30 Ekim 2023 Pazartesi

Cumhuriyet Bayramı Bitti, Şimdi Gerçeklerden Bir Çorba!

Cumhuriyet Bayramı 100. Yıl kutlamalarında devletin televizyonundan daha “delikanlıca” yayın yapan FOX TV’de donanımıyla ve birikimiyle, kendine özgü tarzıyla beğendiğim haberci Selçuk Tepeli, aklımda kaldığı şekliyle şöyle bir şey söyledi:

“Devlet ve resmî kurumlar Cumhuriyet Bayramı’nı yeterince önemsemediği için aslında kendilerine teşekkür etmek lazım.”

 Ne güzel özetledi. Bu sayede halk sahip çıktı bayramına! Bu resmî kurumlara “mış gibi yapan” muhalefet mensupları da dahil elbette. Kimse kusura bakmasın, CHP, güya Atatürk’ün kurduğu parti, bütün yıl coşkuyla bayram etkinlikleri düzenlemesi gerekirken; bırakın yıllık organizasyonu; kurumsal kimliğiyle bir günlük de olsa hiçbir yerde yoktu! CHP’li olup da bireysel çaba gösteren bazı belediye başkanlarını ayrı tutuyorum.

Kadıköy Belediyesinin bandosu mahalle mahalle geziyordu ya. Onu da lütfedip son üç güne sığdırmışlar. Baktım programlarına, mahalleler arasında bir saat fark ile gösteri yapacaklar. İstanbul trafiğinde eğer helikopter kullanmayacaklarsa dedim, her mahalleye 15 dakika ayırmışlardır dedim. Nitekim; 5 dakikalık yanılma payım oldu. Bizim mahallede lütfedip 20 dakika gösteri yaptılar. O da sosyal medyanın hissetmek için değil, orada fotoğraf vermek için bulunma mantığına çok uygundu. Nitekim çakada çukada fotoğrafları çekti Kadıköy Belediyesi, sonra onları kolaj yapıp attı mı kısa video Instagram’a; al sana “Aman da ne güzel, Kadıköy’de coşkulu bayram kutlaması!

“Daha karpuz keseceğdik, yeni başladık coşmaya” demeye kalmadan kutlama bitti gitti! Görevi tamamladılar. Madem coşkulu bir şey yapıyorsunuz, onu da layıkıyla yapın değil mi! Koskoca belediyede bir akıllı kişi de “Sokağı 15 dakikalığına trafiğe kapatalım, arabaları bir alt sokağa yönlendiriverelim” dememiş.  Arkadaş, un çuvalı boşaltan kamyon için bile trafik farklı sokağa yönlendiriliyor, Cumhuriyet Bayramı kutluyorsunuz!

Neyse efenim, ben bandoyu beklerken, orada belediye hakkında konuşmalar oluyordu. Bir kişi “Kadıköy Belediyesi hiç bu kadar kötü yönetilmemişti!” demeye kalmadı, hemen bir kadın öne atıldı:

“Ne yapsın belediye, insanlar pis!”

İyi de “kötü yönetiliyor” diyen kişi “sokaklar pis, belediye temizlemiyor” dememişti ki. Militan hanım abla, belediyenin temizlik görevini bile layıkıyla yapmadığının farkında olacak ki, savunmaya geçti. Ve ne dedi biliyor musunuz?

“Zaten Şerdil Dara başkanın adı farklı olduğu için insanlar önyargılı davranıyor, sırf o nedenle…” Devamını midem kaldırmadı, uzaklaştım oradan…

“Yahu militan hanım abla, bunu da nereden çıkarıyorsun? Neden insanların aklına ayrımcı nifaklar sokuyorsun! Kim başkanın ismine laf söyler ki? Ne kadar hin şeylere çalışıyor aklın! Al bak, Cumhuriyetin 100. Yılında mahalle arasında bir bando ile halkı coşturma işinde bile organize olamıyorlar, muhalif halk sıkıştı artık. Chp'den beklenti yüksek…” demek isterdim ama demedim. Ülkemizin kutuplaşmasına niye katkı sunayım ki!

