30 Ekim 2023 Pazartesi

Cumhuriyet Bayramı Bitti, Şimdi Gerçeklerden Bir Çorba!

Cumhuriyet Bayramı 100. Yıl kutlamalarında devletin televizyonundan daha “delikanlıca” yayın yapan FOX TV’de donanımıyla ve birikimiyle, kendine özgü tarzıyla beğendiğim haberci Selçuk Tepeli, aklımda kaldığı şekliyle şöyle bir şey söyledi:

“Devlet ve resmî kurumlar Cumhuriyet Bayramı’nı yeterince önemsemediği için aslında kendilerine teşekkür etmek lazım.”

 Ne güzel özetledi. Bu sayede halk sahip çıktı bayramına! Bu resmî kurumlara “mış gibi yapan” muhalefet mensupları da dahil elbette. Kimse kusura bakmasın, CHP, güya Atatürk’ün kurduğu parti, bütün yıl coşkuyla bayram etkinlikleri düzenlemesi gerekirken; bırakın yıllık organizasyonu; kurumsal kimliğiyle bir günlük de olsa hiçbir yerde yoktu! CHP’li olup da bireysel çaba gösteren bazı belediye başkanlarını ayrı tutuyorum.

Kadıköy Belediyesinin bandosu mahalle mahalle geziyordu ya. Onu da lütfedip son üç güne sığdırmışlar. Baktım programlarına, mahalleler arasında bir saat fark ile gösteri yapacaklar. İstanbul trafiğinde eğer helikopter kullanmayacaklarsa dedim, her mahalleye 15 dakika ayırmışlardır dedim. Nitekim; 5 dakikalık yanılma payım oldu. Bizim mahallede lütfedip 20 dakika gösteri yaptılar. O da sosyal medyanın hissetmek için değil, orada fotoğraf vermek için bulunma mantığına çok uygundu. Nitekim çakada çukada fotoğrafları çekti Kadıköy Belediyesi, sonra onları kolaj yapıp attı mı kısa video Instagram’a; al sana “Aman da ne güzel, Kadıköy’de coşkulu bayram kutlaması!

“Daha karpuz keseceğdik, yeni başladık coşmaya” demeye kalmadan kutlama bitti gitti! Görevi tamamladılar. Madem coşkulu bir şey yapıyorsunuz, onu da layıkıyla yapın değil mi! Koskoca belediyede bir akıllı kişi de “Sokağı 15 dakikalığına trafiğe kapatalım, arabaları bir alt sokağa yönlendiriverelim” dememiş.  Arkadaş, un çuvalı boşaltan kamyon için bile trafik farklı sokağa yönlendiriliyor, Cumhuriyet Bayramı kutluyorsunuz!

Neyse efenim, ben bandoyu beklerken, orada belediye hakkında konuşmalar oluyordu. Bir kişi “Kadıköy Belediyesi hiç bu kadar kötü yönetilmemişti!” demeye kalmadı, hemen bir kadın öne atıldı:

“Ne yapsın belediye, insanlar pis!”

İyi de “kötü yönetiliyor” diyen kişi “sokaklar pis, belediye temizlemiyor” dememişti ki. Militan hanım abla, belediyenin temizlik görevini bile layıkıyla yapmadığının farkında olacak ki, savunmaya geçti. Ve ne dedi biliyor musunuz?

“Zaten Şerdil Dara başkanın adı farklı olduğu için insanlar önyargılı davranıyor, sırf o nedenle…” Devamını midem kaldırmadı, uzaklaştım oradan…

“Yahu militan hanım abla, bunu da nereden çıkarıyorsun? Neden insanların aklına ayrımcı nifaklar sokuyorsun! Kim başkanın ismine laf söyler ki? Ne kadar hin şeylere çalışıyor aklın! Al bak, Cumhuriyetin 100. Yılında mahalle arasında bir bando ile halkı coşturma işinde bile organize olamıyorlar, muhalif halk sıkıştı artık. Chp'den beklenti yüksek…” demek isterdim ama demedim. Ülkemizin kutuplaşmasına niye katkı sunayım ki!

Birçok şeyde geri kalmış olabiliriz ama, kutuplaşmada harbiden limitleri aştık toplum olarak. Herkes kafasının bir yerine kırmızı çizgi çekiyor, oraya biri bir şey demeye görsün, hoop saldırıya geçmeyi kendinde hak görüyor! Yahu insanlar neredeyse birbirini boğazlayacak böyle salak saçma konular yüzünden! Başkanın ismini öne atıp, bu anlamda mağduriyet yaratıp, vatandaşın belediyeyi eleştirme hakkını “saldırgan Küçük Emrah” edasıyla nasıl elinden alırsın be hanım abla! Bu nasıl bir partizanlıktır böyle? Futbol takımı mı tutuyorsun? Alt tarafı belediye ayol, alt tarafı siyasi parti! Bir sakin, azıcık geri çekil, nefes al ve bak bakalım, o çok savunduğun başkan, senin vergilerinle koltuk işgal ederken senin ilçene nasıl bir fayda sağlamış! İyi yaptığı şeyleri tebrik et, hep birlikte tebrik edelim. Ama kötü bir şey yapıyorsa da üslubunca eleştir, ya da eleştirenlere kulak ver. Kutsal mı bu başkan denilen şahıs, neden eleştirilemiyor? Hani nerede demokrasinin gereği olan ifade özgürlüğü? Bir laf söyledi diye neden insanlar birbirini mahkemeye verme yarışında?

Herkes bir mağduriyet yaratma ve bu mağduriyet üzerinden yaptığı hataları örtbas etme derdinde!

13 sene genel başkanlığını yaptığı partinin girdiği her seçimde yenilgi yaşatan sayın KK, kurultayda kendine karşı olanlara:

“Kazansaydım yanımda olacaklardı, şimdi karşımdalar. Çok acımasızca eleştiriliyorum” diyor. Şaka gibi! Evet, kaybediyorsun yıllardır, sana verilen kredi çoktan bitti ve artık değişmelisin, ne var bunda mağduriyet yaratacak! Kurultayda kendini tekrar başkan seçtirdiğinde, bunalıma soktuğun muhalif halkın yüzüne nasıl bakacaksın? Ya da doğru soru şu olmalı: “Gerçekten halk umurunda mı?” Belki de gerçekten şöyle bir iyi niyetin vardır: “Benden başkası asla beceremez bu işleri, gemiyi limana BEN götürmeliyim”. O sırada eko yankılanır dağlarda “Ben, ben, ben...”

Hay bin kunduz! Evet, sen, sen, sen!

Peki peki anladık, sen neymişsin be abi, aaa, aaa,aaa!




En çok ne ağrıma gidiyor biliyor musunuz?

“Biz dizayn edelim, siz de verilenle idare edin” haline geldi ya Cumhuriyet!

“Biz” diyorlar mesela; “En iyi muhalefet partisiyiz” Eleştiremiyorsun bile! Oradan bir hanım abla çıkıp bıdı bıdı partizanlık yapıp seni susturmaya kalkıyor.

Konuşacak çok şey var da...

İnsan kaybedince anlıyormuş bazı şeylerin değerini. O şeyler durmalı yerli yerinde işte, muhafaza etmeliyiz, korumalıyız.

