5 Ocak 2020 Pazar

Şehir Tiyatrolarında Bilet Kuyruğu ve Şenay Teyze

Günlerden 17 Aralık 2019. Bugün Şehir Tiyatro’larında Ocak-Şubat biletleri satışa çıkıyor. Normalde hep aylık olurdu. Niyeyse bu sefer iki aylık yapmışlar. Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'ndeyiz. Sabah 7 civarı, ama hava hala karanlık. Efsane tiyatro bileti kuyruğu bu. Gençliğinden bu yana  oyun izleme alışkanlığı olan yaşlılar çoğunlukta. Şenay Teyze gibi… Dersi öğleden sonra olan öğretmenler, emekliler, evden çalışanlar belki, tek tük benim gibi işten izin alıp gelenler, belki bir iki de öğrenci. Genel tablo böyle. Bir de saat on bir civarı gelip “Böyle saçma şey mi olur, bu kuyruğu kim belirliyor, öndekiler bari koltuk seçmeyin de bize de sıra gelsin” gibi “güya haklı tepki” gösteren, olayın özünü kavramadan, ritüelini anlamaya çalışmadan, iki saniye ortama bakıp yorumlamaya geçen, her şeyin en doğrusunu bildiğini zanneden, ama gerçekte gözlem yeteneği sıfır olan yönetici kılıklı tipler var ki, onları kaale bile almıyorum. Herkes bilinçsiz ve eski moda, bir tek onlar akıllı! Sabah alt buçukta gelip sıraya girmek, bunun için emek harcamak hiç önemli değil onların gözünde. Sürece değil sadece sonuca bakıyorlar. Allahtan bu kuyrukta tek tükler ve kendi kendilerine yüksek sesle söylenip kimse kaale almayınca da susmak zorunda kalıyorlar.

Karanlıkta kuyruğu beklerken, sahnenin camı...
Bugünün kahramanı ise  benim gözümde Şenay Hanım. Şenay Teyze mi desem yoksa Şenay Hanım mı desem bilemedim şimdi. Çünkü öyle kolay kolay abla, abi, teyze diyebilen biri değilim. Ama yakın da hissettim O’na kendimi, teyze desem sanki daha güzel olacak gibi.

Yetmişin biraz üstünde yaşı. Ben sormadım, kendisi söyledi. Zayıf, çok zayıf. Boyu da mini minnacık. Saçları boyalı, galiba koyu kestane.

Bu kuyruğa ne zaman girsem, içimde hem buruk bir hüzün olur, hem de tiyatro meraklısı insanlarla bir arada olmanın coşkusunu yaşarım. Kendimi bugünle dün arasında bir yerlerde hissederim çokça. Günlük hayatın hayhuyundan uzakta başka bir evrende yaşamak gibidir bu özel zamanlar. Tek dert, istenen oyuna istenen koltuktan (genelde 2.-3. sıra ortalar) yer kapmaktır. Hafif stresli ama çokça huzurlu bir bekleyiştir bu. Hani insan bütün zorluklarına ve harcadığı ekstra zamanlara rağmen bazı ritüellerin hayatında hep olmasını ister ya, son yıllarda aylık bilet almak için sabahın köründe girdiğim bu Şehir Tiyatroları bilet kuyruğu da benim için öyle. Nasıl da özlemişim bu havayı!

O kadar güzel insanlarla tanıştım ki bu kuyrukta. Senede en az üç yüz oyun izleyen profesyonel izleyiciden tutun da Vasfi Rıza Zobu’ları sahnede izleme şansını yakalayan yaşlı sanat dostlarına kadar kimler kimler…  Aslında bu bilet bekleyişi bir tür arınma benim için. İşte bu nedenle işten izin alıp geldim bu sabah. İyi ki de gelmişim.

Tiyatronun kantininde oturuyorum bir masaya. Bilet alma listesinde adımı on ikinci sıradan yazdırıyorum. Saat yedide geldim ve on ikinci sıradayım. Düşünün artık gerisini. “Neden internetten almıyorsun da bu kuyruğa giriyorsun?” diyenleriniz var biliyorum. Hem bu havayı koklamak başka güzel, hem de internette arkalar kalıyor, arkadan da oyun izlemek zevk vermiyor. Oyuncunun mimiklerini görmeden olmuyor yani!

