Ahmet
Ümit bize o kadar güzel şeyler anlattı ki, tek kelimesini bile
atlamadan sizlere aktarabilmek için önce bu birinci yazıyı,
ardından da bu ikinci yazıyı yazmıştım. Şimdi de söyleşiye
kaldığımız yerden devam etmek istiyorum. Yine yazarın
sözleriyle, ben hiç araya girmiyorum..
Ahmet Ümit'in gözünden polisiye edebiyat ve tarih
Ben polisiye yazdığımın farkında değildim. Hikayeler yazıyordum, şehir tiyatrolarında yönetmen bir arkadaşım vardı. O benim Çıplak Ayaklı Gece adlı ilk öykü kitabımı okudu ve dedi ki:-Ahmet, sen polisiye yazıyorsun!
Bir zoruma gitti, bir zoruma gitti ki bunu duymak. E tabi, solculuktan geliyorum, yazdığım eserlerin dünyayı değiştireceğini düşünüyorum. Bana adam “Sen polisiye yazıyorsun” diyor. Benim de polisiye deyince aklıma Agatha Cristie geliyor. İngiltere'de zengin 8-10 tane adam bir araya gelmiş, hepsi de yaşlı. Genellikle içlerinden biri zehirleniyor, adamı kim öldürdü? Afrika'da her gün binlerce çocuk ölürken zoruma gitti elbette bu durum.
Öte yandan bir gerçeklik var, o da şudur arkadaşlar: Yazarın üslubunu belirleyen şey, onun kişisel yaşamıdır.
Nasıl yaşarsanız, öyle yazarsınız!
Mesela Yaşar Kemal'i düşünün. Yaşar Abi'nin eserleri gümbür gümbür coşku doludur. Neden? Çünkü adam Çukurova'da yaşıyor. Tepede kocaman bir güneş, toprağa çubuğu soksan üç ay sonra çiçek açıyor. Böyle bir yerden karamsarlık çıkmaz.
Bir de rahmetli Kafka'yı düşünün.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda yaşayan bir Yahudi...
Prag'a gidenleriniz bilir, çok güzel bir şehir ama karanlık, gotik! Bu adam burada oturup aydınlık, pırıl pırıl yazamaz; bu adam tabii ki karanlık yazacak. Kafka kasvetli yazar; ayrı bir lezzet, ayrı bir güzelliktir.
Dostoyevski de aynı şekilde. Leningrad Petersburg'a şimdi gitsek, sadece 2 saat aydınlık. İlk gittiğinizde hoş buzdan bir ülke, ama biraz sonra ağır melankoli yapıyor insanda. Moskova'da yaşadım, biliyorum. Öyle bir ülkede ya güzel bir Rus sevgili bulacaksın, ya yazar olacaksın, ya da alkolik olacaksın. Başka kurtuluş yok.
Benim Moskova'da şiire, yazarlığa başlamamın nedeni de buydu. Evliydim, dolayısıyla Rus sevgili bulamazdım. O zamanlar Sovyetler Birliği'nde herkes alkolik olduğu için parti kendisini toplamaya çalışıyordu ve Komünist Partililer içki içmeyecek diye bir kural vardı. Biz de TKP'liyiz ya, yoldaşlarımıza destek olalım diye içki içmiyorduk. Yani ben de şiire böylece başlamış oldum.
Tekrar konumuza dönersek, ben Ahmet Ümit olarak polisiye yazdığımı fark ettiğimde şunu anlamak istedim.
Polisiye ne, nedir polisiye?
Önce bunu anlamalıydım, öteki türlüsü Amerika'yı yeniden keşfetmek olurdu. Kendimce müthiş bir roman yazdığımı zannedeceğim, sonra bir de bakacağım ki 50 yıl önce bunu biri yazmış zaten. Onun için okumak lazımdı ve ben de okudum.
Polisiye ne?
İlk karşıma çıkan, klasik Edgar Allan Poe ve Morgue Sokağı Cinayetleri.1841 yılı, Paris. Auguste Dupin adlı bir karakteri vardır O'nun, zaten edebiyattaki ilk dedektif de O'dur. Sherlock Holmes O'ndan örnek alınarak yazılmıştır. Fakat hiç bir şey yok, bir cinayet işleniyor.
Bir matematik problemi aslında.
Üç katlı yüksek bir ev, dışarıdaki pencereler yüksek, kimse dışarıya çıkamıyor. Evin önünde kadınlar bizde nasıl çekirdek çitlerlerse aynı öyle sohbet halindeler. Eve 3 saat boyunca kimse girmemiş. İçeride bir kadın ve kızı öldürülmüş ve cesetler bacanın içinde. Bir matematik problemi gibi, kim öldürdü, soru bu, yani “y” nedir?
