23 Aralık 2019 Pazartesi

21 Aralık 2019 ve düşündürdükleri


Yine o gün geldi. 21 Aralık, en uzun gece. Kapitalizm her zaman olduğu gibi iş başında. Bir şeyler satmak için hiçbir fırsatı kaçırmaz kendisi zaten. Dolunay var haydi indirim yapalım, satın alın para harcayın! Bugün bahar geldi, haydi indirim yapalım, alış veriş yapın  para harcayın! Bugün dünya eblehler günü, haydi indirim yapalım, bol bol satın alın bol bol para harcayın!  
Bugünkü bahanesi de en uzun gece olması. Her yerde en uzun gece indirimleri var. Sepette %21 diyor mesela markalardan biri. Ne kadar yaratıcı değil mi! Wuhuuu! Ayın 21’i diye %21 indirim yapmak kimin aklın gelir ki zaten! Nasıl bir yaratıcılık, nasıl bir imgelem, nasıl bir emek var bütün bu kampanyalarda! Yeter ki birileri tüketsin, birileri kendini şişirsin!

21 Aralık 2019

Benimse gerçekten hiç umurumda olmuyor bu indirim mindirim mevzuları. Sanal gerçek fark etmiyor, mağazalara girmem ile çıkmam bir oluyor zira. Tıkış tıkış askılarda birbirine benzeyen saçma salak giysileri değil satın almak, denemek düşüncesine bile katlanamıyorum.  Bir e-ticaret sitesinin sayfalarında gezinerek ürün seçmek de pek farklı değil benim gözümde. Her bir giysiyi çekiştirip aynada üzerine tutanları, en az on tanesini kabinlerde deneyerek deli gibi zaman harcayanları ve bunlara para harcayanları gerçekten anlayamıyorum.  Aslında en güzeli Facebook’un  Mark’ı, Gora’nın Cem Yılmaz’ı kafasında olmak! Dolabımdaki her şeyi atıp yerine 7 tane siyah gömlek, 7 tane siyah tişört, 7 tane siyah svetşört, 7 tane de siyah pantolon alsam diyorum. Her gün aynı şeyleri giysem yani, ama temiz olanları. Sadeleşsem sadeleşsem ve yine sadeleşsem…

İşte böyle diye diye zaman geçip gidiyor. Bu arada bu günün benim için ayrı bir güzelliği var. Tam altı sene önce bugün sigarayı bırakmıştım. Planlı değildi sigarayı bırakmak için böyle özel bir gün seçmek, sadece denk gelmişti. O günden bu güne bir tane bile sigara içmedim, kokusundan gerçekten iğreniyorum. Ve evet, sigarayı bıraktıktan sonra aldığım altı- yedi kiloyu hala veremedim. Sigara içenlere, hele ki sigara içip terleyenlere üç metreden fazla yaklaşınca ortamdan hemen kaçıp kendimi çam ormanlarına atasım geliyor. 

İşte böyle, 21 Aralık 2019 da geçip gidiyor kendince… Geriye hoş bir seda, falan filan işte...


Devamını Oku

1 Aralık 2019 Pazar

Elli yıl sonra yazacağım film senaryosundan bir kesit!


Yaşadığımız dönemin elli yıl sonra  yapılan filmini ya da dizisini  hayal edin. Bir dönem filmi, iki bin onlu yılların sonu! 

 Yazın hayatına “Evde Yazar” adında zavallı bir blogla başlayan ünlü senaristin kaleminden çıkan bu nefis başyapıt, pek yakında sinemalarda!  ("Elli sene sonra sinema mı kalır, peh peh!" "diyenlerinizi duymuyorum sanmayın. Senaryo benim değil mi kardeşim, tersine bilim kurgu yapıyorum! Yıllar geçiyor ama nostalji hayat buluyor, kime ne, üstelik hiç yaşlanmıyorum evet, özgürüm yahu! Fazla kurcalamayın)
Neyse işte filmim şöyle başlıyor.


Akşam saat on sekiz otuz on dokuz civarı. E-5 denilen nostaljik yol kilitlenmiş. Elli yıl sonra nostaljik olacak tabii ki i fayf yolu, o nedenle böyle anlatıyorum. Efendim bu nostaljik yolumuzda arabalar durma noktasına gelmiş, herkes birbirine korna çalmakta.
Gıdım gıdım ilerleyen yolda birbirinden iğrenç gökdelenler ve avemeler arasından süzülüyoruz. Niye böyle oluyor, çünkü elli yıl sonra izleyecek insanlara günümüzü anlatıyoruz ya o bakımdan… İleri zamanda geçen günümüz nostaljisi, kara delik gibi bir şey anlayacağınız.

İsimlerini henüz belirlemedim ama senaryomdaki karakterler üç aşağı beş yukarı belli!
Bir kere kesinlikle çocuğuna “annecim babacım” diyen ebeveynler, torununa “dedem” diyen salak tipler, yeğenine “amcacım” diyen hırtapozlar var senaryomda. Burası net! O çocuklar, o torunlar ve o yeğenler kimlik bunalımıyla büyüyüp, gelecekte nasıl birer tuhaf yaratığa dönecekler hep birlikte görüyoruz. Şöyle düşünüyor mesela küçük kız:

“Bu anne dediğim kadın bana “annecim” diyorsa, şu yaşlı adam da “dedecim” dediğine göre, şu kendisini “teyze” olarak bildiğim kadın  da bana “teyzecim” diyorsa benim cinsiyetim ne, ama benim yaşım kaç, kilom kaç?!!” Nırının nırının Nil Karaibrahimgil şarkısı çalıyor arka planda. Seyrek keçi sakalı mide bulandıran, bol pantolonu afedersiniz mıçından düşmekte olan, kafasının içi boş, kulağında rap müzik çalan delikanlının on sekiz günlük bedelli askerliğe gitmesini tabii ki atlamıyorum. “Bedelli medelli ama İnşallah o seyrek keçi sakallarını yolarlar” diye gizli gizli dua eden anne de var elbet senaryoda.

 “Avokadoyu minnak tohumlarla ezip bızzt bızzt yaptıktan sonra pastil kapsüllerine sürerek tüketin!” diyen diyetisyenleri unutmuyorum tabii ki. Elli yıl sonrasında şimdinin elli yıl öncesinin kültürünü yaşatan genetik akrabalarımızın, yemek yemekten keyif almayı ve sofra adabını yaşatırken, kendilerinden elli yıl öncesindeki bu diyetisyen ablaların neden “yiyin, için “demek yerine “tüketin” dediklerini anlamamaları normal tabii ki! Çünkü onlara bu kullanım ters! Dedim ya tersine bilim kurgu bu filmin türü, romantik anti distopya da diyebilirsiniz.  Atış serbest!
“Sabah kalkınca içine zıbırtık embriyon parçaları koyduğunuz suyu tüketin, sonra  bir adet yumurtayı tükettikten sonra gidin bir doz da birbirinizi tüketin!” demiyor tabii ki filmin kahramanları, ama izleyenler anlıyor bunu! Bu kadar metaforu da anlamayacaklarsa niye elli yıl sonra yaşıyorlar ki zaten! Günümüzün cahil toplumuna hapsolup kalsınlar daha iyi!

Filmimizde herkesin cep telefonu ve de sık kullandığı bir sosyal medya platformu var elbette! Kimileri hafta sonu nasıl eğlendiğini, kimileri köpüşleriyle nasıl öpüş kokuş olduklarını, kimileri de iş yerinde nasıl bir fors içinde şatafatlı doğum günleri düzenlediklerini anlatıyor bu sayfalarda.

Hep nostalji güzel gelir ya insana, seksenli yılların vatkalarla kabartılmış omuzlarını özlemle anar ya mesela günümüz romantikleri! Elli yıl sonra bu filmi izleyenlerin iki bin onların sonları hakkında böyle sevecen duygular besleyeceklerini hiç sanmıyorum ben. Daha filmimde beynimizi nasıl kullanmadığımızı anlatmadım bile üstelik!

