Okuldan
yeni mezun olmuştuk. Yeni mezunuz ya, konuşuyoruz aramızda sen
kaça başladın, sen kaç liraya anlaştın diye. Arkadaşlarımızdan
bir tanesi de Bossa'da işe girmişti. İş görüşmesi sırasında
örnek olarak diyelim ki bugünün parasıyla 3000 TL istemiş bizim
arkadaş. Piyasada yeni mezun mühendisler 2000 TL alırken (rakamı
hatırlamadığım için yine tamamen atıyorum), bizim arkadaş iyi
bir anlaşma yapacak ya, rakamı yüksek tutmuş, 3000 TL! Burnundan da kıl
aldırmıyor bu arada! İş görüşmesi yaptığı insan kaynakları
sorumlusu “Olmaz, bu parayı size veremeyiz!” demiş. Bizim arkadaş
bozulmuş, “Neden?” diye sormuş. “Çünkü biz, yeni başlayan
mühendislere yine tamamen örnekliyorum “4000 TL veriyoruz!”
demiş insan kaynakları! Arkadaşımız şaşırmış, ne diyeceğini
bilememiş ve elbette işi kabul etmiş. Bu hikayeyi yıllarca nasıl
desem, bir peri masalı gibi anlatıp anlatıp güldük kendi
aramızda. Arkadaşımız yıllarca çalıştı aynı fabrikada, ta
ki ülkede üretim teşvik edilmeyip “varsa yoksa inşaat ve aveme”
sesleri yükselene kadar! Ta ki, hayvancılıkta olduğu gibi,
tarımda olduğu gibi, eğitimde olduğu gibi, yani diğer
bir çok sektörde olduğu gibi, tekstil sektörü de yerlerde
sürünmeye devlet eliyle mahkum edilene kadar!
**
Demem
o ki, bir zamanlar özel sektör bu kadar yüzsüzleşmemişti! “Bu
sene kâr edemedim, zam yapmıyorum”
diyebiliyor artık adı sanı devasa şirketler bile! Kendileri
yatlarıyla, şatafatlı hayatlarıyla magazin sayfalarında boy
gösterirken, çalışanlarına ne bileyim, masalarındaki tel zımba
muamelesi göstermekten kesinlikle ama kesinlikle utanmıyorlar!
“Yersen, işine gelirse” gücü ellerinde ya! Çünkü dışarıda
işsiz çok! Olmadı Suriyeli göçmen çalıştırırlar, olmadı
Bangladeş'ten işçi getirirler, olmadı üretimi kapatıp Çin'den
ucuza mal getirirler! Alternatif çok olunca dedim ya emekçi insan,
tel zımba muamelesi görür elbette!
Merak
ediyorum, her sene yüzde 10 zam alan özel sektör çalışanı var
mı aramızda? Bırakın yüzde 10'u, yüzde 5 zam alan var mı?
Kiralar bu kadar artmışken, ne bileyim, vergiler almış başını
gidiyorken, taksiden dolmuşa, benzinden ekmeğe her şey inanılmaz
pahalanırken cidden merak ediyorum; maaşına yeterince zam alıp
patronuna içtenlikle teşekkür eden var mı aramızda?
Ben şahsen
bilmiyorum. Ve ben gerçekten hayret ediyorum! Birileri inanılmaz
zenginleşirken, birileri dibe batıyor, ama alan memnun satan
memnun! Siz hiç “Hey özel sektör, neden zam yapmıyorsun!”
diye yükselen bir ses duydunuz mu? Duyamazsınız; çünkü ülke
gündeminde daha farklı konular var! Terör var, yaşama hakkının
gasp edilmesi var, ohal var, darbe var, var da var... Hatta en son
meclis başkanı “Che bir terörist, liseliler Che resmi basılı
gömlek giyemez!” demiş ya! Böyle konular varken ekonomi mi, çalışan hakları mı... Bırak allasen; lüks bu konuları konuşmak bizim ülkemizde!
***
Haftasonu
bir ara magazin programına denk geldim televizyonda. Sesleri
birbirinin aynısı, notaları birbirinden ayırt edemeyecek kadar müzik cahili popçular, arabesk fantezi denen kapı gıcırtısını
milyonlara müzik diye yutturanlar, oyuncu demeye bin şahit isteyen
taş bebekler ve erkek güzelleri Çeşme'de, Bodrum'da, Alaçatı'da
su gibi para harcayarak günlerini gün ediyor. Öte tarafta
yıllarca okuyup kafa patlatan özel sektör çalışanlarına “ Bu sene şirketim kazanamadı zam yok, hatta seni işten çıkarabilirim her an!”
korkusuyla yaşamayı reva gören yaşam koşulları!