Birçok şeyde geri kalmış olabiliriz ama, kutuplaşmada harbiden limitleri aştık toplum olarak. Herkes kafasının bir yerine kırmızı çizgi çekiyor, oraya biri bir şey demeye görsün, hoop saldırıya geçmeyi kendinde hak görüyor! Yahu insanlar neredeyse birbirini boğazlayacak böyle salak saçma konular yüzünden! Başkanın ismini öne atıp, bu anlamda mağduriyet yaratıp, vatandaşın belediyeyi eleştirme hakkını “saldırgan Küçük Emrah” edasıyla nasıl elinden alırsın be hanım abla! Bu nasıl bir partizanlıktır böyle? Futbol takımı mı tutuyorsun? Alt tarafı belediye ayol, alt tarafı siyasi parti! Bir sakin, azıcık geri çekil, nefes al ve bak bakalım, o çok savunduğun başkan, senin vergilerinle koltuk işgal ederken senin ilçene nasıl bir fayda sağlamış! İyi yaptığı şeyleri tebrik et, hep birlikte tebrik edelim. Ama kötü bir şey yapıyorsa da üslubunca eleştir, ya da eleştirenlere kulak ver. Kutsal mı bu başkan denilen şahıs, neden eleştirilemiyor? Hani nerede demokrasinin gereği olan ifade özgürlüğü? Bir laf söyledi diye neden insanlar birbirini mahkemeye verme yarışında?

Herkes bir mağduriyet yaratma ve bu mağduriyet üzerinden yaptığı hataları örtbas etme derdinde!

13 sene genel başkanlığını yaptığı partinin girdiği her seçimde yenilgi yaşatan sayın KK, kurultayda kendine karşı olanlara:

“Kazansaydım yanımda olacaklardı, şimdi karşımdalar. Çok acımasızca eleştiriliyorum” diyor. Şaka gibi! Evet, kaybediyorsun yıllardır, sana verilen kredi çoktan bitti ve artık değişmelisin, ne var bunda mağduriyet yaratacak! Kurultayda kendini tekrar başkan seçtirdiğinde, bunalıma soktuğun muhalif halkın yüzüne nasıl bakacaksın? Ya da doğru soru şu olmalı: “Gerçekten halk umurunda mı?” Belki de gerçekten şöyle bir iyi niyetin vardır: “Benden başkası asla beceremez bu işleri, gemiyi limana BEN götürmeliyim”. O sırada eko yankılanır dağlarda “Ben, ben, ben...”

Hay bin kunduz! Evet, sen, sen, sen!

Peki peki anladık, sen neymişsin be abi, aaa, aaa,aaa!




En çok ne ağrıma gidiyor biliyor musunuz?

“Biz dizayn edelim, siz de verilenle idare edin” haline geldi ya Cumhuriyet!

“Biz” diyorlar mesela; “En iyi muhalefet partisiyiz” Eleştiremiyorsun bile! Oradan bir hanım abla çıkıp bıdı bıdı partizanlık yapıp seni susturmaya kalkıyor.

Konuşacak çok şey var da...

İnsan kaybedince anlıyormuş bazı şeylerin değerini. O şeyler durmalı yerli yerinde işte, muhafaza etmeliyiz, korumalıyız.

Misal... Bir zamanlar gereksiz görülen, “Sovyet ülkelerinde gibi" diye eleştirilen stadyum bayramları yerinde kalsaymış da ihtiyacı olana bir doz milli gurur yaşatsaymış keşke! Dileyen stadyuma gidip izleseymiş, dileyen de hiç oralı olmasaymış! Öyle kalsaymış eğer, insanlar bugünkü gibi sıkışmış hissettiği için, muhalif belediyenin değiştirmeye bile tenezzül etmediği eskimiş “play list” şarkıları eşliğinde yürümek zorunda kalmazmış! Bugün biri diyordu Twitter’da (X yaptılar onu da yahu)

“En az on tane yeni yüzüncü yıl marşı bestelendi; belediye bir tanesini bile çalmadı! Seçim şarkıları dinlemekten bıktık!”

Niye çalsın ki yeni bir şeyler, ne verirsen yiyor halk nasılsa!

Ben de ne diyorum biliyor musunuz?

Cumhuriyet Bayramları kutuplaşmış ülkemizde böyle gövde gösterisine dönüşmeseydi keşke!

 Televizyonda Atatürk’ün sevdiği şarkıları söyleseydi yine Safiye Ayla! “Atatürk, Safiye Ayla’yı perdenin gerisinden dinlermiş!” şeklindeki retro magazin dedikoduları bile şimdi kulağa ne hoş geliyor!

İşte ruh lazım. Yani bilmiyorum ne lazım!

