30 Mayıs 2013 Perşembe

Ciğerlerimizin oksijene ihtiyacı var, paraya değil!!

doğaya saygı
Doğa Ana'ya saygı göstermezsek O da bizi cezalandırır.
Depremler olur, seller olur, yıkımlar olur, hortumlar çıkar, kavurucu sıcaklar çıkar..
Susuz kalırız, topraksız kalırız, oksijensiz kalırız, ölürüz....

Ülkemiz inşaat alanına döndü son yıllarda. Ergen suratlarda aniden çıkıp sivri uçlar veren içi irin dolu akneler gibi her yerde yüksek katlı şekilsiz kuleler.. Bu kulelerin yapılması için katledilen binlerce ağaç..
Nefes alınacak, ruhumuzu okşayan yeşillikleri katlediyorlar acımasızca..
Ha bir insan, ha bir ağaç.. Ne fark eder ki, hepsi de cinayet değil mi?
Ne için, ne uğruna? 

Cevap belli: Alış Veriş Merkezi..

Sadece birileri daha çok kazansın, birileri daha çok zengin olsun diye katlediyorlar doğayı..
HALBUKİ ONLARIN DA CİĞERLERİ OKSİJENLE BESLENİYOR, PARAYLA DEĞİL! ...
Yeni bir orman kanunu çıkıyormuş,  bu gün dinledim haberlerde tüylerim ürpererek.. Gerçekten de adı üzerinde "tam bir orman kanunu" tasarısı hazırlanmış: 
Bu kanuna göre aynen şöyle bir cümle var 24. maddede:
Orman olarak korunmasında yarar görülmeyen ve tarım alanına dönüştürülmesi mümkün olmayan yerler “ kentsel dönüşüm” çerçevesinde yapılaşmaya açılacak..”
 Ormanlarda tesisler açılmasına izin verilecekmiş ayrıca.. 29 yıllığına kiralayabileceklermiş  ormanları define avcıları, balık üretme tesisleri, gözünü para bürümüş kimler varsa .. 29 sene sonra geriye ne kalır bilinmez tabii ki! 
Ekolojik dengenin en önemli unsuru olan ormanların yararlı olup olmadığına bakanlar kurulu karar verecekmiş!.. Yani geleceğimizi, nefes alma özgürlüğümüzü on tane bakanın iki dudağının arasına teslim etmiş oluyoruz böylece.. Övündüğümüz yeşil ülkemiz çorak çöllere dönüşecek bu adamların kararlarıyla öyle mi? 
 Doğa Ana'nın bu kararlara vereceği cezayı maalesef sadece bakanlar kurulu değil, hepimiz çekeceğiz..

Lütfen bu konuya siyasi bir perspektiften değil; vicdanlarımızın, akıllarımızın, yüreklerimizin gözünden bakarak hep birlikte "dur" diyelim.. Twitter'da, Facebook'ta, bloglarımızda paylaşalım, sokaklara çıkalım.. Change.org, Greenpeace  eylemlerine destek verelim.

Bir gün hiç bir şey yapmadığımız için pişman olduğumuzda çok geç olabilir....



Devamını Oku

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Herkes yazı yazamaz, herkes iletişim kuramaz..

yazılı iletişimin geldiği nokta
iletişim dehasıyız hepimiz..
Karşımızdaki insanlara derdimizi anlatabilmemiz için, soru sorabilmemiz için, genel anlamda sosyalleşebilmemiz için çeşitli iletişim yöntemlerini kullanıyoruz. Peki nasıl kullanıyoruz?
Vikipedi'de iletişimin tanımı aşağıdaki şekilde yapılıyor..

" Belirli mesajların kodlanarak bir kanal aracılığıyla bir kaynaktan bir hedefe/alıcıya aktarılması süreci. Örneğin bir konuşmacı (kaynak) ortak bir dil aracılığıyla (örn. Türkçe) kodladığı belirli kelimeleri (mesaj/ileti) ses dalgaları ve hava yoluyla (kanal) dinleyiciye/alımlayıcı (hedef) aktarır."

Bu tanıma bakarsak ortak bir kodlama mantığımız olması gerekir değil mi? Üzgünüm, özellikle internet ortamında dilimizin iyice bozulmasına her geçen gün daha fazla tanık oluyorum çünkü. Sadece dilimizin bozulması değil takıldığım nokta, iletişim kurmayı da bilmiyoruz maalesef. Çok özensiz davranışlarla mutlaka sizler de karşılaşıyorsunuzdur. Bence televizyonlarda yaygın hale gelen "televole kültürü"(!) internetteki yansımalarını çoktan oluşturmaya başladı. Daha da kötü kopyalar her geçen gün çoğalıyor üstelik. "N'aber cicişler" şeklinde yazılar yazanların binlerce takipçisi var! Ben gerçekten tahammül edemiyorum bütün bu olan bitene.

"Özgürlük var, herkes özgürce yazabilir" diyenleriniz olacaktır. Zaten toplumdaki köklü yanlışlıklar özgürlük adını kullanarak yapılmamış mıdır? Özgürlük, kuralları hiçe saymak mıdır? Bireysel özgürlükler, başkalarına saygılı olmak ile sınırlı değil midir? Her istediğimizi her zaman yapabiliyor muyuz? "Sesli harfleri kullanmama özgürlüğümü kullanıyorum" diyerek, örneğin iş hayatında patronunuza kendinizce yaptığınız kısaltmalarla dolu bir e-posta yazabilir misiniz? Peki o zaman neden internette böyle davranışlar sergiliyor insanlar? Dil bilgisi kurallarını hiçe sayan bir kitabın basıldığını gördünüz mü? İnternet de kitap gibi uzun yıllar kalıcı metinlerin olduğu bir dünya değil mi? O halde neden bu özensizlik?..vb. Uzar gider savunmalarım kendimce...

Örneğin geçenlerde blog yazarlarının olduğu bir Facebook grubuna katılayım derken grup kurucusu hanım arkadaşın direkt "Sen ne yazıyorsun?" gibi bir yaklaşımla bana mesaj atmasını ürkünç buldum... Bir grup oluşturmuş, yazarlar var bünyesinde ve yaklaşıma bakar mısınız? Bünyesinde 350 tane blog yazarı olan bir grubun yöneticisi yaptı bunu! Amerikan tarzı "hey man, what's up" kültürüne çoktan geçmişiz, ben galiba dinazor kalmışım. Tanımadığım birine "sen" diye hitap edilmesini algılayamıyorum bu yüzden.