Rakamların yerini insanlar alıyor, işlemlerin yerini de olaylar alıyor. Tam olarak mantığı budur polisiyenin.
Tamam da yani bana göre bu bir şey değil. Nasıl olacak filan derken biraz daha derin okumalara başladım ve anladım ki polisiye bu değil..
Esas polisiye,Tevrat'ta Kabil'in Habil'i öldürme meselesidir!
Çünkü benim için edebiyat, bir aynadır. Edebi eserlerin hepsi birer aynadır. Bunların kitap gibi göründüğüne bakmayın, o aynada siz kendinizi görürsünüz. O hikaye size kendinizin saçınızı başınızı, kaşınızı gözünüzü değil ruhunuzu göstermiyor ise başarısızdır.
Ona baktım ve gördüm ki, Kabil'in Habil'i öldürme hikayesi belli bir amaçla yazılmıştır. Daha sonra yüzlerce binlerce yıl sonra Musa peygambere gelecek olan 10 Emir'den en esaslı olanı “Öldürmeyeceksin” dir.
Kabil'in Habil'i öldürmesi hikayesi bunun için anlatılmışır aslında: ÖLDÜRMEYECEKSİN! Çünkü o senin kardeşin. Yani ırkı, dili, dini ne olursa olsun insanları öldürme yetkin yok.
Bunu fark etmek beni çok mutlu etti, böylece polisiye ile insanlara bir şeyler anlatılabildiğini ve bunun da var olduğunu gördüm.
Matrak bir şey de keşfettim. Polisiye Anglosaksonlar'ın işidir derler ya, yalan. Çünkü Tevrat Londra'da yazılmadı ki, muhtemelen Mezopotamya'da yazıldı.
Biraz daha okuyunca başka bir polisiye metinle karşılaştım, bu bir tragedyaydı.
Kral Oedipus, bu da bir polisiye hikayedir. Gizemli bir hikaye, bunu yazan da bir İngiliz değil, Yunanlı Sofokles, aynı denizi paylaşmışız.
Sonra biraz daha okuyunca evet bu sefer bir İngiliz çıktı karşıma, bence dünyanın en büyük yazarı: Shakespeare!
Bana göre, tekrar söylüyorum -bana göre -dünyada iki büyük yazar var, başkaları başkalarını seçebilir.
Şu ana kadar aşılamamış bu iki yazarın biri Shakespeare, diğeri de Dostoyevski . Bu iki yazarın müzikteki karşılıkları da Mozart ve Beethoven'dır.
Shakespeare Mozart'tır, yani deha.
Dostoyevski ise Beethoven'dır, daha çok tutku!
Bunları bir bilgisayara benzetirsek her ikisinin de işlemcisi aynı hızda çalışabilir ama kapsayıcılık açısından, yani harddisc'in büyüklüğü açısından Shakespeare daha büyüktür. Çünkü Dostoyevski'de komik olan, absürt olan yoktur. Shakespeare'de vardır. Hani edebiyata ayna demiştik ya, Shakespeare hayatın bütün hallerini bize gösteren bir aynadır. Aynı Mozart gibi. Mozart mesela hep neşeli şeyler yazar, sonra bir Requiem yazar ve bitirir, inanılmazdır.
Shakespeare'a baktığımızda Hamlet'te, Makbet'te, Kral Lear'da insan ruhunun destanını görürüz. Ama öte yandan Romeo ve Juliet ortalama bir eserdir, herkes çok beğenir ve ortaya bir başyapıt çıkar. On İkinci Gece, Venedik Taciri komiktir ve olağanüstüdür. Bu ikisi bence en büyük yazarlardır.
Shakespeare, Hamlet'te, Makbet'te cinayetten yola çıkarak oyunlar yazmıştır. Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'i, Suç ve Ceza'sı, doğrudan cinayetten yola çıkılarak anlatılan metinlerdir.
Şimdi burada şöyle bir soru akıllara geliyor.
Bu kadar büyük yazarlar neden cinayeti anlattılar?
Neden cinayet? Bu yazarlar cinayetsever mi, kansever mi?
Değil..
Çok uyanıklar, hayatı çok iyi biliyorlar. Uyanıklıkları da şuradan geliyor. Normalde toplumsal yaşamda insanlar şöyle bir durumla karşılaşırlar. Doğduğumuz anda kaş göz rengimiz gibi huyumuz da vardır. Doğuştan huy; buna kan basıncı da denir. Can çıkmadan huy çıkmaz denir ya hani.. Soğukkanlı olmak, melankolik olmak, içe kapanık olmak gibi. Bunlar huy.
