31 Aralık 2017 Pazar

Yeni Yıl İç Dökmesi

Geçen sene yeni yıl için hiç özel bir şey yapmamıştım. Daha doğrusu içimden gelmediği için bir şey yapmamıştım; bir şey yapmadığım için de yılbaşı gecem hüzünlü geçmişti. Akşam saatlerinde“Gidip kokina alayım bari, yılbaşı ruhu hissedeyim biraz!” dediğimi hatırlıyorum. İnsanlar giyinmiş süslenmiş bir yerlere yetişmeye çalışırken; bense yeni yıl coşkusunun es geçmesi nedeniyle son derece durağan bir ruh halindeydim. Mutsuzluk denemezdi bu duruma.
 Nasıl desem; durgun bir su birikintisi gibi şekilsiz ve dalgasız; gıpgri bir gökyüzü gibi müjdesiz ve beklentisiz; uzun bir koridorda gibi kıvrımsız ve sürprizsiz. Sanki kamera Nuri Bilge Ceylan'ın elindeymiş de hayat yavaş yavaş önünde akıyormuş gibi... Ve ne yazık ki geç kalmıştım yeni yıl ruhuna; çünkü çiçekçide kokina kalmamıştı! Oracıkta hüngür hüngür ağladığımı anımsıyorum. Sanki bütün yıl biriken hüzün, sırf kokina kalmadı diye omuzlarıma çökmüş gibiydi. Yaşlı çiçekçi halime acımış, elinde şemsiyeyle bir koşu gidip başka çiçekçiden bana kokina getirmişti. Simsiyah gözlerindeki şefkatli bakışı hiç unutamıyorum... Bazen öyle olur ya; hiç tanımadığınız ya da sadece yüzünü bildiğiniz yabancı biri gelip bütün yaralarınızı sadece bir içten bakışıyla sarar sarmalar. Aslında gerçek mucize budur. Şimdi düşünüyorum da o ıslak ve hüzünlü gecede bana koşarak çiçek getiren yaşlı çiçekçi belki de Noel Baba'nın ta kendisiydi... İçimde hüzün ile mutluluk, karamsarlık ile umut karışmış, çok yoğun duygular içinde kaybolmuştum.

Çok hüzünlü bir andı o an. Ve hüzünlü bir seneydi geçmekte olan, saatler sonra geçmişte kalacak olan yıl... Sakın ola ki üzülmeyin böyle dedim diye; hüzün kötü bir şey değil ki! Hüzün sonbahar demek, hüzün hazan demek, hüzün yağmur demek, hüzün bazen de yalnızlık demek; kalabalıkta yalnız kalmak demek. Saçımızda ayrıksı çıkan kıvırcık bir tel gibi, pencerenin önüne koyduğumuz ekmek parçalarını kapmaya çalışan martıların savaşı gibi, sokakta tek başına dolaşan yalnız adam gibi... Hüzün gerçekten de kötü bir şey değil. Doğurgan, içinden kendini çıkaran; kendini de içine hapsedebilen özel bir kutu sanki...

Geçen gün aynı çiçekçi ardımdan koştura koştura geldiğinde ve

Kokinalar bitmeden al diyecektim, sonra üzülürsün...”

dediğinde önce anlamadım. “Tamam çok sağol, haftaya alırım” diyerek eve yürümeye devam ettim. Sonra birden ayıldım! Tabii ya, geçen sene yılbaşı gecesi kokinalar bittiği için ağladığımı sanmış demek çiçekçi. Kokina bittiği için ağlayan başka insan görmediği için belki; ya da sokakta kimse O'na gözyaşlarını göstermediği için... Unutmamıştı benim o dokunaklı halimi. Peki bu da bir mucize değil miydi... Adını bile bilmeyen çiçekçide hıçkıra hıçkıra ağlamak, sonra bu görüntünle O'nun yüreğinde yer etmek, unutulmamak, anımsanmak... Bütün bunlar mucize değil miydi.. .

Diyeceksiniz ki “Ne biçim yeni yıl yazısı bu!” Yazsaydın ya 'Geçen senenin en'leri' başlıklı bir yazı. Ya da yazsaydın ya yeni yıldan beklentilerini, isteklerini!
Mesela şöyle bir başlık olabilirdi yazdığın:
Yeni yılda verilecek on hediye fikri!” Oleeyy! Ya da “Yeni yılda ne giymeli!”gibi, “Yeni yılda neden kırmızı giyilir “ gibi çok “tık” alacak başlıklar atsaydın ya! Dolduramaz mıydın içini? Doldurmasan da olmaz mıydı...