Misal... Bir zamanlar gereksiz görülen, “Sovyet ülkelerinde gibi" diye eleştirilen stadyum bayramları yerinde kalsaymış da ihtiyacı olana bir doz milli gurur yaşatsaymış keşke! Dileyen stadyuma gidip izleseymiş, dileyen de hiç oralı olmasaymış! Öyle kalsaymış eğer, insanlar bugünkü gibi sıkışmış hissettiği için, muhalif belediyenin değiştirmeye bile tenezzül etmediği eskimiş “play list” şarkıları eşliğinde yürümek zorunda kalmazmış! Bugün biri diyordu Twitter’da (X yaptılar onu da yahu)

“En az on tane yeni yüzüncü yıl marşı bestelendi; belediye bir tanesini bile çalmadı! Seçim şarkıları dinlemekten bıktık!”

Niye çalsın ki yeni bir şeyler, ne verirsen yiyor halk nasılsa!

Ben de ne diyorum biliyor musunuz?

Cumhuriyet Bayramları kutuplaşmış ülkemizde böyle gövde gösterisine dönüşmeseydi keşke!

 Televizyonda Atatürk’ün sevdiği şarkıları söyleseydi yine Safiye Ayla! “Atatürk, Safiye Ayla’yı perdenin gerisinden dinlermiş!” şeklindeki retro magazin dedikoduları bile şimdi kulağa ne hoş geliyor!

İşte ruh lazım. Yani bilmiyorum ne lazım!

Neydi o mâni, çocukken söylerdik:

“Kazım’a ne lazım, lazımlık lazım!”

Kalın sağlıcakla…

 

 


Devamını Oku

27 Ekim 2023 Cuma

Cumhuriyetimizin 100. Şeref Yılında Umutsuzluk Yok!

Anneler, babalar, sevgililer günlerini hiç sevmem. Olan var olmayan var neticede; abartılı gösterişli kutlamalar biraz da kapitalizmin dayatmasıdır. Bana göre kutlanması gereken asıl günler özel olanlardır; yani doğum günleridir, yıldönümleridir. Dünyada tek olan, sevenleri için çok ama çok anlamlı olan o günlerdir.

Cumhuriyetimizin doğum günü de böyle bir gün. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için kutlanması gereken en özel gün. Hele de 100 yaşına girerken…

Babadan oğula geçen padişahlık sisteminden kurtulmak nasıl özel bir şey düşünsenize! Millet olarak bugünü en özel ve en güzel şekilde kutlamaktan daha doğal ve daha gerekli ne olabilir? Böyle günlerde Cumhuriyetin değerini anlarız; millet olarak birbirimize kenetleniriz, bir duygusal marş ile gözlerimiz dolar, bize bu günleri armağan etmek için bedel ödeyen atalarımıza minnet duyarız. Evet içimizden bazıları vals yaparak kutlar, bazıları horon tepmek ister, bazıları “Erik Dalı” ile oynayabilir; hiç mahsuru yoktur bence. Fotoğraflar biriktiririz anılarımızda, ne bileyim hiçbir şey yapamasak da penceremizden bayrak sallarız böyle özel bir günde.

 Sırf bir adamın soyundan geliyor diye, çocuk da olsa, deli de olsa, psikopat da olsa koskoca devleti yönetme yetkisinin bir erkeğe verilmesini düşünsenize! Kadınlar zaten yok hükmünde! Saraydaki kadınlar haremde entrika ile süsle püsle takılabilir; halkın kadınları ise kocalarının dört karısından biri olarak kül kedisi gibi yaşasınlar işte, yatıp kalkıp şükrederek hem de! Kadın aklı öyle devlet işine falan ermez zaten. Hoş padişah kadar akıllı başka bir erkek de yoktur!

Padişah mesela birinin tipini beğenmese ve dese ki;

“Tez elden kellesi vurula!”

Etrafındaki ulema şu bu adamlar ne yapabilir ki? O adamın kellesi gidecek mecbur.

Cumhuriyet rejimi öyle mi? Bağımsız mahkemeler var, bağımsız yargı var, hak var, hukuk var, eşitlik var, laiklik var, sosyal devlet var, meclis var, muhalefet var!

Evet bu yukarıda saydıklarımdan çoğunun sadece iskeleti kalmış olabilir. Ama ne diyor Atatürk!

“Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim!”


Cumhuriyetimizin 100. Şeref Yılı Kutlu Mutlu Olsun!!

Devamını Oku

18 Ekim 2023 Çarşamba

Tatilimden izler -2- Faşize Yenge ile Sokak Röportajı Keyfisi Ayağıma Geldi!

Kendisini ilk fark etmem sesini yükseltmesiyle oldu. Nasıl tarif etsem size; hani o üst perdeden konuşan, buyurgan, çok bilmiş kadın sesi vardır ya! Yumuşak değil, insanın içini okşayan hiç değil, gıcık olunacak bir ses. O sesi duysan kaçasın gelecek cinsten. Uzanmış şezlonga, kocasına buyuruyor, ya da böğürüyor da desek olur bence:

“Bir kola getirmiyorsun, hiçbir şey yaptığın yok!”

Kocası belli ki önceden gıcık olmuş; hatta yılların gıcık olmuşluğuyla söyleniyor, bir taraftan da kaçmaya çalışıyor:

“Hiç kusura bakma! Bar şurada git kolanı al, dondurma dersen ilerde! Benim hareket alanım sadece yüz metre ötesi! Gerisine hiiç karışmam. Tatile gelmişim dokunma bana! “

Kalkıyor adam, gözlüğünü ve şapkasını takıyor, uzaklaşıyor. Yanlarında bir kız bir de erkek iki genç çocukları var. Onlar da kendi aralarında gergin gergin konuşuyorlar. Hani kavga etmeseler bile birbirlerine sürekli laf sokan aileler var ya, bunlar onlardan. Karısı kocasıyla, ablası kardeşiyle sürekli didişmede. Tatile gelmişsiniz, rahatlasanıza! Dünyanın en güzel manzarasının dibine atsanız bu aileyi; huzura ermek bir yana yine de kavga edecek bir şey bulurlar. Göstermelik bir iki girerler havuza, göstermelik aile fotosu çekip atarlar sülale WhatsApp gruplarına, gerisi bu şekildedir! Neden mi böyle söylüyorum; bu hikâyeyi başka türlü tamamlamak içimden gelmiyor da ondan.

Efendime söyleyeyim, kocası kalkıp gittikten sonra, çocukları da dağılınca bizim Faşize Yenge yalnız kalıyor. Adını nereden biliyorsun demeyin; ben taktım, zaten başka bir şey olamaz bu kadının adı! İyi de madem ad taktın, bir de niye “yenge” diyorsun diyecek olursanız ona da cevabım var. “Yenge” diyerek iyice dışlıyorum kendisini hikâyeden ve hatta dünyanın tüm samimiyetinden. Çünkü bana göre “yenge” ve “enişte” sıfatları kadar dışlayıcı başka bir alt metin olamaz.  Bana göre bu sıfatlar, "aileden değilsin, sonradan geldin, orada kal!” demektir. Misal, ablanın eşini sevdiysen abi dersin, sevmediysen enişte diyerek araya mesafe koyarsın. Neyse, konuyu fazla dağıttırmayın bana böyle sorular sorarak. İnce ince inceler, kelimelerin suyunu sıkana kadar didiklerim bilirsiniz.

Nerde kalmıştık; evet, akşam herkesin havuzdan çıkma vakti gelmiş. Resort ahalisi odalarına dağılacak, giyinecek paklanacak akşam için hazırlanacak. Şezlonglarda üç beş kişi kalmış. Ben de tam boş havuzun keyfini çıkaracakken bu Faşize Yenge yanıma gelmez mi?