Bodrum
Türkiye'nin en çok turist çeken yerlerinden bir tanesidir.
Özellikle batı ülkelerinden gelen turistler burasını çok sevip
burada tatil yapmaktadırlar. Sadece tatil yapılmıyor, doğal
güzellikleriyle insanların birçok yeri görmesine olanak sağlıyor.
Halikarnas
Mozolesi; Dünyanın en önemli tarihi eserlerinden bir tanesi
olarak gösterilen Halikarnas Mozolesi'nin şu an sadece kalıntıları
bulunmaktadır. Bu doğal güzellik Bodrum Kalesi yapımında
kullanılmıştır.
Antik
Tiyatro; Tam tarihi kesin olarak bilinmese de, günümüzde
hala bir çok organizasyona ev sahipliği yapmaktadır. Dünyanın
harikalarından birisi olarak gösterilmektedir.
Bodrum Antik Tiyatro
Pedasa
Antik Kenti (Gökçeler);
Çok farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış bu yer, Bodrum'un
en güzel yerlerinden bir tanesidir. Bu antik kente ulaşmak için
biraz kondisyonunuz olması lazım.
Günbatımı
ve Bitez Plajları;
Bodrum plajları düşündüğünüzden daha temiz ve doğal
bir şekilde bizi karşılıyor. Özellikle bu plajın diğer
plajlardan farkı güneşin batışını net bir şekilde
görmenizdir. Bu plaj huzur veren bir konumdadır. Genellikle
insanların akşama doğru bu plaja geldiği görülmektedir. Fakat
gündüzleri birçok insan burada güneşleniyor.
Bitez'de gün batımı
Bodrum
Koyları; Bodrum'un güzelliklerinden bir tanesi de Bodrum koylarıdır. Ege taraflarında çok olsa da Bodrum'da koylar açısından çok güzel
bir konumdadır. Bu koylar, insanların akın ettiği yerlerden birisi haline
gelmiştir. Bodrum'a gelenlerin çoğu burada dinleniyor ve bu
otellerde kalıyor.
Bardakçı
Koyu; Ulaşımınızı
normal yürüyerek veya arabayla yapma şansınız yok. Ulaşımı
botla sağlansa da çok kalabalık olan koylardan birisidir.
Etrafı yeşilliklerle çevrilidir ve doğal güzelliği sizi cazip
eder.
Bağla
Koyu; Bodrum'un en berrak denizlerinden bir tanesidir. Denize
girmek için kesinlikle bu yeri seçen insan sayısı her geçen gün
artıyor. Fakat maliyet olarak en pahalı yerlerden birisi olsa da
doğal güzelliği mükemmel.
Bodrum Bağla Koyu
Bodrum’a
uçakbileti; Bu
kadar güzel bir yerin maliyeti de biraz fazla olabilir. Atlas Global
üzerinden bilet aldığınızı farz ediyoruz. Ortalama bir yetişkin
235 TL vermesi gerekmektedir. Bu fiyatın her gün değiştiğini
söylemek isterim. Mesela bayram zamanları bu fiyatlar tavan
yapıyorken, sezonun kapanmasına bir ay kala fiyatlar yarıya
iniyor. Atlas Global ile hangi sınıfta gideceğinizi de
seçebiliyorsunuz. Bu sebeple fiyatlarda artış veya düşüş olabiliyor. Atlasglobal'in yaptığı yeniliklerden birisi de,
bilet fiyatları her şey dâhil paketine girmesi ve herhangi bir
ücret ödemenize gerek olmamaı. Atlas Global son yıllarda en popüler olan uçak gidiş-dönüş markası haline geldi.
Bodrum’da
ne yenir ne içilir, nerede gezilir, nerede kalınır gibi
sorularınıza cevap arıyorsanız Bodrumuçak bileti ve şehir rehberi tam size göre!
Üstelik
erkenrezervasyon fırsatlarından faydalarak oldukça uygun fiyatlara
tatil yapmanız çok kolay!
