29 Kasım 2013 Cuma

Mahall Ankara'da Yeni Bir Hayata Var Mısın?

Ankara’nın en kararlı gelişen aksında
Eskişehir Yolu’nun en gözde lokasyonunda, modern hayatın tüm unsurları bir araya geliyor. Kent hayatının bütün akıcılığı ile huzurlu bir hayatın sakin ritmi Mahall Ankara’da dengeli bir senteze ulaşıyor.

mahall


Metropoliten yaşam unsurlarının büyük karması
Mahall Ankara projesini oluşturan ofis-konut-alışveriş unsurları burada bir otelin dinamizmiyle de buluşuyor. 24 saat boyunca yaşayacak Ankara’nın en sinerjik karması sakinlerine bir alandan diğerine en fantastik kestirmeleri sunuyor.

İş yaşantısının yükselen temposu
Kamu kurumları, bankaları, ticaret odaları, büyük şirketleri, parti merkezleri, AVM’leri, üniversiteleri, hastaneleri ile Başkent’in en dinamik bölgesinde “business-life”ın nabzı Mahall Ankara ile daha da hızlanıyor.

turlerler insaat


Hayata toplam kalite katan mekan çözümlemeleri
Mahall Ankara’da çizgi dışı bütün detaylar ve farklı gereksinim ve beğenilere seslenen alan seçenekleri size sevdiklerinizle beraber bir evden beklediğiniz tüm konfor ve estetiği vaat ediyor.

En özel buluşmalar için dört yıldızlı seçenekler
Bütün kutlamalar, toplantılar ve buluşmalarınızda bir business prestij otelin sunacağı tüm olanaklar Mahall Ankara’da hemen yanı başınızda.

yeni evler
Gusto anlayışına getirilen yeni tanımlar
Piazza’da 1. sınıf markaların, restoran ve kafelerin yarattığı atmosfer gündelik gereksinimlere cevap vermenin ötesinde hayatın her anını kaliteyle kurgulayan sakinlerine nefes aldıracak molalar, gustolar ve tatlar sunacak.

Üstün nitelikli projelerin altındaki imza: Türkerler
Mahall Ankara’nın arkasında, 1993’ten bugüne altyapı ve üstyapı inşaat, gayrimenkul geliştirme, enerji üretimi, enerji ticareti, doğalgaz dağıtımı, hastane, petrol, tekstil, bilişim gibi farklı sektörlerde ulusal ve uluslararası projeleri hayata geçirmiş bir marka var: Türkerler.

Değeri günden güne yükselecek bir yatırım fırsatı
Ankara’nın en seçkin yaşam alanında yerinizi alırken, sizleri kıymeti giderek artacak bir yatırım yapmanın huzurunu Türkerler ve TOKİ güvencesiyle yaşamaya çağırıyoruz.
mahall mutfak



Satış bedelleri, TOKİ tarafından onaylanan TOKİ Teminat Hesaplarına yatırılacaktır. TOKİ Teminat Hesap numaraları, 0312 565 20 65 no'lu TOKİ irtibat telefonundan teyit edilebilecektir. Yatırımcı brüt kullanım alanları sabit kalmak kaydıyla teknik açıdan gerekli gördüğü her türlü plan değişikliğini yapma hakkını saklı tutar.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

28 Kasım 2013 Perşembe

Dün Kadıköy'de hayattan bir gün çaldım.

İnsan evde çalışınca evde yaşamaya başlıyor bir süre sonra.. Hele bazen öyle oluyor ki, günlerce sokağa çıkmadığınızı fark ediyorsunuz. Dün sabah kendi kendime sordum:

Kaç zaman oldu dışarıya çıkmayalı?”

Cevap veremedim, çünkü unutmuştum.. At dedim üzerindeki ölü toprağını, sokaklara vur kendini! İçimdeki uyuşuk kişilik her ne kadar buna karşı çıkıp bahaneler üretmeye kalksa da, dinlemedim onu. Sanki bir yere yetişmek zorundaymışım gibi attım kendimi sokaklara.

Adımlarım beni kitapçılara yöneltti, öyle özlemişim ki..

Önce Seyhan' a uğradım.. Birinci katından kendime “ Cafe de Paris” cd'sini seçtim..




Kendimle baş başa kalmak istediğim zamanlarda, sözsüz müzikler dinlemek isterim hep. Ezgi beni alır götürür bir yerlere.. Demek ki dün, Fransız müziklerinin romantik modundaymışım. İnsan içindeki romantizmi zaman zaman açığa çıkarmazsa, yaşamanın anlamına nasıl varır ki... 