“Türk, Douçe? “diye soruyor, “Türk” diyorum. “Ben yarı Alman, yarı Türk” diyor ve başlıyor anlatmaya. Efendim 6 ay Kütahya’da, 6 ay Almanya’da yaşıyormuş. Euro olmuş 30 TL, Almanya’da kazandığını 30 misli eziyor tatillerde bizim Faşize Yenge, ama söylemiyor orasını! Anlatıyor da anlatıyor. Normalde konuşmam böyle tiplerle. Tatillerde sosyalleştiğim de nadirdir aslında. Neden bilmiyorum, kadınının dominantlığından belki de mecburi bir diyalog gelişiyor aramızda.

Kadın tam bir misyoner gibi, lafı evirip çevirip “müridi” olduğu partiye ve icraatlarına getiriyor. Klasik propaganda başlıkları sıralamış kafasında belli ki! Kütahya’da arkadaşı işçi arıyormuş, bulamıyormuş ile başlıyor. “E mahalle aralarına üniversite açılırsa ara eleman tabii ki bulunmaz, meslek liselerini yok ettiler” deyince ben, kadın bir an boş bulunup dediğime onay verecekmiş gibi oluyor, ama son anda misyonerliği aklına geliyor ve başka yerden giriyor bu sefer propagandaya. Millet iş beğenmiyormuş. Almanya’ya gelsinmişler de görsünlermiş ne zormuş hayat. Bizimkiler yan gelip yatarak para kazanmak istiyorlarmış, Almanya’da disiplin varmış disiplin! Kendisi de yaşlı bakmış orada yıllarca, kolay mıymış, değilmiş…”

“Peki Almanya’da kiralar ne kadar?” diyorum.1100 Euro’ya kiralık ev bulunurmuş. “Asgari ücret ne kadar?” diye soruyorum, eveleyip geveleyerek “1800 Euro gibi” diyor.  “Bak ne güzel işte, asgari ücretli insan ev kiralayabilir, bizde bu mümkün değil” diyorum. Faşize yenge durur mu, hemen çeviriyor lafı. Efendim Kütahya’da evi varmış 600 TL’ye kiraya veriyormuş, ne kadar ucuzmuş. Tamamen palavra atıyor, yersen!

“Suriyeliler doldu ülkemize“ dediğimde sesi bir perde daha yükseliyor:

 “Bennn” diyor kitlelere hitap eden Hitler edasıyla;

 “Suriyelilere assla karşı değilim, çünkü bennn de Almanya’da Suriyeliyim!” diyor. “Gelsinler tabii diyor” “Bre Geri zekalı!” demek istiyorum o an ve devam etmek istiyorum. Tabii ki susmayı tercih ediyorum sonra. Böyle bir kadına laf yetiştirmemin mümkün olmadığının gayet de farkındayım.

“Her yer çok pahalandı, bak Türkiye’de!” falan demeye çalıştığımda buna da cevabı hazır Faşize Yengenin, hem de nasıl bir hikayeyle…

 “Efendim zamanında cehapenin çok bankası varmış, bu bankalar batınca borçlarını devlet ödediği için enflasyon yükseliyormuş.”  Ağzım açık kalıyor, hikâyeye bak!  “Böyle bir şey yok” dememe kalmadan ellerini beline koyuyor, “Nerden biliyorsun” diyor… Bakıyorum propaganda ve çirkeflik seviyesi bir üst seviyeye doğru gidiyor. “Ben tatile geldim, bunları konuşmak istemiyorum, üstelik yüksek sesle konuşup etrafı rahatsız ediyorsunuz!” diyorum. Anında yüzünde gülücükler beliriyor ve hemen sevimli görünmeye çalışıyor.  Akşam yemekte karşılaşmamak için dualar ederek uzaklaşıyorum kibarca. Faşizan misyoner yenganım ertesi gün beni havuz başında gördüğünde sanki hiç kendisini kibarca susturmamışım gibi gülümseyerek halimi hatırımı sorduğunda anlıyorum ki bir de “yüzsüz” sıfatını yakıştırmak lazım bu tiplere.

Neyse ki tatilimin sondan önceki günü tanışma gafletinde bulunmuştum kendisiyle. Yani sevgili dostlar, sokak röportajlarında onlarcasını gördüğüm, Alamancı Yuro ezen yenganım da tatilimde bir figüran oluyor böylece. Allahtan sadece figüran olarak ve de hikâyesi ile kalıyor.

Bu olaya şahit olan bir başka gurbetçi aile yorum yapıyor sonra yanıma gelerek. “Kendinizi üzmeyin, bunlar maalesef böyleler, Almanya’da da kaçıyoruz biz bunlardan” diyor. Onlar da yıllardır Almanya’dalar, kendi işlerini kurmuşlar, çocuklarını üniversitede okutmuşlar, gayet modern ve tatlı insanlar. İçime su serpiliyor. Elbette “Alamancı” dediğim bu tipler ile Almanya’ya göç etmiş ve asla “Alamancı” sıfatını hak etmeyenleri aynı kefeye koymuyorum.


1 Euro 1 TL’ye eşitlenmediği sürece bu Faşize Yengeler her yerde salına salına misyonerlik yapmaya devam edecekler maalesef. Çifte vatandaşlık haklarını al ellerinden, ülkeye girişte al “ayak bastı” vergisini, otelleri kendi vatandaşına pahalı satacağına sat bunlara pahalı; bakalım Faşize yengenin bu çok milli duyguları aynı şekilde kabaracak mı? 

Faşize yengenin dili de dini de paradır, var mı ötesi…

Not: Bu senenin tatil maceraları epey bir yazı dizisi olacak gibi, bakalım daha neler çıkacak...


Devamını Oku

14 Ekim 2023 Cumartesi

Tatilimden izler - Gizemli İdol Babaanne


Hayran oldum kendisine, idolüm oldu orada kaldığım altı gün boyunca. Peki altı gün bittikten sonra unutacak mıydım? O kadar da tüketemem böyle güzel bir iletişimi. Yapamam ya… “Yapmam değil mi?” diye soruyorum kendime… Ya yaparsam diye kaygılanmış olmalıyım ki, buraya da yazasım gelmiş işte. Hayat felsefeme unutamayacağım izler bırakan bir melekti adeta. Bak şimdi bile o kısık gözlerindeki gülüşü anımsıyorum. Karşılıklı bakıştık ve gülüştük hemen hemen her sabah. O kadar sadece. Aramızda hiç muhabbet de geçmedi. Geçemezdi zaten; O alman ben Türk, dillerimiz ayrı. Gözlerinin rengini hiç öğrenemedim. Sadece ellerini gördüm. Her sabah havuz başında bir ritüel şeklinde sigarasını içerken, heyecanla ve hızla okuduğu kitabının sayfalarını hafiften titreyerek de olsa çevirirken ve de iki renkli atkısını örerken. Ne de hızlı örüyordu, hayran olmamak elde değil!

Kimi sabahlar turkuaz mavisi mayosunu giyerdi, kimi sabahlar ise çiçekli olanını. Hiç havuza girerken görmedim; ama hep özenli ve şıktı şezlongda otururken. Ellerinde pembe, ayaklarında kırmızı ojeler yeni sürülmüş gibiydi, hep pırıl pırıl…

O’nu ilk gördüğümde yeni başladığı kitabı, altıncı günün sonunda neredeyse bitmek üzereydi. Yanında torunu olduğunu düşündüğüm genç kız da yatardı bütün gün şezlongda ve O da okurdu. Stephen Hawking hem de… O yaştaki diğerlerinin elinden cep telefonu düşmezken, O babaannenin güzel torunu bir bilim adamının öğütlerini okurdu.