Bu huyların üzerine kişilik oluşur. Kişilik, sosyal yaşamın toplamıdır. Doğduğumuz aile, aldığımız eğitim, yaşadığımız ülke, yaşadığımı çağ, ilişkiye girdiğimiz insanlardan öğrendiklerimizin toplamı bizde kişilik oluşturur. Kişilik, ölünceye kadar sürekli gelişebilen bir şeydir. İlk başlarda daha hızlı, sonraları daha yavaş gelişir, yani kişilik değiştirilebilir ama huy değişmez!
İşte bu kişilik nedeniyle hepimizin maskeleri vardır. Anne rolü, baba rolü, sevgili rolü, burada benim oynadığım sevimli yazar rolü, sizin burada oynadığınız ilgili insan rolü.. Belki de içinizden “Amma da uzattı adam” diyorsunuz, bunu bilemiyoruz. Bu roller, gerçek ruhumuzu, kimliğimizi gizler.
İşte bu rollerimizin parçalandığı, maskelerimizin düştüğü anlar, cinayet anlarıdır!
Bu büyük yazarların cinayeti yazmasının nedeni de şudur: Karakterlerinin gerçek ruh hallerini anlatabilmek!
Allah göstermesin şurada bir cinayet işlense, hemen her şey açığa çıkar. En korkağımız buradan hemen tüymenin yollarını aramaya başlar. En pişmanlık yaşayanımız “Allah belamı versin, zaten buraya gelmeyecektim!” diye kendini suçlamaya başlar. En sakinimiz,
“Arkadaşlar sakin olalım, telefon edelim polis gelsin, kapıları kapatalım” der. İyimser olanımızsa “Ölmemiş bak, kirpikleri hâlâ oynuyor” der.
Cinayeti anlatma meselesi ise yazara karakterini tasvir etme açısından olağanüstü fırsatlar verir.
Bunun bir başka güzelliği ise bir insanın ölümünün öteki insanların ilgisini her zaman çekmesidir. Ölüm bir son olduğu için, hepimiz için gizemli ve ilginç bir konudur.
Bu nedenle Şeko ve Dosto Abiler de bu konuları seçmişlerdir.
Ben bunları keşfedince rahatladım.. Polisiye romanı küçümsüyordum, sonrasında
“Ya bu büyük yazarlar yazmışsa, ki Tevrat'ta bile var, yani Allah yazmış, Ahmet sen sevdiğin türde, yani polisiye yazabilirsin!” dedim..
Polisiye yazmayı seviyorum.
Bu benim yaşamımla ilgili. Çünkü 14 yaşımdan 29 yaşıma kadar profesyonel devrimcilik yapmışım. Sürekli kaçmaca, kovalamaca, vurulmaca, polisle entrika, yani sürekli adrenalin üretmişim. Uyuşturucu gibi alışkanlık yapmış. Zaman içinde elbette böyle bir şey çıkacaktı, soft aşk hikayeleri yazmam mümkün değil.
Ama dandirik ucuz polisiye hikayeler niye yazayım durumu vardı; Shakespeare, Dostoyevski ve Sofokles bu sorumun yanıtını vermiş oldu. Dedim ki:
-Ahmet sen polisiye yazabilirsin, istediğin adrenalin gıdanı alabilirsin, ama aynı zamanda iyi bir edebiyat da üretebilirsin. Bu mümkün, çünkü yapmışlar zaten.
Dostoyevski, Dostoyevski olacağını biliyor muydu? Shakespeare yaşarken böyle olacağını düşünebilir miydi? Ben de olabilirim, sizler de olabilirsiniz. Dostoyevski'yi düşünün. Tolstoy gibi varlıklı bir kont değildi. Kumar borcunu kapatmak için eser yazdığını biliyor muydunuz?
Dostoyevski büyüktür, çünkü çok gerçekçi bir yazardır, kendisine yalan söylememiştir.
Bizim içimizde bütün insani duygular var. İçimizde sapık var, katil var, aşağılık bir varlık var, yüce bir ruh var, kahraman var, başkası için ölebiliriz. En küçük bir şey için başkasının canını alabiliriz, hepimizin içinde potansiyel olarak bunlar mevcut.
Ahmet Ümit olarak polisiye tarzında ne yapacaktım?
Her yazan kişi , farkında olsun ya da olmasın bugüne kadar yazılmışların en güzelini yazacağını kendisine söyler. Dile getirdiği zaman çirkindir ama yazdığımız şey budur, meydan okumadır.
Nasıl yapacaktım, ne yazacaktım?
Sis ve Gece Romanı
Kral
Oedipus konusunu ele alıp bu kurguyu günümüze uyarlayayım dedim.
Sis
ve Gece romanım bir casus hikayesidir ama alttaki çatı Kral
Oedipus'tur.