Geçen
hafta salı ve cumartesi arasında 4 gece Avşa Adası'ndaydım. Daha
önce hiç gitmediğim Avşa'nın pozitif enerjisi ruhuma o kadar iyi
geldi ki, yazmasaydım olmazdı. “Ada nasıldı?” diye
sorarsanız, eskilerin tabiriyle “nev-i şahsına münhasır”
cevabını vermek gelir içimden. Yani kendine özgü, değişik ama
sıcacık bir karakteri var bence Avşa'nın. Ne İstanbul'un Prenses
Adaları gibi aristokrat, ne Cunda gibi pahalı, ne Ege'ye benziyor,
ne de Akdeniz'e! Dedim ya değişik bir atmosferi var; ama sizi hemen
sarmalayan sıcak bir atmosfer bu. Adada kaldığım 5 gün boyunca
eski Türkiye'de gibi hissettim kendimi. Belki de Avşa'da beni en
çok rahatlatan duygu buydu. Yani bizim Anadolu insanı vardı ya
hani, özlediğimiz, sevdiğimiz, bizden olan, kanımıza işleyen;
işte Avşa'da o ruhun henüz tamamen yitip gitmediğini gördüm.
İnancını inançsızlığını giyimiyle kuşamıyla haliyle
tavrıyla gözler önüne sermeyen, hani denize de giren, mayo da
giyen, ortamı olunca iki duble içkisini içen, nasıl desem Münir
Özkul Adile Naşit kıvamında olmasa da, yine de mütevazı bir
insan tiplemesi vardı ya hani, işte onu gördüm Avşa'da!
Kutuplaştırılmamış günlerden kalmış bir insan topluluğuydu
içimi ısıtan. Etnik kimliğin, dini kimliğin, maddi gelirlerin
önemsenmediği, dışarıdan bakıldığında herkesin eşitlendiği
zamanlara bir yolculuktu sanki Avşa benim için. İşte bu yüzden
çok huzurluydum tatil boyunca. Ülkeme dair umutlar bile yeşerdi
içimde, çünkü reset çektim sanki hayata; haber dinlemedim,
televizyon izlemedim, sosyal medyadan uzak durdum.
Avşa'nın mütevazı sahili
Sıfır
beden kaygısı duymayan, çoğu evli ve çocuklu kadınlar;
eşlerinin ne giydiğine karışmayan adamlar, çığlık çığlık
denize giren mutlu çocuklar, yani Türkiye'nin bildik tanıdık
yurdum insanları vardı Avşa'da. Sevgilisini koluna takıp gelen
öğrenci de vardı, tekstil fabrikasında işçi olan da vardı,
emekli öğretmen karı koca da vardı, ev hanımı da vardı, ama
dedim ya herkes halk plajında eşitlenmişti...
Avşa'ya
IDO ile gidiş
Marmaray
ile Yenikapı'ya 10 dakikada geçtim, indiğim yerden İDO'nun
servisine bindim. IDO ile 2 saat 45 dakikada Avşa'daydım. Buraya
kadar her şey çok güzel. Ama IDO, denizin tek hakimi olduğu için
bilet fiyatları uçuk! 2 saat 45 dakikalık yolculuk için
verdiğiniz neredeyse bir uçak parası! Zaten sistem de uçak
sistemi! Erken davrananlar biletini 35 TL'ye alabiliyorken, benim
gibi iki gün önce alanlar 70 TL'yi, son gün alanlar ise 100 TL'yi
gözden çıkarmak zorunda kalıyor. Şimdi güzel güzel tatil
yazısı yazacağım fazla eleştirmeyeyim diyorum ama, söylemeden
de geçemiyorum işte. Bu kadar özelleştirme, bu kadar para hırsı
gerçekten de bu cennet ülkenin bünyesine fazla geliyor! Diyorum,
ve bu konuyu kapatıyorum.
Avşa'da
konaklama
Avşa'da
benim gördüğüm kadarıyla fazla otel yok. En yaygın konaklama
biçimi ise pansiyonlar ve apart odalar. Ben üzeri yemyeşil
sarmaşıkla kaplı, dolayısıyla serin, denize 15 adım uzaklıkta
şirin mi şirin bir apart odada kaldım. Yatak, küçük bir mutfak
ve banyodan oluşan yaklaşık 15 metrekarelik apartın en güzel
özelliği ise her odanın bahçeye açılan kapısı önünde
kendine ait tahta bir masa olmasıydı. İhtiyacım olan mutfak
eşyalarının da olduğu bu apartta minimal hayatın gayet de mümkün
olduğunu deneyimleme şansını yakaladım. Gördüm ki, insan
pekala da 15 metrekarede yaşayabiliyor; 3 tane bardak, 2 tencere, 3
tabak ile bal gibi de ihtiyacını karşılayabiliyor! Bulaşık
hemen toparlanıyor, fazla eşya olmadığı için ortalık
dağılmıyor, hoş yürüyecek pek alan da kalmıyor sana ama,
dışarısı var, sahil var, ne yapacaksın geniş odayı! Ağaçların
serinliği sayesinde klimaya ihtiyaç duymuyorsun. Hafiflik, mutluluk
getiriyor, daha ne olsun!