Romantizm, biraz da yaşama aşık olmanın dışa vurumu değil midir? İnsan yalnızken de romantizmi doya doya hissedemez mi? Öyle de güzel hisseder ki, aynı dün benim yaptığım gibi..

 Seyhan'ın  ikinci katından çok sevdiğim Jose Saramago'nun "Manastır Güncesi" adlı kitabını seçtim. Aslında ben "Ricardo Reis'in Öldüğü Yıl" adlı kitabını almak istiyordum ama yoktu. Üçüncü katı es geçtim, direkt dördüncü kattaki teras kafeye oturdum sonra.. Bahar kaçkını bir hava, Haydarpaşa'nın güzel görüntüsü, deniz manzarası.. Yaşlıca bir beyefendi vardı kafede sadece. Filtre kahvesini yudumlarken arada denize bakıyor, arada kitabının sayfalarını çeviriyordu. İçim nedensiz bir sevinçle doldu.. "Ben de yaşlanınca böyle olmak isterim." diye düşündüm. Güzel manzaraların keyfine güzel bir müzik eşlik ederken kitabımı okurum. Sevdiğim insanlar da olur yanımda, onlar da kitaplarını okurlar. Sonra da anlatırız birbirimize.. Hayal kurmak ne güzeldir, zamanda sıçrama yaparsınız özgürce. Hele de yazabilirseniz onları, sizden iyisi olmaz.
......

Çayımı söyledim, tabii ki ince belli bardakta.. Sevmem kocaman bardaktan çay içmeyi. Türk kahvesi nasıl küçük fincanda içilirse,  çay da ince belli bardaktan içilmeli diye düşünürüm. İnsanın keyif aldığı lezzetlerde az biraz estetik olmalı diyenlerdenim.. Şarap kadehte, çay ince belli bardakta, meze küçük tabaklarda güzeldir benim gözümde..

Başladım seçtiğim kitabın ilk sayfalarını okumaya. Sevdiğim Jose Saramago kitapları gibi başlamıyordu aldığım roman, hayal kırıklığına uğramadım ama, lezzetli gelmedi.  Belki de o anki psikolojim elvermedi, ne bileyim işte..

 Kapattım kitabı ve kalktım.

 Çay 3 buçuk liraydı, ama cüzdanımda ne kadar olduğunu bilmediğim, üç buçuk lira etmeyeceğini tahmin ettiğim bozukluklar vardı sadece. Bütün para uzattım. 
Güler yüzlü görevli,

"Bozmayayım şimdi, sabah siftahı sizden olsun, ne varsa verin" dedi.

 Bu yaklaşımıyla içimi ısıttı. Tanımadığım insanlarla yaptığım  ayak üstü sohbetlerden, sıcak bir gülümsemeden inanamayacağınız kadar güzel enerjiler alırım. Espri yapan bir tezgahtar, mütevazı fikirlerini söyleyen bir sahaf, gülümseten ayrıntılarla ürününü satmaya çalışan pazarcılar, hoş hikayeler anlatan beyefendi taksi şoförleri ile girdiğim kısa diyaloglar, o günümü neşeli kılmaya başlı başına yeter.. İşte  böylesi, yani  gülümseyen, para ötesi bir  yaklaşım, tam da  içinde olduğum moda yakışan cinstendi.

Parayı ödedikten  sonra ikinci kata tekrar inip aldığım kitabı yerine bıraktım. İnsan sabit fikirli olmamalıydı, Jose Saramago almak istemiştim, ama vaz geçebilmiştim işte.. Zemin kata inip aldığım cd'nin parasını ödeyerek ayrıldım oradan. Yan tarafta Mefisto vardı, girdim biraz daha baktım kitaplara. Biraz ileride İş Bankası Yayınları'na uğradım, yine kitaplara baktım uzun uzun, arka sayfalarına göz gezdirdim..  Hızımı alamadım, yeni açılan Ada Müzik-Kitap'a uğradım.. Şahane bir kitap-kafe yapmışlar. Gezdim dolaştım, kesmedi beni bu kitap alemleri. Kitabın o hafif nemli selüloz kokusu ancak sahaflarda olurdu çünkü. Yan taraftaki Akmar 
Pasajı'na girdim umutla. Dolaştım, dolaştım.. Eski 45'liklere baktım, kitap kokusunu çektim içime.. Dedim ya,  duygusal bir günümdeydim, bir hikayeye ihtiyacım vardı. işte o hikayeyi daha önceki romanlarını da okuduğum Khaled Hosseini'nin yeni kitabı “Ve dağlar Yankılandı” kitabında yakaladım sanırım.. Basit, edebi değeri pek olmayan, ama duygusal.. Modum öyleydi çünkü.. Bütün kitapçılarda 20 TL, Akmar Pasajı'nda 10 TL.. Kısa günün kazancı da böyle bir şey demek ki diye gülümsedim kendi kendime.

