25 Kasım 2014 Salı

Boşver arkadaşım nerede adalet var ki!

Tuhaf milletiz gerçekten de. Birileri en temel haklarımızı gasp ederken sesimiz çıkmaz, olayın peşinden gitmeyiz, hatta unuturuz ama gereksiz konuları takipçilikte üstümüze yoktur. Size şimdi taze bir örnek anlatacağım, bakalım sizler ne düşüneceksiniz..

Facebook'da hediyeli yarışmalar oluyor biliyorsunuz. İşim gereği gözüme çarpanları takip ediyorum ben de. Hatta geçenlerde bir tanesine de katıldım. Reklam olmasın, adını vermeyeyim. Bir firmanın dayanıklılık testi adındaki sevimli bir yarışmasıydı. Siz sürekli fare ile tıklama yaparken gözünüz de ekranda olacak, zaman zaman ekrana gelen basit sorulara da yanıt vereceksiniz. Ne kadar çok tıklama yaparsanız, yani oyunda ne kadar çok kalırsanız o kadar çok puan alıyorsunuz, ne kadar çok puan alırsanız o kadar çok çekiliş hakkınız oluyor. Bir kere bile katılsanız çekilişte bir hakkınız oluyor. Ben şahsen yarışmanın mantığını kavrayınca hemen bıraktım, yani 1-2 dakika ancak dayanmışımdır öyle söyleyeyim. Yarışmadan küçük bir hediye kazanmışım. Mutlu oldum, Facebook sayfalarında kazananları açıkladıkları mesajın altına nezaket icabı “teşekkür ederim” yazayım dedim. İster istemez gözüm diğer mesajlara takıldı. Öyle şeyler yazmışlar ki, sosyolojik bir teze malzeme olacak bir çok başlık çıkar içinden. Yazmasam içimde kalacaktı!

Üşenmedim mesajları 3 gruba ayırdım:


1-Hediye kazanamayışını hazmedemeyenler, hatta olayı arabeske bağlayanlar:

M.G: “14 çekiliş hakkım vardı kazananlar listesinde yokum!”
( Adı üzerinde çekiliş bu, şansın yoksa istersen 114 çekiliş hakkın olsun, niye yakınıyorsun ki sayın MG?)

A.Y: “Ben de yokum, gözlerime acıdım!”
(Sevgili A.Y, gözlerini acıtacak kadar neden oynadın ki bir şans oyununda, kim seni zorladı? Gözlerini acıtanlar daha çok ödül kazanacak mı sanıyordun?)

M.A: “Yarışmanız başladığı günden beri her gün oynadım, skorum 1 milyona yaklaştı, hiçbir ödül kazanamamışım bunca kişi içinde, emeğime yazık oldu!”
(Sevgili M.A, keşke onca emeği daha yararlı bir şeyler için harcasaydın, şimdi gelmiş yakınıyorsun, harbiden sana da yazık!”)

Şimdi sıkı durun, M.A'yı bakın bir diğer katılımcı nasıl avutmuş!

S.Ş: “Boşver arkadaşım nerede adalet var ki burada olsun?”

İşte bu cevap beni benden aldı. Adı üzerinde bu bir şans yarışması, nasıl bir adaleti olmasını bekliyor ki S.Ş? Yaşamın diğer adaletsizliklerine karşı bu duruşa, bu arabeske ne demeli ya! Boşver, zaten bize felek de vurmuş sillesini, herkesten bir tekme yiyoruz hesabı.. Alt tarafı basit bir şans oyunundan bile böyle bir ezilmişlik psikolojisi nasıl çıkabilir? Sosyologlar siz acaba bu duruma ne dersiniz, lütfen beni de aydınlatın. Aklıma Yalan Dünya'daki Tülay'ın meşhur repliği geldi: “Ezik miyiz yahu biz, ezik miyiz??”

2-Hediye kazanamadığı için firmayı suçlayan hazımsız grup

Bu gruptakiler keşke yarışma sonucuna gösterdikleri tepkinin onda birini toplumsal haksızlıklara da gösterseler bence ülkede sorun kalmaz! Bakın neler neler demişler:

E.D: “Biz neden kazanamıyoruz, torpillileri seçiyorsunuz! Hepiniz öylesiniz, bizi çekilişle kandırıyonuz hep torpillilere tanıdıklarınıza veriyonuz, bi düşünün insan tanımadığı birine büyük bir hediye verir mi? Ben tüm yarışmalara katılıyom niye ismim cekilmiyo o zaman?”

(E.D'nin yorumundaki vurguya dikkat ettiniz mi? İnsan tanımadığı birine büyük bir hediye verir mi diyor, hiç olacak şey mi yani demeye getiriyor. Hem bu dünyanın torpille döndüğüne inanıyor, hem de belki bir yerde bir açık olur, bana da güler felek bir gün diyor. Adalet duygusunu hepten yitirmiş, yitirmiş yitirmesine ama bütün yarışmalara da katılmayı görev edinmiş. Ah be E.D, bu yarışmalara sadece eğlenmek için katıl, yoksa her kazanamayışında biraz daha dibe çökersin, senin sonunu iyi görmedim ben)

Ö.H gibiler ise yüzsüzlüğü espriye vurmuş:

ÖH: “O kadar uğraştık kazanamadık, bari bir teselli hediyesi gönderseydiniz, sizin firmaya yakışmaz mı?”

(Zaten adamlar küçücük hediyeler gönderiyor, maksat eğlenmek. Neyin tesellisini istemiş anlayamadım, kendince espri de yapmış olabilir gerçi.)

F.Ç: “Hiç adil çekiliş yapmıyorsunuz. 71 çekiliş hakkım vardı, havlu çıkmış.”
(Yani şimdi 71 tane milli piyango bileti alsaydı bu F.Ç, neden amorti çıktı diye milli piyangoyu mu basacaktı! Dışarıda adaletsizlik diz boyu, zengin-fakir arasındaki uçurum ayyuka çıkmış, F.Ç adaleti nerelerde arıyor? Harbiden bazen söyleyecek laf bulamıyorum, gülsem miii, ağlasam mııı!

3- Hediyesine bir an önce kavuşmak isteyen telaşlı ve de meraklı grup

O.K: “Hediyeler ne zaman gönderilecek, bir bilginiz var mı acaba?”
(Görüyorsun işte yazılanlar ortada, kim neyi bilebilir, kargocu mu ki oradakiler, niye sorarsın bu gereksiz soruyu O.K arkadaşım!)

Bazıları ise sanki iş yerinde satınalmacı da sipariş takibi yapıyor gibi büyük bir ciddiyetle sormuş:

BM: “Peki bu hediyeler ne zamana kadar gönderilir veya elimize ulaşır tahminen?”