Ağaç varsa, klimaya ne gerek var!
Avşa'da
yeme içme
İskelenin
sağında ve solunda kumsalın önünde yer alan dar sokaklar boylu
boyunca yeme içme mekanları ile dolu. Ada neredeyse 18 saat ayakta
olduğu için mekanlar da çok yönlü hizmet veriyor. Yani sabah
sokak boyunca her işletme kahvaltı verirken, bu işletmelerin çoğu
öğleden sonra waffle ve kumpir dükkanlarına dönüşüyor.
Bazıları ise kebapçı ya da balıkçı oluyor akşamları.
Avşa'da kahvaltı!
Ben
sadece bir kere haricinde hiç dışarıda yemek yemedim. Adanın
sebzeleri o kadar taze ve ucuz ki, açıkçası yaptığım her
yemekten oldukça da keyif aldım. Adada et de ucuz, sebze de ucuz.
Ama siz dışarıda yemeği tercih ederseniz, açık büfe
kahvaltılar ortalama 15 TL, bir porsiyon balık ya da et yemeği de
ortalama 20 TL civarında. Fiyatlar İstanbul ile kıyasladığınızda
oldukça ekonomik. Bir top dondurma 75 kuruş, daha ne olsun...
Avşa'nın mis kokan domatesleri
Avşa'nın yerli zeytinleri
Ama
dediğim gibi kendi yaptığım yemeklerle hafifledim resmen, bir
daha gitsem Avşa'ya, yine apartta kalır, yine kendi yemeğimi
kendim yaparım. Çünkü Avşa'nın ruhu bence bu tarza daha müsait
sanki... Bir çok market var, fırın var, kasap var. Her şeyi ucuz
olarak temin etmek mümkün. Tabii ki en son ramazan bayramında 2500
kişinin yaşadığı adaya 130.000 kişi gidince çıkan kıtlık
haberlerini okumuşsunuzdur. Okumayanlar buradan detayları öğrenebilir. Bayramda seyranda gitmemek lazım!
Avşa'nın sahilinde yemek çok!
Ada Karası adlı yerli şarabı da meşhurmuş, ama ben bu sefer
tadamadım, bir dahaki sefere artık!
Avşa'nın
havası
Mükemmeldi.
Serindi, hiç terlemedim. Odada bir pervane vardı, çalıştırma
ihtiyacı bile duymadım. Tertemizdi havası, sabah nasıl da iyi
geliyordu temiz havada yürümek!
Avşa'nın
denizi ve güneşi
Deniz
hemen derinleşmiyor, temiz, serin; ben çok sevdim. Koli basili var
mıdır bilmem ama, öğleden sonra bile dalga çıkmayan havuz gibi
deniz, benim gibi yüzme konusunda sıkıntı yaşayanlara ilaç gibi
gelecektir. Senelik iyot ve D vitamini depoladım ben, saatlerce
kumsalda ve suda kalmama rağmen güneşten aşırı da yanmadım.
Dedim ya, Avşa üzmüyor insanı... Her şey orta karar, çok güzel,
insana “hayat böyle bir şey olmalı” dedirten cinsten... Adada
her yer halkın plajı, para vermiyorsunuz doğa ananın sunduğu
nimetlerden yararlanmak için. İlle de şezlong kiralamak
isterseniz, o da gün boyu 8 TL. Ama kendi şemsiyenizi getirip
kumsala dikseniz, kimse size bir şey demiyor; yani olması gerektiği
gibi, yani dedim ya herkes eşit!
Avşa'nın güzel denizi
Avşa'nın
gece hayatı
O
kadar enteresan bir yer ki Avşa, bir tatil beldesinde olması
gereken her şeyin minyatür hali mevcut. Yani diskosu da var, 5-6
işletmeden oluşan barlar sokağı da var. Akşamları sahil oldukça
kalabalık oluyor. Açıkçası ben akşam yemeğinden sonra apartın
huzurlu bahçesinde kitap okuyup erkenden uyumayı tercih ettiğim
için Avşa'nın gece hayatı hakkında fazla yorum yapamayacağım.