Her yerde var böyle yazılardan, evet istesem ben de yazarım; ama içinde mucize olmaz ki! Oysa bugün yılbaşı yazısı menümden bu satırlar dökülüyoer.. Yani kimselerin böyle bir günde yüzüne bile bakmayacağı cinsten bir şeyler. Alın size “Ekmek arası patates kızartması!”
Sıcak sıcak, hüzünlü hüzünlü, sade sade, yağlı yağlı...

Her şeyin ama her şeyin içinin boşaltılarak popüler kültüre ve kapitalizme malzeme yapılmasından kusacak gibi oluyorum artık. Mesela pozitif düşünmek de bunlardan biri. Çocukluğumuzdaki Pollyanna gitti, yerine “Evrene pozitif enerji göndermek zorundasın!” diyen kapitalist canavarlar geldi sanki. Yani bu akşam yılbaşı akşamı ya, sanki güzel dileklerde bulunmazsam, ışıl ışıl pırıl pırıl bir yazı yazmazsam köşeden birisi çıkıp “Ama ne bu böyle, negatif enerji yaymaaa!” diyecekmiş gibi... Off dağılsınlar artık; bir rahat bıraksınlar çocukluğumuzun güzel mesajları olan masallarını. Evet yeni yıldan ilk isteğim bu olabilir:

Lütfen 2018, sana yalvarıyorum, lütfen şu yapmacık yapmacık “Ama pozitif düşünmem lazımm!”diyenler bir gitsinler artık. Çıplak kalsın ruhlarındaki iki yüzlülük, bir görelim; neymiş bütün o ışıltıların pırıltıların ardında yatan şey... Sonra da içimizden geldiği gibi yeni yıl dileklerimizi sıralayalım. Çam ağaçlı, kar manzaralı, Noel Baba'lı filmler izleyerek hayaller kuralım. Ve öyle olması gerektiği için değil, birileri dayattığı için hiç değil; sadece içimizden geldiği için, ışıltılı, pırıltılı yeni yıl mesajları yayalım etrafımıza... İçinde mucizeler olan öyküler anlatalım. Mucizelere dokunalım, onları elle tutalım...

Hayallerimin rant malzemesi olduğunu görmeye tahammülüm kalmadı artık. Bundan yıllar yıllar önce “kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” şiirini söyleyerek öğrenci evindeki arkadaşlarıma kahvaltı sofrası hazırlardım. Zeytin, peynir, sıcak ekmek ve yumurta olurdu o sofralarda. Yıl 2018'e evrilirken, “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” şiirini sloganlaştıran kahvaltı salonlarında (!) “28 çeşit serpme kahvaltı sadece 48 buçuk tele!“ falan yazıyor! Ne acı, ne acı.. Şiirler kapitalizme malzeme, Polyanna kişisel gelişim sektörünün ucuz kitaplarına malzeme; eskiden beğenip de yüzüne bakılmayan köy tarhanası bile düzene malzeme... Sonra da bana diyorsunuz ki ;

Çalsana bir cıngıl bels cıngıl belsss cıngıl cıngıl bellss şarkısı!” Ben çalarım çalmasına da ya oradan bir softa çıkıp “Ama günahhh!” deyip beni susturmaya kalkarsa...

Yok arkadaş elimde değil pırıltılı yeni yıl yazısı yazamıyorum bu sene! Kocaman bir sahne var sanki önümde; dekoru acıklı, müziği acıklı... Ve sanki acıklı bir oyun oynanacakmış gibi. Ama izleyiciler gelmediği için oynanmıyormuş gibi. Ben de kendimi o sahneden az sonra dışarıya atacakmışım gibi...