GGA: “Nasıl ulaşılacak bize teşekkürler”
AK: “Nasıl iletişime geçeriz sizinle ? Havlu kazanmışım da. “
DK: ”Ben ödülümü nasıl alcam?”
DH:”Ödülleri nasıl yollayacaksınız acaba?”
................

Bu tarz yorumlardan bir sürü vardı. O yarışmaya başlarken zaten bir form doldurup adres bilgilerini yazdığını unutmuştu katılımcılar demek ki. Alt tarafı küçük bir hediye kazanmışsınız, ya da büyük olsa ne fark eder, taş attınız da kolunuz mu yoruldu? Ne zaman gelirse gelir hediye, niye kendinizi bu kadar harap ediyorsunuz ki!

Bir havlu için gösterdiğiniz şu performansı keşke elektrik faturaları neden bu kadar kabarık geliyor, doğal gaza niye bu kadar zam geldi, insanlar niye yerlere çöp atıyor, bu dolmuşlar niye bu kadar korna çalıyor, asgari ücret 890 lira iken milletvekilleri neden 25.000 lira maaş alıyor, bu politikacılar neden bizi bu kadar aşağılayan konuşmalar yapıyor, sevdiğim gazeteci neden işten atıldı, kıdem tazminatı neden kaldırılıyor, neden kitaplar bu kadar pahalı, neden her şeyden bu kadar çok vergi alınıyor, bu vergiler nereye harcanıyor, neden televizyonlarda kaliteli filmler gösterilmiyor, neden kiralar bu kadar arttı, neden etrafımda yeşil bitki göremiyorum, pandaların nesli neden tükeniyor, neden biz de uzaya uydu göndermiyoruz, neden hiç Türk astronot yok, neden mısırı pamuğu ithal ediyoruz, neden zeytin ağaçları katlediliyor, neden bu kadar iş kazası oluyor.... gibi sorulara yanıt bulmak için de gösterebilseydiniz!!

Gittim ben, gitmesem bu yazı bitmez....



Devamını Oku

21 Kasım 2014 Cuma

Şeref Meselesi'ni gala gecesinde izledim

Şeref Meselesi dizisi televizyonda başlamadan önce gala gecesinde ilk bölümü izleyen şanslılardan biri de bendim. Hürriyet Bumerang sayesinde bulundum bu unutulmaz gecede. Galanın detaylarına girmeden önce diziden söz etmek istiyorum meraklıları fazla yormadan.

Açıkçası beklentimin çok çok üzerinde başarılı buldum diziyi. İlk bölümü izlediğinizde bence siz de bana hak vereceksiniz. Bakın neden başarılı olmuş dizi?


Bu dizi bence olmuş


1- Dizinin senaryosu roman tadında

Zor beğenen izleyicilerdenim ben. Bir diziyi sevmem için güzel bir hikaye anlatmalı senarist, beni sarmalı söyledikleri. Edebi bir lezzeti olmalı diyalogların. Bir cümlelik fikirden yola çıkıp o cümlenin etrafını entrikalarla, saçma diyaloglarla, gerilim yaratma amacı sırıtan gereksiz çatışma sahneleriyle, “yok artık!” dedirtecek absürt tesadüflerle dolduran senaristlere diş biliyorum. Hatta çoğu uyarlamaları için “edebiyat katilleri, bırakın romanları katletmeyi!” falan dediğim de oluyor.
 Şeref Meselesi'nin uyarlama senaristi Seray Şahiner ise ilk bölüm için gerçekten de takdirimi kazandı.
Bir kere çok güzel bir hikayesi var dizinin. Roman tadında, daha doğrusu gerçek hayattan bir kesit gibi. Ne çok hızlı anlatılmış, ne gereksiz yere uzatılmış. Hikayede yaşananlar içimizden birinin başından geçse yadırgamayacağımız cinsten. Uyarlama senaryoymuş, romandan mı yoksa yabancı bir diziden mi onu bilemiyorum ama sonuçta yine de tebrik etmek lazım; öyle güzel uyarlamışlar ki hikayede sırıtan hiçbir taraf bulmadım ben.


Şeref Meselesi kadınları şahane:)


2-Kahramanlarla kolay tanışıyoruz.

Dizilerin de romanlarda olduğu gibi ilk bölümleri önemlidir benim için. Hikaye içine çekmezse eğer kitabı yarım bırakırım, ya da dizinin devamını izlemem. Şeref Meselesi'nde çok dozunda tatlı tatlı başlıyor olaylar. Konunun içine yavaş yavaş dahil olurken eş zamanlı olarak karakterleri de tanımaya başlıyoruz.
Bazı dizilerin ilk bölümlerinde her yerden bir karakter çıkar, kim kimdir bir türlü kafamızda oturtamayız. Bazı dizilerde de sanki ders anlatır gibi sırayla kahramanlara odaklanarak insanı hikayenin bütününden koparırlar bilirsiniz. Hatta ilk bölümündeki senaryo başarısızlığı yüzünden yayından kalkan bir çok dizinin adını sayabilirim size. Şeref Meselesi'nde ise böyle sorunlar yok. Karakterler olabildiğince karmaşadan uzak ve yalın anlatılmış. Yani ilk bölüm bittiğinde bütün karakterlerin isimlerini ezberlemiş oluyorsunuz, kişilik özellikleri kafanızda oturuyor ve bu doğal anlatım, tanıdık bir yazarın yeni romanını okuyormuş hissi veriyor.

Şeref Meselesi'nin yakışıklıları

3-Bu dizideki kahramanlarımı hemen seçtim.

Size de olur mu bilmem, bir diziyi ilk kez izlerken empati kuracağım kahraman yoksa hemen  o diziyi yarıda bırakırım. Sevdiğim kahramanların gözlüğünü ise kolayca takıveririm, hemhâl olurum kendileriyle. Kahramanlarımın başına kötü bir şey gelirse de senaristlere diş bilerim ne yalan söyleyeyim.

Şeref Meselesi'ndeki kahramanlarım da  belli. Zeki, başarılı, sağ duyulu, mantıklı, vicdan sahibi, idealist, dürüst ve aynı zamanda duygusal yönü ağır basan, hoşlandığı kıza “Hangi tür kitapları okumayı seversin?” gibi şahane bir soruyu soracak kadar da saf bir aydınlığı olan Emir baş kahramanım olacak belli ki. Emir'i sevdiren bir diğer sahneyi daha anlatayım.

Avukatlık stajı yaptığı büronun sahibine bütün idealistliği ve vicdanıyla soruyor:
           
“Neden sadece icra davalarına bakıyoruz ki? Oysa bize okulda hukukun çok değişik yönlerini de anlattılar. Burada birkaç ay çalışan kişi hukukun alacak-verecek işleri olduğunu sanır!”

