerinde telsiz, ceplerinde silahlarla koşarak  adamın yanına gittiler, koluna girdiler. Davudi sesli adamı yaka paça salondan çıkarmaya çalıştılar. Adam direniyordu:

     - Bırakın ulan beni, siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Zindan ederim size dünyayı, ne yapıyorsunuz, bırakın ulan kolumu!



Biz seyirciler neye uğradığımızı şaşırmıştık. Zira içimizden bazıları muhtemelen hâlâ “Ne kadar interaktif bir oyun, aksiyon da var, iyi ki gelmişim!” diye düşünüyor olabilirdi, ama dedim ya ben öyle düşünmüyordum. Çünkü adamın yüzü gerçekten de yoktu! Davudi sesli adamı yaka paça dışarıya çıkardılar. 100 kişilik salonda sadece 1 sandalye boşalmıştı. Ne önemi vardı ki bunun, belki o davudi sesli adam da oyuncuydu, kesin öyleydi...

Sahnedeki yüzsüz adam ayakta dikilmeye devam ediyordu. Derken sahneye başka bir adam daha geldi. Bu adam, ilk yüzsüz adam gibi siyah değil lacivert bir takım elbise giymişti, kravatı kırmızıydı, ceket cebinde mendil de yoktu. Bu adamın da hemen suratına baktım. Yüzü olmadığı gibi, kafasında da bir delik vardı. Bu deliğin içinden bağırsak gibi bir şey sarkıyordu. Gözlerimi ovuşturup bir daha baktım, evet bildiğimiz bağırsaktı sarkan!  Özür dilerim durumu idrak edebilmeniz için söylemek zorundayım, midenizi bulandırmak istemem ama o bağırsakların içi olması gereken dolgu malzemesiyle doluydu. Gördüm çünkü, akan damlaları da gördüm... Adamın yüzü olmadığı gibi bence beyni de maalesef (.)ok doluydu! 

 Off nasıl bir oyuna gelmiştim böyle! Aksiyonu severim bir yere kadar ama gerilimi asla! Çıksam gitsem mi diye düşündüm. Açıkçası cesaret edemedim. Zira ya o davudi sesli adam oyuncu değilse!

Yapılacak en iyi şey,  yüzsüz kafasının içinden bağırsaklar sarkan adamla  sadece yüzsüz adamın neler yapacağını biraz daha bekleyip görmekti. Zaten başka çarem mi vardı?

Tam bu sırada bir ses geldi yan taraftan. Evet davudi sesli adamın sesiydi bu, adam bağırıyordu, işkence edilen bir adam sesiyle bağırıyordu hem de! Bu arada sahnedeki birinci yüzsüz adamla ikinci yüzsüz ve kafatasından bağırsak sarkan adam pis pis, hani derler ya bıyık altından gülüyorlardı. Yanımdakine baktım, öbür yanımdakine baktım, arkama döndüm hafifçe, kimsede bir tepki yoktu. Adeta hipnotize olmuş gibi herkes sahneye kilitlenmiş öylece bakıyordu. Tam da ne yapacağımı şaşırmışken arkadan tiz bir kadın sesi yükseldi:

         -  Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz, yan taraftan adamın çığlıkları yükseliyor, bu ne biçim bir oyun!

Yüzsüz adam sırıtarak alaylı bir sesle kadına yanıt verdi:

     - Ne o beğenemedin mi? Sen ne bekliyordun, müzikli bir kumpanya mı?

Kadın yanıtladı:

       -Ne biçim konuşuyorsun sen be, azıcık saygılı olsana yüzsüz adam!

Yüzsüz adam tahmin edeceğiniz gibi yine korumalarına bir el kol hareketi yaptı, sağdan koşuşturan gözlüklü, siyah takım elbiseli, ellerinde telsizler ve ceplerinden sarkan silahlarıyla korumalar aynı davudi sesli adama yaptıkları gibi bu kez de tiz sesli kadını yaka paça dışarıya çıkardılar. Salondaki boş sandalye sayısı sadece ikiydi, bundan ne çıkardı ki!


.......




Devamını Oku

14 Eylül 2015 Pazartesi

DOĞA VE ÇOCUKLAR İÇİN KOŞUYORUZ. HAYDİ, KOŞARAK AĞAÇ KARDEŞLİĞİ'NE DESTEK OLMAYA!


Bu günlerde "Adım Adım Oluşumu" adını çok sık duyuyoruz ama duymayanlar için bu anlamlı oluşumu anlatalım. Adım Adım, Mart 2008’de, yardımseverlik koşusunu Türkiye’de tanıtmak ve yaygınlaştırmak için kurulan ilk sivil toplum oluşumu. 6 bin gönüllü koşucusu ve 66 bin bağışçısı aracılığıyla bünyesinde yer alan Sivil Toplum Kuruşları'na maddi kaynak ve tanıtım desteği sağlıyor.