Şenay Teyze geliyor oturuyor bir süre sonra bizim masaya. Demlenen taze çaydan nefis bir koku yayılıyor bu arada. Kantini işleten kibar beyefendi, eşinin elleriyle yaptığı çeşit çeşit kekleri diziyor tezgaha. Oysa yeni yapılan ve birbirine benzeyen, dışı camlı, içi ruhsuz  Müsahipzade gibi binalarda böyle mi! Otomatlar koymuşlar, parayı atıyorsun, paketlenmiş bir şey düşüyor aşağıya onu yiyorsun. Fuaye desen sanki hastahane koridoru gibi! Çay tabii ki yok! Ritüelleri öldürüyorlar kopyala yapıştır binalar dikerek!  Neyse ki henüz Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’ni yenilemediler. Fuaye de var burada, çay da var! Ve bilet kuyruğunun müdavimlerinin bildiği ev yapımı kekler de var.

“Bir dilim limonlu ıslak kek alabilir miyim lütfen!”

“Bana da çikolata parçacıklı cevizli havuçlu kekten bir dilim verir misiniz?”

Şenay Teyze limonlu kek alıyor, bize de ikram ediyor. Teşekkür ediyoruz. Hem kekini yiyor, hem de oyun programını soruyor,  cep telefonumdan bakarak yardımcı oluyorum. Çok seviniyor ve hemen notlar almaya başlıyor. Kendinden beklenmeyecek hızda ve çok güzel bir el yazısıyla not alışına hayranlıkla bakıyorum. Ne elleri titriyor, ne de yazacağını şaşırıyor. "Mutlaka yazmakla çizmekle ilgili özel bir mesleği olmalı" diye düşünüyorum. Soruyorum dayanamayıp:

“Ne kadar güzel ve akıcı yazınız var, bir sakıncası yoksa mesleğinizi öğrenebilir miyim?"

“Mimarım ben” diyor. Bu kadar güzel ve akıcı yazının sahibinin özel bir mesleği olmalı konusunda yanılmadığımı kendime kanıtlıyorum.  

“Hangi oyunları tavsiye edersiniz? “ diyor. Ocak -Şubat programında Kadıköy’de oynayacak oyunlara bakıyoruz. “Hayal-i Temsil” çok güzel, ben iki kez izledim.” diyorum. “Afife Jale ve Bedia Muvahhit aynı hayali sahnede buluşuyorlar, nefis bir metin. Dekor, ışık ve oyunculuklar da çok güzel” diyorum. Hemen not alıyor. Sonra aynı masada oturduğumuz edebiyat öğretmeni genç kadın  “Ay Carmela da çok güzel” diyor. Şenay Teyze hemen notlarını alıyor. Konuşması da aynı yazısı gibi oldukça net ve berrak. Diksiyonu müthiş, sanırsınız eski TRT spikeri kendisi.

O güzel yazısı ile hızlı hızlı notlarını alırken bir şeyleri karıştırdığı hissine kapılıyorum. Tarihler karışıyor sanki, ya da notlar karışıyor gibi. Kibarca “İsterseniz ben notlarınızı temize çekeyim” diyorum. Çok seviniyor, sonra birilerini arayıp oyunlar hakkında bilgi veriyor, onlara da bilet alacak.

“Hayal-i Temsil çok güzel oyunmuş. Alayım mı sana da, ister misin?” Olumlu yanıt alamıyor sanki karşı taraftan, sonra bir diğerini arıyor aynı coşkuyla:

“Ay Carmela! Çok güzel oyun diyorlar, alayım mı sana da…”

Masada dört kişiyiz. Şenay Teyze, dersi öğleden sonra olan sarışın edebiyat öğretmeni, çocukları olduktan sonra on yedi yıldır çalışmadığını söyleyen diğer kadın ve ben.

Şenay Teyze anlatıyor hüzünlü hikayesini TRT diksiyonuyla;

“Abim mükemmel bir insandı. O kadar anlayışlıydı, o kadar yakışıklıydı ki! Ah abim! Akademi’den mezundu, çok iyi bir mimardı.”

Gözleri parlıyor abisinden bahsederken ve devam ediyor:

“Tam aşık olunacak adamdı, öyle beyefendiydi ki size anlatamam. Peşinde çok kadın vardı, ama O yanlış bir evlilik yaptı ve mutsuz oldu.

Çok zengindi karısının ailesi. İstanbul’un pek çok iyi semtinde pek çok mülkleri vardı. İki de çocuğu oldu o kadından. Ama mutlu olamadı. İkinci çocuk doğduğunda terk etti karısı abimi. Ardına bakmadan çekip gitti.“

Hepimiz bu özverili kadını pür dikkat dinliyoruz. Hikaye sanki eski melodramlar gibi. Devam ediyor Şenay Teyze:

“Ben abimi yalnız bırakmadım, bırakamazdım. O yüzden hiç evlenmedim. Çocuklarını büyüttüm ellerimle. Geceleri sabaha kadar başlarında bekledim. Biri Fransa’da okudu, öbürü iyi bir üniversitede master yaptı. Ama şimdi hiç aramazlar beni!”