Olay sadece bununla da sınırlı değil elbette. İnsanlar internetten para kazanmaya çalışıyor, bir çoğu da yazarak kazanmanın en kolay yöntem olduğunu sanıyor. Öyle ya "sermaye yok, ne var ki yaz gitsin." mantığındalar. Yazmak için sermaye gerekiyor arkadaşlar, hem de çok değerli bir sermaye gerekiyor. Yıllarca okuduğunuz kitaplar, gazeteler sizin sermayeniz. Üstelik para ile satın alınamayacak kadar değerli bir birikim bu. Bu nedenle izin verirseniz düşüncemi haykırmak istiyorum buradan:

Herkes yazı yazamaz, okumayı sevmeyenler hiç yazamaz! Türkçeyi bilmeyenler boşuna yazarak kazanma hayalleri kurmasın. Önce kendilerini geliştirsinler; ya da ne bileyim entelektüel birikim istemeyen başka seçenekler düşünsünler para kazanmak için.

Nereden geldim bu konuya, neden öfkeliyim bu kadar? Anlatınca eminim sizler de hak vereceksiniz bana. Makale yazarak para kazanmak isteyen bir çok kişi Google aramalarında blogumu buluyor. Ben sadece yaşadığım deneyimleri paylaşmıştım bir iki yazıda ama nedense Evdeyazar böyle bir noktaya geldi. Elimden geldiğince, -bu konuda otorite olmadığımın altını çizerek- yardımcı olmaya çalışıyorum herkese.  Bir çok kişi, bu konuda ekstra bilgiler sormak için bana e-postalar yazıyor. Konu hakkında deneyimlerimi elimden geldiğince aktarırken bazen öylesine e-postalarla karşılaşıyorum ki inanın üzülüyorum. Düşünün üniversite mezunu bir insan, bir blog yazarına "makale yazarak para kazanmak istiyorum. Bana önereceğiniz siteler var mı?" şeklinde özetleyebileceğim e-posta yazıyor. Bu e-postada hiç büyük harf yok! Sesli harflerin yarısı kaybolmuş! E-postanın başlığı da "merabaaaa" şeklinde! Gerçekten abartmıyorum, tam da böyle. Şimdi siz değerlendirin lütfen, bu insan makale yazarak para kazanacağını düşünebiliyor! Bu işte eksikleri olduğunun asla farkında değil. Öz güveni tam. Ben yine nezaket kuralları çerçevesinde bir yanıt veriyorum kendisine ve:

"-Sizce de yazarak kazanmak isteyen birinin bu şekilde özensiz bir Türkçe ile referans istemesi biraz garip değil mi?"

diyorum. Gelen yanıt:

"-Yazılarımın anlaşılır olması benim için yeterli, sizin gibi kurallara takıntılı değilim" şeklinde olabiliyor!
Tanımadığı birine, üstelik yardım isteme amaçlı bir e-posta yazarken asgari nezaket kurallarını hiçe sayıyor veya farkında bile değil! Acele acele yazıyor, basıyor "gönder" tuşuna olay bitiyor. Tanımadığı birine e-posta yazarken dil bilgisi kurallarına dikkat etmemenin ayıp karşılanacağını düşünemiyor bile. Tüketim toplumunun kendi dinamikleri gereği iletişim kurmayı da böyle öğrendi muhtemelen. Kısa, amaca yönelik, detaylardan arındırılmış, akılda kalıcı olmayan, hemen tüketilen... Aslında suçu da yok, kimse kendisine "E-posta yazılırken nelere dikkat edilir?" konusunu öğretmedi çünkü! İnternetle tanıştı, kendi kendine bir şeyler yapmaya başladı. Belki çok da iyi html kodları yazıyor. Bütün bunlar olup biterken, yaşamın gerçek kodları para etmediği için hep geri planda kaldı O'nun için muhtemelen. "Amaç para kazanmak, gerisi detay" diye düşündüğünü tahmin ediyorum. Girin bakın webmaster forumlarına, mühendislik düzeyinde kodlama bilen insanlar görürsünüz. Bir de hitap şekillerine bakın; karşısındaki insanı aşağılayan saygısız yaklaşımların genel iletişim şekli olduğunu, yadırganmadığını farkedersiniz. Çünkü oradakilerin çoğu (hepsi değil, içinizde alınganlık yapan olmasın lütfen)  "what's up" kültürünü benimsemiştir. Onların bir çoğunun sözlüğünde "siz " kelimesi yoktur, herkes "hey body'" diye hitap edilecek kategoridedir.  Çünkü İngilizce'de "sen" de "you" olarak söylenir, siz de  "you" olarak  söylenir. Egemen kültür de Amerikan Kültürü'yse zaten, benim gibiler kendi kendilerine sinir olmakla kalırlar!

..........
Yorumu size bırakıyorum,


Çünkü ben, bu noktada artık sözün bittiği yerdeyim...





Devamını Oku

24 Mayıs 2013 Cuma

Evde Yazar Dördüncü Ayında / Yazmamı istediğiniz konular

dördüncü ay..


Ne kadar da çabuk geçiyor zaman.. Bloğa ilk "Merhaba" yazımı 23 Ocak'ta yazmıştım, dün itibariyle dördüncü ayımızı bitirdik sizlerle beraber..
İlk " Merhaba" yazımı dün gibi anımsıyorum. Ne yazacağını bilemeyen ürkek hallerimi, tepkileri merak edişimi, ilk yorumu okuduğumdaki heyecanımı, ilk üyeler olduğunda duyduğum sevincimi..
 Bu gün itibariyle bloğuma kayıtlı 69 üye ve 172 Google arkadaşım var.. İnanın her yeni üye eklendiğinde, her yeni Google arkadaşım olduğunda, her yeni yorumu okurken ilk günkü heyecanı duyuyorum.. Şöyle geriye dönüp baktığımda, gelen e-postaları ve yorumları düşündüğümde birlikte epey bir yol kat ettiğimizi görüyor ve daha güzel yazılar yazabilme isteğinin motivasyonunu hissediyorum.. 
Biliyorsunuz 
"Bazen derin, bazen yüzeysel; yaşama dair ne varsa.."
sloganını benimseyerek yola çıktım. Daha doğrusu ne yaşıyorsam, neyi öğrendiysem, neyi düşünüyorsam, neye heyecanlanıyorsam, neye üzülüyorsam onları paylaşmaya çalışıyorum sizinle..  Bunlar şimdiye kadar iş hayatından yakınmalarım oldu, makale yazarak para kazanma maceralarım oldu, e-ticarete adım atışım oldu.. Bazen de Türkçe'yi katledenlere kızgınlığımı, öylesine parmaklarımdan dökülen doğaçlamaları paylaştım sizlerle..