bu carsida hayat var
 Daldım Kadıköy Tarihi Çarşı'ya. O kadar severim ki burayı!  Sebzeler pırıl pırıldır, balıklar bütün cazibeleriyle  göz kırpar size. Taze çekilmiş kahve lezzetinin peşinden sürüklenirsiniz adeta. Baharatçıların kokusu ise içinizdeki yaşama sevincini uyandırır. Aklınıza gelmeyen meyveleri bile aldığınızı, elinizdeki poşetleri açtığınızda fark ettiğiniz çok olur. Ben de öyle oldum dün. Keçiboynuzu da almışım, tezgahtarın "Çikolata bunlar!" dediği muşmulalardan da almışım.. Çeşit çeşit zeytinlerin tadına bakarken kendinizi Ege'de gibi hissedersiniz bir an. Aksaray kırmasını seçerken sanki Ege'deydim ben de.
Bu çarşı sürprizlerle doludur. Mutlaka bir müzik etkinliğine denk gelir, duraklayıp dinlersiniz.  Çiya'nın önünden geçerken  kulağınıza çalınan İngilizce, Fransızca, Almanca, Japonca sözcüklerden mutlu olursunuz. "Bu güzel çarşıyı  dünyanın çeşitli yerlerinden insanlar da görüyor, ne güzel!" diyerek, güzelliğin evrensel boyutunu hissedersiniz; semtinize olan aşkınız kabarır biraz daha.. En azından ben böyle oluyorum hep. 

İnsan yaşadığı semti sevmeli,  bu anlamda ne kadar şanslı olduğumu düşündüm bir kez daha..

Ellerim kollarım dolu, her dükkana, her vitrine baka baka eve döndüm sonra. Ben eve girdim, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı, hava karardı birden. Zamanlamam müthiş olmuştu, hemen açtım aldığım cd'yi. Bu karanlık ama  gözüme fevkalade güzel görünen havaya ne kadar da yakışmıştı akordeon sesi.

Yani demem o ki, hayattan bir gün çaldım dün. Ne dershane polemiklerini dinledim, ne de politikacıların hepsi birbirine benzeyen saçma sözlerini. Kendim dışında hiç bir şeyi önemsemedim anlayacağınız. Bilgisayarımı da açmadım, sosyal medyaya da bakmadım.

Dün ben, kendi içimde bir yerlerde unuttuğum insanı mutlu ettim..

Peki siz, en son ne zaman mutlu ettiniz kendinizi?

Her zaman olduğu gibi, sevgiyle...


Devamını Oku

25 Kasım 2013 Pazartesi

Bunu Blogumda Paylaşabilirim. Hürriyet Benim.

hurriyet
Hürriyet; gündeme dair cesur bir projeyle karşımızda. TBWA\ISTANBUL'un hazırladığı proje kısa zamanda oldukça ses getirdi. Din, dil, ırk, cinsiyet ayırt etmeden bireysel özgürlükleri konu alan projenin amacı Türkiye'nin dört bir yanından insanların hürriyetlerini dile getirmeleri ve seslerini duyurmaları...

Bu proje katılımcıların kendi hürriyetlerini anlatmaları için tasarlandı, katılımcılar videolarını oluştururken ilham versin diye de bir film hazırlandı.

Hürriyet, herkesi kendi hürriyet cümlelerini yazmaya ve hürriyet şarkılarını yaratmaya davet etti. Kullanıcılar içinde kendi fotoğraflarının da olduğu hürriyet filmleri yaratabiliyor ve bu filmleri sosyal medyada dilediğince paylaşabiliyor. Ayrıca seçtikleri mesaj ve fotoğraflarından oluşan bannerı hurriyet.com.tr sayfalarında yayınlanıyor. Kısaca proje tamamıyle interaktif bir proje olarak kurgulandı. www.hurriyetbenim.com üzerinden ilham verici videoyu seyredebilir, kendi video ve bannerınızı yaratabilirsiniz.

"Hürriyet Benim" filmi, daha TV’ye çıkmadan viral olarak sosyal medyada gösterildi ve çok kısa sürede yayılarak; sosyal medyada konuşulmaya ve paylaşılmaya başlandı. Kullanıcıların katkılarıyla yapılan klipleri Twitter'dan #hürriyetbenim hashtag'iyle takip edebilirsiniz.