Şöyle ki Oedipus bir kraldır ve bulunduğu Tebai kentine bir lanet gelir. Hastalık başlar, kuraklık başlar, insanlar ölmeye başlar. Bir terslik vardır hayatta. Bu sorunu çözmeye çalışır. Neden?
Pagan kültüründe şöyledir.
Böyle durumlarda ya Zeus'u kızdırdık, ya Poseidon'a bir şey yaptık, ya Hades'e bir şey yaptık, ya büyük tanrılardan birinin sunaktaki şarabına su kattık, memnun edemedik tanrıyı bir şekilde ve bu yüzden tanrılar başımıza bu belayı verdiler diye düşünürler. O yüzden tapınağa gider, kahine sorar Oedipus. Kahin gerçeği anlatmaz ve bazı ipuçları verir. Oedipus, bu ipuçlarını takip eder, sonunda gerçeğe ulaşır. Ulaştığı gerçek korkunçtur. Cezalandırılmasının nedeni şudur. Yıllar önce rastlantı sonucu bir adamı öldürmüştür. O öldürdüğü adam, aslında kendi öz babası olan kraldır. Çok yakışıklı, güçlü, akıllı bir adamdır Oedipus. Girdiği şehirde bazı sorunları çözer, kral kaybolmuştur ve kraliçe ile evlenir. Kraliçe ise kendi öz annesidir. Kendi öz annesinden çocukları olmuştur. Onun için gözlerini kör eder, korkunçtur.
Bu kurguyu aldım ve şöyle yaptım:
Sedat diye bir karakter yarattım. Adam evlidir, Mine adındaki sevgilisi kaybolmuştur. Adam kızı aramaya başlar. Kızın kaybolması aslında Tebai şehrindeki lanetle aynı anlamdadır. Nasıl kral Oedipus şehre gelen lanetin sebebini araştırıyorsa, bizim Sedat da Mine'nin kaybolmasının nedenini araştırmaya başlar. Kahin yerine Ahmet Ümit verir ipuçlarını adım adım. Ve Sedat'ın bulduğu gerçek korkunçtur. Kayboldu zannettiği Mine'yi farkına varmadan kendisi öldürmüştür. Ve Mine'nin karnında kendi çocuğu vardır. Bu kurguyu aldım ama kimse bunu fark etmedi. Ben söyleyince "evet anlamıştık" dediler. Bunu ne yaptım, günümüzdeki modern insanın problemi olarak anlattım. Bunu anlatırken dışarıdaki sıvayı, dışarıdaki tuğlayı, politik problemimizi de anlattım. Askerlerle siviller arasındaki çatışmayı, demokratikleşme sorununu anlattım. Bu sadece bizim için değil, İngiltere için de geçerli, Amerika için de geçerli; İrlanda için de, İspanya için de geçerli..
Bir derin devlet var ve bu derin devletin bazı adamları kendilerini devletin sahibi zannederler. Sedat da öyle zannediyordu ve öldürüyordu insanları. "Bu devlet benim ve ben öldürürüm" diyordu. Öldürdüğü insan, hayatının anlamı olan insan olabilirdi oysa.
Bu güzeldi, çok beğenildi kitap. Müthiş bir ilgi gördü, 1996 yılında çıktı ve bir yıl içinde 4000 adet sattı, ben 100.000 bekliyordum. İnsanlar polisiye okumuyordu, bizim insanlarımız polisiye okumaz, hala da okumuyorlar. Şimdi de Türk yazarlarından polisiye olarak beni okuyorlar sadece.
Kar Kokusu Kitabım
Benim başımdan geçen olayları anlatan bir kitap geldi sonrasında. Moskovo'ya James Bond filmi gibi sahte pasaportla gitmiştim, orada yaşadıklarımdan yola çıktım bu kitapta. Hep farklı şeylerin peşindeydim.
Normalde polisiye romanlarda katil romanın sonunda ortaya çıkar. Ben Kar Kokusu'nda özellikle katili romanın ortasında ortaya çıkarttım. Picasso nasıl kadının yanağına göz koyuyorsa ben de romanımda bunu yaptım. Yeni bir arayıştı. Burada yaptığım şey okur kazanmak için değil, tam tersine kendime meydan okumaktı.
Yazarın asıl meydan okuyuşu da bence kendisine karşı olandır.
Bir üslup oluşturmalıyız ve sonrasında bu üslubu yıkıp yenisini oluşturmalıyız. Çünkü üslup bizim için hem özgürlük hem de hapishanedir.
Neden tarihi olaylara el attım?