Ama sanırım bir hareket var.
Avşa'nın
kedi köpekleri
Ben
kedi köpeklerle fazla haşır neşir olmayı sevmem, daha doğrusu
tırsarım itiraf edeyim. Ama adanın kedi köpekleri beni bile
ürkütmeyen cinstendi, efendilerdi anlayacağınız. Ne sesleri
çıkıyordu, ne de insanı rahatsız ediyorlardı. Verdiğim
yiyeceği kapıp gizlice yiyen, ve daha vermem için sırnaşmayan
ada kedileri keşke Kadıköy'ün şımarık kedilerine biraz
kalenderlik dersi verseler!
Avşa'nın efendi köpekleri
Motor
gürültüsü yok!
Huzur...
Ada
sahilinde yaz sezonu boyunca motorlu araç yasak, arka sokaklarda tek
tük araba gördüm ben. Dolayısıyla motor gürültüsü yok.
İnsanlar elektrikli ve sessiz motorlar ya da bisiklet kullanıyorlar.
Zaten her yer yürüme mesafesi olduğu için sorun da yok. Bu da
adanın güzelliğine güzellik katıyor.
İskelenin
sağı solu Çok
meraklıyız ya inşaat yapmaya, ve inşaat yapılan yerleri ortalama
halktan koparıp ultra zenginlerin hizmetine açmaya! Avşa'da da
denizi doldurmuşlar, yat limanı yapıp adanın çehresini
değiştireceklermiş. Neden bilmiyorum, bu inşaat yarım kalmış.
Ama olan adanın doğal dengesine olmuş! Dolan deniz, rüzgarların
yönünü etkilemiş ve işte bu nedenle iskeleyi arkanıza alıp
sola döndüğünüz kısım, çok rüzgarlı olduğu için tercih
edilmiyormuş. Ben de öğrendiklerimin yalancısıyım, bilmiyorum
işin aslını. Ama bildiğim bir şey var; bırakalım artık
doğayla uğraşmayı, bir ada da sakin kalsın! Yatlar Avşa'ya da
gelmeyiversin, nasılsa gidecek çok yerleri var! O yatlar gelince bu
deniz bu kadar temiz kalacak mı, hadi kaldı diyelim, fiyatlar
yükselmeyecek mi, o zaman nereye gidecek tatil için, emekli
öğretmen Ruhi Bey Amca...
Sonuç,
Ülkemiz
gerçekten çok güzel! Çok güzel denizlerimiz var, çok güzel
sebzelerimiz, meyvelerimiz var. Çok güzel insanlarımız da var.
Özümüze dönsek, değerlerimize sahip çıksak, esen rüzgarlara
kapılmasak, birilerine körü körüne inanmasak yeter de artar bu ülke
bize, hem de hepimize...
Yok
yok, bu böyle olmayacak. Gündemden uzaklaşayım, romantik komedi
yazayım dedim, tam kahramanlarım romantik komedi klişelerine uygun
bir şekilde sokakta karşılaşıp birbirlerinden hoşlanacaklardı
ki, hoop gittiler zamanda yolculuk yapan eski Yeşilçam figürlerine
dönüşüverdiler! Hadi neyse dedim, devam edeyim dedim, bu sefer de
derin felsefelere girmezler mi? Neymiş efendim her şey o kadar
hızla değişiyormuş ki, defalarca izleyip sıkılmadığımız
Tarık Akan Gülşen Bubikoğlu filmi olan Ah Nerede'nin bile
senaryosu değişmişmiş kendi kendine!Bu kadar da uçulur mu? Hadi buradan devam edeyim
etmesine de son bölümde yaptıklarına ne demeli ya? Bizim meşhur
Ah Nerede filminin kahramanı Zehra bilgi yarışmasına katılıyor
hiç hesapta yokken, orada öyle sorularla karşılaşıyor ki, paralel devletin
yıkıntıları arasında buluyor kendini! Eh pes yani, bir bölüm
daha yazsam, neredeyse benim romantik komediyi uzaylılar basacak,
sağdan soldan Dr. Who karakterleri fırlayacaktı! Kahramanlarım
kontrolümden çıktı hepten. Güncel sorunların içinde ne
romantizm kaldı, ne de komedi! Bildiğin distopya tadında bir
şey oldu neredeyse yazdıklarım! Tam 10 gündür belki romantik bir
şeyler yazarım da romantik komedinin hakkını veririm diye
bekledim ama nafile! Böylesi zamanlarda romantik komedi yazmak
olmuyor, yani ben beceremedim, pes ettim. Kahramanlarım isyan etti, onlara söz geçiremedim!