Ben de kendi videomu oluşturdum ve benim için hürriyetin ne demek olduğunu anlattım. İzlemek için;
http://hurriyetbenim.hurriyet.com.tr/video.aspx?k=ZC0IWWM0CBY

  Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

24 Kasım 2013 Pazar

Ben eğer bensem, onların sayesinde..

24 kasim

Benim gözümde iki tane kutsal meslek var. Biri insanların hayatını kurtaran doktorluk, diğeri de hayatı çocukken şekillendiren öğretmenlik.. Her ikisini de hakkıyla yapmak için öz veri şart, her ikisinde de mesai kavramı yok, her ikisi de kendini insanlığa adamak demek..
Elbette bilim adamları da önemli, mühendisler de önemli, fırıncılar da önemli, eczacılar da önemli. Mimarlar, avukatlar, terziler, çiftçiler, sanatçılar, gazeteciler, müzisyenler önemsiz demiyorum.
Ama bu saydığım ve sayamadığım meslek gruplarına mensup herkesin yolu bir kez da olsa mutlaka doktora düşüyor.. Ve bu saydığım meslekleri yapanların hepsinin hayatlarında iz bırakan, başarıyla icra ettikleri mesleklere kendilerini yönlendiren birer öğretmenleri vardı.
Kimse bu yüzden alınganlık göstermesin mesleği ile ilgili..

kutsal meslek
Eğer bu gün müziğe ilgi duyuyorsam, bunu kısıtlı imkanlara rağmen bize devlet okulunda piyano çalan, klasik müzik dinlettiren müzik öğretmenime borçluyum.
Eğer bu gün kitap okumayı seviyorsam, bunu ortaokul ve lisede bize dünya klasiklerini okutturan çok sevgili edebiyat öğretmenime borçluyum.
Eğer bu gün biraz yazabiliyorsam, bunu lisedeki kompoziyonlarımın farkına varıp yarışmalarda dereceler almamı sağlayan, beni teşvik eden sevgili edebiyat öğretmenime borçluyum yine.. O güzel sesiyle bize okuduğu şiirler hala kulaklarımda çınladığı için, iyi şiirleri sevmem de O'nun sayesindedir.
Eğer üniversitede hazırlık dersinden muaf olabilmişsem, aradan geçen onca yıla rağmen gittiğim kurs sınavında Upper-Intermediate çıktıysam, bunu kendi imkanlarıyla sınıfa kasetler getirip bize İngilizce dinleten, İngilizce'yi ezbere kaçmadan hafızalarımıza kazıyan lise İngilizce öğretmenime borçluyum.
Eğer bu gün matematiği bu kadar seviyorsam, hayatım boyunca da sevmişsem, bunu daha ortaokuldayken denklemleri bize adeta şiir gibi anlatan sevgili matematik öğretmenime borçluyum.
Eğer bu gün dünyaya eşitlik gözlüğünden bakabiliyorsam; bu gün bunu zengin-fakir, köylü-kentli, kız-erkek, engelli-engelsiz, temiz-pis, çok akıllı-az akıllı, dindar-dinsiz ayrımı yapılmayan, karma bir devlet ilkokuluna gitmiş olmaya ve tabii ki beş sene boyunca bizlere anne şefkati gösteren sevgili ilkokul öğretmenime borçluyum.
Peki ama yok mu aksi sedalar? Var elbette..
 Eğer yakın zamana kadar tarihten hoşlanmadıysam, bu, lisede bize savaşların önemsiz detaylarını ezberlettiren, derse asla ruh katamayan, işini savsaklayan tarih öğretmenim yüzündendir. Belki de O'nun sayesinde sayısalcı oldum, hakkını yememek lazım..
Eğer bu gün bir çöp adam bile çizemiyorsam, resim sanatına bu kadar uzak kalmışsam, resim dersinde çizdiklerimi beğenmediğini acımasızca söyleyen;  hatta bazı arkadaşlarımızın kafasına sırf bu nedenle cetvelle vuran resim öğretmeni yüzündendir.
Bir mühendis olmama rağmen fizik dersine karşı zorlanışım, kendisine “cadı” lakabını taktığımız lisedeki fizik öğretmenim yüzündendir. Talihsizlik bu ya, “korkunç yenge” lakabını taktığımız üniversitedeki fizik öğretmenimizin de hakkını yememem lazım. Fizik dersinin aslında ne kadar da zevkli olduğunu çok sonraları öğrenebildim onlar yüzünden.
Aslında bugün ben neysem, bu halimde hepsinin dokunuşu gizli.. Bunun için diyorum ya, öğretmenlik kutsal bir meslektir diye..
Sevdiğim sevmediğim, hayatımda izler bırakan bütün öğretmenlerin bu özel günlerini yürekten kutlamak istiyorum.