Hadi devamını siz getirin, pazar pazar eğlenelim ağlanacak halimizle…


Devamını Oku

24 Kasım 2019 Pazar

Bir Mehmet Hikayesi

Bizim ofiste yeni bir çocuk işe başladı. Yirmi beş, yirmi altı yaşlarında. Kod adı Mehmet olsun. Temiz yüzlü, saygılı, efendi bir çocuk. Tekstille ilgili bir eğitim almamış ama iki yıllık inşaat teknikerliği üzerine açık öğretimden işletme bitirmiş. Yani okumuşgillerden oluyor kendisi, teorik olarak cahil değil.

Çok konuşkan bir tip değil. Ben de değilim zaten. Ara ara işle ilgili bir şeyler öğretirken dünya görüşünü anlamak için espriyle karışık sorular soruyorum Mehmet’e. Mesela “Ne tip müzikten hoşlanıyorsun?” dedim bir keresinde. “Ben her şeyi dinlerim” dedi. “Peki ya rap müzik?” diye sordum. “Çok severim” dedi. Aldım cebime koydum bu yanıtını.

Ortamda çok gürültü olunca takıyorum kulaklığı müzik dinliyorum ofiste. Spotify çalma listelerim genellikle sözsüz “study music” lerle dolu. Çok nadir Türkçe sözlü müzik açıyorum. Biri de Ezginin Günlüğü. Geçenlerde Mehmet’e denk geldi bu müziklerden biri. Dedim “Ezginin Günlüğü biliyor musun?” Dedi ki “Yoh yoh…” Üzerine dedim “Zülfü sever misin?” Anlamadı önce ne dediğimi, belli ki duymamış hiç böyle bir isim, garipsedi. Tekrarladım “Zülfü Livaneli sever misin?” “O ne? “ dedi. Muhtemelen  sorduğum sözcüğün bir insana ait isim olduğunu bile anlamadı! Dedim “Türkiye’nin en önemli sanatçılarından biridir kendisi. Yazar, besteci, sinema yönetmeni…”  Dedi “Hiç duymadım, ama araştırayım…”  Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. “Evet araştır” dedim. Çok ama çok üzüldüm sonra. Tamam herkes Zülfü sevmeyebilir, ama  bu çok önemli  sanatçımızın adını  bari duymuş olsaydı genç adam!

Eskiden tipine bakarak insanların dünya görüşleri hakkında fikir yürütürdük. Bazılarınız hatırlarsınız. İyi bir şey mi bu? Değil elbette ama ne bileyim en azından  insanların dünya görüşleri vardı. Che şapkası, pos bıyık, yeşil parkalar solculara aitti. Sağcılarda ise Barış Manço bıyığı vardı mesela. Düşünüyorum da şimdilerde hiç böyle şeyler kalmadı.  Bu Mehmet’de olduğu gibi hemen hemen her gencin saçı uzun, aşağıya doğru uzanan kıvırcık pis sakalları var, hepsi yırtık kot giyebiliyor, çoğunluğu rap denilen ritimli sözleri dinliyor.  Küpe falan takıp dövme yaptırıyorlar. Herkes adeta birbirinin kopyası gibi. Altını çiziyorum, insanların belirli dünya görüşünü tanımlayan sembolleri üzerlerinde taşımaları doğru değil belki ama, Mehmet gibi boşlukta olmaları ne derece kabul edilebilir? Mehmet'leri düşününce retroya güzelleme yapasım gelmesi çok da anlamsız kalmıyor bu durumda.

Zülfü Livaneli’yi bilmediğini öğrendikten bir kaç gün sonra “Oy verdin mi?” diye sordum Mehmet’e. Ne cevap verdiğini gerçekten anlayamadım. Çünkü ağzında eveledi geveledi. İktidar partisine vermiştir diye düşündüm. Ama bundan da emin olamadım.  O derece renksiz ve anlaşılmaz çünkü kendisi. 

Şimdilerde askerde genç adam.  Bastırmış otuz bini babası, on sekiz gün paşalar gibi bedelli askerlik yapacak Anadolu’nun tehlikesiz şehirlerinden birinde Mehmet!

Dedim ki askere gitmeden önce “Bari size şınav falan çektirseler askerde.” Gülümsedi, dedim ya çok efendi ve sessiz bir çocuk. “Bedelli askerlik ne kadar kötü bir şey” dedim sonra, yine gülümsedi. “Parası olmayan gariban çocuklar operasyonlarda can versin, diğerleri bastırsın parayı askerde patates bile soymasın, adalet mi şimdi bu!” dedim espriyle yumuşatarak. Yine gülümsedi. Muhtemelen bu söylediklerime anlam da veremedi. Çünkü O’nun için parayı verip askerden “yırtmak” en doğal hak. “Vicdani red” diye bir tanımlama olduğundan bihaber olduğuna bahse girmeye gerek var mı sizce…

Bunları anlatırken “Şimdiki nesil ne berbat” tezinden yola çıkmadım yanlış anlaşılma olmasın. Olayı kuşak çatışması klişesine asla bağlamayacağım. Sadece seksenli yıllarda (Kenan paşa sen çok yaşa)  gibi şahısların ektiği rüzgarların nasıl fırtınalara dönüştüğünün küçük bir örneğidir bu anlattığım kod adı Mehmet olan genç adam…

Evet Mehmet’in direkt suçu yok belki böyle bomboş kafalı olmasında, ama benim de suçum yok, ne yapayım bu saatten sonra bunlar için ben? Zülfü Livaneli’nin adını öğretsem ne olur,  bir iki kitap versem ne olur…Mehmet bu saatten sonra olsa olsa iyi bir tüccar olur!

Fonda çalan müziği hayal edin;

“…Geçmişler olsun, geçmişler olsun…”


Devamını Oku

17 Kasım 2019 Pazar

Siz de eve “kadın” alanlardan mısınız?



“ Ay şekerim cumaları eve kadın geliyor, hafta sonları rahat ediyorum”
“ Sorma başıma ne geldi?  Altı aydır eve aldığım  kadın geçen gün benim elbiselerimi giymesin mi!”
“ Benim kadın memleketine gitti tatile, dün gece saatlerce ütü yapmak zorunda kaldım! Ay ne sıkıcıymış, çok da yoruldum canım çıktı!”

Yukarıdaki gibi cümleleri mutlaka kadın arkadaşlarınızdan duymuşsunuzdur, ya da bilemiyorum belki siz de eve “kadın” alanlardansınızdır!  Ben değilim çok şükür… Fiili olarak kendi ev işlerimi yıllardır kendim yapıyor olmamın konuyla hiç ilgisi yok. Çünkü eve yardımcı  çağırdığım zamanlarda onları "kadın" diye anıp  adeta eşya haline getirenlerden değil de,  ismiyle anıp insan yerine koyanlardandım!  Sert oldu belki bu giriş ama başka türlü yorum yapamıyorum kusura bakmayın. Evet; çok şükür ben evime hiç “kadın” almadım!
 İşin ilginç tarafı ne biliyor musunuz? Evine kadın aldığını söyleyenlerin hemen hemen hepsinin de kadın olması! Üzgünüm, siz de  evine kadın alan kadınlardansanız, dost acı söyler misali sizi “evine kadın atan” erkeklerle aynı olmasa da çok benzer bir kategoriye koyuyorum ve esefle ve hatta şiddetle kınıyorum!

Dedim ya, ben eve hiç kadın almadım! Bir zamanlar ayda bir Zarife Hanım gelirdi mesela yardımıma.  “Kadın” demezdim ben O’na. Çünkü “kadın” sözcüğü o zamanlar da cins isimdi benim nazarımda. Bu sebepten ötürüdür ki O’nun kendine ait ve baş harfi büyük yazılan özel ismini kullanırdım: Zarife! Bundan daha doğal ne olabilir ki zaten!

