29 Ocak 2014 Çarşamba

Ahmet Ümit Söyleşisi-3 / Yazarın gözünden polisiye ve tarih

Ahmet Ümit bize o kadar güzel şeyler anlattı ki, tek kelimesini bile atlamadan sizlere aktarabilmek için önce bu birinci yazıyı, ardından da bu ikinci yazıyı yazmıştım. Şimdi de söyleşiye kaldığımız yerden devam etmek istiyorum. Yine yazarın sözleriyle, ben hiç araya girmiyorum.. 


A. Umit

Ahmet Ümit'in gözünden polisiye edebiyat ve tarih

Ben polisiye yazdığımın farkında değildim. Hikayeler yazıyordum, şehir tiyatrolarında yönetmen bir arkadaşım vardı. O benim Çıplak Ayaklı Gece adlı ilk öykü kitabımı okudu ve dedi ki:
          -Ahmet, sen polisiye yazıyorsun!
Bir zoruma gitti, bir zoruma gitti ki bunu duymak. E tabi, solculuktan geliyorum, yazdığım eserlerin dünyayı değiştireceğini düşünüyorum. Bana adam “Sen polisiye yazıyorsun” diyor. Benim de polisiye deyince aklıma Agatha Cristie geliyor. İngiltere'de zengin 8-10 tane adam bir araya gelmiş, hepsi de yaşlı. Genellikle içlerinden biri zehirleniyor, adamı kim öldürdü? Afrika'da her gün binlerce çocuk ölürken zoruma gitti elbette bu durum.
Öte yandan bir gerçeklik var, o da şudur arkadaşlar: Yazarın üslubunu belirleyen şey, onun kişisel yaşamıdır.

Nasıl yaşarsanız, öyle yazarsınız!
Mesela Yaşar Kemal'i düşünün. Yaşar Abi'nin eserleri gümbür gümbür coşku doludur. Neden? Çünkü adam Çukurova'da yaşıyor. Tepede kocaman bir güneş, toprağa çubuğu soksan üç ay sonra çiçek açıyor. Böyle bir yerden karamsarlık çıkmaz.
Bir de rahmetli Kafka'yı düşünün.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda yaşayan bir Yahudi...
Prag'a gidenleriniz bilir, çok güzel bir şehir ama karanlık, gotik! Bu adam burada oturup aydınlık, pırıl pırıl yazamaz; bu adam tabii ki karanlık yazacak. Kafka kasvetli yazar; ayrı bir lezzet, ayrı bir güzelliktir.
Dostoyevski de aynı şekilde. Leningrad Petersburg'a şimdi gitsek, sadece 2 saat aydınlık. İlk gittiğinizde hoş buzdan bir ülke, ama biraz sonra ağır melankoli yapıyor insanda. Moskova'da yaşadım, biliyorum. Öyle bir ülkede ya güzel bir Rus sevgili bulacaksın, ya yazar olacaksın, ya da alkolik olacaksın. Başka kurtuluş yok.
Benim Moskova'da şiire, yazarlığa başlamamın nedeni de buydu. Evliydim, dolayısıyla Rus sevgili bulamazdım. O zamanlar Sovyetler Birliği'nde herkes alkolik olduğu için parti kendisini toplamaya çalışıyordu ve Komünist Partililer içki içmeyecek diye bir kural vardı. Biz de TKP'liyiz ya, yoldaşlarımıza destek olalım diye içki içmiyorduk. Yani ben de şiire böylece başlamış oldum.
Tekrar konumuza dönersek, ben Ahmet Ümit olarak polisiye yazdığımı fark ettiğimde şunu anlamak istedim.

          Polisiye ne, nedir polisiye?

Önce bunu anlamalıydım, öteki türlüsü Amerika'yı yeniden keşfetmek olurdu. Kendimce müthiş bir roman yazdığımı zannedeceğim, sonra bir de bakacağım ki 50 yıl önce bunu biri yazmış zaten. Onun için okumak lazımdı ve ben de okudum.

Polisiye ne?

İlk karşıma çıkan, klasik Edgar Allan Poe ve Morgue Sokağı Cinayetleri.
1841 yılı, Paris. Auguste Dupin adlı bir karakteri vardır O'nun, zaten edebiyattaki ilk dedektif de O'dur. Sherlock Holmes O'ndan örnek alınarak yazılmıştır. Fakat hiç bir şey yok, bir cinayet işleniyor.

Bir matematik problemi aslında.

Üç katlı yüksek bir ev, dışarıdaki pencereler yüksek, kimse dışarıya çıkamıyor. Evin önünde kadınlar bizde nasıl çekirdek çitlerlerse aynı öyle sohbet halindeler. Eve 3 saat boyunca kimse girmemiş. İçeride bir kadın ve kızı öldürülmüş ve cesetler bacanın içinde. Bir matematik problemi gibi, kim öldürdü, soru bu, yani “y” nedir?
Rakamların yerini insanlar alıyor, işlemlerin yerini de olaylar alıyor. Tam olarak mantığı budur polisiyenin.
Tamam da yani bana göre bu bir şey değil. Nasıl olacak filan derken biraz daha derin okumalara başladım ve anladım ki polisiye bu değil..

Esas polisiye,Tevrat'ta Kabil'in Habil'i öldürme meselesidir!

Çünkü benim için edebiyat, bir aynadır. Edebi eserlerin hepsi birer aynadır. Bunların kitap gibi göründüğüne bakmayın, o aynada siz kendinizi görürsünüz. O hikaye size kendinizin saçınızı başınızı, kaşınızı gözünüzü değil ruhunuzu göstermiyor ise başarısızdır.
Ona baktım ve gördüm ki, Kabil'in Habil'i öldürme hikayesi belli bir amaçla yazılmıştır. Daha sonra yüzlerce binlerce yıl sonra Musa peygambere gelecek olan 10 Emir'den en esaslı olanı “Öldürmeyeceksin” dir.
Kabil'in Habil'i öldürmesi hikayesi bunun için anlatılmışır aslında: ÖLDÜRMEYECEKSİN! Çünkü o senin kardeşin. Yani ırkı, dili, dini ne olursa olsun insanları öldürme yetkin yok.
Bunu fark etmek beni çok mutlu etti, böylece polisiye ile insanlara bir şeyler anlatılabildiğini ve bunun da var olduğunu gördüm.
Matrak bir şey de keşfettim. Polisiye Anglosaksonlar'ın işidir derler ya, yalan. Çünkü Tevrat Londra'da yazılmadı ki, muhtemelen Mezopotamya'da yazıldı.
Biraz daha okuyunca başka bir polisiye metinle karşılaştım, bu bir tragedyaydı.
Kral Oedipus, bu da bir polisiye hikayedir. Gizemli bir hikaye, bunu yazan da bir İngiliz değil, Yunanlı Sofokles, aynı denizi paylaşmışız.
Sonra biraz daha okuyunca evet bu sefer bir İngiliz çıktı karşıma, bence dünyanın en büyük yazarı: Shakespeare!

Bana göre, tekrar söylüyorum -bana göre -dünyada iki büyük yazar var, başkaları başkalarını seçebilir.

Şu ana kadar aşılamamış bu iki yazarın biri Shakespeare, diğeri de Dostoyevski . Bu iki yazarın müzikteki karşılıkları da Mozart ve Beethoven'dır.

Shakespeare Mozart'tır, yani deha.
Dostoyevski ise Beethoven'dır, daha çok tutku!