Tema için #agackardesligi

Peki nasıl oluyor? Çok kolay. 15 Kasım’da İstanbul Maratonu yapılacak ya, eğer siz de koşmaya karar verdiyseniz, yalnızca koşmak yerine Adım Adım Oluşumu içinde yer alarak koşunuzu bir STK’nın yararına yapabilirsiniz. Örneğin, TEMA Vakfı bu yıl Adım Adım Oluşumu içinde "Ağaç Kardeşliği" projesine destek sağlamak amacı ile yer alacak.
Siz koştukça ve sizin adınıza yapılacak bağışlarla neler oluyor neler:
#agackardesligi
• Türkiye’nin 7 bölgesinden çocuklar, yıl boyunca bu özel doğa eğitim programına katılacak
• Boynuna asabileceği şekilde tasarlanmış bir gözlem kutusunun merceğinden doğal varlıkları yakından inceleyecek.
• Kendi saksısına, kendi tohumunu ekip bir fidanın yetişmesine tanıklık edecek.
• Fidanı yetişirken gözlem defterine duygularını, düşüncelerini not edecek.

• Zamanı gelince y
etiştirdiği fidanı toprakla buluşturacak.
• Tüm bu süre boyunca TEMA Vakfı’ndan gönüllüler onu ziyaret edecek, sorularını yanıtlayacak.
Eğitim alan her çocuk için Çanakkale’de bir fidan dikilerek 4.000 4000 fidanlık bir Hatıra Ormanı oluşturulacak. Çanakkale’de fidanlar dikile dursun, 7 ildeki 4000 çocuk bir yandan da "yaparak ve yaşayarak" doğa eğitimi alacaklar. Bu eğitimin bir parçası olarak kendilerine dağıtılan saksılara Çanakkale’deki 4.000 fidanın kardeşi olan ağaçları yetiştirmek için tohum ekip filiz vermesini ve bir fidanını yetişmesini gözlemleyecekler.
Çocuk, saksıda yetiştirdiği fidan, ormandaki fidan, onun için koşanlar ve onların bağışçıları; herkes ağaç kardeşi olacak.

#agackardesligi için koşuyoruz!

TEMA Vakfı'nın hedefi 4000 çocuğa bu eğitimi verebilmek ve 8000 fidan dikebilmek. Çocuklar da Ağaç Kardeşliği projesi ile TEMA Vakfı uzmanları tarafından tasarlanmış, doğayı deneyimlemeye ve gözlemlemeye dayanan bir eğitim alacak. 

Sizleri böylesi güzel bir projeden haberdar etmek bizden koşması sizden.

http://www.adimadim.org/uyelik/Uyelik.aspx linkinden üye olarak bu projeye dahil olabilir ve TEMA Vakfı'nın Ağaç Kardeşliği adına koşarak ya da koşuculara bağış yaparak destekleyebilirsiniz.

facebook.com/adimadimtema
Bir Boomads Sosyal Sorumluluk İçeriğidir.


Devamını Oku

8 Eylül 2015 Salı

Evet'li Hayır'lı Yazı...


Sakince bekliyorum, hayır galeyana falan gelmiyorum, evet haberleri yarım yamalak izliyorum, hayır tartışma programlarını izlemiyorum, evet bu işin bir sonu olacağını düşünüyorum, hayır kötülerin kazanacağına inanmıyorum, evet sakinim, hayır sonlarını iyi görmüyorum, evet er ya da geç İlahi Adalet'in gerçekleşeceğine inanıyorum, hayır sosyal medya hesaplarımda vahşet görüntülerini paylaşmıyorum, evet sosyal medyada “çok üzgünüm, yastayım” yazıp ardından kahkahalarla hayatına kaldığı yerden devam eden insanları görüyor ve kendilerini oldukça iki yüzlü buluyorum, hayır ben sosyal medyadaki kopyala-yapıştır eylemlere katılmıyorum, evet bundan sonra da sadece vicdanları rahatlatan sanal eylemlere katılmayı düşünmüyorum, hayır umutsuz değilim, evet kendi halimdeyim, hayır bu ülkede yeterince kutuplaşıldı zaten, evet cahil değilim, hayır cahillerin söylemleriyle asla gaza gelmem, evet siz de cahillerin söylemleriyle gaza gelmeyin derim, hayır elbette bu işin bir sonu olacak, evet hepimiz insanız, hayır kapitalizmin bu silahı yeni değil ki, hep savaşlardan beslendi bugüne kadar, evet ben barıştan yanayım, hayır kaç bininci tekrarını izlediğimiz bu ucuz senaryoların artık tıkanmaya yüz tuttuğunu düşünüyorum,
evet,

dünyayı güzelliğin kurtaracağına ve bir insanı sevmekle başlayacağına her şeyin, yürekten ama taa yürekten inanıyorum...