Bir de Şükran Ovalı'nın oynadığı Derya karakterini çok sevdim. Dürüst ve kendi içinde çok tutarlı, hayat mücadelesini en ağırından verse de, hakkını savunmak için çoğunlukla kavga etmek zorunda kalsa da, gülümsemeyi ve eğlenmeyi de becerebiliyor Derya. Yaşadığı koşullar arabesk aslında dışarıdan bakıldığında. Üvey baba, huzursuz ev, pısırık anne, az para... Başka yönetmenin elinde olsa ağlak sahneler çıkar Derya'nın hayatından. Ama bölümün sonunda benim aklımda kalan Derya bırakın arabeski, neşe dolu hayat dolu bir kız. Belki de Şükran Ovalı'nın dizide çok başarılı bulduğum oyunculuğunun da etkisi olmuştur böyle düşünmemde bilemiyorum. Sevgili senarist Seray Şahiner'e seslenmek istiyorum daha yolun başındayken.
            -Seray Hanım, lütfen Emir ve Derya'ya torpil yapın, başlarına kötü şeyler gelmesin, onlar benim bu dizideki sevdiğim kahramanlar!


4-Sinema Tadında

Dizilerden biz izleyicileri soğutan şeylerin başında uzun bakışmalar, tirat atar gibi yapılan konuşmalar, zaman doldurmak için eklendiği belli olan gereksiz hatırlama sahneleri gelir bilirsiniz. Şeref Meselesi'nde öyle sahneler yoktu, en azından ilk bölümünde yoktu ve umarım devamı da böyle olur. Yönetmen Altan Dönmez'i bu anlamda tebrik ediyorum gerçekten de. Sinema filmi izliyor hissine kapıldım inanın, gerçi böyle hissetmemde bölümü sinema salonunda izlememin de etkisi vardır mutlaka. Bence siz de ilk bölümü izlerken ışıkları kapatın, varsa ses sistemenizi açın, sinema ortamı yaratın evinizde; bakalım siz de benim gibi düşünecek misiniz?

5-Dizinin müziği şahane

Müzikler gerçekten de şahane, Salvatore Riccardi ve Yıldıray Gürgen'in adı geçiyor. Dediğim gibi varsa evinizde ses sistemi, izlerken mutlaka açın. Ben dizinin müziklerine bayıldım. 


Şeref Meselesi'nin doğal kadınları


6-Kıyafetler ve ortam samimi


Sizi bilmem ama ben şahsen evin içinde topuklu ayakkabı ile dolaşan, parıltılı kıyafetler giyip havuzlu villalarda yaşayan insanların marjinal ve de entrika dolu abuk hayatlarının anlatıldığı dizilerden hiç haz etmiyorum. Hangi dizide karakterler evin içinde terlik giyiyorsa o diziyi daha fazla seviyorum, çünkü samimi buluyorum. Hele ki dizinin konusu sıcak bir mahallede geçiyorsa değmeyin keyfime...  Şeref Meselesi bu anlamda da beni cezbetti. Balat'ın özgün mimarisinde sıcak bir mahalle ortamında geçiyor dizi, kıyafetlerde ve makyajlarda aşırılık yok. Doğal ve samimi halleriyle benden geçer not aldılar, ama ne yalan söyleyeyim evde terlik mi giyiyorlardı aklımda kalmamış, pazar günü ikinci kez izlerken gözüm oyuncuların ayaklarında olacak.

Anlatacaklarım şimdilik bu kadar, kaçırmayın bu diziyi diyorum. İlk bölümü izledikten sonra yorumlarınızı da bırakmayı ihmal etmeyin. Üzerinde konuşur eğleniriz birlikte.

Biraz da gala gecesi hakkında gözlemlerimi anlatayım size.

Şeref Meselesi Gala Gecesi

Hayatımda ilk kez katıldım böyle bir gala gecesine. Canlı yayınlarda denk geldiyseniz görmüşsünüzdür siz de, ortam çok kalabalıktı. Daha dizi başlamadan nasıl biraraya geldiklerini bir türlü anlayamadığım genç fan'lar grubu mu dersiniz, Kanal D'nin yarışması sayesinde galaya katılma hakkı kazanan heyecanlı tipler mi dersiniz, Ulan İstanbul'un çok sevdiğim sıcak kadrosu mu dersiniz, hangi birini anlatayım. Ortalık kamera ve fotoğraf çekenle dolmuştu. Biz de karıştık aralarına şanslı on blogger olarak. Kurulan sahnede dizi oyuncuları yerlerini aldılar, flaşlar patlamaya başladı, kameralar canlı yayınlara geçtiler.

Zor zenaat oyuncu olmak, gözler üzerindeyken insanın saatlerce poz verip sürekli gülümsemesi kolay iş değil bence.


Kerem Bürsin fanları


 Genç kızlar dizideki Yiğit karakterini canlandıran Kerem Bürsin'i adeta ablukaya aldılar. Ben kendisini daha önce hiç izlememiştim, internetten baktım hayat hikayesine. Hollywood-Türk yapımlarında çift dilli oyunculuk yapıyormuş. Güneşi Beklerken adlı dizide oynamış, Çağan Irmak'ın “Unutursam Fısılda” filminde de Erhan olmuş. Amerika'da filmler yapmış. Tamam yakışıklı da,  ama Emre rolündeki Şükrü Özyıldız'ın da hakkını yememek lazım bence. Çok başarılı bir oyuncu ve görüntüsüyle gayet de ekrana yakışıyor. Tarık Akan'ın gençliğini anımsatıyor hatta biraz.  Oyun Atölyesi'nde devam eden “Kim Korkar Hain Kurttan” adlı oyunda da oynuyormuş Şükrü Özyıldız, ki bilet bulabilirsem gitmeyi düşünüyorum o oyuna.
 Kadın oyuncular, ekranda göründüklerinden çok daha güzelmişler bunu da not olarak belirteyim.


Şeref Meselesi ve Ulan İstanbul ekibi


 Renkli bir dünyaya gözlemci olarak katılmak keyifliydi açıkçası. Yeri gelmişken böyle güzel br gece geçirmemi sağlayan Bumerang'ın güleryüzlü sıcak ekibi sevgili Hilal Meriç'e ve Ahmet Erten'e çok teşekkür ediyorum.

Keyifli seyirler efendim, yorumlarınızı merakla bekliyorum.

Devamını Oku

18 Kasım 2014 Salı

Dur, hemen kıskanma!

İş hayatında kıskançlık vakalarına rastlamayan yoktur. Şimdi en uçtan örnek vereyim de kimseler üzerine alınmasın.