24 kasım 2013
Onlar ki, üniversiteden “öğretmenlik yetkinliği” diploması aldıkları halde, bu diplamalarının yetersiz görülüp, KPSS denilen saçma sınavı geçebilmek için mezuniyetlerinden sonra senelerce dershane kapılarını aşındırmak zorunda kalanlar!
Onlar ki, 350.000 tanesi atama bekliyor.. Mesleklerini yapamadıkları için aç ve sefil yaşıyorlar ..
Onlar ki, atanamadıkları için dershanelerde asgari ücret karşılığında sigortasız çalışanlar..
Onlar ki, “ücretli öğretmenlik” adı altında sömürülenler..
Onlar ki, dün isteklerini duyurmak, insanca ve onurla yaşama haklarını haykırmak için Ankara'da bir gösteri yapmak istediler.  Gaz yediler, tazyikli su sıkıldı üzerlerine ve aralarından 7 kişi yaralandı..
Onlar ki, bazıları paralı özel okulların şımarık öğrencileriyle, dünyanın kendi çocuklarının çevresinde döndüğünü sanan şımarık ve kaprisli velileriyle uğraşmak zorunda olup, mesleki saygınlıklarını yitirenler..
Onlar ki, bir polis memuru kadar maaş alamayan, kıt kanaat geçinme derdine düşüp kendilerini geliştirecek kitaplara bile bütçelerinden pay ayıramayanlar..
Hepsini ama hepsini sevgiyle kucaklıyorum..
İyi ki varsınız sevgili öğretmenlerim, gününüz kutlu olsun..











Devamını Oku

21 Kasım 2013 Perşembe

Ben mutluluğu Heidi'den öğrendim..


Geçen gün, Facebook sayfamda biraz da esprili bir şekilde “Yazmamı istediğiniz bir konu varsa isteklerinizi alayım” demiştim. Sevgili Travel Spree bloğunun sahibesi, 

 “peçeteye yazıp uzatasım geldi, mutlulukla ilgili yazar mısın?” diye yanıtladı sorumu. Sevgili Era Kültür Sanat  da “sıradaki yazı tüm sevdiklerime gelsin o zaman “dedi ve kendi aramızda gülüştük.. Aslında o anda mutluluğu yakalamıştım bile, aklımda yine o  bildik resimler belirmişti.


hedinin dedesi
Evet, benim mutluluk tanımım Heidi çizgi filmiyle o kadar örtüşüyor ki..
Mutluluk, köylülerin aksi ve suratsız bulduğu, kendi dünyasında doğayla baş başa yaşayan büyük babanın kalbinden açığa çıkan sevgide gizliydi. Kim bilir hangi nedenlerle insanlara küsmüş olan büyük baba, toplumun zehirli dolduruşlarıyla kirlenmeyen Heidi'nin saf sevgisinde kendisini yeniden bulmamış mıydı? Dışarıdan kötüymüş gibi görünse de her insanın içinde bir güzel taraf saklı değil miydi?
Evet öyleydi..
Heidi'nin büyük babasını tanıdıkça O'nu ne kadar da sevmiştik.. Keşke köylüler de O'na olan ön yargılarını bir kenara atıp, o sımsıcak yüreğini görebilselerdi.. Yani ben ne öğrenmiştim? Ön yargılar, dış görünüşler bir yana, insanların güzel taraflarını görebilmekte, içlerinde gizledikleri sevgiyi açığa çıkarabilmekteydi marifet.
Heidi mutluydu, çünkü insanların kötü taraflarını görmeyecak kadar masum bakıyordu hayata..
Demek ki mutluluk sevgide saklıydı; çıkarsız, masum, olabildiğince içten sevgide..


peter
Sonra Peter vardı. Okuma yazma bilmeyen, bütün gün dağlarda keçilerini otlatan Peter.. İşini o kadar seviyordu ve o kadar güzel yapıyordu ki, keçileriyle adeta bir bütün olmuştu. Onların güvende olduğundan emin olduğu zamanlarda, uzanıp dağları ve gökyüzünü seyrediyordu..
Peter mutluydu, çünkü işini çok severek yapıyordu, kendisiyle barışıktı..
Demek ki mutlu olmak için insanın sevdiği bir işi yapması gerekiyordu.. Her şey para demek değildi. İnsan, getirisi az bile olsa, stressiz bir işte mutlu olabilirdi..