Bunları bir bilgisayara benzetirsek her ikisinin de işlemcisi aynı hızda çalışabilir ama kapsayıcılık açısından, yani harddisc'in büyüklüğü açısından Shakespeare daha büyüktür. Çünkü Dostoyevski'de komik olan, absürt olan yoktur. Shakespeare'de vardır. Hani edebiyata ayna demiştik ya, Shakespeare hayatın bütün hallerini bize gösteren bir aynadır. Aynı Mozart gibi. Mozart mesela hep neşeli şeyler yazar, sonra bir Requiem yazar ve bitirir, inanılmazdır.
Shakespeare'a baktığımızda Hamlet'te, Makbet'te, Kral Lear'da insan ruhunun destanını görürüz. Ama öte yandan Romeo ve Juliet ortalama bir eserdir, herkes çok beğenir ve ortaya bir başyapıt çıkar. On İkinci Gece, Venedik Taciri komiktir ve olağanüstüdür. Bu ikisi bence en büyük yazarlardır.
Shakespeare, Hamlet'te, Makbet'te cinayetten yola çıkarak oyunlar yazmıştır. Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'i, Suç ve Ceza'sı, doğrudan cinayetten yola çıkılarak anlatılan metinlerdir.
Şimdi burada şöyle bir soru akıllara geliyor.

Bu kadar büyük yazarlar neden cinayeti anlattılar?

Neden cinayet? Bu yazarlar cinayetsever mi, kansever mi?
Değil..
Çok uyanıklar, hayatı çok iyi biliyorlar. Uyanıklıkları da şuradan geliyor. Normalde toplumsal yaşamda insanlar şöyle bir durumla karşılaşırlar. Doğduğumuz anda kaş göz rengimiz gibi huyumuz da vardır. Doğuştan huy; buna kan basıncı da denir. Can çıkmadan huy çıkmaz denir ya hani.. Soğukkanlı olmak, melankolik olmak, içe kapanık olmak gibi. Bunlar huy.
Bu huyların üzerine kişilik oluşur. Kişilik, sosyal yaşamın toplamıdır. Doğduğumuz aile, aldığımız eğitim, yaşadığımız ülke, yaşadığımı çağ, ilişkiye girdiğimiz insanlardan öğrendiklerimizin toplamı bizde kişilik oluşturur. Kişilik, ölünceye kadar sürekli gelişebilen bir şeydir. İlk başlarda daha hızlı, sonraları daha yavaş gelişir, yani kişilik değiştirilebilir ama huy değişmez!
İşte bu kişilik nedeniyle hepimizin maskeleri vardır. Anne rolü, baba rolü, sevgili rolü, burada benim oynadığım sevimli yazar rolü, sizin burada oynadığınız ilgili insan rolü.. Belki de içinizden “Amma da uzattı adam” diyorsunuz, bunu bilemiyoruz. Bu roller, gerçek ruhumuzu, kimliğimizi gizler.

İşte bu rollerimizin parçalandığı, maskelerimizin düştüğü anlar, cinayet anlarıdır!

Bu büyük yazarların cinayeti yazmasının nedeni de şudur: Karakterlerinin gerçek ruh hallerini anlatabilmek!
Allah göstermesin şurada bir cinayet işlense, hemen her şey açığa çıkar. En korkağımız buradan hemen tüymenin yollarını aramaya başlar. En pişmanlık yaşayanımız “Allah belamı versin, zaten buraya gelmeyecektim!” diye kendini suçlamaya başlar. En sakinimiz,
Arkadaşlar sakin olalım, telefon edelim polis gelsin, kapıları kapatalım” der. İyimser olanımızsa “Ölmemiş bak, kirpikleri hâlâ oynuyor” der.
Cinayeti anlatma meselesi ise yazara karakterini tasvir etme açısından olağanüstü fırsatlar verir.
Bunun bir başka güzelliği ise bir insanın ölümünün öteki insanların ilgisini her zaman çekmesidir. Ölüm bir son olduğu için, hepimiz için gizemli ve ilginç bir konudur.
Bu nedenle Şeko ve Dosto Abiler de bu konuları seçmişlerdir.
Ben bunları keşfedince rahatladım.. Polisiye romanı küçümsüyordum, sonrasında
“Ya bu büyük yazarlar yazmışsa, ki Tevrat'ta bile var, yani Allah yazmış, Ahmet sen sevdiğin türde, yani polisiye yazabilirsin!” dedim..

Polisiye yazmayı seviyorum.

Bu benim yaşamımla ilgili. Çünkü 14 yaşımdan 29 yaşıma kadar profesyonel devrimcilik yapmışım. Sürekli kaçmaca, kovalamaca, vurulmaca, polisle entrika, yani sürekli adrenalin üretmişim. Uyuşturucu gibi alışkanlık yapmış. Zaman içinde elbette böyle bir şey çıkacaktı, soft aşk hikayeleri yazmam mümkün değil.
Ama dandirik ucuz polisiye hikayeler niye yazayım durumu vardı; Shakespeare, Dostoyevski ve Sofokles bu sorumun yanıtını vermiş oldu. Dedim ki:

          -Ahmet sen polisiye yazabilirsin, istediğin adrenalin gıdanı alabilirsin, ama aynı zamanda iyi bir edebiyat da üretebilirsin. Bu mümkün, çünkü yapmışlar zaten.

Dostoyevski, Dostoyevski olacağını biliyor muydu? Shakespeare yaşarken böyle olacağını düşünebilir miydi? Ben de olabilirim, sizler de olabilirsiniz. Dostoyevski'yi düşünün. Tolstoy gibi varlıklı bir kont değildi. Kumar borcunu kapatmak için eser yazdığını biliyor muydunuz?
Dostoyevski büyüktür, çünkü çok gerçekçi bir yazardır, kendisine yalan söylememiştir.
Bizim içimizde bütün insani duygular var. İçimizde sapık var, katil var, aşağılık bir varlık var, yüce bir ruh var, kahraman var, başkası için ölebiliriz. En küçük bir şey için başkasının canını alabiliriz, hepimizin içinde potansiyel olarak bunlar mevcut.

Ahmet Ümit olarak polisiye tarzında ne yapacaktım?

Her yazan kişi , farkında olsun ya da olmasın bugüne kadar yazılmışların en güzelini yazacağını kendisine söyler. Dile getirdiği zaman çirkindir ama yazdığımız şey budur, meydan okumadır.
Nasıl yapacaktım, ne yazacaktım?


sis ve gece

Sis ve Gece Romanı


Kral Oedipus konusunu ele alıp bu kurguyu günümüze uyarlayayım dedim.
Sis ve Gece romanım bir casus hikayesidir ama alttaki çatı Kral Oedipus'tur.
Şöyle ki Oedipus bir kraldır ve bulunduğu Tebai kentine bir lanet gelir. Hastalık başlar, kuraklık başlar, insanlar ölmeye başlar. Bir terslik vardır hayatta. Bu sorunu çözmeye çalışır. Neden?
Pagan kültüründe şöyledir.
 Böyle durumlarda ya Zeus'u kızdırdık, ya Poseidon'a bir şey yaptık,  ya Hades'e bir şey yaptık, ya büyük tanrılardan birinin sunaktaki şarabına su kattık, memnun edemedik tanrıyı bir şekilde ve bu yüzden tanrılar başımıza bu belayı verdiler diye düşünürler. O yüzden tapınağa gider, kahine sorar Oedipus. Kahin gerçeği anlatmaz ve bazı ipuçları verir. Oedipus, bu ipuçlarını takip eder, sonunda gerçeğe ulaşır. Ulaştığı gerçek korkunçtur. Cezalandırılmasının nedeni şudur. Yıllar önce rastlantı sonucu bir adamı öldürmüştür. O öldürdüğü adam, aslında kendi öz babası olan kraldır. Çok yakışıklı, güçlü, akıllı bir adamdır Oedipus. Girdiği şehirde bazı sorunları çözer, kral kaybolmuştur ve kraliçe ile evlenir. Kraliçe ise kendi öz annesidir. Kendi öz annesinden çocukları olmuştur. Onun için gözlerini kör eder, korkunçtur.