İçimiz burkuluyor, Şenay Teyze’nin gözleri de uzaklara dalıp gidiyor.

“Abimi 140 gün önce kaybettim, kanserden. Karısı terk ettikten sonra yüzü gülmedi hiç abimin. Mutsuzluktan kanser oldu!”

Siyah beyaz bir fotoğraf çıkarıyor cüzdanından. “Ölmeden önceki son fotoğrafıydı bu, ne kadar yakışıklıydı abim!”

“Malının mülkünün tamamını hiç söylemedi çocuklarına. “Yırtık ayakkabıyla akademiye gittiğim günleri unutmadım” derdi hep. Çocuklar bilmesin bu kadar malı mülkü, emeğin değerini bilsinler, mirasyedi olmasınlar!” derdi. Her şeyleriyle ilgilendim bu çocukların. Hastalıklarında başlarında bekledim. Ama şimdi en çok ne zoruma gidiyor biliyor musunuz? Ölsem de malım mülküm onlara kalsa diye gözlerimin içine bakıyorlar. Bir kere bile çiçek almadılar bana…”

Masaya oturduğumuzdan bu yana Şenay Teyze’nin “Mutlaka evlenin ve çocuk yapın” ısrarının nedeni yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor. O kadar üzgün ki, o “kadir kıymet bilmeyen” yeğenlerine mirasını bırakacak olmak belli ki zoruna gidiyor.

“Para kolay kazanılmıyor! Yıllarca çalışıp didinip yaptığım mal mülk şimdi ölmemi bekleyen yeğenlerime kalacak. İnsanın malını mülkünü bırakacağı kendi kanından canından çocukları olmalı bu dünyada” diyor. Ne derin bir yarası var Şenay Teyze’nin! Derdi asla para mal mülk değil. Yeğenleri bir kere arayıp sorsaydı, hatır gönül bilselerdi, bir kere çiçek alsalardı bu özverili kadına, böyle üzülür müydü Şenay Teyze? Hiç sanmıyorum.

 O’na anlatmaya çalışıyoruz.

“Bütün çocuklar anne babalarına karşı iyi değiller ki Şenay Teyze.  Kendi çocuğunuz olsaydı, belki yeğenleriniz gibi onlar da size karşı ilgisiz olabilirdi!”

Tatmin olmuyor bu söylediklerimizden. Çok yaralı! O kadar yaralı ki! Evlenmeyip abisinin çocuklarına annelik etmekten o kadar pişman ki! Ölümün yaklaştığını hissediyor ve bu durumu aç gözlülükle bekleyen yeğenlerine mal mülk bırakacak olmaktan son derece rahatsız. Fazla bir şey beklememiş ki! Bir çiçek alsalarmış, bir hatır sorsalarmış yetecekmiş zaten Şenay Teyze’ye… Yanımda oturan kadın şöyle diyor:

“Bir komşum vardı. Çocukları ile arası hiç değildi. Oturduğu evi Kızılay’a bağışladı. Hem de yaşarken. Geldiler eve plaket taktılar. “Bu ev Kızılay’a aittir!” diye. Böyle yapabilirsiniz siz de…”
Şenay Teyze biraz ilgileniyor bu alternatifle, ama çok kararsız ve bir o kadar da kaygılı olduğu o kadar belli oluyor ki yüzünden.

Bir çocuk dünyaya getirmenin, mirasın heba olmaması anlamına da geldiğini Şenay Teyze’nin bu derinden yaralı haliyle öğreniyorum. Olaya hiç bu açıdan bakmamıştım. 

Üzülüyorum O’nun adına! Nasıl bir yalnızlık içinde Şenay Teyze! Nasıl yaralı! Çok çalışmış, dünyayı gezmiş, kenarda malı mülkü ve parası kalmış, ne gam! Abisi gidince ölüm ile arkadaş olmuş sanki! Yeğenleri hiç olmazsa bir demet çiçek alsalarmış…

Çok üzülüyorum ve kalkıyorum masadan. Sanki birisi suratıma tokat atmış gibi hissediyorum! Saat on bire geliyor. Gişe önünde kuyruğa giriyoruz. Önümde her zamanki gibi erkenden gelip sıraya adlarını önce yazdıran beyefendiler, arkamda ise sarışın edebiyat öğretmeni:

“Şenay Teyze bana kartını verdi, O’nun biletlerini de ben alacağım” diyor.