Neydi o mâni, çocukken söylerdik:

“Kazım’a ne lazım, lazımlık lazım!”

Kalın sağlıcakla…

 

 


Devamını Oku

27 Ekim 2023 Cuma

Cumhuriyetimizin 100. Şeref Yılında Umutsuzluk Yok!

Anneler, babalar, sevgililer günlerini hiç sevmem. Olan var olmayan var neticede; abartılı gösterişli kutlamalar biraz da kapitalizmin dayatmasıdır. Bana göre kutlanması gereken asıl günler özel olanlardır; yani doğum günleridir, yıldönümleridir. Dünyada tek olan, sevenleri için çok ama çok anlamlı olan o günlerdir.

Cumhuriyetimizin doğum günü de böyle bir gün. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için kutlanması gereken en özel gün. Hele de 100 yaşına girerken…

Babadan oğula geçen padişahlık sisteminden kurtulmak nasıl özel bir şey düşünsenize! Millet olarak bugünü en özel ve en güzel şekilde kutlamaktan daha doğal ve daha gerekli ne olabilir? Böyle günlerde Cumhuriyetin değerini anlarız; millet olarak birbirimize kenetleniriz, bir duygusal marş ile gözlerimiz dolar, bize bu günleri armağan etmek için bedel ödeyen atalarımıza minnet duyarız. Evet içimizden bazıları vals yaparak kutlar, bazıları horon tepmek ister, bazıları “Erik Dalı” ile oynayabilir; hiç mahsuru yoktur bence. Fotoğraflar biriktiririz anılarımızda, ne bileyim hiçbir şey yapamasak da penceremizden bayrak sallarız böyle özel bir günde.

 Sırf bir adamın soyundan geliyor diye, çocuk da olsa, deli de olsa, psikopat da olsa koskoca devleti yönetme yetkisinin bir erkeğe verilmesini düşünsenize! Kadınlar zaten yok hükmünde! Saraydaki kadınlar haremde entrika ile süsle püsle takılabilir; halkın kadınları ise kocalarının dört karısından biri olarak kül kedisi gibi yaşasınlar işte, yatıp kalkıp şükrederek hem de! Kadın aklı öyle devlet işine falan ermez zaten. Hoş padişah kadar akıllı başka bir erkek de yoktur!

Padişah mesela birinin tipini beğenmese ve dese ki;

“Tez elden kellesi vurula!”

Etrafındaki ulema şu bu adamlar ne yapabilir ki? O adamın kellesi gidecek mecbur.

Cumhuriyet rejimi öyle mi? Bağımsız mahkemeler var, bağımsız yargı var, hak var, hukuk var, eşitlik var, laiklik var, sosyal devlet var, meclis var, muhalefet var!

Evet bu yukarıda saydıklarımdan çoğunun sadece iskeleti kalmış olabilir. Ama ne diyor Atatürk!

“Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim!”


Cumhuriyetimizin 100. Şeref Yılı Kutlu Mutlu Olsun!!

Devamını Oku

18 Ekim 2023 Çarşamba

Tatilimden izler -2- Faşize Yenge ile Sokak Röportajı Keyfisi Ayağıma Geldi!

Kendisini ilk fark etmem sesini yükseltmesiyle oldu. Nasıl tarif etsem size; hani o üst perdeden konuşan, buyurgan, çok bilmiş kadın sesi vardır ya! Yumuşak değil, insanın içini okşayan hiç değil, gıcık olunacak bir ses. O sesi duysan kaçasın gelecek cinsten. Uzanmış şezlonga, kocasına buyuruyor, ya da böğürüyor da desek olur bence:

“Bir kola getirmiyorsun, hiçbir şey yaptığın yok!”

Kocası belli ki önceden gıcık olmuş; hatta yılların gıcık olmuşluğuyla söyleniyor, bir taraftan da kaçmaya çalışıyor:

“Hiç kusura bakma! Bar şurada git kolanı al, dondurma dersen ilerde! Benim hareket alanım sadece yüz metre ötesi! Gerisine hiiç karışmam. Tatile gelmişim dokunma bana! “

Kalkıyor adam, gözlüğünü ve şapkasını takıyor, uzaklaşıyor. Yanlarında bir kız bir de erkek iki genç çocukları var. Onlar da kendi aralarında gergin gergin konuşuyorlar. Hani kavga etmeseler bile birbirlerine sürekli laf sokan aileler var ya, bunlar onlardan. Karısı kocasıyla, ablası kardeşiyle sürekli didişmede. Tatile gelmişsiniz, rahatlasanıza! Dünyanın en güzel manzarasının dibine atsanız bu aileyi; huzura ermek bir yana yine de kavga edecek bir şey bulurlar. Göstermelik bir iki girerler havuza, göstermelik aile fotosu çekip atarlar sülale WhatsApp gruplarına, gerisi bu şekildedir! Neden mi böyle söylüyorum; bu hikâyeyi başka türlü tamamlamak içimden gelmiyor da ondan.