 Benden büyük olduğu için ismini “Hanım” sözcüğüyle bir arada kullanmayı tercih ederdim. Çünkü ben öyle kolay kolay “abla, amca, teyze” de diyemem. Hanımsa hanım, beyse bey diye hitap etmeyi severim. Belki de akrabalık ilişkilerine gereken önemi vermediğim içindir, ya da bu tip hitapları feodal bulduğum içindir bu tercihimin nedeni bilemiyorum. İş hayatında kimseye “abi, abla” dediğimi de hatırlamıyorum mesela. Bir tek laz bakkalımıza “Ali Abi” diyorum; bakmayın O’na da mahallede herkes “Ali Dayı” diyor aslında! “Ali Dayı” hitabını benimseyemediğim için “Abi” diyor olabilirim. Bilinçaltımın hükmüdür, boynum kıldan incedir karşısında vesselam...

Konumuza dönersek yine, Zarifeciğim ( yaştan bağımsız, özlem ve sevgi karışımlı hitap şekli) küçücük evimi derler toplar pırıl pırıl yapardı o zamanlar. Akşam işten gelince beraber yemek yer sohbet ederdik. O yaşlandı sonra, başkalarını çağırdım temizliğe bir iki, baktım olmuyor, hiç kimse Zarife’nin yerini tutmuyor. Hiç çağırmadım sonra kimseyi.  Zaten paranın alım gücü de düştükçe düştü. Bir günlük temizlik için iki yüz teleye yakın para harcamak içimi de acıtmaya başladı ve bıraktım eve yardımcı çağırmayı. Hoş, çağırsam  da mutlaka bir ismi olurdu o kişilerin.

TDK Sözlüğünde, “kadın” sözcüğünün anlamları arasında “hizmetçi bayan” yazıyor parantez içinde (mecaz) açıklamasıyla. Biraz daha araştırınca TDK’nın bu kelimeye yaptığı tanımların çok eleştirildiğini de gördüm. TDK bile yozlaştı artık mirim, bizler dinozor kaldık! Hem de ne dinozor; satır aralarına takılan cinsten...

En çok da yıllarca aynı kişiyi evine yardıma çağırıp hala kendisinden “kadın” diye bahseden kadınlara gıcık oluyorum ben.  Yani adını anmayarak o kadını “kadın” cins ismine hapsettiklerinde hangi egolarını tatmin ediyorlar gerçekten anlayamıyorum. “Kadının Adı Yok” diyen Duygu Asena’nın eminim ki kemikleri sızlıyordur yattığı yerde!

Demem o ki, evinize “Kadın” almayın, evinize ismi olan normal bir insanı yardıma çağırmanızda ise tabii ki bir sakınca yok!

Mutlu Pazarlar…

***Fotoğraflar 123rf.com sitesinden alıntıdır.



Devamını Oku

24 Ekim 2019 Perşembe

Suçlu kim hakim bey!


Dört beş sene freelancer olarak çalıştıktan sonra iki sene önce tekstile geri döndüm biliyorsunuz. Ne oldu sonra? Tabii ki feleğim şaştı. Ne doğru dürüst kitap okuyabiliyorum, ne doğru dürüst sanatla ilgilenebiliyorum, ne de doğru dürüst yazı yazabiliyorum artık. Baba Sahne oyun yazma yarışması açmış mesela, Ocak’a kadar da vakit var. İçim gidiyor ama ne mümkün! Aslında bu durumdan yakınmaya hakkım da yok. Çünkü kimse kolumdan tutup zorla fabrikaya atmadı ya beni. Her şeyi bilerek ve isteyerek kendim yaptım.

Suçlu benim hakim bey! Peki benim suçum ne hakim bey?


Bir işte çalışmayı istemek suç mu?  Bu işin bir ortası yok mu? Evde çalışsam hareketsizlikten canım sıkılıyor, işe gitsem yorgunluktan başka bir şey yapmaya vaktim kalmıyor! Suçlu kim hakim bey?

HAKİM BEY : (Güçlü ve babacan bir sesle)
Suçlu kapitalizm kızım.

BEN: (Kendini acındıran bir sesle, hafif ağlamaklı )
Peki çözüm ne hakim babacığım? Ben nasıl mutlu olacağım?

HAKİM BEY : (Deneyimli ve Hulusi Kentmen sesi ile)
Söyle kızım, nedir canını bu kadar sıkan durum? Derdini söylemeyen derman bulamaz!

BEN: (Çok düşünmekten ezberlediği şiiri bir çırpıda okuyan ilkokul çocuğu heyecanı ile)

Sabah 05:56’da kalkarım
Bir yumurtayı suya atarım
Soğumuş ekmek, biraz da zeytin
Aman efendim ne de zor yeniiir….

HAKİM BEY: (Şaşkın ses tonuyla, biraz da meraklı)
Bu şarkı değil miydi kızım! Sanki biraz deforme olmuş!

BEN: (Heyecanı devam eden kız çocuğu sesi ile)
Daha bitmedi şarkım Hakim Babacığım.

HAKİM BEY: (Biraz sabırsızlanmış baba sesi ile)
Haydi çabuk ol biraz, adaleti geciktirmeyelim! Zaten trenin son düdüğü çalıyor yavrum evladım.

BEN: (İşçisin sen işçi kal modunda, biraz büyümüş insan sesiyle, hızlı hızlı, gramersiz)


Saat altıda kalktıktan sonra evi toplayıp duş alıp kahvaltı hazırlayıp kahvaltı yapıp saat tam yedide servise binip sekizde işte olup sadece on dakika yemek molası vererek tam on saat on beş dakika çalıştıktan sonra akşam altı çeyrekte çıkıp servise binip trafik iyiyse yedi buçuğu beş geçe evde olduğuma sevinip trafik kötüyse asla arabeske takılmayıp ve fakat Beyaz Türklere özgü bunalımları taklit edip sekizde evde olup ocağın altını sonuna kadar açıp saçma sapan hızlı bir yemek yapıp sekiz buçuğa doğru yiyip bulaşıkları makineye koyacak gücü olmayıp ikili koltukta biraz televizyona bakıp dokuz buçuğa doğru uyuklayıp sonra uyuyup sonra gece üç buçukta uyanıp işle ilgili sorunlar düşünüp sonra tekrar uyuyup sabah 5:56’da çalacak saatten bir iki dakika önce uyanıp…

HAKİM BEY:  (KIzgın ve otoriter bir sesle)
Tamam kızım, sen artık sus. Şimdi herkes ayağa kalksın. Karar!
İsviçre Medeni Kanunu’nun sekseninci maddesi ve birinci fıkrasına göre günde dört saat çalışılmasına…

BEN: (Çok mutlu ve hayalci ses tonumla)

Hakim Babaaa, sen çok yaşaaa, sistem feda olsun sanaaa...

HAKİM BEY: ( Mahmut Hoca edasıyla)

Otur kızım, tezahüratı da kes!  Herhalde böyle bir karar vereceğime inanmadın değil mi! Sen bu ülkede işsizlik oranı ne biliyor musun? Sen çıksan o işe senden daha az maaşa kaç kişi razı olur haberin var mı? Haberin var mı taş duvar, demir kapı kör pencere?
Hem Hulusi Kentmen gibi hakim hayal et, hem İsviçre koşullarında çalışmıyorsun diye üzül,  hem  yazar olmayı iste, hem de taze fasulyeyi soğuk ve zeytinyağlı yeme konusunda ısrarcı ol! Sana diyecek lafım yok. Sanki dışarıda da Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu ağaçlardan ağaçlara el ele koşuşturuyor!


BEN: Bir bardağın yarısı dolu mudur boş mudur Hakim Baba? Yumurta mı civcivden çıkar, civciv mi kümesten! Olmak mıdır olmamak mıdır mesele? Yoksa Bir Baba Hamlet'in dediği gibi "Var olmak mıdır, yoksa yok olmak mıdır temel çelişkimiz? "Toma"domatesin İzmirce kısaltması mıdır, ağaçlar neden yaşken eğilir…

Lir lir lir lir lir…



Devamını Oku

19 Eylül 2019 Perşembe

Ben buradayım, terketmedim blogumu!

En son doğum günümde gelmişim buraya, ne acı...

Uzun uzun yazmayı çok özledim oysa. Ne çok hikaye birikti, ne çok şey var anlatılacak. Şurdan burdan bahsederek kısa da olsa bir girizgah yapayım affınıza sığınarak.

