24 Kasım 2019 Pazar

Bir Mehmet Hikayesi

Bizim ofiste yeni bir çocuk işe başladı. Yirmi beş, yirmi altı yaşlarında. Kod adı Mehmet olsun. Temiz yüzlü, saygılı, efendi bir çocuk. Tekstille ilgili bir eğitim almamış ama iki yıllık inşaat teknikerliği üzerine açık öğretimden işletme bitirmiş. Yani okumuşgillerden oluyor kendisi, teorik olarak cahil değil.

Çok konuşkan bir tip değil. Ben de değilim zaten. Ara ara işle ilgili bir şeyler öğretirken dünya görüşünü anlamak için espriyle karışık sorular soruyorum Mehmet’e. Mesela “Ne tip müzikten hoşlanıyorsun?” dedim bir keresinde. “Ben her şeyi dinlerim” dedi. “Peki ya rap müzik?” diye sordum. “Çok severim” dedi. Aldım cebime koydum bu yanıtını.

Ortamda çok gürültü olunca takıyorum kulaklığı müzik dinliyorum ofiste. Spotify çalma listelerim genellikle sözsüz “study music” lerle dolu. Çok nadir Türkçe sözlü müzik açıyorum. Biri de Ezginin Günlüğü. Geçenlerde Mehmet’e denk geldi bu müziklerden biri. Dedim “Ezginin Günlüğü biliyor musun?” Dedi ki “Yoh yoh…” Üzerine dedim “Zülfü sever misin?” Anlamadı önce ne dediğimi, belli ki duymamış hiç böyle bir isim, garipsedi. Tekrarladım “Zülfü Livaneli sever misin?” “O ne? “ dedi. Muhtemelen  sorduğum sözcüğün bir insana ait isim olduğunu bile anlamadı! Dedim “Türkiye’nin en önemli sanatçılarından biridir kendisi. Yazar, besteci, sinema yönetmeni…”  Dedi “Hiç duymadım, ama araştırayım…”  Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. “Evet araştır” dedim. Çok ama çok üzüldüm sonra. Tamam herkes Zülfü sevmeyebilir, ama  bu çok önemli  sanatçımızın adını  bari duymuş olsaydı genç adam!

Eskiden tipine bakarak insanların dünya görüşleri hakkında fikir yürütürdük. Bazılarınız hatırlarsınız. İyi bir şey mi bu? Değil elbette ama ne bileyim en azından  insanların dünya görüşleri vardı. Che şapkası, pos bıyık, yeşil parkalar solculara aitti. Sağcılarda ise Barış Manço bıyığı vardı mesela. Düşünüyorum da şimdilerde hiç böyle şeyler kalmadı.  Bu Mehmet’de olduğu gibi hemen hemen her gencin saçı uzun, aşağıya doğru uzanan kıvırcık pis sakalları var, hepsi yırtık kot giyebiliyor, çoğunluğu rap denilen ritimli sözleri dinliyor.  Küpe falan takıp dövme yaptırıyorlar. Herkes adeta birbirinin kopyası gibi. Altını çiziyorum, insanların belirli dünya görüşünü tanımlayan sembolleri üzerlerinde taşımaları doğru değil belki ama, Mehmet gibi boşlukta olmaları ne derece kabul edilebilir? Mehmet'leri düşününce retroya güzelleme yapasım gelmesi çok da anlamsız kalmıyor bu durumda.

Zülfü Livaneli’yi bilmediğini öğrendikten bir kaç gün sonra “Oy verdin mi?” diye sordum Mehmet’e. Ne cevap verdiğini gerçekten anlayamadım. Çünkü ağzında eveledi geveledi. İktidar partisine vermiştir diye düşündüm. Ama bundan da emin olamadım.  O derece renksiz ve anlaşılmaz çünkü kendisi. 

Şimdilerde askerde genç adam.  Bastırmış otuz bini babası, on sekiz gün paşalar gibi bedelli askerlik yapacak Anadolu’nun tehlikesiz şehirlerinden birinde Mehmet!

Dedim ki askere gitmeden önce “Bari size şınav falan çektirseler askerde.” Gülümsedi, dedim ya çok efendi ve sessiz bir çocuk. “Bedelli askerlik ne kadar kötü bir şey” dedim sonra, yine gülümsedi. “Parası olmayan gariban çocuklar operasyonlarda can versin, diğerleri bastırsın parayı askerde patates bile soymasın, adalet mi şimdi bu!” dedim espriyle yumuşatarak. Yine gülümsedi. Muhtemelen bu söylediklerime anlam da veremedi. Çünkü O’nun için parayı verip askerden “yırtmak” en doğal hak. “Vicdani red” diye bir tanımlama olduğundan bihaber olduğuna bahse girmeye gerek var mı sizce…

Bunları anlatırken “Şimdiki nesil ne berbat” tezinden yola çıkmadım yanlış anlaşılma olmasın. Olayı kuşak çatışması klişesine asla bağlamayacağım. Sadece seksenli yıllarda (Kenan paşa sen çok yaşa)  gibi şahısların ektiği rüzgarların nasıl fırtınalara dönüştüğünün küçük bir örneğidir bu anlattığım kod adı Mehmet olan genç adam…

Evet Mehmet’in direkt suçu yok belki böyle bomboş kafalı olmasında, ama benim de suçum yok, ne yapayım bu saatten sonra bunlar için ben? Zülfü Livaneli’nin adını öğretsem ne olur,  bir iki kitap versem ne olur…Mehmet bu saatten sonra olsa olsa iyi bir tüccar olur!