Efendime söyleyeyim, kocası kalkıp gittikten sonra, çocukları da dağılınca bizim Faşize Yenge yalnız kalıyor. Adını nereden biliyorsun demeyin; ben taktım, zaten başka bir şey olamaz bu kadının adı! İyi de madem ad taktın, bir de niye “yenge” diyorsun diyecek olursanız ona da cevabım var. “Yenge” diyerek iyice dışlıyorum kendisini hikâyeden ve hatta dünyanın tüm samimiyetinden. Çünkü bana göre “yenge” ve “enişte” sıfatları kadar dışlayıcı başka bir alt metin olamaz.  Bana göre bu sıfatlar, "aileden değilsin, sonradan geldin, orada kal!” demektir. Misal, ablanın eşini sevdiysen abi dersin, sevmediysen enişte diyerek araya mesafe koyarsın. Neyse, konuyu fazla dağıttırmayın bana böyle sorular sorarak. İnce ince inceler, kelimelerin suyunu sıkana kadar didiklerim bilirsiniz.

Nerde kalmıştık; evet, akşam herkesin havuzdan çıkma vakti gelmiş. Resort ahalisi odalarına dağılacak, giyinecek paklanacak akşam için hazırlanacak. Şezlonglarda üç beş kişi kalmış. Ben de tam boş havuzun keyfini çıkaracakken bu Faşize Yenge yanıma gelmez mi?

“Türk, Douçe? “diye soruyor, “Türk” diyorum. “Ben yarı Alman, yarı Türk” diyor ve başlıyor anlatmaya. Efendim 6 ay Kütahya’da, 6 ay Almanya’da yaşıyormuş. Euro olmuş 30 TL, Almanya’da kazandığını 30 misli eziyor tatillerde bizim Faşize Yenge, ama söylemiyor orasını! Anlatıyor da anlatıyor. Normalde konuşmam böyle tiplerle. Tatillerde sosyalleştiğim de nadirdir aslında. Neden bilmiyorum, kadınının dominantlığından belki de mecburi bir diyalog gelişiyor aramızda.

Kadın tam bir misyoner gibi, lafı evirip çevirip “müridi” olduğu partiye ve icraatlarına getiriyor. Klasik propaganda başlıkları sıralamış kafasında belli ki! Kütahya’da arkadaşı işçi arıyormuş, bulamıyormuş ile başlıyor. “E mahalle aralarına üniversite açılırsa ara eleman tabii ki bulunmaz, meslek liselerini yok ettiler” deyince ben, kadın bir an boş bulunup dediğime onay verecekmiş gibi oluyor, ama son anda misyonerliği aklına geliyor ve başka yerden giriyor bu sefer propagandaya. Millet iş beğenmiyormuş. Almanya’ya gelsinmişler de görsünlermiş ne zormuş hayat. Bizimkiler yan gelip yatarak para kazanmak istiyorlarmış, Almanya’da disiplin varmış disiplin! Kendisi de yaşlı bakmış orada yıllarca, kolay mıymış, değilmiş…”

“Peki Almanya’da kiralar ne kadar?” diyorum.1100 Euro’ya kiralık ev bulunurmuş. “Asgari ücret ne kadar?” diye soruyorum, eveleyip geveleyerek “1800 Euro gibi” diyor.  “Bak ne güzel işte, asgari ücretli insan ev kiralayabilir, bizde bu mümkün değil” diyorum. Faşize yenge durur mu, hemen çeviriyor lafı. Efendim Kütahya’da evi varmış 600 TL’ye kiraya veriyormuş, ne kadar ucuzmuş. Tamamen palavra atıyor, yersen!