O arada yine Antep'e gittim. Bizim Antepliler yeme içmeyi çok severler.Fırat kenarında bir yere pikniğe gittik, şahanedir oralar. Bir baktım, Fırat kenarında höyükler taşmış dışarıya sütun başları falan, çok etkilendim. Burayı yazayım diye düşündüm . İstanbul'a döndüğümde İ.Ü Arkeoloji Bölümüne gidip
“Arkadaşlar, Nizip'te böyle bir yer var, ben orayı yazmak istiyorum, hangi uygarlıklar vardı orada" falan dedim. Onlar da dediler ki:
"Orası önemli değil 70 kilometre ileride Kargamış diye bir Hitit antik kenti var çok önemli bir yer, orayı yaz."
Patasana romanımda orayı yazdım. Yalnız önemsiz dedikleri yerde Zeugma çıktı sonra . Ama haklılar. Zeugma Roma dönemi ve çok zengin bir dönem, dolayısıyla oradaki mozaikler çok değerli, dünyanın en önemli mozaik müzesi var Antep'te, olağanüstü gerçekten. Fakat tarihi açıdan o kadar önemli değil. Tarihi açıdan önemli olan yer Kargamış. Çünkü Kargamış yeryüzündeki en büyük savaşlardan olan Kadeş Savaşı'na neden olan yerlerden bir tanesi. Bunu yazdım ve orada ilk kez tarihle karşılaştım.
Çünkü bize öğretilen resmi tarih son derece sıkıcı ve yalanlarla palavralarla dolu.
Bize öğretilen, eksik ve aptalca bir tarih. Sıkıcı, çünkü devletin at gözlüğü ile bakmamızı isteyen bir tarih. Türk İslam Sentezi'yle bakmamızı isteyen bir tarih. Oysa bu topraklara baktığımızda 200.000 yıllık bir tarih görüyoruz. Sadece Anadolu'da değil, Yarımburgaz mağarası var mesela, karbon testiyle 200.000 yıllık bir yaşamdan söz ediliyor. Anadolu'da Göbekli Tepe 12.000 yıllık, Çatalhöyük var 8000 yıllık bir tarih!
Şimdi bu toprağın kendisi diyor ki bize,
-Ey bu topraklar üzerinde yaşayan kişi, ben sana 200.000 yıllık bir tarih veriyorum.
Bunun manası şu: Ey arkadaşım, ben sana 200 odalı bir şato veriyorum ve bu odaların hepsini, istediğin gibi kullan. Çünkü sen bu toprakta doğdun ya, doğduğun için bu senin hakkın diyor.
Sen diyorsun ki yani egemenler diyor ki "ben bir oda istiyorum. Biz abicim 1071 yılında
Alpaslan ile geldik", ama 199.000 yıl ne olacak?
İstemiyoruz, niye? “Türklüğüme ve Müslümanlığıma halel mi gelir?" diye!
Toprak diyor ki "geri zekalı, sen aptalsın.!"
Kimsenin Müslümanlığına ve Türklüğüne halel gelmez. Çünkü şu anda en milliyetçiyim diyen Kürt Milliyetçisi, Ermeni Milliyetçisi veya Türk Milliyetçisi o arkadaşı alalım, DNA testine sokalım. Bakalım ne çıkacak?
Bab-ı Esrar kitabını yazarken Konya'ya gittim. 700 yıl önce Mevlana yaşarken resim yok, fotoğraf yok. Ne var, Karatay medresesinde çiniler var. Çinilerde insan yüzleri var, Kim bunlar? Oraya giden Selçuklu Türkleri. Görseniz hiç bizimle alakaları yok, hepsi Çinli gibi. Ay gibi bir yüz, çekik gözler, kadınlar erkekler...
Buraya geldikleri zaman,- ki kaç kişi olduklarını bilmiyoruz- o zamanlar burada Roma İmparatorluğu var. Onun için biz Mevlana'ya Rumi diyoruz. Rumi demek Romalı demek, Rum demek de Romalı demektir. Bizimkiler aşağılamak için kullanmışlar bu sözcüğü ama o dönem çok yüce bir mertebe Romalı olmak, bu günün Amerikalısı gibi. . Şimdi Amerikalıya dokun bakalım ne oluyor? Türkleri kıtır kıtır kes kimsenin sesi çıkmıyor ama bir Amerikalı kadın öldürülünce kıyamet koptu. O sırada yüzlerce Türk kadını öldürülüyordu zaten. Keşke hepimiz öyle olabilsek, keşke kimse öldürülmese!
Bizimkiler geldiğinde Romalılar var, yukarısı Ermeni yaylası. O nedenle ilk Ermeni katliamını yapanlar Romalı Hristiyanlar'dır.
Aşağıda Urartular var, burada Romalılar var, biz gelmişiz bunlarla hemhal olmuşuz, karışmışız.