Peter ve Heidi

Heidi ve Peter, birlikteyken çok eğleniyorlardı. Ağaçlara tırmanıyorlar, belki de tek oyuncakları olan tahta kızakla neşe içinde yuvarlanıyorlardı karlı dağlarda..
Onlar mutluydular, çünkü özgürlüğün tadını çıkarıyorlardı olabildiğince..
Demek ki mutlu olmak için özgür olmak gerekiyordu. Yanınızda sevdiğiniz biri de varsa hele, bundan daha mutluluk verici ne olabilirdi?



Heidi ve peynir
Heidi ve büyük babası uzun süre karlarla kaplı dağlarda yaşadıkları için pek fazla yiyecek seçenekleri yoktu. Akşamları süt ısıtırlar, kendi yaptıkları ekmeği bölüşürler, bir de peynir kızartırlardı.. Nasıl da güzel görünürdü yağları akan kızarmış peynir gözüme.. Hayatımda hiç peynir yemediğim halde, izlerken benim bile ağzımın suları akardı..
Heidi ve büyük babası kızarmış peynir yerken mutluydular, çünkü fazla tüketmenin ne demek olduğunu zaten bilmiyorlardı.. Az yedikleri halde çok ama çok sağlıklıydılar üstelik.
Demek ki mutluluk,  sağlıkla alakalıydı, tüketim ile ise hiç ilgisi yoktu.. Fazla hırsa ne gerek vardı ki? Olan kadarıyla da mutlu olabilirdi insan..



heidi ve nine

Heidi'nin çok sevdiği bir büyük anne vardı köyde.. Heidi O'nu ziyarete gider, dişleri olmadığı için yiyemediği sert köy ekmeklerini gördükçe çok üzülürdü.. Sonra büyük şehre taşındı Heidi.. Hiç bilmediği yumuşacık beyaz ekmekleri görünce aklına büyük annesi geldi.. Ekmekleri sakladı, ne bilsindi ki sakladığı ekmekler küflenecek! Tek istediği, dağlara dönünce büyük annesine yumuşacık beyaz ekmekleri götürmekti çünkü..
Demek ki mutluluk, basit şeylerle bile olsa, sevdiklerimizi mutlu etmek için çabalamakla da mümkündü..



Clara
Clara vardı bir de.. Clara çok güzel bir kızdı, zengin ve O'nu çok seven bir babası vardı ama, Clara mutlu değildi. Çünkü yürüyemiyordu. Heidi'den sadece bir kaç yaş büyük olmasına rağmen, içindeki çocuğu öldürmüşlerdi korumacı yaklaşımlarıyla.. Bir yerine bir şey olur kaygısıyla O'nu pamuklara sarmalayıp, sırça bir fanusa koymuşlardı adeta.. Yalnızdı.. Sonra Heidi ve Peter girdi Clara'nın hayatına. O'nu sırtlarında dağlara taşıdılar, O'na daha önce hiç görmediği güzellikleri gösterdiler..
Clara'nın yüzü gülmeye başlamıştı dağlarda, yürüyemese de mutlu bir çocuktu artık O da.. Çünkü arkadaşlığı, dostluğu öğrenmişti..
Demek ki mutlu olmak için insanın bir tane de olsa candan dostu olması gerekiyordu.. Mutluluk, paylaşmakla çoğalan sihirli bir duyguydu sanki..


clara yururken
Kimse Clara'nın yürüyebileceğine ihtimal vermiyordu. Ailesi O'nu en iyi doktorlara götürmüş, ama bu doktorlar yürümesiyle ilgili hiç umut vermemişlerdi. Heidi ve Peter'se, tıbbın acımasız gerçeklerinden bihaber, Clara'yı mutlu etmek için çabalarken, aynı zamanda O'na umut da aşıladılar.. Hiç bıkmadan, hiç usanmadan O'nu yürümeye zorladılar. Ve sonunda mucize gerçekleşti, Clara yürümeye başladı.. Mutluluğu katlanmıştı artık..
Demek ki mutlu olmak için insanın umutlu olması gerekiyordu. Bir de kim ne derse desin, hayattaki mucizelere inanmak lazımdı..


Heidi uzgun
Bayan Rottenmeier'i anmadan olmaz elbette. Eğitimi katı disiplin, katı disiplini de emrivaki bir ses tonu zanneden bu kadından az çekmedi Heidi.. Bütün yaşama coşkusuna rağmen, zaman zaman ağladığı da oldu bu ruhsuz kadın yüzünden. Clara hastalandığında güzel dağ suyu içsin diye, Heidi'nin o güzel yüreğiyle elinde bir bardak ile evden kaçmasını, sokaklarda kaybolarak su aramasını hiç unutamam mesela..
Demek ki mutlu olmak için zaman zaman otoriteye baş kaldırmak gerekiyordu. Kendi doğrularından ödün vermemek, baskıya boyun eğmemek de gerekiyordu mutlu olmak için..