Bu kurguyu aldım ve şöyle yaptım:

Sedat diye bir karakter yarattım. Adam evlidir, Mine adındaki sevgilisi kaybolmuştur. Adam kızı aramaya başlar. Kızın kaybolması aslında Tebai şehrindeki lanetle aynı anlamdadır. Nasıl kral Oedipus şehre gelen lanetin sebebini araştırıyorsa, bizim Sedat da Mine'nin kaybolmasının nedenini araştırmaya başlar. Kahin yerine Ahmet Ümit verir ipuçlarını adım adım. Ve Sedat'ın bulduğu gerçek korkunçtur. Kayboldu zannettiği Mine'yi farkına varmadan kendisi öldürmüştür. Ve Mine'nin karnında kendi çocuğu vardır. Bu kurguyu aldım ama kimse bunu fark etmedi. Ben söyleyince "evet anlamıştık" dediler. Bunu ne yaptım, günümüzdeki modern insanın problemi olarak anlattım. Bunu anlatırken dışarıdaki sıvayı, dışarıdaki tuğlayı, politik problemimizi de anlattım. Askerlerle siviller arasındaki çatışmayı, demokratikleşme sorununu anlattım. Bu sadece bizim için değil, İngiltere için de geçerli, Amerika için de geçerli; İrlanda için de, İspanya için de geçerli..
 Bir derin devlet var ve bu derin devletin bazı adamları kendilerini devletin sahibi zannederler. Sedat da öyle zannediyordu ve öldürüyordu insanları. "Bu devlet benim ve ben öldürürüm" diyordu. Öldürdüğü insan, hayatının anlamı olan insan olabilirdi oysa.
 Bu güzeldi, çok beğenildi kitap. Müthiş bir ilgi gördü, 1996 yılında çıktı ve bir yıl içinde 4000 adet sattı, ben 100.000 bekliyordum. İnsanlar polisiye okumuyordu, bizim insanlarımız polisiye okumaz, hala da okumuyorlar. Şimdi de Türk yazarlarından polisiye olarak beni okuyorlar sadece.
kar kokusu

Kar Kokusu Kitabım

Benim başımdan geçen olayları anlatan bir kitap geldi sonrasında.  Moskovo'ya James Bond filmi gibi sahte pasaportla gitmiştim, orada yaşadıklarımdan yola çıktım  bu kitapta. Hep farklı şeylerin peşindeydim.
Normalde polisiye romanlarda katil romanın sonunda ortaya çıkar. Ben Kar Kokusu'nda özellikle katili romanın ortasında ortaya çıkarttım. Picasso nasıl kadının yanağına göz koyuyorsa ben de romanımda bunu yaptım. Yeni bir arayıştı.  Burada yaptığım şey okur kazanmak için değil, tam tersine kendime meydan okumaktı.

Yazarın asıl meydan okuyuşu da bence kendisine karşı olandır.

Bir üslup oluşturmalıyız ve sonrasında bu üslubu yıkıp yenisini oluşturmalıyız. Çünkü üslup bizim için hem özgürlük hem de hapishanedir.

Neden tarihi olaylara el attım?

O arada yine Antep'e gittim. Bizim Antepliler yeme içmeyi çok severler.Fırat kenarında bir yere pikniğe gittik, şahanedir oralar. Bir baktım, Fırat kenarında höyükler taşmış dışarıya sütun başları falan, çok etkilendim. Burayı yazayım diye düşündüm . İstanbul'a döndüğümde İ.Ü Arkeoloji Bölümüne gidip
 “Arkadaşlar, Nizip'te böyle bir yer var, ben orayı yazmak istiyorum, hangi uygarlıklar vardı orada" falan dedim. Onlar da dediler ki:
 "Orası önemli değil 70 kilometre ileride Kargamış diye bir Hitit antik kenti var çok önemli bir yer, orayı yaz."
Patasana romanımda orayı yazdım. Yalnız önemsiz dedikleri yerde  Zeugma çıktı sonra . Ama haklılar.  Zeugma Roma dönemi ve çok zengin bir dönem, dolayısıyla oradaki mozaikler çok değerli, dünyanın en önemli mozaik müzesi var Antep'te, olağanüstü gerçekten. Fakat tarihi açıdan o kadar önemli değil. Tarihi açıdan önemli olan yer Kargamış. Çünkü Kargamış yeryüzündeki en büyük savaşlardan olan Kadeş Savaşı'na neden olan yerlerden bir tanesi. Bunu yazdım ve orada ilk kez tarihle karşılaştım.

 Çünkü bize öğretilen resmi tarih son derece sıkıcı ve yalanlarla palavralarla dolu

Bize öğretilen, eksik ve aptalca bir tarih. Sıkıcı, çünkü devletin at gözlüğü ile bakmamızı isteyen bir tarih. Türk İslam Sentezi'yle bakmamızı isteyen bir tarih. Oysa bu topraklara baktığımızda 200.000 yıllık bir tarih görüyoruz. Sadece Anadolu'da değil, Yarımburgaz mağarası var mesela, karbon testiyle 200.000 yıllık bir yaşamdan söz ediliyor. Anadolu'da Göbekli Tepe 12.000 yıllık, Çatalhöyük var 8000 yıllık bir tarih!
Şimdi bu toprağın kendisi diyor ki bize,

         -Ey bu topraklar üzerinde yaşayan kişi, ben sana 200.000 yıllık bir tarih veriyorum.

 Bunun manası şu:  Ey arkadaşım, ben sana 200 odalı bir şato veriyorum ve bu odaların hepsini, istediğin gibi kullan. Çünkü sen bu toprakta doğdun ya, doğduğun için bu senin hakkın diyor.
Sen diyorsun ki yani egemenler diyor ki  "ben bir oda istiyorum. Biz abicim 1071 yılında 
Alpaslan ile geldik", ama 199.000 yıl ne olacak?
İstemiyoruz, niye? “Türklüğüme ve Müslümanlığıma halel mi gelir?" diye!
 Toprak diyor ki "geri zekalı, sen aptalsın.!"
 Kimsenin Müslümanlığına  ve Türklüğüne halel gelmez. Çünkü şu anda en milliyetçiyim diyen Kürt Milliyetçisi, Ermeni Milliyetçisi veya Türk Milliyetçisi o arkadaşı alalım, DNA testine sokalım. Bakalım ne çıkacak?


bab-i esrar
Bab-ı Esrar kitabını yazarken Konya'ya gittim. 700 yıl önce Mevlana yaşarken resim yok, fotoğraf yok. Ne var, Karatay medresesinde çiniler var. Çinilerde insan yüzleri var, Kim bunlar? Oraya giden Selçuklu Türkleri. Görseniz hiç bizimle alakaları yok, hepsi Çinli gibi. Ay gibi bir yüz, çekik gözler, kadınlar erkekler...
Buraya  geldikleri zaman,- ki kaç kişi olduklarını bilmiyoruz- o zamanlar burada Roma İmparatorluğu var. Onun için biz Mevlana'ya Rumi diyoruz. Rumi demek Romalı demek, Rum demek de Romalı demektir. Bizimkiler aşağılamak için kullanmışlar bu sözcüğü ama o dönem çok yüce bir mertebe Romalı olmak,  bu günün Amerikalısı gibi. . Şimdi Amerikalıya dokun bakalım ne oluyor?  Türkleri kıtır kıtır kes kimsenin sesi çıkmıyor ama bir Amerikalı kadın öldürülünce kıyamet koptu. O sırada yüzlerce Türk kadını öldürülüyordu zaten. Keşke hepimiz öyle olabilsek, keşke kimse öldürülmese!
 Bizimkiler geldiğinde Romalılar var, yukarısı Ermeni yaylası. O nedenle ilk Ermeni katliamını yapanlar Romalı Hristiyanlar'dır.
Aşağıda Urartular var, burada Romalılar var, biz gelmişiz bunlarla hemhal olmuşuz, karışmışız.
Ve ortaya çok güzel bambaşka bir nesil çıkmış. Çünkü insan kanı ve ırkı da su gibidir. Nasıl ki ırmaklar başka nehirlerle, göllerle, okyanuslarla buluşmazsa kirlenir, insan kanı da birbirine karışmazsa çirkinleşir. Mesela bizim Anadolu'da akraba evlilikleri vardır, çirkin ve sakat çocuklar doğar. Ama kan karışınca şahane çocuklar çıkıyor ortaya. Latin Amerika örneğin. Mesele bu..