Ve ortaya çok güzel bambaşka bir nesil çıkmış. Çünkü insan kanı ve ırkı da su gibidir. Nasıl ki ırmaklar başka nehirlerle, göllerle, okyanuslarla buluşmazsa kirlenir, insan kanı da birbirine karışmazsa çirkinleşir. Mesela bizim Anadolu'da akraba evlilikleri vardır, çirkin ve sakat çocuklar doğar. Ama kan karışınca şahane çocuklar çıkıyor ortaya. Latin Amerika örneğin. Mesele bu..
Biz yine Ahmet Ümit'e dönelim.
Bütün bunları bilince ben de bu tarihi kullanmaya başladım. Birdenbire 200.000 yıllık bir tarihin sahibi olduğumu hissettim. Bir yazar için müthiş bir şey bu!
Dan Brown, 250 yıllık masonları yazıyor; yazmak için İstanbul'a geldi. Çünkü her şey burada başlıyor. Yeryüzünün ilk süper devleti Hititler, karşıda da Mısır, Ramses. Kadeş, Roma, yüzlerce yıl dünya bizim Sultanahmet'ten yönetilmiş. Ayasofya ile Sultanahmet Camisinin altı olduğu gibi büyük Roma Sarayı, ardından Osmanlı.. Bu toprak diyor ki bana:
-Bak oğlum madem yazar oldun, sana bu kadar yıllık tarih veriyorum, yaz! Yazabildiğin kadar yaz, bitmez; anlat anlat bitmez, olağanüstü bir şey.
Ben bunları alıp romanıma koydum.
Bu tarihle beraber artık bende ne yapma düşüncesi şekillendi. Dedim ki ben o zaman bu topraklardaki bana sunulan malzemeyi hem tarih olarak hem de düşünce olarak alayım. Bizde mistik düşüncenin doruğu Mevlana'dır -13. yy- aynı zamanda hümanisttir. Onun batıdaki muadili Dante'dir. Dante ile aynı dönemde yaşamıştır. Mevlana ölürken Dante daha küçüktür. İkisi de yani Mesnevi ile İlahi Komedya eşdeğer büyük eserlerdir. Mevlana daha hümanisttir, çünkü Dante, Hz. Muhamet'i kitabında yakar, oysa Mevlana'da bütün dinlere karşı bir hoşgörü vardır, insanı sever. Herkesin önünde secde etmesinin nedeni, insanın içindeki iyiliğin önünde eğilmesidir. İşte ben, insanların bu iyi olma potansiyelini anlattım, bu düşünceleri anlatmaya devam edeceğim.
Demem o ki; benzersiz eserler üretmenin yöntemi önce yerel olmaktan, kendi toprağına dayanmaktan geçiyor.
Kendi kültürünün üzerinden evrensel bir yapıya ulaşabiliyorsan başarılısındır. Mesela senin Konya da yarattığın bir karakteri İsveç'te okuyan bir okur “evet ya ben de böyleyim” diyebiliyor ise; sen bunu yepyeni bir biçimde sunabiliyorsan; bu senin edebiyata katkın olur; bu seni değerli kılabilir. Üstelik sen de sıkılmazsın.
Öbür türlü, yazmaktan bıkarsın, aynı yolu her gün kullanırsan sıkılırsın. Bazen riske girip patika yollara da sapmak lazım, ben de öyle yaptım.
Mesela son romanımda araya Ahmet Ümit'i kattım.
Sebep? Nevzat'ın bu dördüncü romanı, sıkıldım Nevzat'ı yazmaktan. Dedim ki buraya bir de Ahmet Ümit'i sokayım. Nevzat Ahmet Ümit'ten gıcık kapsın, O'na bir roman olduğunu hatırlatsın.
3 tane daha Nevzat romanı olacak.
Bir tanesinde karısıyla kızının katilini bulacak. Bir tanesinde Ali, bir tanesinde Zeynep hikayesi olacak. Bundan sonraki roman, kronolojik olarak bu romanın devamı olmayabilir. Henüz belli değil.
Mesela geçenlerde bir olay yaşadım ve romanın ilk cümlesi kafamda belirdi.
“O sabah, ölmüş babamdan gelen telefonla uyandım.”
Yazarlar böyledir, her olaydan bir roman çıkarırlar.
Yazar mutlaka karakterlere dönüşüp onlarla yaşar. Terapi gibi bir etkisi var bunun, kendinizle uğraşmaktan vazgeçiyorsunuz. Mesela çok güzel bir anekdot var astronotlarla ilgili.
Uzaya çıkan astronotlarda stres olmazmış.