Haydarpaşa
Garı'nı Satıyorlarmış!
Ne
yazacağım peki, iyi bir şey yazmak istiyorum, sadece iyi bir şey
yazmak için değil, ruhumu iyi tutmak için de haberleri dinlememeye
çalışıyorum; ama yok! Bir şekilde sızıyorlar algı sınırlarım
içine. Biraz önce açtım Facebook'u, kafa dağıtmak için oyun
oynacağım güya, bir haber gördüm ki akıllara zarar! İçim
dışım şişti gözlerim doldu, ve kendimi yine burada bu iç
döküş yazısında buldum. Nasıl anlatsam, nereden başlasam...
Yani bir romantik komedi yazmaya kalksam ve mesela kahramanlarım
Ferit ve Zehra Haydarpaşa Garı'nda rayların arasında elele
dolaşmaya kalksa, bu mümkün olamayacak! Çünkü, nasıl
söyleyeceğimi cidden bilemiyorum ama Haydarpaşa Garı satılığa
çıkmış!
Okuduğum
haber aynen şöyle:
“Başbakanlık
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı Türkiye’nin ve İstanbul’un
tarihi simgelerinden Haydarpaşa Garı, liman ve geri sahasına göz
koydu. Başkanlık, Kadıköy Belediyesi’ne 3 gün önce bir yazı
yollayarak “Haydarpaşa Liman ve Geri Sahası”nın özelleştirme
kapsam ve programına alınmasına yönelik çalışmalar” için
bilgi sordu. Kadıköy Belediyesi Başkanı Aykurt Nuhoğlu “Ülke
darbe girişimini yeni atlatmış. Kamu arazilerini korumamız
gerekirken satışa çıkarmak için çaba sarf ediyoruz. Bu
arazilere halkın ihtiyacı var. Ülke güvenliği düşünmesi
gerek. Bu arazileri satmakla meşgul oluyorlar. Bunları satmakla
meşgul bir anlayış bu ülkeyi yönetemez. Bu bir sürecin
başlangıcı. Satılmaması için mücadele edeceğiz” sözleriyle
isyan etti. “Haydarpaşa Liman ve Geri Sahası’nın özelleştirme
kapsam ve programına alınmasına yönelik yapılan çalışmalar”
için yaklaşık 400 bin metrekare alan hakkında bilgi istendi. “
Şimdi
şehrin en önemli tarihi eserlerinden biri satılırsa, eski
Yeşilçam Filmleri'nin çoğunda yer alan Haydarpaşa Garı temalı
replikler isyan etmez mi? Ben nasıl yazarım romantik komedi! Ferit
ile Zehra 40 yıl öncesinden fırlayıp “Yapmayın, buraları
aşıklara kapatmayın, buralarda alışveriş merkezi, otel falan
açmayın” demezler mi! Avrupa'da 400 yıllık binaları koruyan,
her birini müze yapan anlayış, küçücük nehirlerinin
kenarlarını cennete çevirip turizme, halka açan anlayış, “onlar
ne anlar tarihi korumaktan” diye bize gülmezler mi? Her şey bir
kenara, mesela o bölgeyi arap şeyhleri alsa, Kadıköyüm artık
eski Kadıköy olur mu, buralarda yaşanır mı! Ah Ferit, Ah Zehra,
“Ah Nerede” sizin zamanlarınız? Ben artık bu kadar betonun, bu
kadar sermayenin, bu kadar vahşi para hırsının içinde nerelere
gitsem, ne etsem...
Romantik
komedi ha, romantik komediyi kim kaybetmiş de biz bulmuşuz! İçimiz
dışımız olmuş 1984 kitabı....
Zehra
mutlu mutlu evinde otururken telefonu çaldı. Bilmediği bir
numaraydı arayan. “Buyurun” dedi. “Zehra Hanım, başvurduğunuz
bilgi yarışmasına kabul edildiniz. Yarın hemen Kanal
SonKalanTv'de yarışmaya bekliyoruz” diyordu bir ses. Çok
heyecanlandı Zehra, “Elbette geleceğim” dedi sevinerek. Büyük
ödül 1 milyonu kazanırsa Ferit'le ne güzel seyahatlere çıkardı,
adalardan bir ev bile alırdı belki çiçekler ve bahçe içinde.
Hem genel kültürüne güveniyordu Zehra, niye kazanmasındı ki...