Madem böylesi kalabalık bir dostluk zinciri kurduk, o halde dördüncü ay dönümünde  size bir önerim var..
 Evde Yazar'ın kaleminden okumak istediğiniz konuları paylaşın istiyorum.. Önerilerinizi yorum olarak yazarsanız; içlerinden seçeceğim, daha doğrusu bildiğim konuları sizlerin adlarını mimleyerek yazmaktan büyük bir mutluluk duyacağımı bilmenizi isterim..

Hep birlikte nice dört aylara diyorum..
Sevgiyle kalın..



Devamını Oku

23 Mayıs 2013 Perşembe

Fırsat Maliyetini biliyor musunuz?

alternatif maliyet

          Üniversite yıllarında en düşük notu Mikro Ekonomi dersinden almıştım. Ne gariptir ki çok yüksek notlarla geçtiğim bir çok dersten çoğu şeyi hatırlamazken, zorlanarak geçtiğim bu dersten yıllar boyu unutamadığım bir tanım kaldı aklımda.. Evet “Oportunity Cost” da denilen “ Fırsat Maliyeti” kavramı bu tanım.. “Her fırsatın bir maliyeti vardır” demişti hocamız. “Yani alternatifler arasından seçim yapmak zorunda kaldığınızda, vazgeçmek zorunda olduğunuz diğer kazançlar sizin seçtiğiniz fırsatın maliyetidir” diye de eklemişti.. Aklımda kaldı, çünkü iş hayatı ve para meselelerinin çok ötesinde bir kavram bu, derinliğine incelediğinizde.. Bir anlamda aldığınız kararlar sonucunda neyi kaybettiğinizi ya da neyi riske attığınızı sorgulayan bir kavram. Günlük hayatımızda karşılaştığımız her ikilemde, aldığımız her kararda maliyetler olduğunu düşünmek de diyebiliriz.
Ekonomik anlamından yola çıkarak birlikte bir örnek yapalım. Asgari ücretin bu örnek boyunca 1000 TL olduğunu düşünelim.. Diyelim ki üniversite öğrenimi için ayda her şey dahil 1000 TL harcamanız gerekiyor. Bir yılda 12*1000= 12.000 TL harcıyorsunuz. Dört yılın sonunda bu rakam 12.000*4= 48.000 TL oluyor. Fırsat maliyetini bilmeyen birisi için sonuç budur. Yani üniversite eğitiminin kendisine 48.000 TL'ya mal olduğunu düşünür. Çünkü çoğu insan, sadece cebinden çıkan parayı hesaplayarak kararlar alır, hatta bir çok amatör firmanın batış nedenlerinden birisidir de bu yalın düşünme halleri. Şimdi biz olaya bir de fırsat maliyeti açısından bakalım.. Üniversiteye gitmeyip bir işe girseniz ve ayda 1000 TL kazansanız (fiyatların ve ücretlerin sabit olduğunu varsayarak)
1000*12*4= 48.000 TL para girecek hesabınıza değil mi? Bu durumda üniversite eğitiminin size olan maliyetini bir kez daha hesaplayalım:
Çalışsaydınız 48.000 TL kazanacaktınız, üzerine 48.000 TL daha harcadınız. Çalışmadığınız süreler boyunca sigortanız da yatmadığı için 4 yıl daha geç emekli olacağınızı düşünelim. Emekli maaşınızın da 1000 TL olduğunu varsayarsak, okuduğunuz süredeki emekli maaşı kaybınız 4*1000*12= 48.000 TL olacaktır. Yani üniversite eğitimi almanın size maliyeti başlangıçta düşündüğünüz 48.000 değil,
  • 48.000+48.000+48.000 =144.000 TL'dır.
Kabaca hesap yapmaya devam edelim. Mezun olduktan sonra ayda 2000 TL  maaş ile işe başlarsanız 144.000/12*2000= 6 senede kendinize yaptığınız üniversite yatırımını tamamen geri kazanmış olursunuz.. Bir çalışma hayatının 25 yıl olduğunu düşünürsek, demek ki siz okuyarak doğru bir seçim yapmışsınız diyebiliriz. Ama eğer mezun olduktan sonra asgari ücretle yani 1000 TL ile çalışmaya devam ederseniz, harcadığınız paranın geri dönüşümü 12 yıla çıkacaktır. Yani siz , çalışma hayatınızın neredeyse yarısını boşuna geçirmiş olursunuz bu durumda. Aldığınız üniversite eğitiminin ekonomik açıdan sizi zarara soktuğu ortada çünkü.. İşte bu yüzden iş hayatında “akıllı girişimci risk almaz, ölçümlenebilir risk alır” deniliyor..
          Burası işin ekonomik kısmıydı, gelelim hayattan örneklere.. Örneğin mühendislik okumayı tercih ettiniz, bu fırsatın size maliyeti belki de doktor olmaktı, ya da astronot.. Sinemaya gittiniz diyelim, hayatınızdan 2 saati sinemada geçirmektir bu fırsatın maliyeti.. Belki o iki saatte çalışıp para kazanabilirdiniz, ya da sokakta yürürken hayatınızın aşkıyla karşılaşma fırsatınız olurdu.. Biz öğrenciyken ay sonlarında parasız kaldığımızda bozuk paraları toparlar, 
 “ sigara mı alalım, yemek mi?” diye düşünürdük mesela.. Aldığımız sigaraların maliyeti çoğu zaman yemek yiyememek olurdu.. Ders çalışmanız gereken bir gecede uyku fırsatını değerlendirirseniz, bu tatlı uykunun maliyeti belki de bir sene okulunuzun uzaması gibi korkunç boyutlara bile ulaşabilir. Örnekleri çoğaltmak mümkün.. Karşı takımın gol atmasını engellemek için rakip oyuncuya tekme atan futbolcunun yakaladığı bu fırsatın maliyeti, kırmızı kartla oyun dışı kalmak ve takımının kalan sürede 10 kişi ile oynamak zorunda oluşu gibi... 
Yani bu fırsat maliyeti denen şeyi öğrenmek, fırsat maliyetini hesaplayarak kararlar alabilmek , aslında aldığımız kararlardaki riski de minimize etmek oluyor bir anlamda.. Farkında olmadan günlük hayatımızda aldığımız bir çok kararda kaba taslak da olsa bu hesapları yapıyoruz. Ekonomistler üniversite örneğinde olduğu gibi bu işi çok detaylarıyla düşünüyorlar; ekonomist olmayan bizlerle farkları da bu.. 
          İçinizden birinin 15 yıllık evli olduğunu düşünelim, karşısına çıkan genç bir kadın nedeniyle eşinden ayrılma kararının maliyeti ne olabilir? Huzur, alışkanlık, oturmuş bir düzen..? Bazılarınız da tam tersini düşünüyordur mutlaka.. Bir kadınla evlenme fırsatının maliyetini, dünyanın geri kalan bütün kadınlarının kendilerini sevme ihtimalinden yoksunluk olarak değerlendiriyorlardır.. Bu da bir bakış açısı elbette..
Şimdi madem her fırsatın bir maliyeti olduğunu öğrendik, peki o zaman nasıl karar vereceğiz ? Aslında önümüze çıkan fırsatların hızlıca maliyetini yapabilirsek, alacağımız riski gözle görünür hale getirip kabul edebilirsek “ öyle mi yapsam, böyle mi yapsam?” kararsızlığından da kısa sürede kurtulmuş olmaz mıyız? Bu açıdan bakıldığında fırsat maliyeti,  hızlı karar verebilmenin  en güzel yöntemi değil midir sizce de?
........................