Daha iki gün öncesine kadar yeni yıl yokmuş gibi davranıyordum bu halet-i ruhiye içinde. Sonra kendi kendime kızdım. Hayır dedim, olmaz böyle dedim, yeni yıl için yap bir şeyler dedim. “Hüzün yok bu sene, kokinalar bitemeyecek” dedim. Perşembe akşamı mumcuya gidip iş yerindeki herkese mum aldım. Mumların üzerlerine küçük küçük dilekler yazdım. Bazı arkadaşlar hediyelerini alınca sarılıp öptüler beni, çok memnun oldular. Bazıları sanki bozuldu; “Ya ama ben bir şey almadım ki!” dediler, sanki ben karşılık bekliyormuşum gibi. Klasik, “İyi de ben niye düşünemedim, tüh ya!” tepkisi. Oysa bırak; birisi seni düşünmüş, keyfini çıkar işte, ne diye stres yaratıyorsun değil mi ama. Yaradılış işte, ne yapsan memnun olmayacak insan tipleri. Hele bir tanesi küçücük paketi görünce şaşırdı. Hediye dediğin markalı olur diye düşündü muhtemelen.. Açıkçası ben çok eğlendim. Size bir sır vereyim mi; hiç beklemediği anda hediye verip sonra da verdiği tepkiye göre insanların karakterleri analiz edilebilir. Denemesi bedava, bakalım siz de benim gibi düşünecek misiniz...

Neyse işte. Bu sene yılbaşı ruhu bana bir gelip bir gidiyor. Mesela akşam oturdum sarma yaptım. Benim için özel bir durum bu, çünkü senede bir kez yaparım bu yorucu yemeği. Sonra sabah kalktım paçanga böreği yaptım, hatta abartıp tencerede tandır bile pişirmeyi düşünüyorum.

Geçen yıldan kalma ağacımı süslemeyi, bir iki kadeh bir şeyler içmeyi de aklımdan geçiriyorum. Hem yılbaşı kartı da aldım bu sene, dört beş kişiye attım. Ama bütün bunları kendi içimde yaşadığımın farkındayım. Yani kart attığım insanlar belki de “Ne gerek var ki, whatsapp diye bir şey var!” diyecekler. Ya da belki kartın yanında neden başka hediye yok diye mutsuz olacaklar. Bilemem...

Hayat hızla değişiyor. Evet teknoloji hayatımızı kolaylaştırıyor ama hayatı zorlaştıran neydi ki zaten noktasında düğümlenip kalıyorum...

Birazdan çıkıp kokinalarımı alacağım, onların sihrine inanıyorum. Ve çok değil saatler sonra yeni bir yıl başlayacak. Oysa bizler yarın hayata yine kaldığımız yerden devam edeceğiz. İçimizde yeni bir devir başlatabilecekse eğer; hoşgelsin 2018! Aynı tas aynı hamamsal kaygılar sürüp gidecekse de bari yanında lavanta kokulu sabunlar getirsin...

İşte böyle, iyi bir sene olsun diyoruz; ama herkesin iyilik kriteri farklı olduğu için de yeni yılın kafası karışıyor muhtemelen. Yeni yıllar belki de bu yüzden bizi hayal kırıklığına uğratıyor. O zaman ben bu sene olayı tamamen 2018'in inisiyatifine bırakıyorum:

“Hey ufaklık, sen en iyisini bilirsin. Kimseye kulak asma, bildiğini oku, bizi de mutlu et... Hoş geleceksen gel, değilse de arın da gel! “


Devamını Oku

28 Aralık 2017 Perşembe

İngilizce Eğitimi İle Bir Adım Öne Geçin


Günümüzde en çok konuşulan ve gerek duyulan dillerin başında gelen İngilizce şimdilerde ilkokul seviyesinde verilmeye başlanmış olsa da; gerçek anlamda İngilizce konuşma ve yazma becerisine sahip olmak ne yazık ki çok daha fazla emek ve sabır gerektiriyor. İngilizce eğitimi sanılanın aksine sadece gramer bilgisinden oluşmuyor. Bu bilgi size sadece yazışma alanında fark yaratacak olsa da konuşma alanında da yeterliliğe ulaşmak adına iyi bir kurs bularak faydalanmanız gerekiyor.