Yaşını çok merak ettim, kesin seksenin üzerindedir diye düşünüyordum. Almanya’da yaşayan bir Türk aile doksandan aşağı olmadığını söyledi. Almanya’da seksen genç sayılırmış, öyle dediler. “Genleri böyle, çok uzun ve sağlıklı yaşıyorlar” dediler. Ben bilmiyorum tabii ki, onlar dediler. Relaks havuzun kenarında gördüğüm bütün yaşlı Almanlardan daha yaşlıydı kendisi. Sadece gülümserdik birbirimize, nedense yanına gidip tanışmaya hiç cesaret edemedim. Ama öyle değil midir; bazen yalnızca gülümseyerek gözden göze aktarılmaz mı hayranlık, sempati, saygı… Bence geçer duygular. Çünkü O’na bu kadar hayran olmasaydım, belki de bana bu kadar güzel gülümsemeyecekti.

Aslında desteksiz yürüyebiliyordu; havuzun başındaki küçük bara tek başına gittiğini gördüm. Ama belki de tedbir amaçlı bilmiyorum, bir yürüteçle gelirdi havuzun başına. Yanında kızı ve torunu ile. Ya da arkadaşlarıdır ikinci ve üçüncü nesil; tabii ki benim hayalim kızı ve torunu oldukları. Gelirdi yürüteçle. Yürütecin sepetine atkı ördüğü yünlerini, kitabını, özenle şezlonga serdiği havlusunu ve günde sadece bir tane içtiği sigarasını da koyardı. Kim bilir, yatarken ikincisini içiyor da olabilir, belki bir kadeh şarapla... Bunları yazarken, havuzdan ayrılma saati geldiğinde özenle  havlusunu katlayışı geliyor gözümün önüne. Hem de üzerinden neredeyse bir ay geçmişken…

Tutunduğu yürüteci bisiklet olarak hayal ediyordum. Bisikletin selesine rengarenk yünleri değil de taze toplanmış papatyaları koyuyordu sanki… Yirmili yaşlardaydı, çiçekli elbisesinin etekleri uçuş uçuştu. Uzaklaşıyordu, otelin ağaçlarla dolu yolları arasındaki iki katlı cumbalı konağına doğru…

İdolümdü, çünkü bana hayatın aslında ne kadar güzel olduğunu ve ne kadar sessiz yaşanabileceğini gösterdi.

“Çok konuşmaya gerek olmadan, hızlı hızlı ve heyecanla çevrilen kitap sayfalarında, umutla kış için örülen atkıda, keyif için içilen sabah sigarasında, evden uzakta tansiyon mu çıkar, mide mi bozulur derdi olmadan yapılan tatilde, tatile gücün yetmediğinde evinin balkonunda bir sardunya saksısının yanında, hiç tanımadığı dilini bile bilmediği benim gibi birine gülümseyerek, çok güzel olabilir hayat” diyordu bana ona hayranlıkla bakarken…

Ve hiç yapmayacağım bir şeyi yaptım O'ndan aldığım cesaretle. Anısı kalsın istedim, yüzünü unutmamak istedim. Evet dayanamadım ve yaptım. Gizli gizli fotoğrafını çektim! Yaptığım şeyden utana sıkıla o kadar heyecanla ve hızla çektim ki fotoğrafı, elim titredi hatta. Apar topar çektim. Ve evet, yüzünü hiç saklamadan buraya koymak istiyorum.

Çünkü idollerin fotoğrafları, kayıtlı kalmalı zamanın sayfalarında…



 

 


Devamını Oku

1 Eylül 2023 Cuma

Perde Açılmadı ve Olanlar Oldu!

Okumaya karar verenlere ön bilgi:

Benden okumaya alıştığınız mizah yazılarından değildir. Öylesine bir karalamadır. Bu yazıyı üzerinde önceden hiç düşünmeden ve başladıktan sonra hiç ara vermeden ve bittikten sonra üzerinde hiçbir kelime düzenlemesi yapmadan yazdım ve bitirip yayınladım. Bakalım ne diyeceksiniz, öptüm byee

Normal bir sabah gibi uyandı herkes. Ben de en normal sabahlar gibi uyandım. İnsan uyanınca ne yaparsa hepsini yaptım. Yorganı üzerimden attım, iki kolumu yana açarak şöyle bir gerindim. Ağzımdan garip sesler çıktı. Kalktım sonra. En normal sabahlar gibi perdeleri açmaya gittim. Çok basit bir ritüeldi bu. Önce perdeleri açacak, sonra pencereyi açacak, içeriye dolan taze havayı içime çektikten sonra mutfağa gidip çay koyacaktım. Elbette ki yumurta kaynatma cezveme de bir adet beyaz yumurta atacaktım, tabii ki yumurtayı yıkadıktan sonra. Neden? Çünkü son zamanlarda dışı kahverengi olan yumurtaların tadının kötü olduğu gibi bir sonuç çıkarmıştım kendimce. Yumurtayı yıkama ihtiyacımın yumurtanın rengiyle bir alakası yoktu. Evet bütün bunları yapacaktım.

Ayağıma sarı plastik terliklerimi geçirdim. Çok seviyorum kendilerini. Bazılarının tuvalet terliği dediği cinstenler, ama başka terlik olmuyor bana. İşte o çok sevdiğim, aslında çok da eskidiği için altının kayganlaşmaya başladığı sarı terliklerimi giydim. Salondaki pencereye yöneldim. Pencerenin sol tarafına yaklaştım. Çünkü perdeleri açmaya hep soldan başlardım. Perdeyi tuttum. Çekmek istedim sağa doğru. Perde gelmedi. Bir sıkışıklık olmuştur diye düşündüm. Tekrar çektim. Perde yine gelmedi. Herkesin yapacağı ilk hamleyi yaptım sonra. Pencerenin sağ tarafına yöneldim. Bunun için pencerenin önünde duran koltuğa biraz yapışmam gerekiyordu. Kollarım yeterince uzun olmadığı için kanepeye yapışmadan perdeye ulaşamazdım. Perdenin en sağ ucuna geldim. Sağ elimle perdeyi sola doğru çekmeye çalıştım. Perde hareket etmedi. Hem soldaki hem de sağdaki perde parçalarının hareket etmemesi, günlük rutine tersti. Olmaması gereken bir şeyler olmuştu demek. Ne yapacağımı bilemedim. Tuttum çekmeye çalıştım. Hayır, perdeler açılmıyordu. Madem perdeler açılmıyor, o zaman ben de kafamı perdenin altından sokar, pencereyi açar ve temiz havamı öyle alırım dedim. Kafamı perdenin altından sokmaya çalıştım. Hayır kafam da girmedi. Bu sorunu çözmek için herkes gibi internete başvurmaya karar verdim. Benim gibi başkalarının da perdeleri sıkışmış olabilirdi ve illa ki iyi niyetli birileri yardımcı olmak için bu sorunun çözümünü internete yazmış olabilirdi. İnternette ara motorunu açtım. O da nesi? Ben daha sorumu yazmadan kendiliğinden ana sayfada alt alta satırlar sıralanmıştı:

“Sabah kalktığınızda perdenizi açamadıysanız ne yapmalısınız?”

“Sıkışan perdeler nasıl açılır?”