Bu yazıyı okuma fırsatı buldunuz, umarım maliyeti size pahalıya mal olmamıştır..
Sevgiyle kalın..














Devamını Oku

21 Mayıs 2013 Salı

Değişim Zamanı

Dönüşüm
Değişim

Arabanızın lastiği patladığında,
DEĞİŞTİRİRSİNİZ..
Gömleğiniz eskidiğinde,
DEĞİŞTİRİRSİNİZ...
İnsan neleri değiştirmiyor ki,bir düşünün..
Doğduğunuz şehir,
Alışkanlıklarınız,
Dostluklarınız,
Çayınıza koyduğunuz şeker sayısı..
Bir yenisi açıldığında artık gitmediğiniz eski bakkal..
Eskiden içtiğiniz sigara markası..

M.Ö 540-480 arasında yaşayan Herakleitos'un ünlü sözlerini bilmeyen yoktur..
 " Her şey akar, hiç bir şey kalıcı değildir. O yüzden aynı dereye iki kez girmek mümkün değildir. Çünkü dereye bir kez daha girdiğimde hem ben, hem dere değişmiştir.."

Yani değişim kaçınılmaz bir doğa yasası..
Ben de bu aralar bloğumun şeklini şemalini değiştiriyorum. Blog hocam +Serdar Kara  sayesinde ve kendisine teşekkürü borç bilerek sizlerin artık göz zevkinize de hitap etmeye çalışacağım.. Ama biraz zamana ihtiyacım var, çünkü bu işleri hiç bilmiyorum..

Önerilerinize ve eleştirilerinize açığım..

Devamını Oku

19 Mayıs 2013 Pazar

Sarı saçlım mavi gözlüm..

Sarı Saçlım mavi gözlüm
19 Mayıs 1919

19 Mayıs 1919'da Ata'mız Samsun'a çıkmasaydı,
Ulusal Kurtuluş Savaşı'mız başlamayacaktı..
İşte bu günün en özet ve en net anlatımı budur bence..
Sizleri o güzel türküyle baş başa bırakmak istiyorum..

Devamını Oku

16 Mayıs 2013 Perşembe

Biraz dertleşelim..

bilinmez yol

Dışarıda güneşli bir bahar havası, insanlarda enerji..
Herkes işinde gücünde, saman alevi gibi geçiyor bütün olumsuzluklar..
Benimse bu gün rengim gri..
Sanki ağır bulutlar geliyor üzerime üzerime..
Yaklaşan savaşın ağır kokusu bir taraftan..
Bir taraftan memleketimde yaşanan acılar..
Bir taraftan kararsız kalışlarım, çaresizliğim..
Televizyonlarda hiç susmayan şaklabanlar, beyin boşaltan futbol yorumlayıcıları, sabah şebekleri, rezil yarışmalar, alabildiğince eğlen(me)ce programları..
Sanki gri bulutlar üzerime üzerime geliyor..
Bilinmez bir yola çıkmışım, çıkmışız....
Sonu belli değil, başını ise unuttuk bile çoktan..


Anlatamıyorum," kelimeler kifayetsiz kalıyor."
Müşfik Kenter söylesin, o doyumsuz dizelerde benim yerime..
Devamını Oku

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Anneler Günü'ne değişik bir açıdan bakabilmek..

mayısın ikinci haftası
Anneler Günü
Özel günlerin kendisine değil de kutlanma biçimine karşı çıkan ben, Anneler Günü için de düşündüklerimi yazıya dökeyim istedim. 
Bilmeyeniniz yoktur, Amerika'lı küçük Anna Jarvis, 1907 yılında annesinin ölüm tarihinin özel bir gün olması için kampanya başlatmış ve o kadar başarılı olmuştur ki bu çabası, günümüze dek gelebilmiştir. Çıkış noktasına baktığımda gayet duygusal, gayet sevgi dolu bir gün diye düşünürüm bu nedenle mayısın ikinci pazarını. Annesini kaybetmişler tarafında yer aldığım için, hüzün de olur içimde bir taraftan. Benim gibi bir çok kişi de duygusallaşır eminim ki.. Böylesi duygusal, böylesi basit insani duyguları içeren bir günün, eskiden olduğu gibi karanfillerle kutlanmasını isterdim açıkçası..


karanfil hediye etmek
karanfil anlamlıdır..


Yaşayan annelere sevgi dolu bir öpücük ve bir demet karanfil, aramızdan ayrılanların mezarlarına bırakacağımız içten bir gözyaşı ve yine bir demet karanfil bu günü özüne yakışır şekilde anlamlı kılmaya yetmez mi sizce de?
Hatta bir demet olmasına da gerek yok, bir tek karanfil bütün bu duyguları anlatmaz mı?