Ertesi
gün kendini en rahat hissettiği spor pantolonu ve tişörtünü
giyerek, fazla da süslenmeden Kanal SonKalanTv'nin yolunu tuttu.
Yarışmanın başlamasına 30 dakika kala yetişti stüdyoya. Salon
hazırdı, seyirciler yerlerini almıştı. Sorular başladı:
Zehra
çok rahatlamıştı soruyu duyunca, hemen cevap verdi:
- Cevap
veriyorum, Hakkari!
- Maaalesef
bilemediniz, diğer soruya geçiyoruz.
- Ama
nasıl olur sunucu bey, ben bu yanıttan eminim!
- Düne
kadar haklı olabilirdiniz ama, Hakkari artık il değil, dün il
olmaktan çıkarıldı. Şansınızı bir sonraki soruda
kullanabilirsiniz Zehra Hanım.
Zehra
çok üzgündü, çocukluğundan beri bildiği, Türkiye'nin
doğusundaki il Hakkari yok muydu artık! Biraz morali bozuldu ama
yarışmayı kazanmalıydı, can kulağıyla sunucuyu dinledi.
- Evet
Zehra Hanım, ikinci sorumuzu mutlaka bilirsiniz. 30 Ekim 1973
tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin 50. yıldönümü şerefine
devlet töreniyle açılan, ve iki kıtayı birleştiren köprünün
adı nedir?
- Bunu
bilemeyecek ne var, tabii ki Boğaziçi Köprüsü!
diye
yanıtladı gülümseyerek Zehra.
- Çok
üzgünüm Zehra Hanım, maalesef bu soruyu da bilemediniz.
- Ama
nasıl olur sunucu bey, bu bir şaka mı! Dünyadaki herkes bu
köprünün adını bilir!
- Köprünün
adı artık 15 Temmuz Şehitler Köprüsü oldu. Bir hafta önce
yapsaydık yarışmayı, soruyu bilecektiniz. Anlaşılan gündemi
pek de takip etmiyorsunuz! Neyse diğer sorularla devam edelim,
moralinizi bozmayın!
***
Zehra
yıkılmıştı! Çok güvendiği genel kültürü, gündemi takip
etmediği için eskiyor, bildiği her şey kısa süre içinde
değişiyordu. Okumak yetmiyor, gündemin içinde yaşamak
gerekiyordu. Her şey, ama her şey hızla farklılaşıyordu.
Yoksa gerçekten de “Ah Nerede” filminin senaryosu da mı
değişmişti! Kendini topladı, ama morali çok bozulmuştu. Ferit'i
düşündü, aşkını ve mutlu geleceğini düşündü, konsantre
olmaya çalıştı.
- Evet
sıradaki sorumuzu mutlaka doğru yanıtlayacaksınız Zehra Hanım.
Çünkü bu sizin son şansınız. Hazır mısınız, işte sorunuz
geliyor! 1969 yılında dünyanın dördüncü büyük sanat
merkezi olarak hizmet veren ve Cumhuriyet Dönemi'nin simge
yapılarından biri olan, içinde opera, bale, tiyatro, konser ve
sinema salonları bulunan Taksim'deki ünlü yapının adı nedir?
Zehra
duraksadı, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. 8 sene öncesinde
içinden keman sesleri yükselen, bir çok gösteriye gittiği o
yapıyı, şimdilerde yıkılması planlanan, çünkü 8 senedir
çürümeye terk edilmiş o sembol binayı düşündü. Yüreği daha
fazla kaldıramayacaktı. Soruya yanıt vermeden koşarcasına terk
etti stüdyoyu!
*****
Hızla
uzaklaştı binadan. Her şey ama her şey neden bu kadar
değişiyordu! Bu gerçek, bir tokat gibi yüzüne çarpmışken
birden afalladı. Köşe başındaki bankta oturuyordu Ferit,
geçmişten gelen tek hatıra olduğu için, O'na yaklaşıp
gerçekleri anlatmak geldi içinden. Evet, insan sevdiği şeylere
sahip çıkmalıydı. Bütün cesaretini toplayarak Ferit'e doğru
hızlandırdı adımlarını Zehra...
ARKASI
YARIN...
BİRLİKTE
YAZALIM:
Yorumlarınızla öyküye katkıda bulunmak ister misiniz, hep
birlikte terapi yapmak amacım. Öykünün bir sonraki sahnesi için
yorum yapın, ben de ertesi gün yazarken ruh halime en uygun yorumu
öyküye ekleyeyim.