“Suriyeliler doldu ülkemize“ dediğimde sesi bir perde daha yükseliyor:

 “Bennn” diyor kitlelere hitap eden Hitler edasıyla;

 “Suriyelilere assla karşı değilim, çünkü bennn de Almanya’da Suriyeliyim!” diyor. “Gelsinler tabii diyor” “Bre Geri zekalı!” demek istiyorum o an ve devam etmek istiyorum. Tabii ki susmayı tercih ediyorum sonra. Böyle bir kadına laf yetiştirmemin mümkün olmadığının gayet de farkındayım.

“Her yer çok pahalandı, bak Türkiye’de!” falan demeye çalıştığımda buna da cevabı hazır Faşize Yengenin, hem de nasıl bir hikayeyle…

 “Efendim zamanında cehapenin çok bankası varmış, bu bankalar batınca borçlarını devlet ödediği için enflasyon yükseliyormuş.”  Ağzım açık kalıyor, hikâyeye bak!  “Böyle bir şey yok” dememe kalmadan ellerini beline koyuyor, “Nerden biliyorsun” diyor… Bakıyorum propaganda ve çirkeflik seviyesi bir üst seviyeye doğru gidiyor. “Ben tatile geldim, bunları konuşmak istemiyorum, üstelik yüksek sesle konuşup etrafı rahatsız ediyorsunuz!” diyorum. Anında yüzünde gülücükler beliriyor ve hemen sevimli görünmeye çalışıyor.  Akşam yemekte karşılaşmamak için dualar ederek uzaklaşıyorum kibarca. Faşizan misyoner yenganım ertesi gün beni havuz başında gördüğünde sanki hiç kendisini kibarca susturmamışım gibi gülümseyerek halimi hatırımı sorduğunda anlıyorum ki bir de “yüzsüz” sıfatını yakıştırmak lazım bu tiplere.

Neyse ki tatilimin sondan önceki günü tanışma gafletinde bulunmuştum kendisiyle. Yani sevgili dostlar, sokak röportajlarında onlarcasını gördüğüm, Alamancı Yuro ezen yenganım da tatilimde bir figüran oluyor böylece. Allahtan sadece figüran olarak ve de hikâyesi ile kalıyor.

Bu olaya şahit olan bir başka gurbetçi aile yorum yapıyor sonra yanıma gelerek. “Kendinizi üzmeyin, bunlar maalesef böyleler, Almanya’da da kaçıyoruz biz bunlardan” diyor. Onlar da yıllardır Almanya’dalar, kendi işlerini kurmuşlar, çocuklarını üniversitede okutmuşlar, gayet modern ve tatlı insanlar. İçime su serpiliyor. Elbette “Alamancı” dediğim bu tipler ile Almanya’ya göç etmiş ve asla “Alamancı” sıfatını hak etmeyenleri aynı kefeye koymuyorum.


1 Euro 1 TL’ye eşitlenmediği sürece bu Faşize Yengeler her yerde salına salına misyonerlik yapmaya devam edecekler maalesef. Çifte vatandaşlık haklarını al ellerinden, ülkeye girişte al “ayak bastı” vergisini, otelleri kendi vatandaşına pahalı satacağına sat bunlara pahalı; bakalım Faşize yengenin bu çok milli duyguları aynı şekilde kabaracak mı? 

Faşize yengenin dili de dini de paradır, var mı ötesi…

Not: Bu senenin tatil maceraları epey bir yazı dizisi olacak gibi, bakalım daha neler çıkacak...


Devamını Oku

14 Ekim 2023 Cumartesi

Tatilimden izler - Gizemli İdol Babaanne


Hayran oldum kendisine, idolüm oldu orada kaldığım altı gün boyunca. Peki altı gün bittikten sonra unutacak mıydım? O kadar da tüketemem böyle güzel bir iletişimi. Yapamam ya… “Yapmam değil mi?” diye soruyorum kendime… Ya yaparsam diye kaygılanmış olmalıyım ki, buraya da yazasım gelmiş işte. Hayat felsefeme unutamayacağım izler bırakan bir melekti adeta. Bak şimdi bile o kısık gözlerindeki gülüşü anımsıyorum. Karşılıklı bakıştık ve gülüştük hemen hemen her sabah. O kadar sadece. Aramızda hiç muhabbet de geçmedi. Geçemezdi zaten; O alman ben Türk, dillerimiz ayrı. Gözlerinin rengini hiç öğrenemedim. Sadece ellerini gördüm. Her sabah havuz başında bir ritüel şeklinde sigarasını içerken, heyecanla ve hızla okuduğu kitabının sayfalarını hafiften titreyerek de olsa çevirirken ve de iki renkli atkısını örerken. Ne de hızlı örüyordu, hayran olmamak elde değil!

