En baştan öz eleştirimi yapayım:
Bu kadar uzun süre yaz(a)mayıştan sonra bir magazin
haberi ile sahalara dönmek, gerçekten de pek bana yakışmıyor. Magazine
bulaşarak karizmayı çizdiriyorum farkındayım ama ne yapayım. Biliyorsunuz ki en
büyük yazma motivasyonum, içimin şişmesi. Azıcık bardağın taşması
lazım yani. Gelelim konuya:
Çoğunuz sosyal medyada gündem olan haberi
görmüşsünüzdür:
“Ünlü oyuncu çift, Londra’dan ev satın aldı.
İstanbul’daki evlerini de bozmayan çift, proje olduğunda çekimler için
Türkiye’ye gelecek ama çocuklarının eğitimi için, dadılarını da yanlarına
alarak…vs.”
Konunun devamını ve detayını buraya yazmak
istemiyorum. Çünkü gerçekten içim şişiyor. Hele ki “London” yer bildirimli çok
aşırı mutlu, gülümseyen sosyal medya fotoğrafları var ki aman diyeyim evlerden
ırak…
“Ee ne var bunda? “diyeceksiniz
şimdi.
”Paşa gönülleri nerede isterse orada yaşarlar, sana ne!” eleştirisi yapacak ve hatta ekleyeceksiniz de:
“Paraları var, canları nerede isterse orada
yaşarlar elbette!”
İşte beni rahatsız eden şey tam da bu:
Neden bazı insanlar canları nerede isterse orada
yaşayabiliyor da, diğerleri için COĞRAFYA KADERDİR klişesi geçerli oluyor?
(dip not: Sakın yanlış anlaşılma olmasın. Bu
yazıda nice zorluklara katlanarak başka ülkede kendilerine hayat kurmak
isteyen, ve çabaları sonucunda bunu başaran insanları kast etmiyorum. Ki bunu
başaran pek çok blog dostum var, kendilerini keyifle takip ediyorum. Benim
derdim kolaya kaçan tuzu kurularla)
Zenginin malı, züğürdün çenesini misali kendimi
yormaya devam ediyorum:
Bu adamlar ve kadınlar ülkede hiper über enflasyon
varken London’da ev almak için çok da yormuyorlar kendilerini. Nesillerden
nesillere aktarılacak, arşivlere kaldırılacak sanat eserleri mi yaratıyorlar
peki? Yok, hiç de öyle değil. Tiyatroda mı gönüllere dokunuyorlar? Hayır o da
değil! Sabun köpüğü gibi birkaç senede unutulacak abuk sabuk dizilerden
alıyorlar bu astronomik ücretleri. Ve sonra da “London”da gülümseyen fotoğraf
kareleriyle dolu tatlı hayatları olabiliyor.
“Biz kendimizi kurtardık, siz ne yaparsanız yapın” der gibi, adeta dalga geçer gibi… Herkes bir çocuğa bakamazken peş
peşe çocuklar doğurup dadılarını da yanlarına alarak çekip gidebilen şanslı
insanlar bunlar. Sen ben kimiz ki! Yaşasın şov bizinıs ve onun sahte yüzleri…
“Ülkemin yorgun insanları her akşam televizyon başında
4 saat ağlak dram dizileri izleyip kafaları uyuşsun ve olup bitenleri
sorgulamasın” projelerinde yer alarak kazanıyorlar çuvalla parayı! Ve tabii ki
verebiliyorlar sonra o sırıtık “London” pozlarını!
Pardon sadece dizi de demeyelim. Son dönemin ünlü
çiftleri kolayını buldu işin. Önce ünlü bir aile oluyorlar, sonra en az bir,
mümkünse bir kız bir erkek çocuk yapıyorlar. Sonra “mutlu yuvalarının
kapılarını biz fanilere “lütfederek” medyaya açıyorlar. Bu da
yetmiyor, çocuklarının ellerinin ayaklarının fotolarını paylaşıp huzura
mutluluğa susamış halkımıza masalsı hayatlarını hayranlıkla izlettiriyorlar
Instagram'dan oradan buradan… Mutlu aile hikayelerini pazarlayan reklam
ajansları bunların peşini bırakır mı? Gelsin pırlanta reklamları, gitsin çocuk
bezi, deterjan reklamları… Cukka da cukka! Ne oluyor sonra, bu insanların
dünyanın herhangi bir ülkesinde yaşamaya hakları oluyor.
Vay be sayın seyirciler, özgürlük işte bu,! Yaşasın
liberalizm! Yaşasın sosyal medyanın sahte kahramanları! Aslolan şov şov
şov!
Sen Gezi protestosunda basına poz vereceksin, bir
iki Atatürk tiradı atıp sol kesimin takdirini kazanacaksın, ondan sonra hiç bir
şey olmamış gibi pırlanta reklamına ailece çıkacaksın. Sonra da “London London,
sen bana hep sürprizler yapıyorsun! “diye mutlu instagram fotoğrafları
paylaşacaksın! Nerede ülkenin kötü gidişatına dur demek için topluma öncülük
eden eski sanatçılar… Nerede ülkeden kazandığını ülkesindeki eğitime sanata
yatırım yapan sanatçılar! Neymiş proje olduğunda tabii ki geleceklermiş...
Madem Londoner oldunuz, yapsanıza sanatınızı Londra’da İngilizce… Ne dediniz,
duyamadım efendim…
Bir de bu kişiler ülkeyi terk ediyor diye üzülenler
var ya,
“Bak gördün mü, değerli sanatçılarımızı
kaybediyoruz!” diye ağlayanlar…
Bütün bunlar ve aklımdan geçip de yazamadıklarımın
hepsi, bana kendimi sürreal bir rüyada gibi hissettiriyor....
Ah keşke, keşke keşke rüya olsa....