Tam önüme çıkan ilk sayfayı açıp çözümü okuyacaktım ki kapı çaldı. Gittim açtım, bizim üst kattaki komşu gelmiş. Daha merhaba dememiştim ki şöyle konuştu:

“Perdelerim sıkıştı, bir türlü açamıyorum”    

“Ne tesadüf, benim de” dedim. Niye bu tesadüfe şaşırmadım bilmiyorum. “Tam da şimdi internetten çözüm arıyordum, istersen gel beraber bakalım” dedim. Sarı terliklerim ayağımdaydı. Plastik. Komşumun ayağında ise kösele terlikler vardı. Birlikte açtık önümüze çıkan ilk sayfayı, şöyle yazıyordu:

Sıkışan perdelerinizi açmanın tek yolu var, o da perdenin rengini değiştirmek. Çünkü perdeleriniz yıllardır aynı renkte olmaktan o kadar sıkılmışlar ki, çözümü sıkışmakta bulmuşlar. Belki siz de perdeler gibi sıkıştınız bu hayata. Renginizi değiştirin. Kremleri turuncuya dönüştürün, yeşiller mavi olsun. Göreceksiniz nasıl da düzelecek her şey”

Komşumla birbirimize baktık ve güldük. Bu yapay zekâ çözümleri bizimle dalga mı geçiyordu. Sessizce kaldık biraz. Sonra aniden komşum “Denemekten ne çıkar?” dedi. Bir an düşündüm, evet denemekten ne çıkardı.  Aceleyle yatak odasına gittim. Ayağımda sarı terlikler. Makyaj masama yöneldim. Kartonu güzel diye ojelerimi dizdiğim iç çamaşırı kutusundan yeşil olanını seçtim. Ayağımda sarı terliklerimle salona geri döndüm.


Oje şişesini şöyle bir çalkaladım. Katılaşan ojeler için sallamak iyi gelir çünkü. Kadim bir yöntemdir. Şöyle bir salladığım oje şişesinin fırçayı tutan sapını saat ibrelerinin tersi yönünde çevirerek açtım. Etrafa o çok sevdiğim koku yayıldı. Fırçayı iyice ojeye buladım. Sonra perdenin ve dolayısıyla odanın da en soluna gidip yaklaştım. Perdeye savurdum elimdeki fırçayı. Krem renginin üzerinde yeşil bir leke oluştu. İlk darbede sıçrayan yeşil lekeden damlacıklar aktı aşağıya doğru ve nefis bir şekil oluşmaya başladı kendiliğinden. Fırçayı şişeye daldırıp tekrar sıçrattım perdeye. Tekrar sıçrattım, sonra tekrar sıçrattım ve sonra tekrar sıçrattım! Komşum da ben de transa geçmiş gibiydik. Hayretler içinde izliyorduk. Perdede oluşan şekil gittikçe anlam kazanıyordu. Biz büyülenmiştik. Ayağımda sarı plastik terlikler… Sanki görünmeyen bir el vardı ve benim gelişigüzel fırlattığım oje sıvısını bir ressam gibi işliyordu. Böyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Perdede sevimli, insana benzeyen ama tam da insan olmayan bir şekil oluşmuştu. Komşumla aynı anda birbirimize baktık, sonra tekrar perdeye baktık. Evet, perde üzerinde yeşil renkli bir yaratık oluşmuştu. Sevimliydi de. Önce kaşları hareket etti. Ben sarı terliklerime baktım. Sonra göz kapağı oynadı. Sarı terliğim ayağımda biraz döner gibi oldu. Sonra dudakları oynadı. Komşumun kösele terliği ayağından fırladı. Sonra bir ses duydum:

“Merhaba demek yok mu?”

Komşuma döndüm. Sağ tarafımdaydı ve sesi çıkmıyordu. Sonra bir ses daha duydum:

“Siz demezseniz ben derim, Merhabaaa!”

Ses çok neşeliydi ve o kadar güzeldi ki, insanın o sesi kucaklayıp sarılası geliyordu. Sarı terliklerimden soldaki, ayağımda döner gibi oldu; düzelterek perdeye baktım.

“Sizi kurtarmaya geldim” dedi perdedeki o Şey. “Sakın telaşlanmayın, akışa bırakın” dedi. Ve sonra yavaşça perdeden sıyrılarak öne doğru bir adım attı.

“Şimdi açabilirsin” dedi.

“Neyi? “diye sordum.

“Perdelerini tabii ki, şapşal” dedi.

Evet, sorunum perdelerin sıkışması değil miydi? Yeşil arkadaşından ayrılan perdenin sol tarafına yöneldim, sağ elimle perde kanadını sağa doğru çektim, perde açılıyordu. Sonra camı açtım, sonra dışarıdan gelen taze havayı içime çektim. Sarı terliklerim yerli yerindeydi.

“Sen de git kendi perdelerini açabilirsin artık” dedi komşuma Yeşil Şey. Komşum dili tutulmuş gibi “Hıhı” deyip başını salladı ve kapıya yöneldi. Ayağında kösele terlikler.

Baş başa kalmıştık bu arkadaşla. Tatlı bir macera mı başlıyordu; yoksa başım derde mi girmişti diye düşünürken lafı ağzımdan aldı:

“Merak etme” dedi. “Bu sorunu herkes yaşıyor senin ülkende. Şu muhalefetin rengini değiştirirseniz bütün sorunlarınız aynı bu perdenin açılması gibi çözülecek” dedi. Afalladım. Terliklerime baktım telaşla. Kaygımı anlamış gibi devam etti: 



“Ayağındaki terliklerin rengini değiştirmene gerek yok, sadece muhalefete oje sıçrat yeter!” dedi.

Rahatladım, derin bir nefes aldım. Sarı terliklerim değişmeyecekti. Perdedeki Yeşil Şey'in dile gelmesine hiç de takılmadım.  İşte o gün ne oldu biliyor musunuz? Ülkenin dört bir yanında muhalefete oje fırlatma eylemleri başladı. Herkes; kadın erkek, çoluk çocuk demeden eline aldığı gibi ojeleri sokaklara döküldü!  En yakınlarındaki muhalefet parti binasına, muhalif görünen medyaya, sosyal medya fenomenlerine, bağımsızmış gibi görünen gazetecilere ve Gandi denilen o adama, o yerinden kalkmayan dinozorlara ve o ablaymış gibi davranan gaddar kadına ve o gözlüklü derinlik stratejistine ve her yere, ve her yere ojeler ojeler ojeler ojeler sıçratıldı! Karnaval ortamına döndü tüm ülke.

Ben mi, elbette ayağımda sarı plastik terlikler ve yanımda bana gülümseyen "Yeşil Şey" arkadaşla birlikte en önlerdeydim…

Sonrası, sonrası şairin dediği gibi;

"İyilik güzellik"

 


Devamını Oku

31 Ağustos 2023 Perşembe

Ağaç Ev Sohbetleri - #210


Ağaç Ev Sohbetleri 210. sayısında tekrar beraberiz. Görev insanı sevgili Deep’den geliyor haftanın konusu:

"Kendimize benzeyen arkadaş mı benzemeyen arkadaş mı seçmek daha keyifli?

Hadi bir mizansen yapalım, bakalım neler olacak, sonra soruya döneriz.

Bir parti ortamı. Sanırım film galası. Her tarafta yıldızlar. Yan masada Cem Yılmaz ile Zafer Algöz hem gülüyor hem de içkilerinden yudumluyor. Az ilerisinde Müjdat Gezen ile Metin Akpınar söyleşiyor. O’nun da ötesinde Gülse Birsel ve dizi arkadaşları kahkaha atmakta.