Devamını Oku

2 Eylül 2015 Çarşamba

B.Traven'dan KANLI OYUN!

İçi para dolu büyük bir torba ile gelen petrol şirketinin avukatı, çiftliği satın almak istiyordu. Kızılderili Jacinto paralara hiç bakmadı bile:
-Ama ben çiftliği satamam senyör, evet bu çiftlik benim, fakat ben burada sadece işleri yönetiyorum, çünkü bu topraklar, benden sonra gelecek nesillere ait. Hem çiftlikte yaşayan onlarca aileyi nasıl yüzüstü bırakırım?
-Bırak da başkaları kendi başlarının çaresine baksın! Sen onlara para verirsin, onlar da bütün ihtiyaçlarını karşılayabilir; hatta otomobil bile alabilirler!
-Ama mısır yetiştirecek toprakları olmaz! Bir otomobil belki çok güzeldir, ama mısır değildir. Toprak olmazsa et de olmaz, fasulye de olmaz, bakla da! Toprak ekmektir, ekmek de yaşamak! Daha fazla ne ister ki insan?...

Daha fazlasını istiyor maalesef insan, çünkü kapitalizm böyle buyuruyor!

Kanlı Oyun - B. Traven

İşte böyle (cümleler birebir kitap alıntısı değil) başlayan B. TRAVEN'İN KANLI OYUN adlı 252 sayfalık kitabını haftasonu bir solukta okuyup bitirdim.

 Büyük patronun kömür stoğu yapıp ülkede nasıl ekonomik kriz çıkardığını, ya da petrol kuyularının kanunsuzca çalışması için ülkede bir günde nasıl iç savaş çıkarıldığını okudukça tüylerim diken diken oldu. 

Bir kez daha anladım ki, ister Meksika olsun, ister Irak, ister Türkiye; kapitalizm hep aynı oyunlara başvuruyor! Aslında hiç de yaratıcı değil!


 İşin trajik yanı ise, maalesef bu oyunlar bilindiği halde, kapitalizme karşı koyanlar hep başarısız, hep başarısız, genelde başarısız...!

Kitaptaki olaylar Meksika'da 1910'lu yıllarda geçiyor ama, hikayeler o kadar tanıdık ki! Okurken sanki olaylar günümüz Türkiye'sinde geçiyormuş gibi ürperdim gerçekten de... Kitapta zaman zaman bir kapitalistin bakış açısı ile tamamen doğayla içiçe yaşayan kızılderilinin bakış açısı karşı karşıya geliyor ve birbirlerini asla anlayamıyorlar. Mesela kitabın bir yerinde çiftliği satın almaya gelen şirketin avukatı kızılderiliye diyor ki, “araba alırsın, böylece şehre daha çabuk gidersin!” Kızılderili ise “neden çabuk gideyim ki” diyor, anlayamıyor karşısındaki modern insanın acelesini, telaşını. “ Ben yollarda sevdiklerime selam vere vere; derelere, ağaçlara baka baka 5 saatte giderim yürüyerek. Hem zaten çok nadir, sadece şapka almak için giderim şehre, ne gerek var ki arabaya! “

Milletvekili olmak bir ticaret işiydi!

Bütün bu telaş, bütün bu koşturmaca, bütün bu zamansızlıklar, bütün bu savaşlar, bütün bu hırgür, bu seçimler... Mandıra Filozofu'nun romantik yaklaşımı, elbette yeterli değil bu olan biteni anlamaya!

Neyse daha fazla anlatmayayım ben; tavsiye ediyorum, okuyun. Ufak tefek çeviri hatalarını gözardı edin hem, o kadarı kadı kızında da olur... Yani kitapta geçen “kumpanya” sözcüğünü “şirket” olarak, “daktilo” sözcüğünü “sekreter” olarak algılarsanız işiniz kolaylaşır demek istiyorum.
Modern telaşlı zamanlar!

Bu arada B.Traven, gerçek ismi bilinmeyen; Altına Hücum, Dinamit, İsyan gibi 12 tane romanı, birçok öyküsü olan bir yazar. Hakkında bilgi yok; ve unutmadan not edeyim ki bu kitabı Metro Kitabevi'nden yanılmıyorsam 3 TL'ye aldım, korsan değil! Hani dışarıya sepete koyuyorlar ya ucuz kitapları, hep alırım onlardan ben!

Savaşlara kimler katılır?

Son olarak diyorum ki, günümüzün karmaşık politik ilişkilerine ne yorum getireceğinize şaşırıyorsanız, emin olun ki bu kitapta yazılanlar size ışık olacaktır.

Doğanın içinde, sevgi dolu, telaşsız, mutlu mesut günlerimiz olsun diyor ve gidiyorum ben, sevgiyle...



Devamını Oku