Oysa maalesef karanfilli Anneler Günü anmaları da, diğer bir çok saf ve güzel alışkanlığımız gibi gerilerde kaldı. Karanfiller, günümüzün en değerli metası olan paraya çoktan yerini bıraktı bile..Medyada haftalar öncesinden "anneleriniz pırlanta kadar değerli, 750 TL'lık hediye alana, bir kolye de bedava" gibi kampanyalar başlıyor. En pahalı hediyenin sevginin en büyük göstergesi olacağı vurgulanıyor. Aslında bilinç altına direkt mesajlar gönderiliyor. Belki çoğu anne, sadece karanfil hediye eden çocuğuna ve elbette daha pahalı bir hediye almayan eşine içten içe küsüyor. "Sevgi, parayla satın alınamadığı gibi parayla gösterilemeyen bir duygudur." gerçeği de akıllara gelmiyor doğal olarak.. 
     Olayın metalaştırılması bir yana, başka bir boyutu daha var elbet. Afişlerin, reklam bombardımanlarının, özel kampanyaların, özel etkinliklerin yoğunlaştırıldığı bu günler, annelerini kaybedenler için adeta eziyet haline geliyor. Çok özlem çekse de çocuk sahibi olmayı başaramayan kadınlar, bu yüzden içten içe daha da mahsunlaşıyor.. Okula yırtık ayakkabıyla giden yoksul çocuklar, reklamlarda gördükleri hediyeleri alamadıkları için içlerindeki isyan belki de bir kat daha alevleniyor..
      Yani abartmasak, biraz empatiyle yaklaşabilsek daha iyi olmaz mı? Sevgililer Günü'nde tek taş hediye almayan aşıklar, Anneler Günü'nde pırlanta kolye almayan çocuklar, Babalar Günü'nde altın kol düğmesi almayan evlatlar sevgisiz değiller.. Sevgi dediğimiz şey, bir tatlı söz, bir gülümseme, özel bir davranışla gösterildiğinde çok daha anlamlıdır bence..
      Gelin bu Anneler Günü'nde bir değişiklik yapın, annenize taze karanfil götürün. O'nu öpün, koklayın. Ne kadar çok sevdiğinizi söyleyin. Hatta O'na kendi ellerinizle güzel bir pazar kahvaltısı hazırlayın.. Eğer hayatta değilse bir demet karanfille mezarını ziyaret edin. Yani bu Anneler Günü'nüz sevginin en sıcak, en doğal haliyle ve  meta zorlamalarının ötesinde geçsin..
      ........

      Bütün annelerin kutsal ellerini yürekten öpüyorum, Anneler Günü'nün sevgi dolu geçmesini diliyorum..

























Devamını Oku

7 Mayıs 2013 Salı

İnternete 22 yıl öncesinde fütüristik bir yaklaşım

Geçen gün Facebook ortamında paylaşılan arşiv gazete yazısı çok ilgimi çekti. 1991 yılında Yeni Asır Gazetesi'nde yayınlanan bu yazıda ön görü sahibi Ege Ünv. Bilgisayar Mühendisliği Fakültesi Dekanı Oğuz Manas,
 "-Gelecekte oturduğumuz yerden alış veriş yapabileceğiz." diyor.
Tabi o dönem için bilim-kurgu  niteliğinde olan bu yazıda:
"-Evinizde bir terminaliniz olacak, size öğretilen yöntemle bilgisayara bağlantı kurarak almak istediğiniz ürünlerin listesini göreceksiniz, onları işaretleyeceksiniz, sonra size gelen yeni listede bu ürünlerin en ucuzunun hangi markette olduğunu görebileceksiniz" diyor. İlave diyor:
 "Gelecekte vapur, tren, uçak rezervasyonları da bilgisayarlar aracılığı ile yapılacak.."
Sizce de müthiş değil mi, 22 yıl öncesinde bilgisayar kullanımının çok az olduğu bir dönemde böylesi fütüristik bir yaklaşımın bir Türk profesörden gelmesi? Ben kendisine bir Ege Ünv.'li olarak çok saygı duydum açıkçası..
Nasıl da gelişmiş her şey inanılmaz bir hızla, insan düşününce ürperiyor.. Aradan geçen 22 yılda olan gelişmelere bakın.. Oğuz Hoca'mız " -size öğretilen yöntemle bağlantı kuracaksınız.." diyor. Oysa şimdilerde doğan bebeklerin genetik kodları bile değişti; artık konuşmayı öğrenmeden bilgisayar kullanmaya başlıyorlar. 
Neredeyse her mahalle bakkalının bile web sitesi edindiği günümüzde internetle ilgili sorunlarımız çok daha başka... 
Tüketiciler olarak sorunumuz, "En doğru web sitesine zaman kaybetmeden nasıl ulaşırız?" konusu. Ticaret dünyası içinse temel sorun: "Tüketiciye web sitemizi nasıl tanıtırız?" kaygısı.. Yani mesele internetten ticaret ya da alış veriş yapmak değil, binlerce web sitesinin arasında kaybolmamak.. Bu sorunu gören akıllı girişimciler de boşluğu hızla dolduruyorlar elbette. 
 Oğuz Hoca'mız eğer hayattaysa tüm bu gelişmeleri eminim bıyık altından gülümseyerek izliyordur..
Bu gelişmeler iyi güzel de, nereye doğru bir devinme olacak inanın çok merak ediyorum. Zamanda yolculuk yapabilsem, çok değil 22 sene sonrasına bir bakıp tekrar geri dönmeyi isterdim..

Gerçi Oğuz Hoca'mız gibi bilim insanı değiliz ama haydi 22 yıl sonrası için birlikte tahminlerde bulunalım sizinle.. Bakarsınız arşivdeki gazete küpürü gibi birileri de bu yazıyı okur ve gülümser o zamanlarda da ne dersiniz?


İşte benim 22 yıl sonraki tahminim:

Bence 22 yıl sonra internet o kadar yaygınlaşacak ve sanal dünya o kadar kalabalıklaşacak ki, sanal devletler kurulacak. Bu devletlerin gerçektekilerle alakası olmayacak, belirli kriterlere uyanlar kendilerine sunulan seçeneklerden hangi devletin vatandaşı olacaklarına karar verecekler. Pasaport olmadan bir diğer sanal devlete giremeyeceğiz. Belki de Kayserili akıllı bir girişimci bu devletlerden parselleri önceden alacak, bilgiye ulaşmak için bize uçuk fiyatlarla satacak..
Çok mu uçtum bilmiyorum gerçi ama, benimkisi ön görü değil biraz da hayal oldu.
Sizin hayallerinizi de şimdiden merak etmeye başladım.
Sevgiyle kalın..