Aradan yıllar geçti, ben Heidi'yi hiç unutamadım. Ne zaman denk gelsem, yine bazen gözlerimde yaşlarla izlerim. Sahi sizi hangi çizgi filmler böylesine etkiledi?

.....
Her zamanki gibi sevgiyle ve mutluluğu hissederek kalın diyorum.

Devamını Oku

19 Kasım 2013 Salı

Yaratıcı İş Fikirleri Bu Garajdan Çıkıyor!

Hürriyet Garage, yenilikçi iş fikri olan genç girişimci adaylarını, 21 Aralık tarihine kadar www.hurriyetgarage.com ‘a yaratıcı başvuruları ile bekliyor!
Hürriyet İK, üniversite öğrencilerinin yenilikçi iş fikirlerine ortak oluyor. En iyi fikrin Hürriyet tarafından destekleneceği Hürriyet Garage yarışmasına katılımlar başladı. Garage’a başvuru için; gençler yaratıcı iş projelerini maksimum 3 dakikalık videolar halinde sunuyor.

Hürriyet'in girişimci üniversiteli gençlere destek amacıyla gerçekleştirdiği yarışma, en iyi fikirlerin daima garajdan çıktığı fikrine dayanıyor. Yarışmada dereceye girenlerin projelerine Hürriyet'i ortak edebilecekleri gibi, Hürriyet bünyesinde çalışma şansları da bulunuyor. Üstelik girişimcilerin, yarışma süresince deneyimli ekiplerin yardımıyla bireysel gelişimlerini de sağlayabilecekleri bir eğitim alabilme şansları da mevcut.

Yarışmaya AÖF hariç tüm lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri katılabiliyor. Yarışmaya başvuran ve seçilecek 10 ekibin içinde yer alan girişimciler, İstanbul dışında yapılacak ve toplam 5 gün sürecek Girişim Kampına katılıyor; ilk 2 gün girişimcilere gerekli bilgi ve donanıma ulaşmalarını sağlayacak yoğun bir eğitim, 3. gün değerlendirme komitesi üyeleriyle birebir görüşme imkanı sağlanan bireysel danışmanlık veriliyor. Kampın 4. günü ise ekiplerin kendi mentorlarıyla birlikte iş modeli hazırlanırken, 5. gün Yürütme Kurulu tarafından maksimum 15 dakika sürecek sunumlar gerçekleştiriliyor ve danışmanlık sürecine dahil olacak 3 ekip belirleniyor.
hurriyet

Danışmanlık sürecinde finale kalan ekiplerden iş modelini test etmeleri ve prototip oluşturmaları bekleniyor. Bu aşamaya kadar gelmeyi başaran ekipler, çekirdek sermaye kazanmış oluyorlar. Hürriyet bu süre boyunca genç girişimcilerin açık ofis alanı, ısıtma, soğutma, güvenlik, temizlik, telefon, faks, internet gibi ana ihtiyaçlarını karşılarken; diğer yandan da onlara koçluk desteği sağlıyor. Ekipler, haftada 1 gün Hürriyet Dünyası'na gelerek mentorlarıyla birebir çalışarak projelerini geliştiriyorlar.

Girişimciler, yoğun tempoda geçen 1 ayın sonunda geliştirdikleri iş modeli/prototipini, seçilecek üniversitede hem izleyicilere hem de yürütme kuruluna sunacaklar ve Yürütme Kurulu tarafından projeye ortak olma, Hürriyet Grubu bünyesinde istihdam yaratma, fikrin telif hakkını satın alma seçeneklerini göre ödüllendirilecekler.

Hayatını değiştirmek isteyen girişimciler için 21 Aralık 2013’e dek  www.hurriyetgarage.com üzerinden başvurular devam edecek.

Bir bumads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

13 Kasım 2013 Çarşamba

Temiz bir kent için ispiyoncular olsun razıyım!

          Bu sabah, sokaktan gelen gürültüyle cama çıktım. Bir de baktım ki belediyenin bir tankeri gelmiş, basınçlı su ile sokakları temizliyor.. Öylece seyrettim bir süre. Suyun basıncı ile bütün toz, çamur halinde akıp gidiyordu. Yerlerdeki sigara izmaritleri, çöpler, kağıtlar da bana mısın demiyordu suyun muhteşem kaldırma gücüne karşı..
                                                                                 
Belediyeyi takdir ederken çok da mutlu oldum gördüğüm bu manzara karşısında ne yalan söyleyeyim. Keşke dedim kendi kendime, keşke sokaklar hep böyle tertemiz olsa, tertemiz kalsa.. Ama ne mümkün, her ne kadar evlerimizde çok temiz olduğumuzu iddia etsek de; şehrimizi, sokaklarımızı temiz tutma bilincimiz maalesef yok.. Pırıl pırıl arabasının camını açıp kül tablasını sokağa boşaltan adam görmediniz mi hiç.. Elindeki sigarasını sokağa atmaktan utanmayan, dahası sokağa afedersiniz tüküren, elindeki boş kutuyu fırlatıp atan...
Neden diye düşündüm daha sonra.. Temiz olduğunu iddia eden, muhtemelen de evlerinde temiz olan bu insanlar neden sokağa özen göstermezler?