Fonda çalan müziği hayal edin;

“…Geçmişler olsun, geçmişler olsun…”


Devamını Oku

17 Kasım 2019 Pazar

Siz de eve “kadın” alanlardan mısınız?



“ Ay şekerim cumaları eve kadın geliyor, hafta sonları rahat ediyorum”
“ Sorma başıma ne geldi?  Altı aydır eve aldığım  kadın geçen gün benim elbiselerimi giymesin mi!”
“ Benim kadın memleketine gitti tatile, dün gece saatlerce ütü yapmak zorunda kaldım! Ay ne sıkıcıymış, çok da yoruldum canım çıktı!”

Yukarıdaki gibi cümleleri mutlaka kadın arkadaşlarınızdan duymuşsunuzdur, ya da bilemiyorum belki siz de eve “kadın” alanlardansınızdır!  Ben değilim çok şükür… Fiili olarak kendi ev işlerimi yıllardır kendim yapıyor olmamın konuyla hiç ilgisi yok. Çünkü eve yardımcı  çağırdığım zamanlarda onları "kadın" diye anıp  adeta eşya haline getirenlerden değil de,  ismiyle anıp insan yerine koyanlardandım!  Sert oldu belki bu giriş ama başka türlü yorum yapamıyorum kusura bakmayın. Evet; çok şükür ben evime hiç “kadın” almadım!
 İşin ilginç tarafı ne biliyor musunuz? Evine kadın aldığını söyleyenlerin hemen hemen hepsinin de kadın olması! Üzgünüm, siz de  evine kadın alan kadınlardansanız, dost acı söyler misali sizi “evine kadın atan” erkeklerle aynı olmasa da çok benzer bir kategoriye koyuyorum ve esefle ve hatta şiddetle kınıyorum!

Dedim ya, ben eve hiç kadın almadım! Bir zamanlar ayda bir Zarife Hanım gelirdi mesela yardımıma.  “Kadın” demezdim ben O’na. Çünkü “kadın” sözcüğü o zamanlar da cins isimdi benim nazarımda. Bu sebepten ötürüdür ki O’nun kendine ait ve baş harfi büyük yazılan özel ismini kullanırdım: Zarife! Bundan daha doğal ne olabilir ki zaten!

 Benden büyük olduğu için ismini “Hanım” sözcüğüyle bir arada kullanmayı tercih ederdim. Çünkü ben öyle kolay kolay “abla, amca, teyze” de diyemem. Hanımsa hanım, beyse bey diye hitap etmeyi severim. Belki de akrabalık ilişkilerine gereken önemi vermediğim içindir, ya da bu tip hitapları feodal bulduğum içindir bu tercihimin nedeni bilemiyorum. İş hayatında kimseye “abi, abla” dediğimi de hatırlamıyorum mesela. Bir tek laz bakkalımıza “Ali Abi” diyorum; bakmayın O’na da mahallede herkes “Ali Dayı” diyor aslında! “Ali Dayı” hitabını benimseyemediğim için “Abi” diyor olabilirim. Bilinçaltımın hükmüdür, boynum kıldan incedir karşısında vesselam...

Konumuza dönersek yine, Zarifeciğim ( yaştan bağımsız, özlem ve sevgi karışımlı hitap şekli) küçücük evimi derler toplar pırıl pırıl yapardı o zamanlar. Akşam işten gelince beraber yemek yer sohbet ederdik. O yaşlandı sonra, başkalarını çağırdım temizliğe bir iki, baktım olmuyor, hiç kimse Zarife’nin yerini tutmuyor. Hiç çağırmadım sonra kimseyi.  Zaten paranın alım gücü de düştükçe düştü. Bir günlük temizlik için iki yüz teleye yakın para harcamak içimi de acıtmaya başladı ve bıraktım eve yardımcı çağırmayı. Hoş, çağırsam  da mutlaka bir ismi olurdu o kişilerin.

TDK Sözlüğünde, “kadın” sözcüğünün anlamları arasında “hizmetçi bayan” yazıyor parantez içinde (mecaz) açıklamasıyla. Biraz daha araştırınca TDK’nın bu kelimeye yaptığı tanımların çok eleştirildiğini de gördüm. TDK bile yozlaştı artık mirim, bizler dinozor kaldık! Hem de ne dinozor; satır aralarına takılan cinsten...

En çok da yıllarca aynı kişiyi evine yardıma çağırıp hala kendisinden “kadın” diye bahseden kadınlara gıcık oluyorum ben.  Yani adını anmayarak o kadını “kadın” cins ismine hapsettiklerinde hangi egolarını tatmin ediyorlar gerçekten anlayamıyorum. “Kadının Adı Yok” diyen Duygu Asena’nın eminim ki kemikleri sızlıyordur yattığı yerde!

Demem o ki, evinize “Kadın” almayın, evinize ismi olan normal bir insanı yardıma çağırmanızda ise tabii ki bir sakınca yok!

Mutlu Pazarlar…

***Fotoğraflar 123rf.com sitesinden alıntıdır.



Devamını Oku