Devamını Oku

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Evdeyazar'ın 5N1K'sı

Evde yazar'ın 5N1K'sı
Evdeyazar'ın 5N1K'sı..
Bloghocam +Serdar Kara, son yazısında bloglarımıza 5N1K analizi yapmamızı önerince hemen işe koyulayım dedim; açıkçası çok hoşuma gitti bu fikri. 5N1K yöntemini ilk öğrendiğimden bu yana çok faydalı bulmuşumdur ve üç buçuk aylık bloğumun da böyle bir analize ihtiyacı vardı aslında. Bu sayede sizler de Evdeyazar'ı daha yakından tanıyabilirsiniz üstelik.
5N1K yöntemiyle ilk kez çalıştığım fabrikalardan birinde verilen "problem çözme teknikleri" eğitiminde tanıştım. Pratikte çok faydası olan bu yöntemi insan ilişkilerinde, iş yerindeki sorunlarınızda ve aslında hayatınızın her alanında kolaylıkla uygulayabilirsiniz. Karar vermeden, yargılamadan önce durup düşünmenizi sağlar... Empati kurmanızı kolaylaştırır ve bir yerlerde hata varsa, o hatanın görünen değil, kaynaktaki nedenine götürür sizi bu sihirli 6 sözcük.. +Serdar Kara'ya  bu mükemmel yöntemi hatırlattığı için teşekkür ederek başlamak isterim analize.

1- NE? 
"Evde yazar ne yazar?"
 sorusu beliriyor ilk etapta.. "Yazsa ne yazar, yazmasa ne yazar" gibi esprili bir şekle bürünen bu kafiyeli sorunun yanıtı basit:
 " yaşama dair ne varsa." 
Bloğumu ilk açtığım zamanlarda uzun süre çalıştığım işimden bir cinnet anında ayrılmıştım. Çok sıkkındım, yaşadığım haksızlıklar gözümün önünden gitmiyordu. "İş hayatı" adında bir kategori oluşturup "iş hayatında doğru bilinen yanlışlar" dedim; öfkem geçmedi ve " iş hayatından dost çıkmaz" dedim. Sonra hızımı alamayarak " Dunning Kruger Sendromu" ile devam ettim. Yazdıkça sorunlarla yüzleşip rahatlıyor da insan inanın, sonrasında biraz yatışıp iş görüşmelerine başladım hayatımda ve bloğumda da bu dönemin yansımaları, iş görüşmeleri  kategorisinde yerini buldu. İş görüşmeleri malumunuz biraz sıkıntılı bir dönemdir, aylarca sürebilir eğer şansınız kötü giderse.. "Bu iş böyle olmayacak, ben boş  boş oturacak insan değilim." diyerek yazarak kazanmak  başlığında da göreceğiniz üzere makale yazmaya başladım internette. Sonra kısa süre içinde bu işten çok zevk almaya başladığımı fark ettim ve internetten para kazanmak kategorisinde göreceğiniz üzere araştırmalara giriştim, sonunda e-ticaret yapmaya karar vererek kariyerimde  keskin bir karar aldım. Bu arada keyfim yerine geldiği için kendi mizah anlayışımla gülmece  konusunda da bir şeyler yazmaya başladım, bazen de günün konusu başlığında bence anlamlı olan konulara değindim. Bütün bunları düşünürken fark ediyorum ki aslında ben bloğumu gerçekten de " günlük" gibi kullanmışım. Bundan sonrasında da ne yaşarsam onu yazacağım demektir, yani hayat ne gösterirse o yer alacak burada..

2- NEDEN?
"Evdeyazar neden yazar?" 
İtiraf edeyim size, lise 1'e giderken evimizdeki kütüphanede " Lolita" adlı kitabı bulmuş ve gizli gizli okumaya başlamıştım. Bu kitap beni içeriğiyle değil ama oradaki kahramanın tuttuğu günlük ile çok etkilemişti. "Benim de günlüğüm olabilir" diye heyecanlanarak lise-1'de başladığım günlüğüme neredeyse 10 yıl devam ettim, sonra bıraktım. Günlük tutmak, insanın psikolojik sorunlarıyla ilişkilidir biraz da.. İşsizlik de yeterince büyük bir sorun olduğu için internet günlüğüne geçiş yaptım yıllar sonra anlayacağınız.. Önceleri iç döküş olan yazılar, sonraları siz değerli takipçilerin artması sayesinde keyif haline geldi. Umarım uzun süre hep birlikte yaşatabiliriz Evdeyazar'ı..
3- NASIL?
"Evdeyazar nasıl yazar?"
Doğaçlama yazıyorum; o an aklıma ne gelirse öyle dökülüyor kelimeler de parmak uçlarımdan. Konu kapsamlıysa bazen araştırma da yapıyorum ama genelde buna pek ihtiyaç hissetmiyorum. Yazarken Seo tekniklerine hiç aldırış etmiyorum, anahtar kelime kullanmıyorum.  Bloghocam'ın tavsiyelerine uyup bir görsel kullanıyorum ve başka sayfalarıma linkler vermeye çalışıyorum. Yazılarımla ilgili övgüler alırken,  sayfa temam hakkında eleştiriler gelmesine bu nedenle seviniyorum açıkçası.. İçerik beğenilirse sorun yok, tema da bir şekilde düzelir elbet diye düşünüyorum.. 
4- NEREDE?
"Evdeyazar, nerede yazar?
Bu sorunun cevabı kendi içinde var zaten.. Evde yazıyorum, hiç dışarıda yazmadım daha.. Diz üstü olmasına rağmen salondaki yemek masasına yerleşik hale gelmiş bir bilgisayar var, orada yazıyorum bütün yazılarımı. Çoğunlukla fonda TVBU'nun 170. kanalında yer alan Klasik Müzik oluyor, ya da sevgili bilgisayarımda açacağım Fizzy New Age kanalları. Bütün işim bilgisayarla olduğu için neredeyse yapışık yaşıyorum kendisine bu aralar.. Evde yazmak, evde çalışmak meğer benim en mutlu olduğum biçimmiş, onu fark ediyorum ve çok da mutlu oluyorum bu durumdan..
5- NE ZAMAN?
"Evdeyazar ne zaman yazar?"
Ben bir sabah insanıyım. Uyandığımda asla asık suratlı olmam ve enerji doluyumdur sabahları. Yılların iş disiplininden olsa gerek, sabah en geç 8'de oturuyorum bilgisayarın başına. Önce acil işlerimi yapıyorum, ardından canım isterse blog yazılarına geçiyorum. Yani gün içinde pek belli olmuyor saati, ama asla akşamları yazmıyorum. Dedim ya sabah insanıyım diye, akşamları erken uyurum demek aynı zamanda bu.. Haftada en az iki kere yazmaya çalışıyorum blog yazılarını da..