Ne mi yapıyorum bunca zamandır! İşe gidiyorum! Anlayacağınız, daldım gittim yine. Yok bu kumaşın gramajı yanlış oldu, yok bu ürünler eksik kesildi, yok bu svet'ler yetişmeyecek mevzuları ana gündemim! Özetle hayatım kumaş tozu solumakla geçip gidiyor son iki senedir.  Oysa neler  neler var anlatılacak!
Tiyatro sezonu açılıyor mesela, aldım 3 tane bilet Ekim ayına. Heyecanla bekliyorum izlemeyi. Bir Baba Hamlet var önce. Sonrasında Şehir Tiyatrolar'ından Hastalık Hastası ve Ay Carmela.

Yol hikayeleri var bir de anlatacağım. Otobüste küstah küstah sesli video izleyenlere söylediğim laflar var mesela! Seksenli yılları anımsatan kadife koltuklu, nazar boncuklu dolmuşlarda arabesk müzik eşliğinde yaptığım yolculuklar var.

Çocuğuna "Annecim" diye hitap eden kadınlara hissettiğim "gıcık olma" duygusu var mesela. İçimde sıkıştı kaldı, anlatmak istiyorum uzun uzun bu konuyu.

Siyasi rüzgarlara göre dönenler var bir de; uzun uzun geyik çevirmek istiyorum haklarında.

Farkında olmalıyım ki "Hayat tişörtlerden ibaret değil, hayat tekstil değil, yani, hayat "İŞ" değil!"


İki arada bir derede iç dökme gibi kısacık yazdım bunları bir çırpıda. Özensiz ve geçiştirmek gibi olduğu için gerçekten özür dilerim. Ama bir yerden başlamak lazımdı. Çünkü yazmayı, blogumu ve bu satırları okuyan isimsiz arkadaşlarımı gerçekten de çok özledim. O yüzden bir çırpıda bunları yazıvermek geldi içimden. Zaten burası iç dökme yeri değil mi ki!

İşte sloganım:


Bu daha başlangıç,  yazma sevdasına devam!
Devamını Oku

23 Ağustos 2019 Cuma

Samsung Galaxy Serisinin En Güçlüsü: Note10


Yüksek performanslı yeni Galaxy Note10 serisi ile yaratıcılığınızı ortaya çıkarın!
Samsung, akıllı teknolojiler ve benzersiz yeniliklerle donattığı Galaxy serisine Note10 ile bir yenisinidaha ekledi. Galaxy Note10 serisi ile kullanıcılar artık daha özgür, daha yaratıcı ve daha sınırsız.
6,3 ve 6,8 inç olmak üzere iki boyut seçeneği olan Galaxy Note10 ile iş için büyük bir projeyi tamamlayabilir, benzersiz fotoğraf ve videolar çekip düzenleyebilir veya bir nesneyi tarayıp 3 boyutlu görüntülere dönüştürebilirsiniz.
S Pen’e Yeni Özellikler Eklendi

Galaxy Note9 ile sunulan bluetooth özellikli S Pen’in becerilerine Galaxy Note10 serisi ile yenileri eklendi. Artık hızlıca not alabilir, el yazılarını Samsung Notes’ta dijital metne çevirebilir ve Microsoft Word gibi birçok farklı biçime aktarabilirsiniz. Ayrıca küçültme, büyütme ve metin rengini değiştirme gibi seçeneklerle notları düzenleyebilirsiniz.
Samsung DeX ile PC ve Mac’lerle birlikte kolayca çalışabilir, ayrıca tek tıkla Windows 10 PC’lere bağlanabilirsiniz.

Fotoğraf ve video çekmeyi sevenler için de müjde! 

Galaxy Note10 kullanıcılara ekstra ekipman taşımadan neredeyse profesyonel seviyede çekimler yapma fırsatı sunuyor. Canlı odak video özelliği, zoom-in mikrofon ve süper denge özellikleri, mükemmel videolar çekmek isteyen kullanıcıları sevindirecek.
Ekran kaydetme, süper hızlı şarj, kablosuz güç paylaşımı gibi özellikler de yine konforu sevenler için hayatı kolaylaştıracak özellikler arasında yer alıyor.

Galaxy Note10 Modelleri ve Çıkış Tarihi

Galaxy Note10 ve Galaxy Note10+; Ay tozu grisi, Duman siyahı, Fildişi beyazı renk seçenekleriyle 08 Ağustos itibariyle Türkiye’de Samsung Online Mağazası üzerinden ön siparişe sunulacak. 8 GB RAM ve 256 GB dahili depolamaya sahip Galaxy Note10’un tavsiye edilen perakende satış fiyatı KDV dahil 9.899 TL; 12 GB RAM ve 256 GB dahili depolamaya sahip Galaxy Note10+’ın tavsiye edilen perakende satış fiyatı ise KDV dahil 11.399 TL olarak açıklandı.
Galaxy Note10 serisi hakkında daha fazla bilgi için;  www.samsung.com/tr adresini ziyaret edebilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

23 Haziran 2019 Pazar

Bugün benim doğum günüm



Bugün benim doğum günüm. Seçimle ilgili metafor yaptığımı düşünmesin kimse. Bugün benim geçekten de doğum günüm.



Bir şey bekliyor muyum? Evet bekliyorum. Madem doğum günümde seçim yapılıyor, o halde seçimin sonucu gönlüme göre olsun istiyorum.

Evet, bugün benim doğum günüm; kimin arayıp kimin aramadığını gerçekten umursamıyorum. Eskiden çetelesini tutardım, eğer listemdeki kişilerden biri aramazsa üzülürdüm. Hatta ağladığım bile olurdu. Artık öyle değil. Her geçen sene zamanın süzgecinden geçen arkadaş, dost, beni önemseyen kişi artık ne derseniz deyin, işte o insanların sayısının giderek azaldığını düşünüyorum. Her doğum günüm kendime giden yolu daha da kısaltıyor sanki. Belki de yolun en kısaldığı an, ben olma bilincinin en yüksek olduğu andır ve yok oluştur. Bunu kimse bilmiyor, ben de bilmiyorum.

Bugün doğum günüm evet. Sosyal medyada doğum günü fotoğrafı yayınlamayacağım yine. Hiç öyle bir şey yapmadım zaten. Pembiş balonlar ve kutu kutu hediyeler de olmayacak. Niye olsun ki! Bugün benim doğum günüm, içimde hiç bir kıpırtı yok! Coşku yok, şımarma isteği yok. Oysa her doğum günümde kendimi özel hissederdim. İnsanın yaşı ne olursa olsun doğum günleri özeldir derdim.

Bilmiyorum, hele şu seçim bir bitsin sağ salim. Hele şu üzerimizdeki ağır baskı bir kalksın. Hele şu yorgunluk bir geçsin. Belki her şey daha güzel olur o zaman...








Devamını Oku

16 Haziran 2019 Pazar

Pendik Kadıköy Dolmuşunda Umuda Dair!


Mekan Pendik- Kadıköy dolmuşu. Akşam iş çıkışı saatleri, arabanın içi tıklım tıklım dolu. Şoför “Buyurun buraya oturabilirsiniz” diyor. Yanındaki motor merdivenine küçük bir minder koymuş, orayı gösteriyor. Oturuyorum; arkam dönük ama ne söylediğini duyacak kadar yakınındayım.

Fonda seksenlerin hit grubu Modern Talking’den “Chery Chery Lady” çalıyor.




Yaşlı bir kadın ve torunu gibi görünen genç kız durduruyor arabayı. Şoförümüz pozitif bir tonda yüksek sesle şöyle sesleniyor bizlere:
    - Ananemize bir yer veren olur mu?

Oturan bir kaç kişi hemen ayaklanıyor. Genç kız “Ananeciğim haydi böyle gel” diyor, özenle oturtuyor kadını. Gülümsüyorum. Nasıl da bildi kadının anane olduğunu! “Hanım teyzeye yer verin” diyebilirdi! “Yaşlı kadına yer verin!” diyebilirdi. “Ablaya yer veren yok mu beyler! " şeklinde kabadayıca bir salvo da atabilirdi. Böyle bir durumda  şoförün bir şey söylemesini beklemiyordum açıkçası. Çünkü alışmışız dolmuş şoförlerinin yolculara hoyrat davranmasına, insanın içini dışına çıkaracak şekilde hızlı araba kullanmalarına, çaldıkları  bayıltan arabesk müziklere ve hatta trafikte kavga çıkarmalarına! Dolayısıyla şaşırıyorum şoförün bu içten, bu samimi, bu sıcacık hitap şekline.