Mevcut iş yerinizde yükselmek ya da yeni bir iş başvurusunu kendinizden çok daha emin bir şekilde yapabilmek adına öğrenmeniz gereken İngilizce, sizi rakiplerinizden bir adım öne taşıyarak kendinize olan güveninizin de artmasını sağlayacak. Bu konudaki eksikliklerimi ve hayıflanmalarımı artık dinlemek istemeyen bir arkadaşım, bana bu konuda öncü isimlerden olan Wall Street English kursunu tavsiye etti. Kendi memnuniyetini aktardıktan hemen sonra standart öğretim tekniklerinden çok uzak ve çok daha yapıcı bir kurs olduğunu da belirterek aslında istediğim detayların burada bulunduğunu göstermiş oldu. Sayfasına girerek incelediğimde kâbusum olan İngilizce hakkında düşüncelerim de değişmeye başladı. Gereklilikten ziyade bir zorunluluk haline gelen İngilizce eğitimi artık her yaştan kişinin eğilmesi gereken bir konu. İşinizde ulaşmak istediğiniz konuma yaklaşmak, farklı kültürleri tanımak ya da o çok sevdiğiniz diziyi orijinal dilinde seyretmek için öğrenmeniz gereken dillerin başında gelen İngilizce, size sunduğu pek çok artı ile öne geçmenizi sağlayacak.


Arkadaşımın tavsiyesi ile incelediğim Wall Street English sitesi, İngilizce eğitiminde dikkat edilmesi gereken pek çok hususa da değinmiş. Doğru bildiğimiz yanlışların ne denli fazla olduğunu gösteren bu bilgilendirmenin ilk maddesi eğitmenin, sınıftaki varlığının asla tek başına yeterli olmadığı, aksine öğrenci ile dersin birlikte yürütülmesinin zorunluluk olduğu. Sadece dinleyerek öğrenmenin mümkün olmadığını geçerli bir ağızdan duymak ise kuruma olan güveni artırıyor. Eğer siz de rakiplerinizden bir adım öne geçmek istiyorsanız Wall Street English’de İngilizce eğitimi alarak bu yoldaki ilk ve en büyük adımınızı gerçekleştirebilirsiniz. Çağa ayak uydurmanın en belirgin yolu olan İngilizce eğitimi artık sizin de kabusunuz olmaktan çıkacak. 
Devamını Oku

24 Aralık 2017 Pazar

Hisse-i Şayia; Bir Evlilik Komedisi

Evlilik çağına gelmiş genç kız, 15 sene önce boşanmış anne ve babasının bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalarına dayanamıyor ve ikisinin arasında kalmaktan artık isyan ediyor:

Hisse-i Şayia mıyım ben, yani çok sahipli bir eşya mıyım; mal mıyım ben?”

Biz 2000'li yılların seyircileri de, böylece oyunun adının ne anlama geldiğini öğreniyoruz.
Oyun keyifle ilerlemeye devam ediyor.


Şehir tiyatrolarında en sevdiğim şeylerden biri, kuşkusuz ki perde açılınca nefis bir dekorla karşılaşmak! Kapalı perdenin ardında beni karşılayacak sürpriz bozulmasın diye de oyunun fotoğraflarına önceden pek bakmıyorum. Yine öyle oldu. Perde açıldığında Meşrutiyet Dönemi'nin İstanbul'unu sergileyen nefis bir dekorla karşılaştık. Sahnede özenle yapılmış iki katlı kocaman beyaz bir konak vardı. Cumbasında ışıkları yanan konağın bahçesindeki salıncaktan ağaçlarına, dış kaplamasından evin önündeki mermer merdivenlere kadar her şey düşünülmüştü. Sadece bu mükemmel tablo içinde bahçedeki bambu sandalye ve masalar ayrıksı duruşları ile biraz gözümü rahatsız etti. Günümüzde yazlık evlerin balkonlarında kullanılan bambu masa ve sandalyeler sanki o dönem kullanılmazdı gibi geldi bana. Onun dışında açılış müziği, özenle seçilen kostümler ve muazzam dekor sayesinde kendimi yüzyıl öncesinde, yani Hisse-i Şayia'nın ilk kez sergilendiği 1916 yılında bulmakta hiç zorlanmadım.


Oyunda yüzünü batıya çevirmiş bir Osmanlı karakteri olan Zihni Göktay'ın günümüze yaptığı göndermeler mükemmeldi.

“Fayton arıyordum, bir türlü bulamadım. Sordum atlar grevdeymiş. Atlar bile hakkını arıyor!”
“ Bu evde demokrasi var, kaç göç gizli saklı şeyleri sevmem, kızım git nişanlının yanına, çekinme!” söylemleri aklımda kalmış. Bir de oyunun sonunda “Kadınlara biraz eziyet ettim bu oyunda. Onların nezdinde tüm kadınlardan özür diliyorum, kadına şiddete karşıyız” gibi bir göndermeyi de tam yerli yerinde kullanması, Zihni Göktay'ın nasıl özel bir yetenek olduğunu anlamamı sağladı. Salon alkıştan yıkılıyordu zaten oyun bitiminde.