Biz yine Ahmet Ümit'e dönelim.

 Bütün bunları bilince ben de bu tarihi kullanmaya başladım. Birdenbire 200.000 yıllık bir tarihin sahibi olduğumu hissettim. Bir yazar için müthiş bir şey bu!
Dan Brown, 250 yıllık masonları yazıyor; yazmak için İstanbul'a geldi. Çünkü her şey burada başlıyor. Yeryüzünün ilk süper devleti Hititler, karşıda da Mısır, Ramses. Kadeş, Roma, yüzlerce yıl dünya bizim Sultanahmet'ten yönetilmiş. Ayasofya ile Sultanahmet Camisinin altı olduğu gibi büyük Roma Sarayı, ardından Osmanlı.. Bu toprak diyor ki bana:

          -Bak oğlum madem yazar oldun, sana bu kadar yıllık tarih veriyorum, yaz! Yazabildiğin kadar yaz, bitmez; anlat anlat bitmez, olağanüstü bir şey.

Ben bunları alıp romanıma koydum.
Bu tarihle beraber artık bende ne yapma düşüncesi şekillendi. Dedim ki ben o zaman bu topraklardaki bana sunulan malzemeyi hem tarih olarak hem de düşünce olarak alayım. Bizde mistik düşüncenin doruğu Mevlana'dır -13. yy-  aynı zamanda hümanisttir. Onun batıdaki muadili Dante'dir. Dante ile aynı dönemde yaşamıştır. Mevlana ölürken Dante daha küçüktür. İkisi de yani Mesnevi ile İlahi Komedya eşdeğer büyük eserlerdir. Mevlana daha hümanisttir, çünkü Dante, Hz. Muhamet'i kitabında yakar, oysa Mevlana'da bütün dinlere karşı bir hoşgörü vardır, insanı sever. Herkesin önünde secde etmesinin nedeni, insanın içindeki iyiliğin önünde eğilmesidir. İşte ben, insanların bu  iyi olma potansiyelini anlattım, bu düşünceleri anlatmaya devam edeceğim.

Demem o ki; benzersiz eserler üretmenin yöntemi önce yerel olmaktan, kendi toprağına dayanmaktan geçiyor.

Kendi kültürünün üzerinden evrensel bir yapıya ulaşabiliyorsan başarılısındır. Mesela senin Konya da yarattığın bir karakteri İsveç'te okuyan bir okur “evet ya ben de böyleyim” diyebiliyor ise; sen bunu yepyeni bir biçimde sunabiliyorsan; bu senin edebiyata katkın olur; bu seni değerli kılabilir.  Üstelik sen de sıkılmazsın.
Öbür türlü, yazmaktan bıkarsın, aynı yolu her gün kullanırsan sıkılırsın. Bazen riske girip patika yollara da sapmak lazım, ben de öyle yaptım.

Mesela son romanımda araya Ahmet Ümit'i kattım.

Sebep? Nevzat'ın bu dördüncü romanı, sıkıldım Nevzat'ı yazmaktan. Dedim ki buraya bir de Ahmet Ümit'i sokayım. Nevzat Ahmet Ümit'ten gıcık kapsın, O'na bir roman olduğunu hatırlatsın.

 3 tane daha Nevzat romanı olacak.

Bir tanesinde karısıyla kızının katilini bulacak. Bir tanesinde Ali, bir tanesinde Zeynep hikayesi olacak. Bundan sonraki roman, kronolojik olarak bu romanın devamı olmayabilir. Henüz belli değil. 
Mesela geçenlerde bir olay yaşadım ve romanın ilk cümlesi kafamda belirdi.

“O sabah, ölmüş babamdan gelen telefonla uyandım.”

 Yazarlar böyledir, her olaydan bir roman çıkarırlar.

Yazar mutlaka karakterlere dönüşüp onlarla yaşar. Terapi gibi bir etkisi var bunun, kendinizle uğraşmaktan vazgeçiyorsunuz. Mesela çok güzel bir anekdot var astronotlarla ilgili.

 Uzaya çıkan astronotlarda stres olmazmış.

Çünkü uzaydan bir bakıyor, bir mavi top dönüyor, biraz ileride gümüş top var; ay, ileride kocaman sarı top: güneş. Jüpiter, Merkür milyonlarca top. Şöyle bir bakıyor.
          - karım beni aldattı / mavi top
           -işten atacaklar / mavi top
            - ülserim azdı /  mavi top
             - öleceğim /  mavi top....
Yazarlık da böyle bir şey. Bir tane gerçek Ahmet Ümit hayatı var ve yarattığım onlarca karakter var. Bütün o karakterlere her türlü belayı sardırıp her türlü işkenceyi yapıyorsunuz ve anlıyorsunuz ki aslında dert ettiğiniz şeyler o kadar büyük değil! Ahmet Ümit'ten sıkıldığım zamanlar bu romanlar benim kaçışımdır. Ben oraya kaçtığımda sıkıntıdan kurtuluyorum. Bir de düşünsenize hiç bir riski yok.
Bir yayın yönetmeni arkadaşım, yarattığım Evgenia karakteri için “Ahmet bu kim?” dedi. Karakter işte dedim, Nevzat'ın sevgilisi, inanmadı. "Senin ilişkin yoksa beni onunla tanıştır " dedi. Düşünsenize benim karım bu kadını okuyup onun için ağlıyor, normal hayatta böyle bir şey olsa benim gözümü oyar. Bu müthiş bir deneyim, olağanüstü bir şey! Ve ben bunu gerçekmiş gibi yazıyorum, yani kendi uydurduğum yalana inanıyorum.

Benim romanlarımda katilin kim olduğu umurumda bile değil!
Ben istersem katilin bulunmamasını sağlayabilirim. Mesele o değil ama. Mesela Beyoğlu Rapsodisi'nde katili kimse bulamaz. Bu basit bir şey çünkü.

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi ve Gezi olayları

Savaş ve Barış'ta anlatılan  savaş somuttur. Ama bizi orada etkileyen şey, savaşın ötekileştirmesi durumudur. Beyoğlu'nun En Güzel Abisi kitabındaki Gezi ve 6-7 Eylül olaylarındaki ötekileştirme de ne yazık ki eskiden beri devam eder. Sadece bizde değil, batı toplumlarında da devam eder. Ciddiye almama, ötekini yok sayma durumu.
Gezi olaylarından bahsetmek benim için riskli bir durumdu, çünkü benim okuyucularım  sadece hükümet karşıtları değil.  Orada sadece vicdanımı dinledim. Gezinin ekmeğini yiyor diyenler de çıktı. Bu tür şeyleri hiç takmıyorum. Size bir önerim olacaksa şunu söyleyebilirim:

İnandığınız şeyleri yazmaktan çekinmeyin.