Ben gariban da bu kadar yıldızın arasında kaldığım için hem heyecanlanıyor hem de elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyorum. Şimdi kalkıp gitsem Cem’lerin masaya yaklaşsam, “N’aber bro” diye mevzuya girsem, iki konuşsam falan… “Bu da kim?” demezler mi? “Canım, sen figüran mısın, yoksa yemek şirketinden mi geldin?” diye sormazlar mı? Gülsegillerin masaya gitsem, muhabbete karışmaya çalışsam, kim bilir hangi sivri dilli esprileriyle beni çemberin dışına atıverirler! Ha  ben bu insanlarla arkadaş olsam belki de hiçbirini sevmeyeceğim o ayrı mesele!

 Bir yerde okumuştum. Avustralya’da iş çıkışında bir genel müdür ve bir taşıma işçisi aynı barda içkilerini yudumlayıp muhabbet edebiliyorlarmış. Barda iş çıkışı laflamak ve eğlenmek, benzer içkiler içmek arkadaşlık mıdır? Arkadaşlık olmasa da “yârenlik etmek”tir. Peki dönelim şimdi ülkemize. Sizce CEO ve taşıma işçisi aynı barda bırak yârenlik etmeyi karşılaşabilir mi? Elbette Namümkün! Ya da Cem Yılmaz ile benim gibi sade vatandaş aynı gala gecesinde yan yana olabilir mi? Olabilemez bence! Villa komşusu olsaydık belki bahçe çitinin arkasından laflayarak arkadaş olabilirdik Cem’le. Ben O’na yaptığım çilek reçelinden ikram ederdim, O da tabak boş verilmez hesabı kabak tatlısı verirdi belki. Öyle öyle bir diyaloğumuz olabilirdi. Ya da aynı havuzda denk gelirdik falan. Şimdi var olan koşullarda biz hangi sosyal ortamda karşılaşacağız da arkadaş olacağız?

İkincisi de genel müdürün gittiği bardaki içtiği bir bardak içki, taşıma işçisinin bir aylık maaşının en iyi ihtimalle beşte biri falandır; ki bu durumda bu iki insan aynı barda denk gelebilemez. O taşıma işçisine diyelim ki piyangodan para çıkmış olsun, yine bu karşılaşma İmpossible olur. Nayn! Yani nasıl ki coğrafyada paralel çizgileri var, hayat ta da var onlardan. Bizde resmi olarak tanımlanmamış ama iliklerimize kadar hissettiğimiz kast sistemleri var. O yüzden hiç romantik eşitliklerden falan bahsetmeye gerek yok. Elma elmayla arkadaş olur, ejder meyvesi ejder meyvesi ile arkadaş olur! Nokta! Fabrika CEO’sunun çay bardağındaki rakıyı tokuşturup kavundan bir lokma alarak akıl danıştığı bilge tamirciler Yeşilçam’da kaldı, yok öyle şeyler gerçek dünyada. Hayatta denge diye bir şey var! Arkadaş olacaksan da ekonomin, büyüdüğün çevre, eğitimin denk olacak. En azından bizim kültürde bu böyle. Aksi durum elbette vardır, ama çok rastlanmaz. Şimdi diyelim bir şekilde çok zengin biriyle arkadaş oldum. Arkadaş dediğin beraber yer içer. O’nun seviyesinde bir yere gitsek benim cüzdan yetmez, hep O ödese arkadaşlık denkliği bozulur. Benim seviyemde yer de O’nu bayar bir süre sonra. Ee bu arkadaşlık yürür mü?

alıntı:gratisography.com
Her şey para denkliği ile de bitmiyor elbette. Başka bir mizansene geçelim. Diyelim ki üç aşağı beş yukarı aynı gelir seviyesinde bir arkadaşım var. Ben maç sevmem, o çok sever. Ben arabesk dinlemem, o Müslümsüz yaşayamaz. Ben çıs tak olmayan yerlerde soft müzikle eğlenirim, O yeni nesil meyhanede zenneye para takarak coşar. Ben kitap okurum, O asla okumaz. Ben bilim kurgu filmi severim, O vurdulu kırdılı şeylerden hoşlanır. Ben tatil köyüne gitmeyi severim, O çadır kurmayı tercih eder. Ben esnerim, O ise inançları ve gelenekleri konusunda kaskatıdır. Ben parti tutmam, O radikaldir ve ölümüne parti tutar takım tutar gibi. Ben analitik kafayımdır, O fazla incelemez. Ben magazin sevmem, O’nun dünyasında hep ünlülerin hayatı vardır. Ben “keşke insanlar eşit olsa” hayali kurarım, O ise kendi sosyal çevresinden nasıl yırtacağını hayal eder. Bu zıtlıkları uzatabiliz falan filan diye. Pardon da O ve ben, yani biz niye arkadaş olalım ki? Ne paylaşacağız? Ne O benimle vakit geçirmeyi sevecek ne de ben O’nunla! Kendime eziyet mi edeyim çok demokrat olup çok anlayışlı olacağım, çok empati kuracağım diye! Kafayı mı yedim!   

Hayata aynı pencereden bakmıyorsak, yani ideolojilerimiz farklıysa bizden arkadaş markadaş olmaz! Sadece iş arkadaşı olur. İş arkadaşı dediğin şey de zaten sentetik, mesnetsiz, saçma sapan bir ilişkidir. İş arkadaşları arasından gerçek arkadaş az çıkar, kumda pırlanta bulmak gibi bir şeydir bu da. Bulduysanız sakın bırakmayın! Çünkü genelde iş bitince o cuma buluşmaları, iş yeri dedikoduları, çıkar örtüşmeleri de biteceği için, eğer kafalar uyumsuzsa iş arkadaşlığı da iki üç buluşma sonrasında bitecektir.

Bir de “sosyal kelebek” olanları hiç anlamam. Herkesle arkadaş olan tipler yani. Her türlü ortama girip bir şekilde uyum sağlayan, çevresinde yüzlerce kişi olan tipler… Networking diyorlar ya buna. Bir gün lazım olur hesabı, kenarda tutulan yapmacık ve derinliksiz ilişkiler…Ben asla öyle biri değilim. Hatta kendi çapımda asosyallik çorbasının dibini bile ekmekle sıyırabilirim. Tabii ki bu grubu eleştirmiyorum, bu bir yapı meselesi. Öyle olmak ister miydim, hayır kendimle kalmayı tercih ederdim sanırım. 

Bende arkadaş kriteri çok. Mesela “De”leri “da”ları ayıramayan biri ağzıyla kuş tutsa bile buz gibi soğuyorum kendisinden, elimde değil. Gittiği evde yapılan muhabbetten çok mobilyaların tozları ile ilgilenenler benden uzak dursun bir zahmet. İçten pazarlıklıları, göründüğü gibi olmayanları zaten saymıyorum bile…

Dostlar, Romalılar! Gördüğünüz üzere bir Ağaç Ev sorusunu da doğru dürüst yanıtlayamadan bir sürü şey yazdım. Ben de böyleyim işte; aranızdan beni arkadaş olarak kabul edecek birileri çıkarsa ne mutlu bana.

Sevgiyle efenim, hem de en kalbî hislerimle, çav bella!