Oyunculuklar mükemmeldi!

Zihni Göktay'ı bilmeyeniniz yoktur. En son Ulan İstanbul dizisinde camdan bakıp harika laflar eden Servet Abi rolüyle gönlümde taht kurmuştu. Tuluat (doğaçlama) geleneğinin son temsilcisi olan sanatçıyı sahnede ilk kez izledim. Enerjisine, tarzına hayran oldum. Yüz yıllık metinde aralara serpiştirdiği günümüze yönelik göndermeleriyle, vücut dilini muazzam kullanışıyla beni benden aldı. Zihni Göktay'ın olduğu sahneleri daha keyifle izlediğimi itiraf etmeliyim.

Oyunda sürekli didişen Tahir Bey yani Zihni Göktay ile eski karısı Faika Hanım'ı canlandıran Hikmet Körmükçü'nün birbirleriyle uyumu; bir ırmağın yatağında yol alan su gibi akıcı ve mükemmeldi. Daha sonra merak edip özgeçmişini okuduğumda, yılların sanatçısı Hikmet Körmükçü'nün Bedia Muvahhit'ten dersler aldığını öğrenmek beni ayrıca heyecanlandırdı. 

Oyundaki Suudi Bey'i canlandıran Sezai Aydın konuştukça sanki sahnede Rocky konuşuyormuş gibi bir hisse kapılmadım desem yalan olur. Mükemmel sesi ve diksiyonuyla ve elbette ki oyunculuğuyla sahnede göz dolduruyordu.

Bican Efendi rolündeki Aybar Taştekin'in komik halleri harikaydı. Şunu da belirteyim; Mahmure rolünde Zihni Göktay'ın gerçek kızı Zeynep Göktay Dilbaz vardı. Necmi rolündeki Uğur Dilbaz da Zihni Göktay'ın gerçek damadıydı. Yani ailece harikalardı.

Hizmetçi Mari rolünde süre olarak sahnede az da yer alsa Yağmur Damcıoğlu Namak'ı gerçekten çok başarılı buldum. Nesibe Hanım rolündeki Selma Kutluğ'u da es geçmemek gerekir, gayet başarılıydı.

Sonuçta karşımızda dil ve konu olarak eski bir metin vardı ama Tarık Şerbetçioğlu'nun başarılı rejisiyle ve üstün oyunculuklarla harmanlaşmış harika bir oyun izledik.



Meşrutiyet dönemi tiyatrosunun önemli isimlerinden İbnürrefik Ahmet Sekizinci'nin Fransız “Bahane” adlı metinden uyarladığı oyunu Bedia Muvahhit ve Vasfi Rıza Zobu'nun hayatlarının sonuna dek oynadıklarını da dip not olarak eklemek isterim.

Bugünlük de benden  bu kadar; sloganımı atar giderim... 

"Yaşasın tiyatro, yaşasın iyi sanatçılar...! "




Devamını Oku

13 Aralık 2017 Çarşamba

Otobüs Günlükleri -2 / Yok Anne, Artık İmkansız!

Sabah altı kırk beş civarı. Ortalık zifiri karanlık. Her zamanki yolumda hızla yürüyorum. Kapşon, bere, atkı bana mısın demiyor. İçimden “Şöyle sıcacık kaloriferi yanan bir otobüse denk gelsem; mis gibi otursam kitabımı okusam” diye geçiriyorum. Derken durağa geliyorum. Her zamanki tipler hazır bekliyor. Sadece çift katlıya binen sarı sakallı gençten adam; siyah bıyıklı kısa mesafe adamı, 14 ŞB gelene kadar sigarasını derin derin içine çeken kırmızı saçlı kadın… Bu kadınla artık günaydınlaşıyoruz. Bazen benden sonra geliyor; ”14 ŞB geçti mi?” diye soruyor. Ben de cevap veriyorum:

“-Evet, az önce geçti.”

Çünkü hep otobüsü kaçırıyor. Ve hep aynı şeyi söylüyor: “Hay Allah, yine 8A’ya binmek zorunda kalacağım!.” Demek ki çok dolanıyor 8A! Demek ki sevmiyor kırmızı saçlı kadın bu durumu. Beynimdeki hızlı ve gereksiz düşünce balonlarına engel olamıyorum:

 “14ŞB yoksa 8A! Seçme şansı kullanmak ne büyük avantaj, farkında mı acaba kırmızı saçlı kadın!”