Bunu söyleyince hep akıllara şu gelir:
 Bir politik yapı vardır ve bu yapının uygulayacağı baskı vardır.
Hayır!
Kamuoyunun baskısı daha güçlüdür. Mensup olduğunuz çevrenin, cemaatin, mahallenin baskısı daha güçlüdür. Bir yazarı yazar yapan şey, konuşmanın başında da söylediğim gibi özel bakış açısıdır. O özel bakışın yanı sıra aslında cesaret de çok önemlidir.
 Doğru olduğuna inandığınız şey aslında yanlış olabilir. Bir süre sonra bir yanlış yapmışım diyebilirsiniz. Bu kitapta  Gezi bölümlerinin çoğu gözyaşları içinde yazılmış ağır bölümlerdi. Bir vicdanı sorumluluk olarak yazdım. Bunun getireceği şeyler; yani hükümetin buna tavır alması, "Ahmet Ümit, Gezi'nin rantının yiyor" diyecek olmaları hiç umurumda değildi..
 Hesaplaşmamız gereken kişi, kendimiziz çünkü. Herkese yalan söyleyebilirim ama kendime söyleyeceğim yalan en zorudur.
O yüzden kendimize yalan söylemediğimiz sürece bence bir sorun yok. Millet ne diyecek diye asla doğru bildiğinizden vazgeçmemelisiniz. Çünkü nasıl olsa bir şeyler diyeceklerdir.

Ünlü olmak, sevgi, alkış, ilgi kadar negatif şeyleri de insanın üzerine çeker.

Bir sürü insan sizi hiç tanımadığı halde sizden nefret ediyor. Mesela Beyoğlu'nun rantını yiyor diyenler var. Abi sen de yaz sen de ye, varsa böyle bir rant sen de ye.
Tarihin rantını yiyor diyorlar.. 200.000 senelik tarih var, ye işte!
Ben hiç kızmıyorum böyle şeylere, özellikle yazarlar arasında çok olur. Ben de öyleydim. Çok satan yazarlara acayip gıcık olurdum. Doğal, insanca bir şey bu, bunu anlıyorum.
Ama nefret zararlı, nefret akıldan yükselmediği için de zararlı . Akıllı bir eleştiri çok önemli, şurada bir yanlış yapmışsınız derseniz ben onu ciddiye alırım. Nefrete dayalı eleştiriler duygusal ve tepkisel olduğu için muhtemelen de yanlış oluyor, ciddiye almamak lazım. O insanlara öfkelenmek ve buna dayalı eser üretmeye çalışmak kadar yanlış bir şey olamaz. Yani birilerine öfkelenip bunu bir esere dönüştürmek, mesela “onlara haddini bildireceğim” demek çok fena, sakın bunu yapmayın. O eseri yazarken soğukkanlı ve nesnel olmak lazım.
Bir şey daha söyleyeyim:

Yazı vefasız bir şeydir, inatçı olmak lazım!

Yani şu anda Türkiye'de binlerce insan yazıyor, edebiyatla uğraşıyor, çok az insan bunun karşılığını alıyor. O nedenle yılmamak lazım, inat etmek lazım. Bir de başarıyı hedeflemek çok yanlış bir şey. Başarıyı değil, mutluluğu hedeflemek lazım. Yazdığınız yazı sizi mutlu etsin, o size başarı da getirebilir ama başarı için bir metin yazarsanız, her başarısızlıkta yazma isteğini kaybedersiniz. Bu da kötü bir şey. Hayatta da en iyi olmaya çalışmak korkunç bir şey, sakın bunu yapmayın. En iyi olmaya çalışmak, hayatı mahvetmek demektir. Sistem bunun üzerine kuruludur, yazık değil mi üç günlük dünyada?

Mutlu olacağınız şeyleri yazın, mutlu olmayacaksanız yazmayın!


Evde Yazar'ın son sözü
Üç gündür size bu her satırından onlarca ders çıkarılabilecek, özellikle yazar olma hayali kuranlar için muazzam ipuçları içeren söyleşiyi eksiksiz olarak aktarmaya çalışıyorum. Umarım değerli yazarımızın sözcüklerini aktararak, bazılarınızın yeni ufuklar açmasında faydalı olabilmişimdir.

Benim için son derece yararlı ve keyifli olan bu etkinliği düzenleyen +Hürriyet Bumerang 'a teşekkür ediyorum. 






















Devamını Oku

28 Ocak 2014 Salı

Ahmet Ümit Söyleşisi-2 / Edebiyata bakış açısı

Ahmet Ümit'in doyumsuz söyleşisine kaldığımız yerden hızımızı kesmeden devam edelim, birinci bölümü okumayanları önce Ahmet Ümit Söyleşisi-1 yazısına  alalım ki kaçırmasınlar ..
Yazı dizimizin bu ikinci bölümünde de araya hiç girmeden Ahmet Ümit'in sözcükleriyle devam etmek istiyorum.

Ahmet Ümit ile edebiyata kısa bir yolculuk

Çok etkilendiğim sabit bir başucu kitabım olmadı. Bir dönem Tevrat'tı, bir dönem Kuran'dı, bir dönem İncil, bir dönem 1001 Gece Masalları, bir dönem Memleketimden İnsan Manzaraları. Ama şuna inanır ve hissederim:

Bence başından beri bütün yazarlar aynı kitabı yazıyorlar.

Bildiğimiz ilk destan, Mezopotamya'da yazılmış olan Gılgamış Destanı'dır. Gılgamış'tan günümüze dek sözlü ve yazılı ne kadar edebi eser üretilmişse, yani masallar, efsaneler, şiirler, romanlar, tiyatro oyunları, denemeler; hepsinde aynı şey anlatılıyor. Bu anlatılan şeyse şu:
HAYAT NEDİR, BİZ NİYE VARIZ, BİZİM HAYATLA İLİŞKİMİZ NEDİR?
Ve edebi eserlerin derdi tüm bu sorulara yanıt vermek de değildir.
17-18 yaşlarındayken bu soruları bana sorsanız yanıtlarını biliyordum, o kadar da emindim ki! Ama artık bilmiyorum. Bu sorularun yanıtlarını bilmediğim için de edebi eserle bilimsel eserin, dinsel eserin farklı olacağını düşünüyorum. Edebi eserler hep bir belirsizliğin üzerinde yükselirler.
Neden?
Belirsizlik derken neyi kastettiğimi açıklamak isterim size.

Homeros'un yerine koyalım kendimizi.,

Homeros neyi anlatıyor? İlyada'yı anlatıyor. Yunanlılar gelmişler, Truva şehrini kuşatmışlar. Burada bir şehir var, şehirde savaş var. Kuşatılmış bir şehir, savaşan insanlar var. Bir yanda aşk var, Truvalı Helen, bir yanda politik çıkarlar var, bir yanda tanrılar var. O dönemin dini anlayışı Zeus. Fakat dikkat ederseniz Homeros, Yunanlılar haklı veya Troyalılar haklı demez, asla!
Savaş doğru ya da yanlış da demez. Anlattığı şey, savaşın insanlar üzerindeki etkisidir.
Sadece savaşın değil, aşkın insanlar üzerindeki etkisidir.
Aşk müthiş bir şeydir demez.. Bir yandan Paris'le Truvalı Helen'in aşkını anlatır ve biz “Ah, ne kadar güzel aşk” deriz.
Öte yandan aşkın yıkıcılığını da anlatır.