Devamını Oku

25 Ağustos 2023 Cuma

Ağaç Ev Sohbetleri - #209

Ağaç Ev Sohbetleri 209. sayısıyla birlikte beşinci yaşına girmiş. Aksatmadan organize eden ve asla

kaytarmayan canımız blogger arkadaşımız Deep’e ve sohbete katılan bütün blog dostlarına sevgilerimi göndererek bugünün konusunu hemen alıyorum:

"İyi dinleyen mi iyi, güzel konuşan mı daha iyi arkadaştır?"

N'apalım, madem böyle iki seçenekli soru var karşımda; ben de gider, her iki kulübü de ziyaret eder, didik didik inceler ve kafama göre en güzel sonucu bulurum. Böyle düşünüp üzerime bir kot bir tişört geçirerek çıktım evden, istikamet “İyi Dinleyenler Kulübü”

Tam zile basacaktım ki çatt diye kapı açılmaz mı? Neredeyse şaşıracaktım,  pat diye aklıma geldi: E burası “İyi Dinleyenler Kulübü” ya! Ve evet kapıyı açan Melahat Hanım neden hemen kapıyı açmıştı sizce? Bildiniz, bingo! Çünkü kendisi kapıyı dinliyordu. Ne alaka, yine sulandırdın suyu diyeceksiniz de; demeyin arkadaşım demeyin. Burada arkadaş seçmek söz konusu, hayat memat meselesi. Şimdi Melahat benim iyi arkadaşım olabilir mi? Tabii ki hayır, çünkü iyi dinleyen Melahat her şeyi dinliyor! Kapıları, pencereleri, insanın iç seslerini, dizilerde hikayesi durma noktasına gelen senaristlerin yazdığı dış sesler de dahil, her şeyi ama her şeyi dinliyor Melahat! Sanırsın psikolog doktor Gülseren KafaBudayan... Dinliyor, “hmm” diyor, arada “emme basma tulumba gibi” kafa sallıyor,  fakat dinliyor! İyi de bu Melahat sadece dinlese başım gözüm üstüne! Benden dinlediğini sana satıyor. Senden dinlediğini altın gününde komşularına satıyor; hatta hızını alamıyor, dinleyip dinleyip sonra da sosyal medyasında olmasa da en kötüsü whatsapp durumunda laf sokmalı aforizma şeklinde dünya aleme yayın yapıyor. Şimdi bu Melahat’ten iyi arkadaş olabilir mi? Güya insan ruhundan anlayan Melahat, güya dinleyen Melahat gördüğünüz üzere sizi dinliyor ayağına yatıp, aslında kişisel filmlerini çekmek için veri topluyormuş. Ne diyeceksiniz şimdi? Aman aman; dostlardan ırak olsun Melahatgiller ve tüm uzak yakın familyaları! Çıkıyorum bu kulüpten hızlıca!


İki sokak ötede “Güzel Konuşanlar Kulübü” var. Zili çalıyorum, açan yok. Uzun uzun çalıyorum yine açan yok. Tam vazgeçip geri dönecekken birisi kapıya çıkıyor. Peki sizce neden kapı geç açılıyor? Yine bildiniz, bingo. İçerideki arkadaşlar konuşmaktan kapıyı açmaya fırsat bulamıyorlar da ondan. Kapıyı açan Nebahat de elindeki telefonla konuşuyor zaten. Bana kaşıyla gözüyle “içeri geç” işareti yapıp “Yaa deme öyle şekerim, insan insanın kurdudur, ya ya benim bir arkadaşım vardı bla bla bla…” diyerek uzaklaşıyor. Her şeyi bilir bir tavrı var. Hep bir hayat dersi vermeler, hep kendi hayatından örnek göstermeler. “Hastayım” diyor belli ki telefondaki kişi, başlıyor “Benim kaynımda da vardı o hastalıktan, eşek kulağına sirke suyu döküp içti bir şeyciği kalmadı” diye tavsiye veriyor. Anlatıyor anlatıyor anlatıyor, arada da “Yanlış mıyım?”, diyerek telefondaki zavallı kurbanından onay bekliyor.

İstemiyorum arkadaş ben bunların ikisini de. Ne dinleyen Melahat ne de konuşan Nebahat benim arkadaşım olamaz!

Dinleyen ve dinlediklerinin dedikodusunu yapan Melahat’in okumuş versiyonları bile var artık.  Gülseren Hanım mesela! Psikolog yahu kadın! İşi dinlemek ve hasta mahremiyetine saygı göstererek dinlediklerinden çıkarımlar yapmak ve karşısındakinin ruhunu iyi etmek gibi bir işi var! Kadın sattı ayol dinlediklerini televizyonlara! Üstelik dinlediklerinin hikayelerini sattıkça “Beni de dinle beni de sat!” diyen danışan sayısı da patladı! Yaaa Melahat, paraya çeviremedin sen! Bu devirde her şey para iken hem de! Hem kelsin hem de fodulsun Melahat ama, en azından sahicisin be!

Çok konuşan Nebahat de sütten çıkmış ak kaşık değil elbet. Üstelik bu kişiden bence herkesin çevresinde var. Benim vardı mesela. Bir şey paylaşmak için açardım telefonu, O başlardı anlatmaya. Araya girip bir kelime etmeyi başarırsam da hemen o kelime üzerine destan yazmaya kalkardı. Amaan bir gün bana deli cesareti geldi;” Sen ne kadar bencilsin, ben artık seninle konuşmak istemiyorum” deyiverdim de kafam rahatladı.

Eee,ne anlattım şimdi ben, soru neydi:

"İyi dinleyen mi iyi, güzel konuşan mı daha iyi arkadaştır?"

Kimse kusura bakmasın da ikisinden de arkadaş olmaz bana. Arkadaş dediğin dengeli olacak. Bir sen konuşacaksın bir o. Tık tık, tık tık, pinpon maçı gibi… Bir sen dinleyeceksin bir O dinleyecek. 

Hiçbir ilişki Allahım korusun Gülseren KafaBudayan standardında olmayacak. Arkadaş kişisi senden dinlediğini başkasına satmayacak. Konuşmak istediğinde ağzına lafı tıkmayacak. Efendime söyleyeyim arkadaş dediğin kişi sürekli dert anlatmayacak. Hep hayatını dramatize edip ilgiyi üzerine çekmeyecek. Sende de hep dert aramayacak. Hayatını, aileni, ilişkini kurcalamayacak. Bitmedi; tabii ki hava atmayacak. Karşısındakini sarımsak gibi ezmeyecek büzmeyecek. Arkadaşlık dediğin şey limonata gibi olacak. Senin şekerinle O’nun limonu su dolu bir bardakta eriyecek, ortaya çıkan şey homojen olacak. Ağza ne şeker kristali gelecek ne de limon lifleri takılacak dişlere… Ortaya lezzetli bir şey çıkacak. Serin serin dinlemeler, ekşi tatlı konuşmalar olacak.

Anladın mı Melahat, peki ya sen Nebahat!

Güzeelll, hadi biraz sohbet edin bakalım. Pinpon maçı gibi, bir sen bir O, bir O bir sen, tık tık, tık tık...

Benden bu kadar, dağılabilirsiniz gençler, sevgiyle…



Devamını Oku

17 Ağustos 2023 Perşembe

Hayırlısı be Gülüm!