Azıcık samimi olsaydım, “Madem bu kadar üzülüyorsun;14 ŞB’yi kaçırmamak için iki dakika erken çıksana!” derdim belki. Ama samimi değilim, adını bile bilmiyorum kadının. Hakkında bildiğim şey sadece saçlarının rengi, bir de sigarasının kötü koktuğu. Hem bana ne, bu kadarını da kendisi düşünsün artık! Belki  otobüs bekleme bahanesiyle iki fırt daha fazla sigara içmek için bilerek ve isteyerek durağa geç geliyordur!  Sırf sigara içmek için dolmuş yerine taksiye binmez miydim bir zamanlar ben de. Sigara bırakmanın “sonradan gurmesi” olarak nasıl da ahkam kesiyorum bu arada;  bilmem farkında mısınız! Bir zamanlar sigarayı bırakmış insanların davranışlarına gıcık olurdum. Vay be, hayat  nasıl da değiştiriyor insanı. Bence bukalemun da “dönekler” için yaptığımız benzetmeyi hak etmiyor. Belki de her duruma rengini uyduruyor diye sevimsiz anlamda örnek gösterdiğimiz bukalemun, sadece insanı taklit eden masum bir yaratıktır; kim bilebilir…

Bütün bu anlattıklarım birkaç dakika içinde olup biterken uzaktan otobüsümün geldiğini görüyorum. Yaklaşıyor, kapısını açıyor, merdivenlerden çıkarken hissediyorum; evet içerisi sıcacık. Dileğimin gerçekleşmiş olmasından son derece memnunum. Üstelik otobüsün içi de boş. Kimileri deri koltuklu spor arabaya lüks der, benim için ise sıcak ve boş otobüs lüks tanımını o an için tam olarak karşılıyor.

Önden ikinci sol sıraya konuşlanıyorum. Ayağımı kalorifere dayıyorum. Bir de kahve olsaydı hiç fena olmazdı hani! Kahvaltının mutlulukla ilgisi olduğunu söyleyen Cemal Süreya’ya selam çakıyorum ve sıcak otobüste oturacak yer bulmanın mutlulukla ilgisi olduğunu yazıyorum aklımın bir köşesine. Evet kopya bu, ama iyi şeylerden esinlenmek o kadar da kötü olmasa gerek. Yani kahvaltının mutlulukla ilgisi olduğunu görmüş şair; ben de O’ndan kopyalayarak soğuk  havada sıcak otobüste yer bulmanın mutlulukla ilgisi olduğunu söylüyorum. Bir başkası da  sevgilinin ense kokusunu içine çektiğinde “işte mutluluk bu!” diye haykırıyor. “Derken karanfil elden ele… “ Bak işte yine kopyaladım. Yok bence öyle değil, kopyalamadım, sadece örnek aldım. Mutlu olmanın, tam kayısı kıvamında pişmiş yumurtaya  tam da olması gerektiği gibi “bir çimdik” tuz atmakla alakası olduğunu düşündürüyorsa şair, zaten görevini yapmamış mıdır şiir! Yaşama şiir gibi bakabilmek için bu ustalardan esinlenmek suç olabilir mi…

Oturuyorum sıcak sıcak. İnsanın ayağı ısınınca gerçekten de içi ısınıyor. Otobüste bir ben varım, bir de şoför. Kenarda kayıp giden lambaları izliyorum bir süre. Sonra birileri daha biniyor. Bir genç kadın yaklaşıyor yanıma. Üzgün, telaşlı. Normalde otobüste telefonla konuşanlara tepki gösteririm, ama öyle bir konuda konuşuyor ki kızmak bir yana; içim parçalanıyor duyduklarım karşısında:

“Yok anne, benim hakim olma hayalim tamamen suya düştü. Teyzem x partisine üye ya, benim  mülakatta geçme şansım tamamen bitti. Twitter’dan çevreyi koruma konusunda bir retweet etmişliğim var Gezi zamanı. Sildim ama arşivler…! “

Otobüs sıcak, ayağım sıcak, otobüs kendi yolunda salına salına yoluna devam ediyor. Herkes kendi yoluna devam ediyor. Hayat akıyor, bir gün daha böyle bitiyor… 
Devamını Oku