Ön koltukta oturan yüzünü görmediğim kişi de gülümsemiş olmalı ki kaptanımız ona dönerek “Anneanne babaanne fark etmez, saygı göstermek lazım!” diyor.

Haziranın kavurucu sıcağında sırtımdan ter aka aka oturuyorum dolmuşun motor üstü merdiveninde, ne gam! Bu müthiş sahnede günün bütün stresi sanki sırtımdaki terle birlikte akıp gidiyor.

Sonra şort giymiş modern görünümlü bir adamla on yaşlarında bir kız çocuğu biniyor dolmuşa. Adam kızı tam önümdeki boşalan koltuğa oturtuyor, kendisi ayakta. Alnına bir öpücük konduruyor sonra küçük kızın. Aralarında babacığım’lı, yavrucuğum’lu kısa ama sıcacık bir diyalog geçiyor. Nasıl güzel bütün bu insanlar, huzur doluyorum adeta!
Şarkı değişiyor, tema yine seksenler :

Self Control - Laura Branigan




Bir  kadın biniyor sonra . “Ne kadar? “diye soruyor. Şoför “İki buçuk lira” diyor, kadın bozukluk ararken “Bir buçuk da olur” diye ekliyor. Sanki Polyanna masallardan kaçmış da dolmuşa binmiş gibi! İçimdeki mutluluk dozu artıyor da artıyor. Kadın sonunda buluyor parayı, “Lütfen alın” diyor, “Peki madem, o zaman bu da paranızın üstü” diyor şoför. Bu arada küçük kızın yanı boşalıyor, modern görünümlü baba oturuyor oraya. Şofore müziklerin ne kadar güzel olduğunu söylüyor”  Şoför anlatıyor:


Bu şarkıları özellikle kaydettim, bunlar olmadan süremiyorum arabayı, huzur veriyor içime bunlar” 
 Baba, “Zaten çok sakin araba kullanıyorsunuz” diye yanıtlıyor, kaptan ekliyor “Bu benim en gergin halim!


Ayakta kimse kalmıyor bu arada. Ben de kapının yanındaki tekli koltuğa oturuyorum. Şoför anlatıyor, hepimiz dinliyoruz dikkatle ve de gülümseyerek. Pendik-Kadıköy dolmuşunda değil de turistik gezi arabasındaymışız gibi hissediyorum o an. Herkes halinden memnun ve müzikler sanki bütün yolcuları birbirine bağlamış gibi.


Merdivenaltında sürpriz çiçekler!

İnsan yaptığı işten zevk almalı” diyor sıradışı şoförümüz, arkadan “Kaptan harikasınız” diye yorumlar geliyor.

Anlatıyor kaptan,

-Bundan beş altı yıl önce bir gün, Diyarbakırlı olduğunu sonradan öğrendiğim bir yolcu bindi arabama. Ben yine bu şarkıları dinliyordum. Türkçesi iyi değildi, ama anlaşabildik. Eskiden bu şarkıları liste yapıp dinlermiş okul zamanında Diyarbakır’dayken.” Çıkardım verdim ben de kaseti. Israrla “Kaç para fiyatı?” diye sordu. Öylesine “100 Lira” dedim. Düşünebiliyor musunuz uzattı 100 lirayı, indi arabadan! Arkasından seslendim ama geri dönmedi. O gün bugündür bu şarkıları kopyalar kopyalar isteyenlere dağıtırım, hiç de para almam!”

Biz dolmuştakiler mest olmuş halde dinliyoruz şoförü. Bu arada en arkadan bir genç “Abi biz böyle güzel şeylere alışkın değiliz, başka dolmuşlarda da aynı şeyi arayacağız şimdi” diyor. Gülüşüyoruz.

Umuda açar bütün çiçekler

Dolmuş güzergahlarında bazı küçük çay ocakları olur görmüşsünüzdür. Genelde trafiğin sıkıştığı sokaklardadır bunlar. Şoförler  dururlar önlerinde, otomatik kapıyı açarlar. Seslenirler mesela “Bir çay bir de su” diye… Çay ocağının bitirim elemanı hızla gelir şoförün istediklerini verir. Para alışverişi ile zaman harcamazlar. Sonra hallederler belli ki alacak verecek işlerini. Bütün bu seremoni taş çatlasın bir dakikada olup biter. Kendi içinde mükemmel bir akışı vardır yani.

Kadıköy’e Söğütlüçeşme’den girişte dolmuşların sağa döndükleri sokakta da var böyle bir büfe. Kaptanımız duruyor önünde, “Bir su falanca abi! “ diye sesleniyor. Sonra bize dönerek “Var mı bir şey isteyen?” diye soruyor. Biz yolcular,  şaşkınlık içinde teşekkür ediyoruz kendisine. Sanki bir yerlerden gizli kamera çıkacakmış gibi alışılmışın dışında gelişiyor her şey. Ön sıralarda oturan yaşlıca kadına dönerek “Ablacığım istediğin bir şey var mı?” diye soruyor tekrar şoförümüz. “Haydi bir su alayım o zaman. Doktor sürekli su içmemi söyledi, şişem büyük olduğu için yanıma alamamıştım” diyor kadın ve cüzdanından para çıkarmaya çalışıyor.  Bu sefer de şoförün sezgisine şaşırıyorum. Nereden bildi kadının suya ihtiyacı olduğunu!

Davranıyor para vermeye kadın, “Hayatta olmaz!” diyor şoför ve sesleniyor falanca abiye :

Ablama bir su!, Ama sakın para alma!”

Almaz ki falanca abi” diye ekliyor; “Ben senelerdir yolculardan para kazanıyorum. Hep bana hep bana olmaz ki, biraz da vermek lazım!” 

Artık dayanamıyorum bu sıradışı hallere;

Hayatımda hiç bu kadar güzel bir dolmuşa binmemiştim, çok teşekkür ederim.” diyorum Arkadan beni destekleyen yorumlar geliyor.

Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle ve istemeye istemeye iniyorum araçtan. Bu güzel gün, evrenden gelen bir mesaj olmalı! Yıllardır hoyrat davranılmaya alışmış ve mutsuz ve stresli ve kavgacı ve bencil bir toplum haline gelmişken, birisi hiç beklenmedik bir anda çıkıp ezberleri bozabiliyor işte!

Her ne kadar olumsuzla korkutulmaya alıştırılsak da, kendi içimizde bölünmeye zorlansak da, hayat böyle değil aslında!  Güzellikler, 80'ler şarkılarının birleştirici notaları gibi  basit şeylerde, unuttuğumuz değerlerimizde, içimizde, özümüzde gizli. Üstelik insanımıza dair umut hiç de tükenmemiş!. Ve biliyorum ki her şey çok güzel olacak bundan sonra!

Yeniden yeşeren umuda dair

Bu arada not almıştım o gün. 34 M 0538 plakalı Pendik - Kadıköy dolmuşuna denk gelirseniz, duyarsınız mutlaka 80’ler şarkılarını. Şoföre kısaca anlatırsınız belki  bu hikayeyi. Benden selam söylemeyi de sakın unutmayın olur mu...

Kalın sağlıcakla,

Sevgiyle ve umutla…





Devamını Oku

15 Haziran 2019 Cumartesi

Artık Arabalar da Akıllı!

Turkcell Kopilot ile Arabanızın ve Sevdiklerinizin Güvenliğini Sağlayın!

Varsayalım insan soyu kaldırılıp her şeyin kendiliğinden gelişip olgunlaştığı, sütlerin balların yerden kaynadığı, yiyeceklerin dallarından koparılmayı beklediği, herkesin gönlünden geçirdiğini hiç vakit kaybetmeksizin önünde bulduğu ve elde etmekte hiç zorlanmadığı bir Utopia ülkesine götürüldü. O zaman ne yaparlardı bu insanlar?