Yaz bitiyor gibi. Daha tatile gidemedim. Hayırlısı bakalım…

 Geçenlerde  sosyal medyada bir paylaşım dikkatimi çekti, rahat bir kafanın 4 mucize kelimesinden bahsediyorlardı;

” Aynen, Boşver, Hayırlısı, Eyvallah”

Bu yazıyı görünce bizim rahmetli son patron geldi aklıma. Bilmeyenlere özet geçeyim; kendisi çalışanlarını ve alacaklılarını ortada bırakıp üçüncü köprüden atlayarak başka alemlere göçmüştü neredeyse bir yıl önce. Şimdi içinizden bazıları böyle mizah tonlu başlayan bir yazıda hüzünlü bir örnek vermemi yadırgamadan hemen araya gireyim. Merak etmeyin, eğer bir yerlerden bu yazıyı görüyorsa kesin gülümsüyordur. Çünkü O öyle biriydi; başına gelen şeylerden sonra hemen “Next” der ve hayatına kaldığı yerden devam ederdi. Bence köprü de O’nun için bir “Next” ti. Neyse lafı karıştırmayayım, neden aklıma ex patron geldi onu anlatayım. Bilirsiniz ben biraz detayları görürüm, sözcüklere de dikkat etme huyum var. Bu bizim ex patronun çok fazla “hayırlısı” dediğini fark ettim bir gün. Sonra hangi durumlarda söylediğini gözlemledim ve sonunda dedim ki kendisine;

“Abi çok akıllısın! Bir şeye onay vermek istemediğinde, birisi bir şeyi şikâyet ettiğinde ya da herhangi bir konuyu geçiştirmek istediğinde hep ‘Hayırlısı’ diyorsun. Böylece karşı tarafın ağzına lafı tıkıyorsun, ne diyeceğini şaşırıyor! Hem de bunu yaparken kimseyi kırmamış oluyorsun. Konuları tatlı tatlı öteliyorsun, bir kelimeyle noktayı koyuyorsun ve durumu kurtarıyorsun. Whatsapp iş grubunda herkes hararetli hararetli tartışırken sen ‘Hayırlısı’ kelimesiyle araya girerek herkesi çil yavrusu gibi dağıtabiliyorsun!”

Dediğimde bana gülmüştü. Sonradan ne zaman “Hayırlısı” dese göz ucuyla gülümserdik karşılıklı… Çok hoşuma gitti bu durum, ben de kullanmaya başladım sonra. Nasıl bir konfor yarattı anlatamam size. Resmen level atladım hayat çorbasında.

Bu bir mod aslında, “Her şeyin farkındayım ama çok da müdahale edemiyorum” modu. “Hayırlısı be gülüm” derken aslında iç ses şöyle de diyor olabilir:

“Ne halin varsa gör, seninle uğraşamayacağım!”

“Madem kendi burnunun dikine gitmekte kararlısın, git bakalım; kendi bedenin kendi kararın!”

Cümlenin sonunu başka ufuklara bağladım sanmayın; sonuçta burun da bedenin bir parçası oluyor netekim.

“Hayırlısı” bir boş vermişlik hali. Azıcık teslimiyet de barındırıyor. Uyuşturucu gibi bir şey, insanı acayip rahatlatıyor. Bunca meditasyon, bunca psikolojik formasyon, bunca laf kalabalığı boş aslında! “Hayırlısı gardaş!” deyip çekileceksin kenara!

-         Benzine yine zam gelmiş!

-         Hayırlısı be güzelim…

-         Kılışdar istifa etmeyecekmiş!

-         Canı sağ olsun, hayırlısı be tatlım…

-         Taze fasulye yaz ortasında 80 lira olur mu?

-         Hayırlısı be canım, olur niye olmasın…

-         Saçlarımı yeşile boyatayım mı?

-         Hayırlısı be güzelim, boyat tabii!

Gördüğünüz üzere ben bu muhteşem dörtlüden “Hayırlısı” fanıyım. Öyle mucize bir kelime ki bu “Hayırlısı”, sanki söyleyince insanın etrafına sihirli bir koza örüyor gibi. Sinir stres hiçbir şey bırakmıyor. Niye mi? Misal Kılıçdar istifa etsin diye içim içimi yerken beyefendi bütün soğukkanlılığı ile çıkıp “Bu seçimlerde kaybetmedik” diyebiliyorsa ve “Gemiyi asla terk etmeyen bir kaptanım” pişkinliğinde ise niçin içim içimi yesin ki bu saatten sonra! “Hayırlısı” diyerek kendimi rahatlatırken aslında bu tatlı, masum, şeker mi şeker kelimenin içine bir yerlere o kadar çok şey sığdırabiliyorum ki… “Hayırlısı be tatlım kalsın bakalım biraz daha” diyorum güya ama, alt metinde bir yerlerde “Allah O’nun cezasını veracah!” diye bağıran İbo var mesela. Azıcık da kendimcilik var. Benim bedenim benim kararımcılık var. Öyle ya, kafa da bedenin bir parçası sonuçta! Kılıçdar Bey muhalefeti parça pinçik etmeyi hedefliyorsa varsın etsin, kafam yerinde kalsın, onu da yemeyeyim değil mi! “Hayırlısı be gülüm” diyerek yoluma devam ediyorum. Tarih aksın azıcık seyredelim bakalım ne oluyor!

Kakafonik bir yere gitmişim. Ortam underground film sahnesi gibi karman çorman, azıcık da sürreal. Bir taraftan tarlalar yanıyor, bir taraftan ormanlar yanıyor, öte taraftan her şeyin fiyatı bir yerlerine füze takmışçasına havalanıyor. Beri taraftan Suriyeliler Araplar Afganlar falanlar filanlar. Ortada aydın kalmamış Ayşe Arman kanaat önderi olmuş iyilik kolyesi yapıyor Bodum’da misssler gibi atölyecağzında, arada sırada “kadın cinayetleri” gibi bir şeyler söylüyor alt perdeden o da takipçileriyle vicdan çorbası içer gibi yani, Mehmet Aslantuğ’u İşçi Partisinden aday yapıyorlar sonra O da küçücükksss teknecağzına binip kaptanın seyir defteri diye entel dantel bir şeyler karalarkene efendime söyleyeyim, ay dur bir nefes alayım ayol virgül yok mu bu klavyede, virgüüülll!! Ha ne diyordum Akbelen’de ağaçlar kesilerkene Livaneli de gidip bir şarkı söyleyip sonra da döndükten sonra, televizyonların tamamında Gülseren Budayıcıoğlu psikolog profiterol pardonn profesörünün pisi pisikopat karakterleri milleti oyalarkene,  öte taraftan da birileri twitter’dan para kazanılıyormuş diye bol keseden sallerkene, bütüüünnn gazeteciler bağımsız gazetecilik ayağına Youtubersss olmuşkene, yani develer tellal iken pireler berber iken ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, olanlar olmuşsa bana da üç harfli bir şeyi yemek değil elbette kenara çekilip deriiin bir nefes alıp dörde kadar sayıp içimde tutup sonra ağızdan mum üfler gibi verip kenara çekilip şöyle dolu dolu haykırmak düşer:

Hayırlısı be gülüm…

Aklıma Oruç Arıoba geldi bak şimdi de! Bir ara hayatımın en kaotik döneminde dilime pelesenk olmuştu! O zamanlar “hayırlısı” nirvanasına ulaşamamış, şiirlerden medet umardım. Diyordu ki

“Bırak da biraz yağmur yağsın”

Derinliğe bakar mısınız! “Bırak da” diyor “Biraz” diyor “Yağmur” diyor, “Yağsın” diyor…

Nirvana bu değildir de nedir…

Hayırlı işlerr, bol güneşler efenim hepinize, cem-i cümlenize…

Devamını Oku