Diyelim ki siz iyi bir beyin cerrahısınız. Sizin çalıştığınız hastahanede bir de çok iyi bir kalp uzmanı var, ismi de Macit olsun. Bu Macit Bey bir bilimsel çalışma yapıyor, aşk acısından muzdarip kalpler için bir ağrı kesici icat ediyor. Siz beyincisiniz, o da kalpçi, normalde aranızda bir rekabet yok. Ne yapmanız lazım normal koşullar altında? Gidip Mucit Macit Bey'in kapısını çalıp kendisini tebrik etmeniz lazım değil mi? Hatta varsa bir aşk derdiniz, yeni ilaçtan da isteyebilirsiniz, emin olun siz meslektaşına seve seve o ilaçtan verecektir Macit Bey.

Böbürlenme padişahım!

Ama yok, duyunca bu yeni icadı, içinizi kaplar bir kıskançlık. “Neden Macit buldu da o ilacı ben bulamadım!” diye dövünmeye başlarsınız. “O kalpçi ama olsun, ben de beyinsel olarak bulabilirdim bir çözüm!” diye kendinizi yiyip bitirirsiniz. Şimdi basın gelecek Macit'i övecekler, röportajlar yapacaklar, sabah programlarına bile davet ederler O'nu diye içinizdeki kurtlar kendi kendini kemirmeye başlar. Birden en kötüsü aklınıza gelir, ya Macit'in maaşına zam da yaparlarsa? Sanki sizin maaştan kesip Macit Bey'e mi verecekler? Olsun, hiç fark etmez, bu acıya katlanamayacağınızı düşünüp hemen karşı saldırıya geçmeye başlarsınız.

Aşk acısı kalple değil beyinle ilgilidir, Macit Bey'in bulduğu bu ilaç hiçbir şeye yaramayacaktır” diye sağda solda konuşmaya başlarsınız mesela. Ya da daha da ileri gider: “Macit bu ilacı benden çaldı, on yıldır üzerinde çalışıyordum, dosyalar bilgisayarımda kayıtlıydı ama çalınmış!” diyerek komplo teorisi yaratıp adamı hırsızlıkla da itham edebilirsiniz. Çamur at izi kalsın misali, Macit Bey aklanana kadar kamuoyu bu haberle meşgul olabilir. Ya da apar topar kendi teorinizi geliştirirsiniz, maksat karşı saldırı olsun, mesela şöyle dersiniz:


Aşk acısı diye adlandırılan şey aslında bağırsak gazıdır, çaresi de beyindeki nöronlara sinyal göndermektir, gazdır çıkar gider. Niye abartılıyor ki bu kadar!”
Genelde en sık başvurulan yöntem de işinize yarayabilir. Patron ve de ilgili otoritelerin olduğu bir ortamda patronun bir takıntısından yola çıkıp kendinizce zeki bir manevrayla gündemi değiştirebilirsiniz. Gramer takıntısı olduğunu bildiğiniz patronunuzun yanında şöyle dersiniz mesela:

nereden baktığınız önemli!


O değil de Macit Bey'in yazdığı tez imla hatalarıyla dolu, ben şahsen okuyamadım ve dolayısıyla da anlayamadım” dersiniz. Hemen gözler noktaya virgüle çevrilir, kalpmiş acıymış kimsenin aklına bile gelmez. Böylece Macit Bey'in tam da övüleceği zaman diliminde hatalar yapabilen bir ölümlü olduğunun altını şahane bir şekilde çizer, ortamda alevli “nokta-virgül” tartışmaları yapılırken siz kıs kıs gülerek keyifle kahvenizi yudumlarsınız.

Bütün bunları yaparak belki gündemi meşgul ettiniz, belki sahiden de Macit Bey'in icadını itibarsızlaştırmayı başardınız, ya da kendinizi “Şu beyinci de ne hırslı birisi, ne saçmalıyor!” dedirtecek kadar küçülttünüz. Ne oldu? İçinizin yağları mı eridi? Hayır cidden ne geçti elinize?
Muhtemelen bir zafer duygusu yaşadınız ama içinizdeki haset ateşi yine de sönmedi değil mi? Kendinize yeni kurban bulmakta gecikmezsiniz merak etmeyin!

Bakın dostum, hayat böyle geçmez. Bırakın Macit Bey başarısının hazzını yaşasın, siz de madem beyin cerrahısınız, gidin beyin nöronlarınızı bir kontrol edin. Kısa devre yapıyor onlar, yangın mangın çıkar maazallah!

en büyük kim?



Devamını Oku

13 Kasım 2014 Perşembe

Mimlendim, keyifli bir yemek yazısı çıktı ortaya...

Sevgili Decoridea eğlenceli bir mimde beni mimlemiş, teşekkür ediyorum kendisine, evet gelsin sorular:


En sevdiğiniz yemek?
Ne desem bilemedim. Şimdi zeytinyağlı sarma desem, baklalı enginarın hatırı kalır, içli köfte desem deniz börülcesinin boynu bükülür. Cemal Süreya'nın "Aşk" şiirinden aşırma bir cevap oldu böyle de, en iyisi “sevdiğim yemeklerin hakkını veririm” demek sanırım.

cevizli baklava
En sevdiğiniz tatlı?
Sütlü tatlıların prensesi kazandibi, evde pişiyorsa azıcık yanmış dibi hem de, ismine yaraşır cinsten.
Şerbetli tatlılardan elbette ki cevizli ev baklavası. Baklava dediğin fıstıklı mı olurmuş, ceviz dolacak içi, tereyağının o özgün kokusunu hissedeceksiniz damağınızda, ağzınızda şerbet damlacıkları lezzet patlaması oluştururken, yavaş yavaş yutacaksınız lokmaları.
Bir de treliçe çıktı yeni, sütün aramosında o ne hafiflik, o ne lezizlik, o ne şahaneliktir öyle, bir de üzerinde karamel de var ki oy oy oy...



Siz çocukken anneniz sizi?
Ee? Ne diyeyim ki şimdi, soruyu yazan arkadaşımız bir zahmet yüklem de koysaymış ya! Protesto ediyorum bu yarım cümleyi. Bazen böyle kıl Türkçeci moduna geçerim bilirsiniz.

Çocukken, şimdi de?
Pardon, Fransız kaldım yine. Bu soruyu nasıl anlasam bilemedim. Twitter'da 140 karakter yazmaktan mı oluyor acaba bu sözcüklerden tasarrufa gitme anlayışı? Bir mani yazayım bari ben de:

Sosyal medya zehirledi bizi,
Viran etti cümlelerimizi,
Duymayanlar da duysun
Aradaki boşluklar kelimelerle dolsun☺

Yemeği sevdiğiniz ilginç şeyler?
Biz çocukken bahçemizde ayva ağacı vardı, biz onun çiçeklerini yemeğe bayılırdık, çok güzel bir tadı vardı o çiçeklerin. Şimdi olsa yine yer miyim, ne yalan söyleyeyim bir ayva ağacı görebilsem,çiçeğinin tadına yine bakarım sanırım.