Beyoğlu'nun en guzel abisi
Bence yazar – edebiyattan söz ediyorum- olguların insan yazgısı üzerindeki etkilerini anlatır.
Olgu derken, aşktan söz ediyorum, savaştan söz ediyorum; politikayı, dini, depremi kastediyorum. Yani ne varsa... Bir olgu olacak ve bu olgu doğru mu yanlış mıdan çok o olgunun karakter üzerindeki etkilerini anlatacaktır yazar. Yani örneğin olgu İslam Dini ise, yazarın endişesi İslam Dininin doğru ya da yanlış olması değildir. İslam Dininden ortaya çıkarak, o karakter üzerindeki etkilerini anlatacaktır. O yüzden yazar, bazı şeyleri belirsiz bırakacaktır. Kime bırakacaktır? Okura elbette.
Okur bu karakteri okuduğunda o karakterle özdeşleşecek, o karakterle içiçe geçecek, kendini o karakterin yerine koyacaktır.
Buradan da şöyle bir yere varılır. Okurun karakterle yüzleşmesi demek, aynaya bakması demektir. O aynada bir okur olarak o karakterden yola çıkarak kendi ruhunuzu hissedeceksiniz.

Bir edebiyat eserinin iyi olup olmadığının kriteri bana göre şudur:

Bir eseri okurken su gibi akıp gidiyorsa, bu, o eserin iyi olduğunu göstermez. Çünkü bazıları da akıp gitmeyen eserleri okumayı sevebilir.
Eserin çok güzel bir dili olması da onu iyi bir edebiyat eseri yapmaz.
Karakterlerin iyi anlatılması da bana göre o eserin iyi olduğunu göstermez. Ama siz, bir eseri okuduğunuzda:
Buradaki karakter gibiyim ben ya, bende bir aşağılık taraf var. Bir kere benim gibi zayıf. Şu yalan söyleme huyumdan bir türlü vaz geçemedim. Bu kıskançlıktan kurtulmam gerekir.” gibi şeyleri söylemeye başlıyorsanız, o eser size bunları itiraf ettiriyorsa, veyahut:
Ya ben ne fedakar bir insanım ya, geçen ne iyi yaptım o arkadaşım için, bak bu da yapmış!" dedirtiyor ise, bence o eser başarılı bir eserdir.
İşte bu yüzden ben, Dan Brown, Grangé gibi yazarların eserlerini çok beğenmiyorum. Çok güzel hikaye anlatıyorlar, merakla okuyoruz ama duygusal olarak bir yüzleşme, bir alt üst oluş, bir kendinizle karşılaşma yaşamıyorsunuz bu yazarları okurken. Burada iyi veya kötü tanımlamasını kullanmadık dikkat ederseniz. Bana göre diyorum, çünkü sanat çok subjektif bir şeydir. Ve sanatın tanımı çok zor yapılır.

Edebiyatın tanımı aşkın tanımı gibidir!

Edebiyat nedir demek, aşk nedir demek gibidir. Tarif edemezsiniz. Aşk hakkında bir sürü şey söyleyebilirsiniz. Ustalar sayfalarca yazmışlar. Biri dört cilt Anna Karanina'yı yazmış, öteki Madam Bovary'yi yazmış. Aşk nedir dendiğinde çok genel şeyler söyleyebiliriz. Mesela “imkansızı ümit etmek” deriz. Bir insanın şahsında o insana iyiyi, güzeli, kahramanı, etkileyiciliği yani her şeyi ona yüklemektir deriz.
Böyle bir şey olmaz ki, gerçekçi değil! O adama da yazık, kadına da yazık. Önce böyle her şeyi yükle, sonra da “umduğum gibi çıkmadı” de.. Böyle bir şey yok ki! Sanat da böyledir.
Tabii ki şöyle bir tarif de yapabiliriz:
Bir konuyu, bir düşünceyi, güzel Türkçemizi kullanarak bir kurgu içinde anlatma sanatına edebiyat denir” diyebiliriz.
Böyle bir tanıma edebiyat dersinde geçer not verirler. Bunu yapan binlerce eser vardır ama çoğu edebiyat değildir. Edebiyat değildir deme hakkım yok elbette, zaten kimsenin böyle bir hakkı yok. En büyük eleştirmenlerin bile hakkı yok. Çünkü Jules Verne yaşarken kendisini Fransız Akademisi'ne almamışlardı. O adamların hiç birini tanımıyoruz ama Jules Verne'i hepimiz biliyoruz.
Cervantes, Don Kişot'u yazarken “bu aptal hikayeyi niye yazıyorum ben” diyordu, “kendini şövalye zanneden bu salak kahramanı yazacağıma şiir yazmalıyım” diyordu, şiirlerinin hiç birini hatırlamıyoruz bugün. Yine Conan Doyle, yarattığı Sherlock Holmes'den nefret ediyordu, “ben büyük romanların yazarıyım, böyle bir dedektifle ne işim olur” dedi ve öldürdü kahramanını.
Öyküde ölüm raporu verilmediği için millet yazıhanesini bastı hatta!

Yani “iyi edebiyat nedir?” sorusunun yanıtı, ZAMANA DİRENEN METİNLERDİR!

Eğer 50 yıl sonra, 100 yıl sonra da okunursam bu demektir ki Ahmet Ümit iyi yazarmış. Yoksa bugün kitaplarımın 500.000 adet satması, birçok dile çevrilmesi, filmlerinin yapılması, ödüller alması – Nobel de olabilir– benim iyi bir yazar olduğumu göstermez. Bugün bu anlaşılmaz, sizin çocuklarınız, torunlarınız okuduğunda, “oo benim babaannem tanışmış bile” derlerse ben iyi yazar olabilirim, bunu asla bilemeyeceğim.
Ama ben şu anda çok mutluyum. Şöyle de olabilirdi:
Ben yazıyorum, kimse beni okumuyor, kimse beni okumadığı için giderek hırçınlaşıyorum, çok okunan yazarlardan nefret ediyorum, okur salak beni anlamıyor diyorum, böyle biri de olabilirdim. Bir yandan gündüzleri bir yerlerde çalışıp yokluk içinde akşamları yazmaya da uğraşabilirdim. İyi ki de böyle değilim.
Böyle bir sürü insan var ve aralarında gerçekten çok iyi yazarlar var. Biraz önce söylediğim gibi okunuyor olmak, ilgi görüyor olmak iyi bir yazar olduğum anlamına gelmiyor.

Sevdiğim işi yapıyorum, iyi de para kazanıyorum

Büyük ilgi görüyorum, büyük alkış var, gittiğim her yerde insanlar el üstünde tutuyorlar. Mesela bir lokantaya gitmişsem hemen bir yer bulunuyor, şahane bir şey. Mesela geçenlerde Konya'ya gitmiştim, normal bir oda ayırtmıştım otelde. Otel görevlisi “Aaa orası olmaz!” dedi ve bana otelin suitini verdi. Masaya oturuyorum şarabın en iyisi geliyor. Uçağa biniyorum, hostesler tanıyor, “Ahmet Bey, paltonuzu oraya koymayın verin biz içeriye asalım” diyorlar. Pilot, “buyrun kokpitten bakın” diyor. Bunun gibi çok güzel yanları var.
Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? İmza günlerinde bir sürü insan fotoğraf çektirmek için kuyruğa giriyor. Şahane yani.. Bu kısmı çok güzel ama burada bir de tehlike var:

Sanatta değerli olan şey, biricik yani “unique” olmaktır.