Schopenhauer’un Hayatın Anlamı adlı eserinde bahsettiği bu durum aslında sahip olduğumuz şeyler üzerinde uygulanabilse çok daha ağrısız dönemler geçirip asıl odaklanmak veya ilgilenmek istediklerimize daha fazla zaman ayırabiliriz.

Şehir hayatında araba sahipliği de aslında biraz bu alana giriyor. Sahip olduğunuz arabada aklınız kalmadan geçireceğiniz zamanları veya siz arabada değilken sevdiklerinizin güvenliğini sizin yerinize düşünen birisi olsa nasıl olurdu?

İşte Turkcell’de bu ihtiyaçtan yola çıkarak Kopilot’u geliştirmiş. Kopilot’un benzersiz özelliklerinden yararlanmak için, Turkcell’in makineler arası iletişimi sağlayan Kopilot tarifesine abone olarak alabileceğiniz, bir adet Turkcell Kopilot cihazı ve akıllı telefonunuza kolayca indirebileceğiniz ücretsiz Turkcell Kopilot uygulaması yeterli. Sistemi özetlemek gerekirse, Kopilot cihazının içinde bir adet Turkcell sim kart bulunuyor ve cihazı aracınıza taktığınızda, otomobiliniz ile akıllı telefonunuzu eşleştirmenizi sağlıyor. Ve bu sayede aracınızın tüm dijital verilerine akıllı telefonunuzdan ulaşabiliyorsunuz.

Kurulum ise çok basit. Cihazınızı, aracınızda bulunan OBD soketine takıyorsunuz. Bu soketin yeri, aracınızın marka ve modeline göre farklılık gösterebilir. Uygulamada bu soketin yerini bulmanız için bir kılavuz da mevcut.

Turkcell Kopilot’un ana ekranından tüm sürüş bilgilerinize kolayca ulaşmak mümkün. Klasik bir araç takip çözümünün sağladıklarından çok daha fazlasını sunan uygulamanın Seyahat Günlüğü bölümünde; yaptığınız yolculuklarda nereden nereye gittiğinizi harita üstünde görebilir, kaç kilometre yol aldığınızı, ne kadar yakıt tükettiğinizi ve ne kadar sürede ulaştığınızı, tüm ayrıntılarıyla kolayca öğrenebilirsiniz. Yakıt tüketiminin çok önem kazandığı şu günlerde, otomobilinizi bu sayede çok daha verimli ve tasarruflu bir şekilde kullanabilirsiniz.

Ana ekrandan kolayca ulaşabileşeceğiniz bir diğer bölüm ise Kontrol Sizde özelliği... Bu bölümde Vale modu, Ebeveyn modu ve Güvenli mod bulunuyor. Tek dokunuşla aktif hale getirebileceğiniz bu modlar, aracınız sizin belirlediğiniz limitler dışında kullanıldığında size haber veriyor. Diyelim ki aracınızı valeye teslim ettiniz ya da bir yere gitmesi için çocuğunuza verdiniz; eğer sizin belirlediğiniz hız limiti veya uzaklık limiti aşıldıysa anında bilgilendiriliyorsunuz. Güvenli mod’da ise aracınız bir yerde park halindeyken; bir sarsıntı olduğunda, aracınızın motoru çalıştığında ya da hareket ettiğinde bunun bilgisi o an akıllı telefonunuza sizin tercihinize göre arama veya bildirim olarak geliyor. Yani bu fonksiyonu, bir dijital alarm olarak kullanmak mümkün. Zaten Turkcell Kopilot da bunu “Dijital Anahtar” olarak uygulamada adlandırmış.

Turkcell Kopilot, sahip olduğu teknoloji sayesinde sürücünün yorgunluk durumunu da takip ediyor ve onu alarm vererek uyarıyor. Hatta bunu sürücüyü kahve molasına davet ederek hoş bir şekilde yapıyor. Ayrıca otomobile gelen darbeleri de analiz ederek olası kaza durumlarında uygulamada önceden tanımlanmış kişilere, anında bilgilendirme gönderebiliyor.

Otomobiliniz ile ilgili harcamalarınızda  kullanabileceğiniz Turkcell Kopilot’un Size Özel menüsü sayesinde ise; kaskonuzu yaptırabilir, periyodik bakım hizmetlerinden faydalanabilirsiniz. Ayrıca özel şoför hizmeti ile  aracınızı kolayca muayene ettirebilir, ikame araç talep edebilir ve hatta kolayca lastik satın alabilirsiniz.  Üstelik tüm bu hizmetlerden; Turkcell işbirlikleri sayesinde indirimli olarak  faydalanabilirsiniz.

Bütün bu özellikler dışında daha pek çok yenilik, Turkcell tarafından sürekli olarak geliştirilmeye ve Turkcell Kopilot’un yeni fonksiyonları arasına katılmaya devam ediyor. Siz de Turkcell Kopilot’un bu ayrıcalıklı dünyasına katılmak isterseniz en yakın Turkcell mağazasına uğrayabilir veya turkcell.com.tr’den siparişinizi verebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

7 Haziran 2019 Cuma

Tatillerden İnsan Manzaraları / Pamuk Şeker

Sapsarı saçları vardı, Nazım'ın “Saman sarısı” dediği cinsten. Uzun ve çok doğal. Şirin bir yüzü vardı, hep makyajsız. Ama O'nu asıl güzel kılan şey, gülümseyişiydi. Sanki yüzünün bir parçası gibiydi bu gülümseme. Yürürken, otururken, bir şey içerken hep gülümsüyordu. Otuzlu yaşlarındaydı belki, belki de değil; bilemiyorum. Bildiğim tek şey, O'nun bir masal prensesine benzediği. Dedim ya güzeldi evet, ama çarpıcı bir güzellik değildi bu. O'nu bu kadar izlememe neden olan şey, çevresine yaydığı yumuşak enerjiydi. Pembe pamuk şekerler gibi... Evet tam da böyle gibi. Sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi.

Masal Prensesi

Önceleri kendisine benzeyen, sessiz, huzurlu 3-4 yaşlarındaki bir kız çocuğuyla birlikteydi. İki şezlong ayırırdı. Birini kendisi, birini de sonradan “kızı” olduğunu anladığım küçük çocuk için. Hiç konuşmazlardı. Çocuk kendi aleminde sessizce güneşlenir, kendi kendine oynar, sonrasında havuza girerdi tek başına. Kolluklarıyla havuzun kenarında gülümserdi, suyla dans ederdi adeta. Sınırlarını bilir, annesinden uzaklaşmazdı hiç. Annesi de arada sırada öpücük atardı O'na şezlongdan.

Çocuğa “Şöyle yap, böyle yap!” diye telkinde bulunduğunu hiç duymadım. Daha doğrusu ben bu ailenin sesini hiç duymadım. Konuşsalar da sessiz sessizlerdi. Mesela bu küçük kız çocuğunun ağladığını da hiç duymadım. O yaştaki tanıdığım bütün kız çocukları tek başına hiç bir şey yapamazken, küçük pamuk şeker havuzdan çıkınca kendi kendine kurulanıyor, elbisesini tek başına giyiyor, minik ayaklarına terliklerini geçirip eşyalarını minik sırt çantasına dolduruyordu. O yavaş yavaş giyinirken annesi sessizce ve sabırla beklerdi. Bir keresinde elbisesinin kolunu bir türlü bulamadı, çünkü elbiseyi ters tutmuştu. Annesi sakince elbisenin yüzünü çevirip tekrar önüne koydu minik pamuk şekerin. Başka anne olsa giydirirdi, O ise minik kızın tekrar denemesini bekledi. Ufaklık, hiç itiraz etmeden kendisine verilen görevi yerine getirdi sessizce.