Türk mutfağı dışında?
Evet yine yüklemsiz bir cümleyle karşılaştık. Ne zaman mim yanıtlasam ille de sorulara takılıyorum elimde değil. Türk mutfağı dışında hangi mutfakları sevdiğimi soruyorlar şeklinde varsayıp cevap vereyim.

Ben yemek konusunda hiç de açık fikirli bir insan değilim maalesef. Her yemeğe peynir atılan İtalyan mutfağı benim gibi peynir düşmanına ters. Etlerin pembe pembe neredeyse çiğ yenildiği Fransız mutfağı benden uzak olsun. Çok acılı sevmediğim için Meksika mutfağı da yerinde kalsın. Amerika'nın zaten mutfağı yok. İngiltere'nin mutfağı yok da işte kahvaltıları var, ama sanırım kahvaltıda tatlı fasulye yemek pek hoşuma gitmez. Böcek möcek, yosun mosun ne varsa pişirilen Uzak Doğu mutfağı benden uzak olsun, geriye ne kaldı? Rus mutfağının votkası olur bakın, Absolute'a hayır demem..


meyveler şahane


Yemeyi sevdiğiniz sağlıksız şey?
Nutella'lı ekmek, hmmm nefis!

En sevdiğiniz meyve?
Yine doğanın bize bahşettiği şahane meyvelere haksızlık edecek zor bir soru bu. İncirin ağızda bıraktığı o yapışkan ama güzel tadı nasıl kıyaslarım ananasın o sulu, o şahane kokulu etkisiyle! Karpuz kavun demez mi ki bizim neyimiz eksik. Çileğin o iç gıcıklayan kokusuna kim dayanabilir? Hele bu aralar tezgahlarda göz kırpan tatlı sulu mandalinalar, portakallar, Amasya elmaları çıtır çıtır.. Edalı işveli bir görünüp bir yok olan kara dutun gizemi, kızılcığın güzelliğine aldananların damaklarında kalan o şakacı mayhoşluk.. Kayısının sarısı, yere düştü yarısı mı desem, kiraz aldım dikmeden Halimem ben yanıyom yürekten mi desem, yoksa üzümler birbirlerine bakarak kararsa da çarşıdan bir tane nar alıp eve gidince bin tane olmasının sihrini mi anlatsam?
En iyisi ben bu soruyu pas geçeyim.


meyveler, taze taze...
En sevdiğiniz atıştırmalık?
Açsam, atıştırdığım her şey en sevdiğimdir. O anda meyve de olabilir, çerez de olabilir, kurabiye de olabilir, hatta kuru ekmek parçası bile olabilir. Adı üzerinde atıştırmalık, açlığı yatıştırmalık.. (yine reklam sloganı oldu)

En sevdiğiniz içecek?
Tabii ki su.. Yazın susuzluğunu gidermek için şekerli meyve suları, kola falan içerler ya şaşırırım onlara. Ya da çok sıcak bir günde susuzluğu gidermek için bira içerler. Hayır, ben önce kocaman bir bardakta suyumu içmeliyim kana kana, sonra içerim bira ya da sodayı. Susuzluğumu gideren ikinci içecek ise ayrandır. Yanlış anlaşılma olmasın, birileri “milli içecek” demeden önce de seviyordum ben ayranı.

Asla yemeyeceğim, içmeyeceğim dediğiniz şeyler?
Antenli arkadaşlar ve bilimum acayip yaratıklar diyeyim ve bu konuyu kısa keseyim. Zira konuşması bile zor netekim.

Sonsuz tane olsa yiyebileceğiniz şeyler?
Yok öyle bir şey, insan sıkılır hep aynı şeyi yemekten, ben sıkılırım şahsen.

dumanı tüten tarhana,nefis!
Çorbaların kralı?
Anne usulü tarhanadır. İçinde soğan, baharat, ot mot yoktur. Sadece domates ve yoğurtla karıştırılmıştır, mayhoştur. Yeşil biberle pişirip üzerine bolca karabiber dökersiniz, fırında kızarmış baharatlı ekmek lokmalarını atarsınız o sıcak çorbanın içine. İşte o ekmek lokmalarıyla çorbanın buluştuğu anda çıkan ses sanki yaşamın özü gibidir. Akşam tarhana çorbası piştiyse ve kaldıysa tencerede, ertesi sabah başka kahvaltı gelmez insanın aklına. O koku sevginin kokusudur, dumanı tüten tarhana çorbası pişen evler sanki daha huzurlu ve mutludur diye düşünürüm. Tarhana çorbası demek yuva demektir benim gözümde.
 Bir çorbaya işte böyle de anlam yüklerim...




kahvaltı sevgidir
Kahvaltıda tercih ettiğiniz şeyler?
Yemek yemek hakkında ne düşünürsünüz bilmem, ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” demiş ya Cemal Süreya, sanki bu şiiri benim için yazmış. Kahvaltı insanıyım ben, hele hafta sonları özenli kahvaltılar hazırlamaya bayılırım. Sadece peynir tereyağ yemem çocukluğumdan beri, onun haricinde her şey olmalı kahvaltı soframda. Şimdi anlatırsam herkesin ağzı sulanır, mükellef olmalıdır kahvaltı sofram. Ha bir de İzmir özlemim kabarınca boyoz çeker canım kahvaltıda.

Açken ben?
Reklam sloganı geldi şimdi aklıma, öyle sormuşlar çünkü. Açken ben ben değilim demek istiyorum. Gerçekten de açlığa dayanamam, kafam çalışmaz, uyku halinde olurum. Babaannemin bir lafı vardı, “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” derdi, aynen öyle gerçekten de.

Bir keresinde yemek yerken?
Bir keresinde yemek yerken gülme krizi tuttu, bir keresinde yemek yerken az kalsın balığın kılçığı boğazıma kaçıyordu, bir keresinde yemek yerken dalıp gitmişim, bir keresinde yemek yerken yemek çabucak bitti, bir keresinde yemek yerken yemek yemek ne acayip bir şey diye düşündüm, bir keresinde yemek yerken neden Türkçe'de yemek yemek gibi bir söylem var diye düşünüyordum...
Böyle uzar gider bu sorunun yanıtı...

Eğlenceli bir mimdi, umarım siz de eğlendiniz. Ben kimseyi mimlemek istemiyorum yine, bu yazıyı okuyup sorulara yanıt vermek isteyen herkes kendini mimleyebilir.


Lezzet ve keyif dolu bir gün geçirmenizi dilerim. Şimdiden afiyet olsun hepinize.
Devamını Oku

11 Kasım 2014 Salı

Kemal Sunal, yeni Türkiye ve mizah(çı)lar...