Çok seviniyorum, edebiyat öğretmeni de çok seviniyor. En azından Şenay Teyze ayakta bekleyip yorulmayacak!Biletlerimi alıyorum, dışarı çıkıyorum. Öğlen saat on iki olmuş. İnsanlar sokakta çift sıra halinde bekliyor. 

Uzayıp giden tiyatro bileti kuyruğu

 İki ay sonra tekrar bilet kuyruğuna gidebilsem, Şenay Teyze’yi tekrar görebilsem...





Devamını Oku

1 Ocak 2020 Çarşamba

2020'nin ilk iç karartan yazısı


Hani vardır ya “Ah yine çocukluk günlerime dönsem” diyenler. Hiç bir zaman onlardan olmadım. Dolayısıyla eski yılbaşı akşamlarını da özlemiyorum. Ocakta pişen köy tavuğunun evi saran kokusu var sadece aklımda. Haşlama tavuk suyunun üzerine çıkan sarı yağlar, ve bu sarı yağlı suya batırılan ekmekteki lezzet biraz da. Bir de hafif lapa olmuş bembeyaz pilav,  şehriyesiz… Mutfaktan gelen mısır patlaması sesi, biraz da sobanın üzerine konulan portakal kabuklarının yanıklı narenciye kokusu.Hepsi bu kadar! O oynanan tombalalar yalandı. Evin annesinin soyup dilimlediği ve bıçağın ucuna batırarak çocuklarına teker teker uzattığı elma dilimleri de yalandı. Okulda camlara asılan kedi merdivenleri ruhsuzdu, yalandı. Bir Nuri Bilge Ceylan filmi karesi geliyor o günlerden aklıma sadece:

"...Dışarıda bembeyaz kar, o karları seyre dalan bir küçük çocuk ve bahçeye kurulan kuş kapanları…"

Not: 2020 sarı yazısında limon tadı var,  pişmiş vıcık yumurta değil merak etmeyin!
Eski yılbaşı gecelerini ya da çocukluk günlerini özlemiyorum hiç. Bilgisayar oyunu gibi çünkü yaşadığımız hayat. Bir “level” kolay gibi geçiyor, sonrasında zorlu bir “level” la karşılaşıyor insan. Bize verilen “can” haklarımızla ve var gücümüzle mücadele ederek bu zorlu sınavı geçmeye çabalıyoruz. Defalarca ve defalarca aynı hataları yaparak belki, çoğunlukla vazgeçme noktasına gelerek hatta; ve hırslanarak ve düşerek ve kalkmak için etrafımızdakilerden ödünç “canlar” dilenerek ve en umutsuz anımızda biraz da şansımızın yaver gitmesiyle o level’i geçerek… İşte böyle bir hayatı varsa, neden geçmişe özlem duysun ki insan? Kim ister bir oyundaki en zor, hatta "manyak zor" level’i tekrar oynamayı? Bu noktada  muhtemelen içinizden birilerinin gündeme getireceği "deneyimin cazibesi" konusuna da inanmıyorum ben. Çünkü deneyim yanıltıcıdır. İnsan geçmiş yaşantısına bakıp çıkardığı derslerle tekrar aynı şeyleri yaşadığında, çok daha fazla mutlu ve çok daha fazla başarılı olacağını sanır ama bence yanılır. Çünkü “şans” diye bir şey de var hayatta. Tanımlanamayan, ölçülemeyen, öngörülemeyen olaylar silsilesidir bu şans faktörü.

2020’nin ilk günündeyiz. Dün gece 12’ye doğru insanları aramak gelmedi içimden. Onlar da beni aramadılar. Sosyal medyadaki havayi fişekli, noel şapkalı, “yihuuuu” diye bağırmalı, kadeh tokuşturmalı videolara ve fotoğraflara ve iyi dileklere de uzaktan baktım öylesine.
Mutsuz değilim yanlış anlaşılmasın.  Sadece değişik bir dinginlik, değişik bir yalnızlık ve değişik bir -nasıl desem-değişik bir şey var işte üzerimde.

Filmler güzel, kitaplar güzel, tiyatrolar güzel, bale ve operalar güzel, şiirler güzel, yazılar okumalar güzel. Belki yeni yıllar da güzel olur, kim bilir…








Devamını Oku