Sırt çantaları hep terlikleriyle uyumluydu. Annede pembe terlik, küçük kızda pembe terlik. İkisinin de sırt çantası pırıltılı! Küçük kız, gülümseyen pamuk şeker annesinin elini tutuyor, birlikte sakince terk ediyorlardı havuzu. Birkaç saat sonra görüyordum onları tekrar bahçede. Anne kız bir örnek şortlarını giyerler, süslenip pamuk şeker gibi yemek saatini beklerlerdi.

pink world
Bir akşam 6-7 yaşlarındaki bir erkek çocuğu da dahil oldu bu masal ailesine. Hepsi bir örnek siyah üzerine karikatür desenli tişörtler giymişlerdi. Sonraları üçünü bir arada görmeye başladım. Demek ki minik kızın abisiydi bu delikanlı. O da diğer aile fertleri gibi sessiz, tatlı ve kendi işini kendisi gören bir çocuktu.

Gülümseyen pamuk prensesesin çevresinde bir erkek yoktu; ne çocukların babası, ne de bir sevgili. Aslında çevresinde kadın arkadaşı da yoktu. Daha doğrusu ben hiç görmedim. Birlikte bir şeyler içtiği veya dans ettiği bir kişi gördüm yanında. O da eşcinsel olduğu vücut diline ve dış görünüşüne yansıyan animatör! Hatta O'na memleketinden getirdiğini düşündüğüm yerel votka şişesi hediye etmişti bir keresinde. Çok samimi oldukları belliydi.

Bu masumiyet, bu masalsı güzellik, akşamları çocuklarını otel odasında uyutup dans etmeye iniyordu disco'ya. Hep tek başına dans etti, dışarıdan bakıldığında gayet dişiydi de dansları. Ama belli ki kimseyi görmüyordu gözü. Yüzündeki gülümseme hiç gitmezdi; hep pamuk şeker gibi, hep naif... Bence erkekler O'na yaklaşmaya cesaret de edemiyordu. Çünkü dışarıya kapalı olan iç dünyasında çocuklarıyla mutlu olduğu o kadar belliydi ki! Sanki o dünyaya başka biri sığamaz gibi bir izlenim uyandırıyordu.

Bu satırları yazarken ben de şaşırıyorum kendime. Şimdiye kadar hiç bir kadın bu kadar ilgimi çekmemişti. Normalde böyle biri için kadınsı kıskançlık duyulur ya! Bence hiç bir kadın bu masal prensesini kıskanmaya bile kıyamaz! İşte ilginç olan da bu! Tanımadan çok sevdim ben kendisini. İsmini bile bilmiyorum.  Dedim ya, bu kadın sanki başka bir dünyadan geliyor gibiydi! Çizgi film kahramanı gibi, pamuk prenses gibi, Şeker Kız Candy gibi.

İşte tatillerden bir insan manzarası daha size...

Sevgiyle,



Devamını Oku

6 Haziran 2019 Perşembe

Tatillerden İnsan Manzaraları / Aslan Ailesi


Bu yaz tatili erken yaptım. Bayram kalabalığına girmek istemedim bir, ikincisi de bayramdan sonra otel fiyatları gerçekten de uçmuş. Sekiz dokuz bin lirayı gözden çıkarmazsanız adam gibi bir otelde her şey dahil tatil yapmanız pek olası değil. Vay ki ne vay!
Tatilim tatilsin tatiller ler ler ler
Asıl nedenlerden bir tanesi de okullar tatil olunca otellere akın edecek yurdum tatilcilerinden kaçmak istemem. İçinizde bana kızacaklar vardır mutlaka ama, ne yalan söyleyeyim yabancılarla tatil yapmayı daha çok tercih ediyorum. (Araplar hariç, daha doğrusu görgüsüz Araplar hariç diyeyim)

İki sene önceydi sanırım. Kurban bayramında beş gün tatil yapayım diye Kemer'de kalitesine güvendiğim zincir otellerden birine gitmiştim. O sene turizm kötüydü, yalan olmasın Rusların uçağını mı düşürmüştük, öyle bir kriz vardı ekstra. İşte kapasite dolmayınca bu kalitesine güvendiğim otel mecbur mu kalmış nedir, Arap turistlere kapılarını açmış. Bence büyük bir risk almış, mesela beni kaybetti! Zincirin üç oteline gitmiştim, kalan otellerine de gidebilirdim, ama bu müşteri politikaları nedeniyle çizdim artık üzerlerini! Elbette bir örnekle bütün Arap turistleri yaftalamak olmaz ama, istatistik bilimine de inanmak lazım. O tatilde o Araplarla yan yana gelmemek için ne uğraşmıştım! Şimdi hatırlayınca gülüyorum ya, gerçekten de kötüydü. Çok mu merak ettiniz, anlatayım efendim:

Tatil mazisi
Otellerde şezlonga havlu ya da çanta koyup rezervasyon yapmak adettendir bilirsiniz. Yani bir şezlongda havlu ya da çanta varsa o havluyu kenara koyup oturulmaz, ayıptır. Ben de şezlonga çantamı bırakıp su içmeye gitmiştim. Geldiğimde ne göreyim! Arap hatun benim çantayı kenara atmış, kendisinin çantasını koymuş, üstelik yan taraflarda boş şezlonglar var! Hiç çirkef olmayan ben, hanımefendi kişiliğimi bozup “Ne yapıyorsun?” diye kızmıştım kadına. Kadının etrafında aynı yaşlarda üç beş tane çocuk! Abartmıyorum ellerinde tepeleme dolu meyve ve tatlı tabakları, kocası dersen yarım dünya gibi bir adam. Adam havuza giriyor, ister inanın ister inanmayın, kadın da elinde tabakla kenarda durup bu adamı beslemeye çalışıyor! Adam sularını akıta akıta havuzun içinde karpuz yiyor! Paranın gözünü seveyim, bir tane otel görevlisi de kalkıp “Yasak beyefendi havuzda meyve yenmez!” demiyor.

köpüğe gel hanım!
 Adam belki de petrol milyarderiydi bilemiyorum. Kırk derece sıcağın altında kadın full kapalı, sentetik koyu renk giysiler içinde bunalmış, sadece ayaklarını suya sokuyor ve sıkıntıdan sürekli yemek yiyor, adamın çevresinde pervane! Bildiğin köle! Adamınsa gözleri fırıl fırıl Rus turistlerde! Önde erkek çocuğuyla yürüyor, kadın kız çocuklarıyla arkada! Bu eşitliksiz görüntü zaten can sıkıntısı! Yemek sırası falan derseniz onlar da hak getire! Arkadan gelip ittire ittire öndekinin sırasını alıyorlar. Böyle görgüsüzce davrandıkları için de onların olduğu masaların etrafı, onların olduğu havuz tarafı doğal olarak boşalıyor. Ben mi? Bütün bu gözlemleri havuzun ta öbür ucundan yapmıştım. O gün bugündür böyle görgüsüzlere bir daha rastlamamak için gideceğim oteli seçmeden önce yorumları didik didik okuyorum, böylelerine bir daha rastlamadım da çok şükür! Önceden bir kaç oteline gittiğim zincir marka oteli de sildim defterden. Görgüsüz müşterileriyle baş başa kalsınlar benden uzak olsunlar! Dünya para verip kafa dinlemeye gittiğim bir otelde böyle manzara görmek istemem, kim ister ki zaten! Otelin intiharı bence bu!

Ne güzeldi
Peki ya Türk tatilciler? Türk tatilcilerin hepsine karşı değilim elbette. Örneğin “Sade çift” olanlarında sakınca görmedim bugüne kadar. Tek gelenlerden de rahatsız değilim. 10-15 yaş aralığında çocuğu olanlar da pek sıkıntı olmayabiliyor. Ama tecrübelerim, yanlarında en fazla beş-altı yaşında çocuk olan Türk tatilcilerden fersah fersah kaçılması gerektiğini söylüyor. Neden mi?Bunlar sanki tatile kendileri için değil de çocuğa şebeklik yapmak için gelmiş gibi davranıyorlar da ondan! Nitekim bu sefer de yanılmadım bu konuda. Bir aile vardı akıllara zarar! Tam Türk Malı dizisine konu olacak cinsten! Ben bu tiplere kısaca “Aslan Ailesi” diyorum. Hikayesi var elbette bu tabirin, bir ara anlatırım. Özetlemek gerekirse, çevrelerine huzursuzluk yayan tipler bunlar. Huzursuzluğun nedeni kavga olabilir, şımarık kadın olabilir, şımarık çocuk olabilir, gürültücü halleri olabilir, sinirli koca olabilir, yani değişkendir huzursuzluğun sebebi. Ama “aslan ailesi”ni görür görmez gözlerinden tanırım. Bu seferki aslan ailesini zevkle izledim, adeta sitcom karakteri gibiydiler.