Ne
yapacağını şaşırmıştı Ferit. Böyle bir şey nasıl
olabilirdi ki! Tekrar aldı eline aynayı, tekrar baktı. Evet, Tarık
Akan'ın ta kendisiydi gördüğü! Sonra aklına geldi, arka cebini
yokladı telaşla. Ceketinin iç ceplerinde bir cüzdan buldu.
Heyecanla açtı içini, evet tam beklediği gibi kimliğinde “Ferit
Şeritoğlu” yazıyordu ve tam da beklediği eski halinin, yani
artist olmayan normal halinin resmi vardı üzerinde. Peki ama sureti
neden değişmişti? Bütün bunlar bir kaç dakika içinde olup
biterken *Zehra O'na kızgın bir bakış atarak arkasına döndü ve
mor elbisesinin eteğinden tutarak hızla uzaklaştı. Öylece
bakakaldı Ferit. Ne yapsaydı yani, gitse ardından sapık gibi,
bir de kızdan tokat mı yeseydi! Zaten büyük bir saçmalığın
içine düşmüştü. 1975 yılında çekilen bir filmin kahramanı
nasıl oluyor da kendi suretine bürünebiliyordu! Ya bu kız!
Çıldırmamak elde değildi. İyi de kendini öyle görürken, neden
etraf bunun farkına varmıyordu! Bütün bunları düşünürken
birden *kızın kendisine doğru koşar adım geldiğini gördü.
Zehra yaklaştı, elindeki aynayı hışımla çekip aldı ve “manevi
değeri var bu aynanın, yoksa dönüp almazdım bile!” dedi ve
gitti.
"Güzel
kız ama" diye geçirdi içinden. Gülşen Bubikoğlu'nun 1975
halinin eline hangi Beren, hangi Nurgül, hangi Tuğba, Hangi Burcu
su dökebilirdi ki! “Ah nerede o eski romantik komediler” dedi
kendi kendine. Bir jön bile yok artık, 40 yıl geçti aradan, geldi
mi yeni Tarık Akan, gelmedi elbet. Keşke gördüklerim gerçek
olsa, ben Tarık Akan olsam, Zehra ile birbirimize aşık olsak,
ağaçların arasında kovalamaca oynasak, fonda neşeli bir aranjman
olsa...
Bu
arada Zehra yürürken bir taraftan da çaktırmadan arkasına
bakıyordu. Kendine itiraf etmese de aslında istiyordu Ferit'in
ardından gelmesini. Gizli sırrını bugüne kadar saklamış,
birgün ruh eşiyle karşılaşacağı umudunu hep canlı tutmuştu.
Aynaya bakınca Zehra da “Gülşen Bubikoğu'nun “Ah Nerede”
filmindeki halini görüyordu çünkü. Ama kimselere söylememişti
bu durumu. Hem söylese de kim inanırdı ki zaten... Sadece Ferit
inanırdı, biliyordu birgün O'na kavuşacağını, işte o gün gelmişti nihayet... İçinde
kelebekler uçuşuyordu, dans etmek istiyor, bütün dünyaya bu
imkansız aşkın yakında gerçek olacağını haykırmak istiyordu.
Rüyada gibiydi, yoksa rüya mıydı bütün bu yaşananlar!
Mantığını sorgulamaktan çoktan vazgeçmişti de, lütfen
rüya olmasındı... Belki de bir büyünün içindelerdi, ya da
paralel evrendelerdi, belki de içlerine uzaylı kaçmıştı, hiç
önemi yoktu bütün bunların. Çünkü Zehra ile Ferit'in dillere destan bir aşkı
olacaktı, hissediyordu, mutluydu...
ARKASI
YARIN...
BİRLİKTE
YAZALIM:
Yorumlarınızla öyküye katkıda bulunmak ister misiniz? Saçma ve karanlık gündemlerle boğulduğumuz bu acayip günlerde hep
birlikte terapi yapmak amacım. Öyküyü öylesine çalakalem yazıyorum, zaten edebiyat yapmak gibi bir derdim yok. Dedim ya, sadece terapi amaçlı bu yazdıklarım. İsterseniz siz de katılın terapiye. Öykünün bir sonraki sahnesi için
yorum yapın, ben de ertesi gün yazarken ruh halime en uygun yorumu
öyküye ekleyeyim.
(*
)İşaretini gördüğünüz yerdeki katkısı için dün yorum yapan
Başak Kırmacı'ya teşekkür ederim.