Çünkü uzaydan bir bakıyor, bir mavi top dönüyor, biraz ileride gümüş top var; ay, ileride kocaman sarı top: güneş. Jüpiter, Merkür milyonlarca top. Şöyle bir bakıyor.
- karım
beni aldattı / mavi top
-işten
atacaklar / mavi top
- ülserim azdı / mavi top
- ülserim azdı / mavi top
- öleceğim / mavi top....
Yazarlık
da böyle bir şey. Bir tane gerçek Ahmet Ümit hayatı var ve
yarattığım onlarca karakter var. Bütün o karakterlere her
türlü belayı sardırıp her türlü işkenceyi
yapıyorsunuz ve anlıyorsunuz ki aslında dert ettiğiniz şeyler o
kadar büyük değil! Ahmet Ümit'ten sıkıldığım zamanlar bu
romanlar benim kaçışımdır. Ben oraya kaçtığımda sıkıntıdan
kurtuluyorum. Bir de düşünsenize hiç bir riski yok.
Bir
yayın yönetmeni arkadaşım, yarattığım Evgenia karakteri için
“Ahmet bu kim?” dedi. Karakter işte dedim, Nevzat'ın sevgilisi, inanmadı. "Senin ilişkin
yoksa beni onunla tanıştır " dedi. Düşünsenize benim karım bu
kadını okuyup onun için ağlıyor, normal hayatta böyle bir şey
olsa benim gözümü oyar. Bu müthiş bir deneyim, olağanüstü
bir şey! Ve
ben bunu gerçekmiş gibi yazıyorum, yani kendi uydurduğum yalana
inanıyorum.
Benim
romanlarımda katilin kim olduğu umurumda bile değil!
Ben
istersem katilin bulunmamasını sağlayabilirim. Mesele o değil
ama. Mesela
Beyoğlu Rapsodisi'nde katili kimse bulamaz. Bu basit bir şey çünkü.
Beyoğlu'nun En Güzel Abisi ve Gezi olayları
Beyoğlu'nun En Güzel Abisi ve Gezi olayları
Savaş
ve Barış'ta anlatılan savaş somuttur. Ama bizi orada etkileyen şey, savaşın ötekileştirmesi durumudur. Beyoğlu'nun En Güzel Abisi
kitabındaki Gezi ve 6-7 Eylül olaylarındaki ötekileştirme de ne yazık ki
eskiden beri devam eder. Sadece bizde değil, batı toplumlarında
da devam eder. Ciddiye almama, ötekini yok sayma durumu.
Gezi
olaylarından bahsetmek benim için riskli bir durumdu, çünkü
benim okuyucularım sadece hükümet karşıtları değil. Orada
sadece vicdanımı dinledim. Gezinin ekmeğini yiyor diyenler de
çıktı. Bu tür şeyleri hiç takmıyorum. Size bir önerim
olacaksa şunu söyleyebilirim:
İnandığınız
şeyleri yazmaktan çekinmeyin.
Bunu söyleyince hep akıllara şu gelir:
Bir politik yapı vardır ve bu yapının uygulayacağı baskı vardır.
Bunu söyleyince hep akıllara şu gelir:
Bir politik yapı vardır ve bu yapının uygulayacağı baskı vardır.
Hayır!
Kamuoyunun
baskısı daha güçlüdür. Mensup olduğunuz çevrenin, cemaatin,
mahallenin baskısı daha güçlüdür. Bir yazarı yazar yapan şey, konuşmanın başında da söylediğim gibi özel bakış açısıdır.
O özel bakışın yanı sıra aslında cesaret de çok önemlidir.
Doğru olduğuna inandığınız şey aslında yanlış olabilir. Bir süre sonra bir yanlış yapmışım diyebilirsiniz. Bu kitapta Gezi bölümlerinin çoğu gözyaşları içinde yazılmış ağır bölümlerdi. Bir vicdanı sorumluluk olarak yazdım. Bunun getireceği şeyler; yani hükümetin buna tavır alması, "Ahmet Ümit, Gezi'nin rantının yiyor" diyecek olmaları hiç umurumda değildi..
Hesaplaşmamız gereken kişi, kendimiziz çünkü. Herkese yalan söyleyebilirim ama kendime söyleyeceğim yalan en zorudur.
Doğru olduğuna inandığınız şey aslında yanlış olabilir. Bir süre sonra bir yanlış yapmışım diyebilirsiniz. Bu kitapta Gezi bölümlerinin çoğu gözyaşları içinde yazılmış ağır bölümlerdi. Bir vicdanı sorumluluk olarak yazdım. Bunun getireceği şeyler; yani hükümetin buna tavır alması, "Ahmet Ümit, Gezi'nin rantının yiyor" diyecek olmaları hiç umurumda değildi..