Kimi sabahlar turkuaz mavisi mayosunu giyerdi, kimi sabahlar ise çiçekli olanını. Hiç havuza girerken görmedim; ama hep özenli ve şıktı şezlongda otururken. Ellerinde pembe, ayaklarında kırmızı ojeler yeni sürülmüş gibiydi, hep pırıl pırıl…

O’nu ilk gördüğümde yeni başladığı kitabı, altıncı günün sonunda neredeyse bitmek üzereydi. Yanında torunu olduğunu düşündüğüm genç kız da yatardı bütün gün şezlongda ve O da okurdu. Stephen Hawking hem de… O yaştaki diğerlerinin elinden cep telefonu düşmezken, O babaannenin güzel torunu bir bilim adamının öğütlerini okurdu.

Yaşını çok merak ettim, kesin seksenin üzerindedir diye düşünüyordum. Almanya’da yaşayan bir Türk aile doksandan aşağı olmadığını söyledi. Almanya’da seksen genç sayılırmış, öyle dediler. “Genleri böyle, çok uzun ve sağlıklı yaşıyorlar” dediler. Ben bilmiyorum tabii ki, onlar dediler. Relaks havuzun kenarında gördüğüm bütün yaşlı Almanlardan daha yaşlıydı kendisi. Sadece gülümserdik birbirimize, nedense yanına gidip tanışmaya hiç cesaret edemedim. Ama öyle değil midir; bazen yalnızca gülümseyerek gözden göze aktarılmaz mı hayranlık, sempati, saygı… Bence geçer duygular. Çünkü O’na bu kadar hayran olmasaydım, belki de bana bu kadar güzel gülümsemeyecekti.

Aslında desteksiz yürüyebiliyordu; havuzun başındaki küçük bara tek başına gittiğini gördüm. Ama belki de tedbir amaçlı bilmiyorum, bir yürüteçle gelirdi havuzun başına. Yanında kızı ve torunu ile. Ya da arkadaşlarıdır ikinci ve üçüncü nesil; tabii ki benim hayalim kızı ve torunu oldukları. Gelirdi yürüteçle. Yürütecin sepetine atkı ördüğü yünlerini, kitabını, özenle şezlonga serdiği havlusunu ve günde sadece bir tane içtiği sigarasını da koyardı. Kim bilir, yatarken ikincisini içiyor da olabilir, belki bir kadeh şarapla... Bunları yazarken, havuzdan ayrılma saati geldiğinde özenle  havlusunu katlayışı geliyor gözümün önüne. Hem de üzerinden neredeyse bir ay geçmişken…

Tutunduğu yürüteci bisiklet olarak hayal ediyordum. Bisikletin selesine rengarenk yünleri değil de taze toplanmış papatyaları koyuyordu sanki… Yirmili yaşlardaydı, çiçekli elbisesinin etekleri uçuş uçuştu. Uzaklaşıyordu, otelin ağaçlarla dolu yolları arasındaki iki katlı cumbalı konağına doğru…

İdolümdü, çünkü bana hayatın aslında ne kadar güzel olduğunu ve ne kadar sessiz yaşanabileceğini gösterdi.

“Çok konuşmaya gerek olmadan, hızlı hızlı ve heyecanla çevrilen kitap sayfalarında, umutla kış için örülen atkıda, keyif için içilen sabah sigarasında, evden uzakta tansiyon mu çıkar, mide mi bozulur derdi olmadan yapılan tatilde, tatile gücün yetmediğinde evinin balkonunda bir sardunya saksısının yanında, hiç tanımadığı dilini bile bilmediği benim gibi birine gülümseyerek, çok güzel olabilir hayat” diyordu bana ona hayranlıkla bakarken…

Ve hiç yapmayacağım bir şeyi yaptım O'ndan aldığım cesaretle. Anısı kalsın istedim, yüzünü unutmamak istedim. Evet dayanamadım ve yaptım. Gizli gizli fotoğrafını çektim! Yaptığım şeyden utana sıkıla o kadar heyecanla ve hızla çektim ki fotoğrafı, elim titredi hatta. Apar topar çektim. Ve evet, yüzünü hiç saklamadan buraya koymak istiyorum.

Çünkü idollerin fotoğrafları, kayıtlı kalmalı zamanın sayfalarında…



 

 


Devamını Oku