Mesela Picasso, 20. yüzyılın en önemli ressamıdır. Neden? Çünkü kübist resimler yapmıştır. İstese klasik resimler yapamaz mıydı? Yaptı, önce onu yaptı. Sanatta mesele özgün olmaktır. Sizden önce yapılanlardan farklı bir şeyler yapmanız lazım. Ancak o zaman gerçek sanatçı olabilirsiniz. Zamana karşı kalıcı olmak dedik ya, işte o kalıcılığı böyle sağlayabilirsiniz.
Agatha Christie gibi yazarsam bunun hiçbir kıymeti olmaz. Kadın zaten en güzelini yazmış. Conan Doyle gibi yazarsam bunun da bir anlamı yok. Ben, Ahmet Ümit gibi yazmalıyım ve benim özel bir bakışım olması gerekir. Olaylara farklı bir bakış açısıyla bakmamdan kaynaklanan farklı bir üslupla eserlerimi oluşturmam lazım. Öncelikle kendi kültürüm olması lazım.
Mesela Peyami Safa, Cingöz Recai diye bir karakter yarattı, bildiğiniz Arsen Lüpen! Kemal Tahir daha berbatını yaptı, Mayk Hammer'i birebir yazdı. Taklitlerle bir yere gidilmez. Zaten onlar da bunu biliyorlardı. Her ikisi de gerçekten çok büyük yazarlardır.

Devamı gelecek ......
------------------------
Evdeyazar'ı notu: Bir sonraki bölümde edebiyatla ilgili yine çok ilginç ve bana göre çok değerli olan  notları paylaşacağım sizlerle, umarım beğenerek okuyorsunuzdur...












Devamını Oku

27 Ocak 2014 Pazartesi

Ahmet Ümit Söyleşisi-1 / Yazma Serüvenine nasıl başladı?

Hani bazı insanlar vardır, saatlerce konuşsa da dikkatiniz hiç dağılmadan keyifle dinlersiniz. Engin birikimleri vardır, müthiş bir anlatı yetenekleri vardır, yormayan yumuşak ses tonları vardır. İşte Ahmet Ümit tam da böyle bir kategoride yer aldı benim için. Bumerang'ın Hürriyet Gazetesinde düzenlediği etkinlik 2 saat sürdü, 15 saat daha sürseydi de keyifle dinlerdim inanın bu müthiş söz ustasını..
O kadar dolu dolu, o kadar ders alınası konulara değindi ki, ben hiç araya girmeden, kaydedebildiğim her şeyi size aktarmak istiyorum. Zira eğer içinizde benim gibi bir gün roman yazma hayali kuranlarınız varsa, satır aralarında fark edeceğiniz mesajlar eminim sizleri de heyecanlandıracaktır.
Fazla da merakta bırakmayayım sizleri. İçten gülümsemeleri ve nazik konukseverlikleri ile karşıladı bizleri Bumerang'ın sevgili Hilal ve Ahmet'i. Oturduk bizler için hazırlanan masaya, sıcak gülümsemesi ile “merhaba” diyen Ahmet Ümit bakın neler söyledi:

Ahmet Umit ile soylesi


Ahmet Ümit'in Yazma Serüveni

İlk yazdığım yazılar lisede kompozisyonlardı. O zamanlar şiir çok yaygındı, lise çağlarında âşık olunca şiir yazılırdı. Nasıl ki şimdi Twitter var, o zaman da şiir vardı. Bir de Türk Sanat Müziği çok yaygındı. Türk Hafif Müziği diye de bir tür vardı. Edip Akbayram, Cem Karaca, Barış Manço, Üç Hürel'in yeni çıktığı dönemler. O dönem biraz da pop müzik dinlenirdi; Abba, Beatles falan vardı. Teknoloji hayatımıza yoğun olarak girmediği için yazıda da daha lirik, şiirin yoğun olduğu bir anlatım vardı, şimdi o yok.
O dönem ben âşık olup şiir yazmadım, kompozisyon yazıyordum. Politik bir dönemdi, lisedeki hocamız da solcuydu, sonradan öldürüldü. Sultanı Öldürmek kitabında O'nu anlattım. Ben yazılarımı hep Che'nin bir sözü ile falan bitirirdim, öyle bir dönemdi. Sonra da hikaye falan yine yazmadım. Politik olaylar vardı, ben de bildiriler yazıyordum. Özellikle İstanbul'a geldikten sonra politik hayatım devam etti. O zaman da bir yazma durumu varmış aslında. Politik yöneticilerim, yazdığım yazıları eleştiriyorlardı “yine çok duygusal kaçmış yazı” diye. “Kanlarımız gül açacak” gibi betimlemeler, imgeler kullanıyordum yazılarımda. Onlar ise “ABD Emperyalizminin Türk Burjuvazisine yaklaşımı” gibi daha politik metinler bekliyorlardı benden. Benimse kalemim giderek imgelere kayıyordu.

Sanatın dili, soyut imgeseldir..

İki tür yazı vardır. Birincisi soyut kavramsal, diğeri de soyut imgesel. Soyut kavramsalda daha çok bilimsel olarak soyutlamalar yaparken kavramları kullanırız. Felsefede, gazetecilikte ve bilimde bu tarz kullanılır. Gazetecilikte özellikle somuttan soyuta gidilir. Sanatta ise soyut imgesel bir dil kullanırız; yani soyutlarız ama aynı zamanda bunu bir imge ile anlatırız. Mesela bir aşkın bitişini güneşin batışı gibi metaforlar kullanarak anlatırız. Sanat da buradan çıkıyor zaten. Mesela ilkel dillerde ilkellik çok şiirseldir.
Antep'e gitmiştim. Avcılar kendi aralarında konuşuyorlardı, içlerinden biri şöyle bir metafor kullandı:

-Ağzımın içinden iki tane keklik kalktı.

Keklikler o kadar yakından kalkmış ki adam bunu “ağzımın içinden” diye tanımlıyor, burnumun ucundan demek istiyor. Bu bir şiir aslında, adam farkına varmadan şiir yazıyor. Bu müthiş bir şey! İşte bu, soyut imgesel bir dildir.
Ben de o politik dönemde soyut kavramsal olması gereken bildirileri yazarken soyut imgesel bir dil kullanıyordum. Demek ki o dönemlerde içimde edebiyata dair bir şeyler varmış. Tabii ki bunun da bir nedeni vardı, birdenbire kendiliğinden olmadı.

Çok kitap okuyan çocuk ve genç bir adamdım.

Annem terziydi, kız çıraklarımız olurdu özellikle yaz aylarında. Bu kız çocukları sabah 7-8 gibi gelirler, akşam 5'e 6'ya kadar kalırlardı.
 Bir ev düşünün Gaziantep'te. 9 odalı, kocaman bir bahçesi, bahçede bir ceviz ağacı. 
Sıkılırlardı tabii bütün gün o çırak çocuklar. Annem onlara masallar anlatırdı. İzlediği filmlerin hikayelerini, okuduğu romanları.
Annem inanılmaz bir hikaye anlatıcısıdır, ben de oradaydım, mutlaka etkilenmişim demek ki, fakat hiç farkında değildim. Sanırım oradan da çıktı.
22 yaşına gelene kadar yazar olmak aklımdan bile geçmiyordu, şiir bile yazmamıştım. 1982 yılında 22 yaşındayken annemden aldıklarım, o zamana kadar okuduklarım birdenbire patladı.
Çok iyi bir okurdum. Ortaokul ve lise yıllarında aşağı yukarı klasiklerin tümünü okumuştum. Büyük yazarların çoğuyla tanışmıştım. Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Sait Faik, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Nazım Hikmet gibi yazarların bütün eserlerini okumasam da belli başlı eserleri hakkında bir fikre sahiptim. Ama yazar olmak aklımın ucundan bile geçmiyordu, çünkü yazarlık benim için çok yüksek bir mertebeydi.

Bir gün bir rastlantı oldu...