Hesaplaşmamız gereken kişi, kendimiziz çünkü. Herkese yalan söyleyebilirim ama kendime söyleyeceğim yalan en zorudur.
O
yüzden kendimize yalan söylemediğimiz sürece bence bir sorun
yok. Millet ne diyecek diye asla doğru bildiğinizden
vazgeçmemelisiniz. Çünkü nasıl olsa bir şeyler diyeceklerdir.
Ünlü
olmak, sevgi, alkış, ilgi kadar negatif şeyleri de insanın
üzerine çeker.
Bir
sürü insan sizi hiç tanımadığı halde sizden nefret ediyor.
Mesela Beyoğlu'nun rantını yiyor diyenler var. Abi sen de yaz sen
de ye, varsa böyle bir rant sen de ye.
Tarihin
rantını yiyor diyorlar.. 200.000 senelik tarih var, ye işte!
Ben
hiç kızmıyorum böyle şeylere, özellikle yazarlar arasında çok
olur. Ben de öyleydim. Çok satan yazarlara acayip gıcık
olurdum. Doğal, insanca bir şey bu, bunu anlıyorum.
Ama nefret zararlı, nefret akıldan yükselmediği için de zararlı . Akıllı bir eleştiri çok önemli, şurada bir yanlış yapmışsınız derseniz ben onu ciddiye alırım. Nefrete dayalı eleştiriler duygusal ve tepkisel olduğu için muhtemelen de yanlış oluyor, ciddiye almamak lazım. O insanlara öfkelenmek ve buna dayalı eser üretmeye çalışmak kadar yanlış bir şey olamaz. Yani birilerine öfkelenip bunu bir esere dönüştürmek, mesela “onlara haddini bildireceğim” demek çok fena, sakın bunu yapmayın. O eseri yazarken soğukkanlı ve nesnel olmak lazım.
Ama nefret zararlı, nefret akıldan yükselmediği için de zararlı . Akıllı bir eleştiri çok önemli, şurada bir yanlış yapmışsınız derseniz ben onu ciddiye alırım. Nefrete dayalı eleştiriler duygusal ve tepkisel olduğu için muhtemelen de yanlış oluyor, ciddiye almamak lazım. O insanlara öfkelenmek ve buna dayalı eser üretmeye çalışmak kadar yanlış bir şey olamaz. Yani birilerine öfkelenip bunu bir esere dönüştürmek, mesela “onlara haddini bildireceğim” demek çok fena, sakın bunu yapmayın. O eseri yazarken soğukkanlı ve nesnel olmak lazım.
Bir
şey daha söyleyeyim:
Yazı
vefasız bir şeydir, inatçı olmak lazım!
Yani
şu anda Türkiye'de binlerce insan yazıyor, edebiyatla uğraşıyor,
çok az insan bunun karşılığını alıyor. O nedenle yılmamak
lazım, inat etmek lazım. Bir de başarıyı hedeflemek çok yanlış
bir şey. Başarıyı değil, mutluluğu hedeflemek lazım.
Yazdığınız yazı sizi mutlu etsin, o size başarı da getirebilir
ama başarı için bir metin yazarsanız, her başarısızlıkta
yazma isteğini kaybedersiniz. Bu da kötü bir şey. Hayatta da en
iyi olmaya çalışmak korkunç bir şey, sakın bunu yapmayın.
En iyi olmaya çalışmak, hayatı mahvetmek demektir. Sistem bunun
üzerine kuruludur, yazık değil mi üç günlük dünyada?
Mutlu
olacağınız şeyleri yazın, mutlu olmayacaksanız yazmayın!
Evde Yazar'ın son sözü
Üç gündür size bu her satırından onlarca ders çıkarılabilecek, özellikle yazar olma hayali kuranlar için muazzam ipuçları içeren söyleşiyi eksiksiz olarak aktarmaya çalışıyorum. Umarım değerli yazarımızın sözcüklerini aktararak, bazılarınızın yeni ufuklar açmasında faydalı olabilmişimdir.
Benim için son derece yararlı ve keyifli olan bu etkinliği düzenleyen +Hürriyet Bumerang 'a teşekkür ediyorum.
Üç gündür size bu her satırından onlarca ders çıkarılabilecek, özellikle yazar olma hayali kuranlar için muazzam ipuçları içeren söyleşiyi eksiksiz olarak aktarmaya çalışıyorum. Umarım değerli yazarımızın sözcüklerini aktararak, bazılarınızın yeni ufuklar açmasında faydalı olabilmişimdir.
Benim için son derece yararlı ve keyifli olan bu etkinliği düzenleyen +Hürriyet Bumerang 'a teşekkür ediyorum.