Geçenlerde ekranlar arasında gezinirken denk geldim, 3-5 saniye duraklayıp izledim.
Haber aynen şuydu:

İbrahim Büyükak 300.000 liraya son model bir jeep aldı” Kimdir bu İbrahim Büyükak acaba dedim, internette bir dolaştım. Karşıma şöyle bir bilgi çıktı:

"Eser Yenenler, Oğuzhan Koç ve İbrahim Büyükak, 3 adam adını verdikleri talk show programını başarı ile yürütmektedirler.  İbrahim Büyükak, hazırcevap, oldukça zeki, esprileri ile gülme krizine sokan adam, 1983 doğumlu....vs"    Evet magazin konuşmayı hiç sevmem ama dayanamadım bu haberi görünce, konuşmam lazım.

O programa bir kez denk gelmiştim, daha doğrusu Cem Yılmaz'ı konuk ettikleri için kısa bir süre katlanmaya çalışmıştım. Zorlama espriler, zeka yoksunu laflar, kendini gereksiz övmeler, erken gelen para ve şöhretin getirdiği hazımsızlık... Ne ararsanız vardı da bir tek gerçek espriler yoktu. “Jeep” kokusu vardı ortamda desem, anlarsınız siz zaten!

11 kasım 1944'de doğdu Kemal Sunal


Hani büyüklerimizin çokça bahsettiği “Yeni Türkiye” imajı var ya, işte Yeni Türkiye'nin komedyenleri de bu arkadaşlar...

Yılmaz Erdoğan'ın Mükremin Çıtır ve hatta Vizontele saflığı ve temizliğini bulacağımı umut ederek, başlarda  birkaç bölüm izledim BKM Mutfak'tan. Hiç ama hiiç gülemedim ne yalan söyleyeyim. Bir yapaylık, bir zorlama, bir kendini tekrar etme halleri alıp başını giderken, bu arkadaşlar da Yeni Türkiye'nin komedi fenomenleri oldular, haa pardon bir de recep ivedik vardı sahi! 

İşte hıyarlı baba, havuçlu anne ve kıllı recep ivedik...

 Ülke olarak bunlara gülüyoruz, algı ve bilinç düzeyimiz de aynı kişi başına düşen GSMH'nın (gayri safi milli hasıla) biz fark etmeden on bin dolarlara dayanması(!) gibi sanal alemde yükselmiş de yükselmiş!  İlahi Sürahi, İlahi Komedya...

Bugün, rahmetli Kemal Sunal'ın 70. doğum günüymüş, kendisini minnet, saygı ve sevgi ile anarken, iyi ki doğdun, iyi ki hayatımıza girdin Kemal Sunal derken düşünmeden de edemedim: Kemal Sunal son dönemin bu komik(!) adamlarını görseydi acaba ne derdi?

Geçen hafta sonu Gül Sunal'la bir söyleşi yapılmıştı gazetede, şöyle diyordu Gül Sunal:

Ama öyle bir havası yoktu Kemal’in. Başka bir işte çalışıyor gibiydi. Çok sonra fark ettik ünlü olduğunu. Star havası yoktu. Bizim mutluluğumuzun sebebi de bu mütevazılıktı. Canımızın istemediği hiçbir şeyi yapmadık biz. Öldükten sonra çok çocuk okuttuğunu öğrendim. Anlatmayı sevmezdi. Daha da saygı duydum. 


Yılmaz Erdoğan'ın balon gibi şişirdiği, televizyon dahisi (!) Acun'un allayıp pullayarak piyasaya sürdüğü bu hazımsız arkadaşlar paralarını pullarını jeep'lerini basına malzeme yaparken, büyük usta Kemal Sunal nasıl yaşamış ibret alırlar mı acaba? Hiç sanmıyorum.

Gül Sunal bakın neler söylemiş:

19 Ocak 1975’te evlenmeye karar verdiğimizde, Salak Milyoner, Köyden İndim Şehire, Hababam Sınıfı, Salako, Yalancı Yarim gibi birçok film çekmişti. Bir ev tuttuk. Orada iyiydik, hamileyken doktor nemden dolayı oturmamamı söyledi. Ezo ve Ali’yi ilk kez o eve götürdüm geçenlerde. İnanamadılar. O kadar nem kokusu vardı ki evde. Misafir geleceği zaman patates kızartırdık, kızartma kokusu rutubet kokusunu bastırsın diye. Ama biz mutluyduk, bugün yine gider otururum, Kemal’in olması şartıyla tabii.




Söyleyecek bir lafım yok gerçekten de, hem ben ne anlarım ki mizahtan, âkil adam Yılmaz Erdoğan mutlaka en iyisini biliyordur!




İçi boş balonların şişirilip şişirilip zengin edildiği başka ülke var mıdır bilmiyorum ama ben artık ekranlarda gerçek sanatçıları, gerçek sanat eserlerini görmeyi cidden çok özledim. 1980 gibi alengirli bir yılda çarpık siyasi karakterleri hicveden Zübük gibi bir filmi çekenlere de, oynayanlara da selam olsun diyorum, Kemal Sunal'la sizi başbaşa bırakıyorum...


Devamını Oku

6 Kasım 2014 Perşembe

Yine mimlendim, konu Bumerang!


Sevgili 1deliningunlukleri blogu beni Bumerang konusunda mimlemiş,  kendisine teşekkür ediyorum, bakalım sorular neymiş:

1.Bumerang hakkında genel düşünceleriniz nelerdir?
Blog dünyasına ilk girdiğimde tanıştım Bumerang'la, iyi ki de tanışmışım. Yaklaşık 22 aydır sürdürdüğüm blog yazarlığı serüveninde kendilerinden çok fayda gördüm. Geçen yıl YılmazÖzdil ve Ahmet Ümit söyleşilerine katıldım mesela, hayatımda unutamayacağım mükemmel etkinliklerdi.Yine Tolga Örnek'in “SeninHikayen” adlı filminin ön gösterimini Bumerang sayesinde bir çok ünlü kişiyle birlikte özel gösterimde izlemiş,Tolga Örnek'le de söyleşi yapma şansı bulmuştuk. Bu da benim için unutulmaz bir deneyimdi. Geçen yıl yine “İyi İçerik Atölyesi” ve Bumerang Ödül Törenine katılan şanslı blogger'lardan biri de bendim. Şahane bir deneyimdi. Bunlarla da kalmadı elbette, Bumerang'ın Facebook ve İnstagram yarışmalarından kitaplar da kazandım, söylemesi ayıp fena olmayan bir reklam geliri de elde ettim tekliflerinden. Bütün bu etkinlikler, hediyeler ve teklifleri alırken inanın"yazmak" dışında başka bir şey yapmadım. Üyelik tipi yükselmediği için Bumerang hakkında olumsuz düşünceler belirten arkadaşlara diyorum ki, aksatmadan güzel yazılar yazmaya devam ederseniz, Bumerang'dan karşılığını mutlaka görürsünüz. Adı üzerinde Bumerang bu, döner dolaşır sizi bulur.
Blog yazarlığını daha çok sevmemde Bumerang'ın katkısını yadsıyamam. Üstelik bunca basın-yayın kuruluşu arasında blog yazarlarına kapısını açan tek kuruluş olan Hürriyet'in hakkını da gözetmek lazım.