6- KİM?
"Evde yazar kimdir? Sanırım bu soruya yanıt verirken çok zorlanacağım. Çünkü kendimden bahsetmeyi pek sevmiyorum. "Hakkımda" bölümüne yazdığım " Mühendis, yani hesap yapmayı bilen kişi" tanımı doğrudur. Ege Üniversitesi'nden mezun bir Tekstil Mühendisi'yim. Bıraktım bu aralar biliyorsunuz tekstil işlerini, e-ticaret yapmaya başlıyorum çok yakında. Bazen biraz yavaşlasam da iyi bir okuyucuyum, elimin altında mutlaka bir kitap olur. İyi müzikleri dinlemeyi severim. Özellikle Rembetiko'lar olmak üzere Yunan Müziği, Geleneksel Yahudi Müzikleri, Etnik Müzikler, Tangolar, Soft Rock, New Age ve çok bilinmeyen, yaygın deyimle "bestseller" olmayan müzikleri dinlemekten keyif alırım. Türkçe müzik deyince de aklıma asla pop gelmez. Ezginin Günlüğü, Gülcan Altan, elbette eski babalar Erkin Koray, Cem Karaca; Hilal Çalıkoğlu, Mercan Dede, Muammer Ketencioğlu, Hüsnü Arkan, Sema ve Taksim, Zülfü Livaneli ve gereken durumlarda da Münir Nurettin Selçuk gibi isimleri dinlemekten zevk alırım. Aslında yeni ve popüler isimlerle pek aram yok da diyebiliriz özet olarak. 
Bir çok takipçim gerçek ismimi soruyor ama ben " lütfen zorlamayın, bu da bende kalsın" diyerek yanıtlamıyorum bu soruyu. "Yazılarımı sevin yeter" diyorum, ne gerek var fazla bilgiye.. "Yazar dediğin biraz da gizemli olmalı." düşüncesi var nedense bende.

Konuk yazarım hiç olmadı, aslında kimse teklif de etmedi. Varsa yazmak isteyen, elbet mutlu olurum konuk etmekten..

Biraz uzunca bir 5N1K yazısı oldu gerçi ama umarım sıkılmadınız.
Hayatınızda kararlar vermeden önce bu 6 sihirli sözcüğü aklınıza getirmeyi unutmayın diyorum..
Sevgiyle kalın..







  
Devamını Oku

2 Mayıs 2013 Perşembe

Vasfiye Teyze Sendromu

felaket habercileri
Vasfiye Teyze Sendromu
Son günlerde Vasfiye Teyze fenomen oldu biliyorsunuz. Aslında hiç birimiz sevmiyoruz kendisini, sadece gülüyoruz. Çünkü tam da içimizden biri O..
Öncelikle kıskanç. Başkalarının mutluluğunu hazmedemeyen, en neşeli anlarda esprileriyle(!)ortamı buz gibi soğutan tipler vardır ya.. Vasfiye Teyze tam da onların yansıması. Örneğin yıllardır görüşmediğiniz okul arkadaşlarınızla bir araya gelmişsinizdir. Aradan geçen sürede ister istemez biraz mesafeler oluşmuştur. Böylesi bir durumda arkadaş bellediğiniz Vasfiye Teyze'nin biri çıkar, örneğin şunu der:
   " -Sen Banu'ya ne aşıktın be Mehmet, az mı peşinden koşmuştun.."
Eğer Mehmet sizseniz ve Banu da karşınızda oturuyorsa artık yüzünüz mü morarır, öksürük krizine mi tutulursunuz bilemem. Çünkü yıllar geçmiş, Banu evlenmiş çocuğu bile olmuştur. Konuyu değiştirmeye çalışırsınız ama densiz Vasfiye Teyze bozulduğunuzu anladığı için üstüne üstüne gider olayın..
   " -Bir keresinde içip içip yurdun kapısına dayanmıştın, hatırlamıyor musun Mehmet?"
 "Hay Mehmet kadar taş düşsün kafana" dersiniz içinizden. Ya tuvalete kaçarsınız, ya da konuyu değiştirmeye çalışırsınız. Bütün neşenizi kaçırmayı başarmıştır Vasfiye Teyze..
Şevk kırıcılık ikinci karakteristik özelliğidir bu tiplerin. Örneğin yeni bir işe başlarsınız, tebrik edip cesaretlendireceğine hemen içinizi kemirecek bir kurt sürer ortaya:
   " -Senin o girdiğin şirkette benim arkadaşım çalışıyordu, 2 ay çalıştı attılar. Patronu bir tuhafmış ama sen yine de bir dene bakalım"
 der mesela. Hiç arkadaşının neden kovulduğunu söylemez. Oysa arkadaşı iş bilmez dalkavuğun tekidir.. İçinizde ne heyecan kalır, ne istek..
Samimi bulup da paylaştığınız ne var ne yoksa olmadık zamanlarda ortalara saçar. Sonra da "-Ay ağzımdan kaçtı, ne bileyim senin üzüleceğini" der arkadaşınız(!) Vasfiye Teyze..
 Mesela sevgilinizle ya da eşinizle olan tartışmayı anlatmışsınızdır bir boş anınızda. Üstünden zaman geçmiş, unutulmuştur mesele. Siz yokken eşinize veya sevgilinize hemen yumurtlar durumu..
 "-Sen de Yasemin'i çok kırmışsın ama, düzeldi mi bari aranız? Geçen kavga etmişsiniz ya giydiği elbise yüzünden. Neyini kıskanıyorsun ki, zaten kaç yaşına gelmiş kadın?" 
Şok olursunuz, eşinize dedikodu yaptığı, özel hayatınızı anlattığı için çok daha büyük öfke duyarsınız. Bir taraftan da "Yasemin yaşlandı mı yahu?" diye düşünmekten kendinizi alamazsınız.. Vasfiye Teyze'nin keyfi yine yerindedir, çünkü kendisi yalnızsa çevresindekiler de yalnız olmalıdır. O'nun dünyası bu kadardır.. Eğer çevrenizdeki Vasfiye Teyze kocasından boşanmışsa bütün kadınların boşanması gerektiğini düşünür, eğer az para kazanıyorsa kendinden çok kazananı hazmedemez. Eğer kilo sorunu varsa en zayıf halinizde bile " -sen ne çok kilo almışsın." diyerek moralinizi bozar. Güzel bir elbise giydiyseniz hemen bahane bulur.Çünkü iç huzuru yoktur ve insanlar da huzursuz olsun ister. İşin kötüsü bütün bu yaptıklarını samimiymiş edasıyla, sizi çok seviyormuş da dost acı söylermiş şekliyle yapar..Hep dinç kalır, çünkü hasetten yaşam enerji almaktadır..