82 anayasasına karşı eylem yapıyorduk. Duvarlara afiş falan yapıştırıyorduk. Benim bir arkadaşım bu eylem sırasında yakalanıp tutuklandı. Ben O'nun sorumlusuydum ve örgüt benden olayın detayıyla ilgili bir rapor yazmamı istedi. İşte o raporu ben hikaye şeklinde yazdım, daha doğrusu yazmışım. Halbuki rapor soğuk dille yazılan bir şeydir, hala da öyle yazılar yazamam ben. İşte o yazdığım hikaye, tuhaf bir şekilde 40 ayrı dilde yayın yapan bir dergide basılıverdi. K.Yalçın diye sahte isimle basıldı, benim haberim bile yoktu.
Edebiyat, sanat kadar güçlü bir şey gerçekten de yok. Bir şeye sanatla girdiğiniz zaman her yer alt üst olabiliyor. Nitekim o yazı da böyle bir etki yapmıştı demek..
Bu dergi Prag'da yayınlanıyordu. İşin enteresan tarafı edebiyat dergisi falan değil, Barış Ve Sosyalizm Sorunları adlı politik bir dergi. O dergide böylece ilk kez bir öykü yayınlanmış oldu. Çünkü makaleler vardı normalde o dergide, Gorbaçov yazıyordu, uluslararası işçi hareketleri falan yazıyordu. Baktığınızda benim öyküm de edebi niteliğinden ötürü yayınlanmadı. Baskı altında bir ülke var, bu ülkede demokrasi için savaşan genç insanlar var, o insanların kahramanlığını, özverisini anlatan bir hikaye olduğu için yayınlandı o yazı. Yoksa şahane bir edebiyatçı doğuyor durumu değil. Faşizme ve askeri diktatörlüğe karşı dövüşen insanların enteresan hikayesiydi. Dediğim gibi 22 yaşında yeni bir Marquez geliyor durumları yoktu. Fakat çok heyecan verici bir durum. Düşünsenize, ilk yazdığınız öykü 40 ayrı dilde yayınlanıyor!
İşte bu noktada yazıyla olan ilişkim kendiliğinden belirlenmiş oldu. Ruh halim, o güne kadar olan birikimim bu noktaya getirmişti beni. Bu olay olunca “Allah Allah benden yazar olurmuş” fikri oluştu. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşmesi durumu yani. Aynen böyle oldu.

Yazar olmaya karar verdikten sonra yine kitap okumaya devam ettim...

Bu kararı verdikten sonra artık bir yazar adayı olarak okumaya başladım. Ben yazsaydım nasıl yazardım yaklaşımında bir tutum bu. Okuduğum bazı kitapları tekrar okudum, yeni kitapları da bu gözle okumaya başladım. Madam Bovary'yi ben yazsam nasıl olurdu gibi ukalalıklarım da olurdu bazen. Normaldir bu. Daha doğrusu başlarda sevimli gelen ve affedilebilecek bir histir, sonrasında ise çirkinleşir. Başlangıçta bir yazar böyle deyince herkes “tabi, tabi” der ve güler geçer, anlayışla karşılar. Ama şu anda ben çıkıp “dünyanın en iyi polisiye roman yazarı benim” desem çirkin olur, hoş değil. Ama o zaman genç bir yazarsın, sevimli durur.

Devamı gelecek......
-----------------------------

Evdeyazar'ın notu:
Okurken aynı etki sizde de oldu mu bilmiyorum ama ben kayıtları tekrar yazarken bile yine çok keyif aldım. Devamı çok uzun, dediğim gibi hiçbir cümlesini kaçırmak istemeyeceğiniz bir söyleşi oldu. Siz bu birinci bölümü okurken, ben de notlarımı toparlamaya devam edeyim..


Devamını Oku

23 Ocak 2014 Perşembe

Evde Yazar'ın bugün doğum günü

Evde Yazar 1 yaşında

Geçen sene bugün doğdu Evde Yazar.
Öyle kendiliğinden, çok heyecanlı, çok bilinçsizce.
İşte ilk yazı burada..

Sonrasında ne çok şey değişti blog dünyasına girmemle birlikte, yepyeni kapılar açıldı önümde.
İşte ilk kez denediğim amatör video çalışmasında küçük bir özet..




Neler oldu bir senede?

Çok güzel insanlarla tanıştım, bazılarının hiç yüzlerini görmesem de onlar yine de arkadaşım oldular. İlk aklıma gelenler ise bloğumu geliştirmemde her zaman yardımcı olan Bloghocamız sevgili +Serdar Kara, bloğumun ilk takipçilerinden samimi ve sıcak insan +ozgehan omag, yorumlarıyla beni hiç yalnız bırakmayan +bahce perim, Kalemimdenyazılar +Başak Kırmacı,  +Burak ÖZDEN ,sevgili +Shirin Erdem , +She mellon, +Arzu Batur YALÇINKAYA, Şimdi Duydum +ESRA ERSAL, Yoldaolmak +Kemal Kaya, Kayıp Ruh Zeynep, Sevgili +Betül AŞKAR, genelde düşüncelerime katılmasa da yorumlarıyla bloğuma canlılık veren +Abdullah Yüksel, kahve içtiğimiz sevgili +ceylan ipekçi , değerli +Bozok Kedisi ve adını yazamadığım için bana kızmayacaklarını bildiğim diğer güzel blog yazarları..

Yardımlaştık, yazıştık, zaman zaman dertleştik. Ne güzel oldu.

NEREDEN NEREYE..


Evde Yazar öyle kendi kendine yazarken bir sene sonunda 725 tane Google arkadaşı, 240 tane blog üyesi, 169 tane Facebook beğeneni, 332 tane Twitter takipçisi olan bir blog oldu çıktı, kendisiyle ne kadar gurur duysam azdır.. (Facebook beğenenim olmamışsınız çoğunuz, aşk olsun)
Bu aralar sayısal değerlerde genel bir çalkalanma olsa da bu süre içinde PageRank değeri 3, ülke sıramasında ilk 10.000 site içinde yer alan, dünya sıralamasında da ilk 300.000 site içine girmeyi başaran bir blog oldu..

Nereden nereyeee..

167 yayın yaptı.
1776 tane yorum yayınladı.
Google'da 361 tane endeksi olmuş..
Daha nicelerine diyelim..

Yazarkafe'de iyi bir şeyler başardı..


Evet, Bumerang'a bronz üye oldu başlarda, yaklaşık altı ay sonra platin oldu ve Yazarkafe'de 71 tane içeriği yayında şu an, fena da sayılmaz..

Etkinliklere katıldı..

Hürriyet Gazetesi'nde Yılmaz Özdil ile söyleşiye katılmaya hak kazandı, Senin Hikayen filmi özel gösterimine katılıp yönetmen Tolga Örnek'le söyleşme şansı yakaladı. İyi İçerik Atölyesi ve Bumerang 2013 ödül töreninin de davetlileri arasındaydı.
 Biraz önce aldığı habere göre yarın Hürriyet Gazetesi'nde düzenlenecek olan Ahmet Ümit ile tanışma etkinliğine katılmaya da hak kazanmış Evde Yazar, daha ne olsun..
Bir sene öncesinde bütün bunların olacağını hayal bile edemezdi..


Evde Yazar artık para da kazanıyor!

Bunca emeğin sonucunda gerek Bumerang'dan, gerek 6. aydan sonra kabul edildiği Google Adsense'den, gerekse blog aracılığı ile yapılan iş bağlantılarından para da kazanıyor artık Evde Yazar.. Reklamlara gösterdiğiniz ilgi, Evde Yazar'a motivasyon olarak geri dönüyor, sağolunuz var olunuz, devam ediniz diyelim o halde..

Biliyor musunuz Evde Yazar'ın Maraş'ta basılan bir yerel gazetede köşesi var artık!

Evet ya, üstelik sadece internet değil, bildiğiniz basılı gazetede çıkıyor yazılar. Yazar Adı Bilge Deniz; İçinizde Maraş'ta oturanlar varsa alsın gazeteyi baksın..


Destek olan herkese çok teşekkürler,  nice seneler birlikte olmak dileğiyle..


Devamını Oku