bumerang


2.Bumerang üyeliğiniz var mı ya da açmayı düşünür müsünüz?
Elbetteki var, Platin üyeyim. Sizin üyeliğiniz yoksa eğer, aşağıdaki kodu ilk üyelik başvurunuzda belirtirseniz, hem siz hem ben biraz para kazanmış oluruz :)




3.Bumerang'ın ilerde blogunuzu iyi yerlere taşıyacağını düşünüyor musunuz?
Bumerang sayesinde Yazarkafe'de yazılarım yayınlanıyor, dolayısıyla yeni takipçiler kazanıyorum. Daha çok etkinliğe katılırsam ve hatta yarışmada derece alırsam elbette blogum çok daha iyi yerlere gelebilir, köşe yazarı bile olabilirim, bu hiç de ulaşılmayacak bir hayal değil.
 Yeri gelmişken söyleyeyim, bu sene “En Çalışkan Blog” kategorisinde ben de Bumerang ödüllerine adayım, oylarınızı aşağıdaki linkten 
verebilirsiniz :)
 (Not: Bir mimden olabildiğince fayda sağlamak böyle bir şey olsa gerek) 

. 

4.Bumerang tekliflerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Teklifler konusunda Bumerang da sürekli kendini yeniliyor, birlikte kazanmaya devam ediyoruz.

5.Bumerang hakkında olumsuz düşünceleriniz var mı?
Olumsuz demeyelim de öneri diyelim. Kanımca yarışmada daha çok kategori olabilirdi, mesela ben kişisel, mütevazı bir blog olarak,10 tane yazarı olan, neredeyse profesyonel site kıvamına gelmiş bloglarla aynı kategoride yarışıyorum. Ya da yemek, makyaj, gezi gibi popüler konularda yazarak binlerce takipçiyi kolayca edinen bloglarla aynı kategoride yarışıyorum; biraz haksız rekabet oluyor sanki. Yeri gelmişken buradan sesleneyim, sevgili Bumerang, seneye yarışmada kişisel bloglar için lütfen ayrı bir yarışma kategorisi açın, içerik kalitesine göre bloglarımızı yarıştıralım ne güzel olur öyle...


6.Üye tipiniz sizce normal mi ya da tekrar değerlendirilmesi için bir talepte bulundunuz mu?
Ben blogumu açtıktan sonra başvurmuş, bronz üye olmuştum, birkaç ay geçtikten sonra altın, yanılmıyorsam 8. veya 9. ayımda da platin olmuştum. Gayet mantıklı bir süreçti.


7.Bumerang ile herhangi bir sorun yaşadınız mı?(Aldığınız reklam karşılığında ödeme yapılmaması gibi)
Kesinlikle hiçbir sorun yaşamadım. Bumerang ekibi çok arkadaş canlısı, çok kibar ve anlayışlı olduğu için kimsenin de sorun yaşayacağını sanmıyorum.

8.Bumerang dışında içerik eklediğiniz siteler var mı?
Çalıştığım reklam ajansının kurumsal blogunu yazıyorum, onun haricinde bir ara yazılarım, Maraş yerel gazetelerinden birinin hem dijital ortamında hem de basılı gazetelerinde yayınlanıyordu, bir süre sonra bazı haklı gerekçelerle bıraktım o işi.

9.İlerde bumerang ödüllerine katılmayı düşünür müsünüz?
Bu sene katıldım, herkesten oy bekliyorum :)


Evet, dileyen her blog yazarı bu mimi yanıtlayabilir, hayatımızdaki güzel bumerang etkilerinin hiç bitmemesi dileğiyle diyor ve gidiyorum bu günlük, sevgiyle..

Devamını Oku

4 Kasım 2014 Salı

#anılarınhastasıyım diyenlerin hastasıyım!

Vaktiniz var mı, alın çayınızı kahvenizi gelin biraz markaların iletişim çalışmalarından söz edelim. Daha doğrusu bu çalışmaların üzerimizdeki etkilerinden konuşalım. Biraz beyin fırtınası yapmış oluruz, hem de eğleniriz.

Size de oluyor mu bilmiyorum, zaman zaman beni bankalardan arıyorlar, Müsaitseniz size bilgi vermek istiyoruzdiyorlar. Dinleme modunda değilsem, “Bir şey satmak istiyorsanız boşuna sizi yormayayım, hele sigorta ise hiç almayayım teşekkür ederim” diyorum ve telefonu bir an önce kapatmaya çalışıyorum. Eğer vaktim müsaitse ve dinleme modundaysam, “belki bu sefer değişik bir şey söylerler” umuduyla Peki dinliyorum” diyorum ve maalesef çoğunlukla hayal kırıklığı yaşıyorum, çünkü karşı taraf genelde şöyle giriyor konuya:

- Öncelikle belirtmeliyim ki görüşmelerimiz kayıt altındadır. Sizin gibi seçilmiş özel müşterilemiz için hazırladığımız ferdi kaza sigortasından söz etmek istiyorum...”

Bu aşamadan sonra gerisi hep aynı devam ediyor: Allah göstermesin ayağınız kayıp düşseniz, iş yerinde kaza geçirseniz, bankamız size ambulans... vs” demeye kalmadan araya giriyorum:

Lang Lang

Hanımefendi sigorta istemiyorum, çok teşekkür ederim.” diyorum. Kaldı ki seçilmiş özel müşteri olmadığımı çok da iyi biliyorum, zira o bankayla son 6 aydır hiç çalışmamışım, beni mi kandıracaklar sanki! Yine monoton, yine ruhsuz bir şekilde reklam yapıp bir şey pazarlamaya çalışıyorlar belli ki...

Karşı taraf telefonu kapatmayarak, muhtemelen elindeki yazılı metinden okumaya devam ediyor:

Ama efendim kaza herkesin başına gelir, bir yerinizi kırsanız...” Tekrar araya giriyorum bu sefer daha kararlı bir şekilde:

Bakın hanımefendi, o kadar olumsuz, o kadar negatif şeylerden bahsediyorsunuz ki içim daralıyor. Ben o dediğiniz kötü şeylerin olma ihtimalini düşünerek hayatıma negatif enerjiler çekmek istemiyorum” diyorum, karşı taraf birkaç saniye duraklıyor, muhtemelen böyle bir cevapla daha önce karşılaşmamış, afallıyor anlayacağınız ve karşılıklı olarak telefonu nihayet kapatıyoruz ve ben Oh kurtuldum!diyorum kendi kendime.