Ailemiz bir şımarık kız etrafında şekillenmişti. Kızın kocası var, iki yaşlarında bir “oğluşu” var, yirmi yaşlarında kardeşi var, annesi var, bir de babası var. Ama esas karakter bu kız. Adına “Ece” diyelim. Ece'nin oğluşunun adı “Berk” “Annesinin ballı lokma tatlısı” diye seviyor Ece bebeğini! Tabi o severken bütün havuz da sevmiş oluyor mecburen!

Hani bazı erkekler vardır, eşlerinin ailesinin karşısında el pençe divan dururlar ya! Ece'nin kocası da bu cinsten. Anneanne dersen taş gibi hatun! Elinde popüler aşk romanlarından biri. Berk'i ayağında sallıyor bir taraftan. Ece havuzda şımarık şımarık sesleniyor annesine:

-“Anne yaa, hadi havuza gell! Çocuk bakıcılığı yapan anneanneler gibisin! Ben seni tatile bunun için mi getirdim ama yaaaa! Lütfen lütfen!” Yalaka damat da Ece'yi destekliyor:

-“ Hadi anneciimm, kırmayın bizi lütfen lütfen lütfennn!”

Ece böyle seslenirken, üç gündür yan şezlongda bira içip kitap okuyan erkek Türk, şezlong


Ah mojito vah mojito!
değiştirip uzaklaşmak zorunda kalıyor. Rus aileler bu kadar gürültü yapmıyor çünkü! Ece'nin dünya umurunda değil! Parasını vermiş, tatilini elbette yüksek sesle yapacak!

Aile kendisiyle övünmeye pek meraklı. Bir animatör geliyor anlatıyor büyükanne:

Bizim sitemizde 12 tane havuzumuz var, buraya değişiklik olsun diye geldik!” Aynısınız, keşke değişseniz diyorum içimden. Bu arada spor yaparak kas yapmış büyükbaba geliyor;

Hadi amaa, ben tatilde yüzmeye geldim, birinizin elinde kitap, öbürü yatıyor olmaz ama ekşın, ekşın ekşın!

Bırakıyor kendini cumburlop havuza, stilli stilli yüzüyor, kime hava atıyorsa artık! Bence hem büyükannede hem de büyükbabada “Biz hala genciz güzeliz!” psikolojisi hakim. Akşam canlı müzikte görmeliydiniz hallerini! Büyükbaba kesin seksenlerin Tolga Han dans grubunda falan çalışıyormuş! Şapkayı kafaya ters takmış, bir disko figürler bir disko figürler... Animatör kızlar çevresinde pervane oluyor. Büyükannenin de ondan geri kalır yanı yok. Önce veliaht prens bebiş Berk de sahnede bir iki figür dans ediyor annesinin kucağında, ama sonra yavrunun uykusu geliyor. Kim uyutmaya götürüyor? Tabii ki ezik babası!

Ailenin en değişik ferdi ise Ece'nin kardeşi Engin! Çocuğun tipine bakan korkar kaçar, öyle yamuk bir duruşu var! Zaten hiç aileyle takılmıyor. Bir kere geldi havuz başına, güya sosyetik ailenin taş hatun büyükannesi aynen şöyle hitap etti oğluna:

Nerdesin lan piç! Saat ikide arayacağım seni aqua'ya geleceksin, bak ona göre!”

Bunu duyunca ben şok! Güya sosyetik, kitap okuyan, on iki havuzlu sitede yaşayan annenin oğluna böyle hitap etmesine mi şaşırayım, oğlanın psikopat duruşuna mı şaşırayım bilemiyorum. Bu absürt ötesi diyalog şöyle devam ediyor:

Hadi atla da göreyim bakayım yüzüşünü!”

tekilanın yolları taştan!
Engin sanki az önceki tuhaf diyalog olmamış gibi atlıyor havuza, babası gibi stilli stilli yüzüp beş dakika içinde çıkıyor. Çocuk değişik bir asosyal. Ailesinin yanında hiç durmuyor, gün içinde hiç görünmüyor, ne havuzda ne sahilde yok! Böyle bir tipten ne bekler insan? Kızların peşinde koşmasını falan değil mi? Hayır o da yok! Asosyal duruyor. Ama akşam olup da şovlar başlayınca kabuk değiştiriyor sanki! Babasıyla karşılıklı bir dansı vardı, sanırsınız profesyonel dansçı! Bir akşam da “Mr. Otel” yarışması vardı, bizim asosyal Engin orada da boy gösterdi.

Kendi içlerinde gülüyorlar eğleniyorlar ama hep bir laf sokma halleri var. Dominant büyükanne herkese laf sokuşturuyor, kocasının göbeğine, kızının oğluşuna verdiği mamaya... Veliaht prens bebek Berk ise dünyanın merkezini şimdiden icat etmiş gibi el üstünde tutuluyor güya ama, bu şekilde giderse ileride annesine sormadan hiç bir işi beceremeyecek! Yalaka damat ezilmiş de ezilmiş. Büyük baba ise gençliğinin son demlerini yaşama derdinde. Tipik bir Türk ailesi yani bizim aslangiller! Sevgi doluymuş gibi görünen fanusun içi kaynıyor da kaynıyor! Halbuki birbirlerini bu kadar sıkmasalar, bu kadar yorum yapmasalar, bu kadar konuşmasalar her şey daha güzel olacak

disko disko partizane
Ben bu aileyi neden bu kadar uzun uzun anlatıyorum? Sanmayın ki dip dipe tatil yaptık. Hayır sadece bir gün havuzda bana yakın oturuyorlardı. O gün de “aslan ailesinin” şerrinden bütün Alman ve Ruslar çil yavrusu gibi dağılmıştı. Neyse ki sonraki günler yer bulamadılar bizim oralarda ama bir gün görmek bile kendilerini bu yazıya baş karakter yapmama yetti görüyorsunuz. Otursam roman yazarım bu aile hakkında, o derece yani!


Aslan ailesinin en küçük ferdi Berk var ya, acıyorum O'na ben. Ece sürekli konuşuyor çocukla.
Halbuki Rus anneler takıyor kolluğu bebeğe, salıyor havuza. Oh mis! O çocukların hiç sesi de çıkmıyor, kafalarını havuza da çarpmıyorlar, başlarına bir şey de gelmiyor! Bizim aslan ailesinde ise bebek varsa ortada hep bir “ekşın” olması gerekiyor gibi davranılıyor! Misal, bu Berk çocuk uslu uslu oturuyordu. Ece durur mu, “Hadi dedeye su atalım” diye diye çocuğun eline verdi su kovasını, şezlongda uyuyan dedeyi uyandırdı! Berk anneyi taklit ediyor ya, elindeki kovayla bütün şezlongları teker teker ıslatmaya başladı. Ece bu sefer “Yapma ama Beerkk, ballı lokmam yapmaa!“ diye çocuğu durdurmaya çalışsa da nafile! Ok yaydan çıktı bir kere! İyi de Ece, canım benim, sen öğrettin ya çocuğa daha demin bu saçma hareketi! Bıraksaydın da çocuk takılsaydı kafasına göre!


tatil güzel şey

İşte böyle sevgili blog dostları, aslan ailesini hiç unutmayacağım! Hep merak edeceğim, Engin ne yapıyor acaba şimdi, esas kız Ece ikinci çocuğu doğuracak mı? Taş anneanne on iki havuzun en çok hangisini seviyor? Pısırık damat sonunda dayanamayıp isyan bayrağını çeker mi? Veliaht Berk uzay taşının sırrını bulur mu? Sorular bitmek bilmiyor.


İyi bayramlar efendim, küçüklerin ellerinden, büyüklerin gözlerinden...






Devamını Oku