Ne çok Vasfiye Teyze var değil mi çevremizde? Genci yaşlısı; kadını erkeği.. Hepsini sustursak toplum olarak ruh sağlığımız yerine gelecek kesin..Bana da "E-ticaret diyorsun, network marketing diyorsun; saadet zincirine mi katıldın?" demek isteyenler oluyor bu aralar, hissediyorum. Aldırmıyorum, çünkü onların içinde de Vasfiye Teyze canavarı yatıyor, biliyorum.. Biraz zaman geçip de bu işleri başarınca ne söyleyecekler çok merak ediyorum doğrusu..

Çevrenizdekileri iyi gözlemleyin, Vasfiye'ler varsa aralarında aman uzak durun. Yaşam enerjinizi sömürmelerine izin vermeyin sakın..
Vasfiye'siz günler dilerim size..



Devamını Oku

1 Mayıs 2013 Çarşamba

1 Mayıs Emek Ve Dayanışma Günü

emek en kutsal değerdir
Emek, en kutsal değerdir..

1 Mayıs deyince benim aklıma "emeğe saygı"  ve "dayanışma ruhu" geliyor. Böylesine masum olan bu kavramlara tarih boyunca tepki gösterilmiş; 1 Mayıs'lar "işçi bayramı" olarak kutlanacak yerde, katliamlarla ölümlerle anılır olmuştur maalesef..
EMEK, en kutsal kavramlardan bir tanesidir.Çalışma ortamlarının insanca olması, verilen emeğin karşılığında hak edilen ücretin kazanılması, eşit işe eşit ücret anlayışı istenmesi insani talepler değil midir? Bu masum taleplerin bireysel olarak dile getirilmesinden hiç bir sonuç çıkmayacağı için, çalışanların bu taleplerini bir sendika çatısı altında örgütlenerek toplu dile getirmesi ise en doğal yol değil midir sizin de hak vereceğiniz üzere.. Çünkü birlikten kuvvet doğar. Çünkü örgütlü olmak, güçlü olmaktır. İşte bu gücü bilenler, çalışanlara hak ettikleri ücreti vermek istemeyenler, yıllarca sendikalara karşı çıktılar. Sendika üyesi olmayı" anarşistlik" olarak empoze edip işçileri yalnız kalmaya zorladılar.. Evine üç kuruşluk ekmek götürmekten başka bir amacı olmayan kitleleri ağır koşullar altında çalışmaya zorladılar..
           Oysa hepimiz insan değil miyiz?
           Parası olan, işçi çalıştırma gücü olan patronların, evine ekmek götürmekten başka amacı olmayan insanların emeğini sömürerek, onların sırtından kazandıkları paralarla lüks içinde yaşaması hak mıdır? Soruyorum size, hak mücadelesi yapmak suç mudur??
    Ben, tekstil mühendisi olarak yıllarca "beyaz yakalı" işçilik yaptım. Milyonlarca insanın ekmek kapısı olan tekstil sektöründe her geçen yıl koşulların daha da ağırlaştığına bizzat şahit oldum . Kurumsallaşmayı başarmış, parmakla gösterilen bir kaç fabrika haricinde, tekstil sektöründeki koşullar gerçekten de içler acısı hale geldi her geçen yıl. Önce ikramiyeler kaldırıldı, ardından senede iki kez yapılan zamlar bire düşürüldü. Çoğu firma "zarar ettiğini(!) bahane ederek artık yılda bir kez bile zam yapmıyor üstelik. Mesai saatleri korkunç, her gece onda on birde gidiyor insanlar evlerine. Sevkiyat zamanlarında sabahlamalar oluyor. Mesaiye kalmak istemeyen işçi direkt atılıyor, çünkü yerine daha düşük ücretli bir yenisini almak o kadar kolay ki..Sigorta meselesine ise hiç girmeyeyim. Tahmin edeceğiniz üzere çoğu işçi sigortasız, büyük çoğunluğun ise sigortası kesinlikle tam maaştan yapılmıyor. "E-devlete dönüştük, artık her şey kontrol altında" diyenler nedense bu durumu görmezden geliyorlar. Ben daha bir gün SSK tarafından cezalandırılan firma görmedim çalıştığım yerlerde. Şikayetler oluyor elbet, ama bir şekilde hallediyor patronlar durumu.Para her şeyi çözüyor anlayacağınız... Şikayet eden işçi, işinden oluyor, yine olan ona oluyor sonuçta..
 Bütün bu olan bitene daha fazla tanık olmak istememem çok büyük etkendir evde çalışma kararımda.. Zarar ettiğini söyleyerek göstermelik iflas kararı alan, işçilerine bir kuruş tazminat ödemeyerek villasında sefa sürmeye devam eden patronlar da gördüm.. Nefret ettim kendilerinden, adalet duygumu çok zedelediler çünkü..
Sonuç olarak diyorum ki 1 Mayıs önemlidir. 1 Mayıs'a sahip çıkalım, korkmayalım. Dayanışma ruhumuz eksilmesin..

Herkesin çalışması karşısında hak ettiği kazançları elde edeceği, insana yakışan koşullarda ve ortamlarda çalışacağı güzel 1 Mayıs'lar görmek umuduyla diyorum ki:
1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı'mız kutlu olsun..








Devamını Oku