Bir nevi reklam olan kamu spotlarını da aynı nedenlerle sevmiyorum ve ne zaman o negatif mesajlar veren ürkünç(!) kamu spotlarını görsem kanalı değiştiriyorum:

Deprem olunca evsiz kalırsınız, zorunlu deprem sigortanızı yaptırın!” diyor mesela karamsar ve buyurgan bir ses, o sigortayı yaptırasım varsa da hevesim kaçıyor, korku filmi gibiler çünkü!

Çok karamsar, her olayda kötü öngörüleri olan biri değilseniz, muhtemelen siz de benim gibi bu tip reklamlardan rahatsız oluyorsunuzdur. Ne hikmetse onlar bu tarzda ısrarcı olmaya devam ediyorlar ama!

Sözün özü, bende pozitif etki uyandıran iletişimler yapsınlar, canımı yesinler diyorum anlayacağınız. Ama pozitif etki yaratmak için saçmalamasınlar, uç noktalardan olaya girmesinler ya da beni aptal yerine koyarak hap gibi mesajlar vermeye çalışmasınlar. Doğal olsunlar, tepeden bakmasınlar, beni bir ürünü almaya zorlamasınlar, samimiyetlerine beni inandırsınlar yeter; ben zaten ihtiyacım olan bir şey olursa gider onlardan alırım. Çünkü pozitif etkileri hiç unutmam, size de öyle olmaz mı?

Bir de eğer bir reklamı ikinci kez izleyebiliyorsam yine alkışlarım o işe verilen emeği. Son dönemlerde alkışladığım, çok keyif alarak defalarca izlediğim, her izlediğimde de yeni ama sevimli detaylar yakaladığım reklam filmleri oldu.

Madem konuya sigortadan girdik, gelin onlardan birini, mesela Allianz'ın son kurumsal iletişim çalışması filmini izleyelim ve sonra üzerinde fikir yürütelim. (Ben çok eğleniyorum bu arada, umarım siz de sıkılmadınız, kendimi reklam ajansında Kreatif Direktör'müş gibi hissettim birden ne yalan söyleyeyim) 




Evet izledik, haydi yorumlayalım:

Hastasıyım sürprizlerin” diyor filmin başında Ayhan Sicimoğlu, meraklanıyor insan ister istemez, bakalım ne olacak diyorsunuz. Devamında “hastasıyım bu yaklaşımındiye şirketin farklılığını anlatan mesajı şahane bir şekilde veriyor. Zaten Ayhan Sicimoğlu gibi çok yönlü, farklı, renkli, sevimli, sıcak ve beklenmedik bir ismi seçmeleri bence çok akıllıca bir tercih olmuş. Güzel ama sıradan bir mankeni, şarkıcıyı da seçebilirlerdi ve o zaman çalışma bu kadar etkili olmazdı. Neyse filme geri dönelim biz, Ayhan Sicimoğlu'nu garson kılığında gören insanlar gülümsüyor, kendi aralarında fısıldaşıyor ve bu insanlar gerçekten de Allianz'ın yönetim kurulu üyeleri...
Anı sigortasıdiyor Sicimoğlu, Anılarınızı sigortalayalımsloganını duyunca şöyle bir afallıyorsunuz. Zira sigorta şirketlerinin klasikleşen korkutucu mesajlarının çok çok ötesinde bir vurgu bu! Olayı acayip sevimli ve duygusal bir hale getiriyor, zekice yapıyor hem de bu işi. Düşünsenize, telefondaki monoton ablanın eviniz zarar görür, sokakta kalırsınız ,hebele höbele...” diye korkutarak anlattığı şeyleri kastediyor aslında ama, olumlayarak!. Sigortaladığınız eşyalarınız aslında sizin anılarınızdır demeye getiriyor, benim gibi sigorta olayına uzak duranları tam da on ikiden vurmuş oluyor bu yaklaşımıyla..

Zamanın ruhunu yakalayan yaratıcı şirketleri çok seviyorumdiyerek, şirketle ilgili olumlu mesajları bilinç altımıza çaktırmadan göndermeye devam ediyor Sicimoğlu. Sonrasında hep birlikte odadan çıkıyorlar, nefis bir müzik giriyor araya, coşuyoruz yükseliyoruz hep birlikte. Yönetim kurulunun bütün üyeleri Ayhan Sicimoğlu ile birlikte çalışanların arasından geçerken elemanlar olanca doğallıklarıyla gülümsüyorlar, fısıldaşıyorlar. Etraf pırıl pırıl, aydınlık, herkes şıkır şıkır...

İnsana “Ne şanslılar orada çalışanlar, keşke ben de böyle bir şirkette çalışsam!dedirten cinsten olumlu bir sahne görüyoruz. Ve sonra sürpriz geliyor, Ayhan Sicimoğlu ve orkestrası şahane bir Latin müziği çalmaya başlıyor kurulan sahnede, bütün elemanlar toplaşıyor, dans etmeye başlıyorlar, konfetiler yağıyor üzerlerine... Parti havasına bürünen şirkette son sahnede Ayhan Sicimoğlu'nu görüyoruz tekrar:
Ve işte size sigortalanacak bir anı dahadiyor ve film bitiyor... Film bitince yüzünüzde bir gülümseme asılı kalıyor. Benim öyle oldu.

Bu iletişim çalışması sayesinde Allianz'ı soğuk bir sigorta markası olmanın ötesinde yaşayan bir organizma olarak görüyoruz, çalışanlarla tanışıyoruz, mutlu insanlar görüyoruz... Kimse bizi bir şey almaya zorlamıyor, dolayısıyla keyifli bir video izlemiş gibi oluyoruz reklam filmini izlerken.


#anılarınhastasıyım
Sizi bilmem ama ben çok etkilendim bu videodan, işim gereği bir de sosyal medyalarına bakayım dedim. Facebook sayfalarında kuru ürün reklamları yerine dünyanın en sıra dışı genç piyanisti Lang Lang'ın şirketleri için verdiği canlı performansa tanık oldum ve alkışladım bu yaklaşımlarını. Twitter'a  baktım, Sicimoğlu'nun sık kullandığı sıcak, samimi “hastasıyım” sözcüğünden türetilmiş #anılarınhastasıyım hashtag'ı ile karşılaştım ve ne yalan söyleyeyim hemen takip listeme aldım sayfalarını, zira doğal ve samimi bir şeyler dönüyordu ortada.
Allianz'ın bu projesi bana çok sıcak geldi; emek verildiği çok belli olan kaliteli bir iş çıkarmışlar.

Ne düşünüyorsunuz lütfen yazın bana, yorumlarınızın #hastasıyım biliyorsunuz...





Devamını Oku