                        Kentimize aidiyet hissediyor muyuz?

Bence bunun en önemli nedeni, sokağı, yaşadığı semti, yaşadığı şehri sahiplenememe duygusu olsa gerek.. Bilemiyorum, belki de İstanbul'da yaşayan çoğu kişi, mecburiyetten, ekmek kavgasından burada.. Dolayısıyla da sevmiyor bu kenti.. Bir gün kendi memleketlerine dönecek olmanın hayaliyle yaşıyorlar demek ki, belki de hınçları var bu kente.. Yoksa, insan sevdiği bir yeri kirletir mi? Benim aklım hayalim almıyor başka türlüsünü..
Dikkat edin, yaşlılar çok daha fazla sahiplenirler sokakları ve kenti.. Mesela bizim mahallede çok ama çok yaşlı bir teyze var; her sabah hiç üşenmeden sadece kapısının önünü değil, kapısının önündeki yolu da süpürüyor büyük bir özenle.. Çünkü bu semtte öleceğinin farkında, kimbilir belki de ben böyle düşünüyorum..

Ben mesela, İstanbul'lu değilim köken olarak. Ama kentin sorunlarını göz ardı etmeyecek kadar, güzelliklerini görecek kadar, onu yok edenlere karşı duracak kadar da İstanbul'luyum aynı zamanda.. Çünkü ben bu kenti seviyorum..  Belediyenin uygulamalarını takip ederim sosyal medyadan elimden geldiğince, gördüğüm aksaklıklar için iletişime geçerim mutlaka.. Şimdi yiğidi öldürüp hakkını yememek lazım.. Ne zaman Kadıköy Belediyesi'nin mavi masasına başvursam, çok hızlı dönüşler almışımdır.. Bir şikayetimle tehlikeli bir kavşağa trafik lambası yapmışlardır, sokağımıza ağaç istiyorum talebimle midir bilmem ama caddemize manolya ağaçları dikmişlerdir, apartmanların içine konan geri dönüşüm kutularını bir hafta boşaltmadılar diye ettiğim şikayete bin bir özür dilemişlerdir.. Sonuç olarak yaşadığım semti seviyorum ve belediyeyi de takipteyim her sorumlu vatandaşın yapması gereken gibi.. 

                                  Neden sokaklarımızı pisletiyoruz? 

Şimdi dönüp dolaşıp yine eğitim ve bilinç meselesine geleceğim.. Kent kültürü, eğitimsiz insanların içselleştireceği bir kavram değil.. Eğitim gerçekten de şart! Şimdi belki de içinizden bazıları diyecek ki, çevre bilinci, doğa sevgisi karnı tok olanların işidir, insanlar ekmek derdindeyken sokakların temizliğini mi düşünecekler? Düşünecekler tabii ki efendim, bu işin zengini yoksulu olur mu? Sokakları temiz tutmanın parayla ne ilgisi var?  Nasıl ki  evlerinin pencere önlerine teneke yağ kutularında da olsa sardunyalar dikip nefes almaya çalışıyorlarsa, kentin temizliğini de düşünecekler.. Kaldı ki arabalarından sokağa çöp fırlatanlar yoksul mu? Bunu neden mi söylüyorum, sosyalist olduğunu söyleyen bir çok arkadaşımdan, çevre güzelliği, temizliği konusunu ne zaman açsam, konuyu aşağılayan yorumlar alıyorum da ondan.. İşin kötü tarafı ise bu arkadaşlarımın hepsi üniversite mezunu, okuyan, araştıran tipler.. Evet kendileri sokağa çöp atmıyorlar ama, atanları da cidden görmezlikten geliyorlar.. Varsa yoksa sınıf gözlüğü onlar için, beni de kent duyarlılıklarım yüzünden eleştirirler çoğu kez.. İyi de devrim hayalini kurarken kentimiz elden giderse ya! 
Televizyonlarda çeşitli bakanlıkların bilinçlendirme videolarını görürsünüz, sigara hakkında, vergi ödeme hakkında..vs. Bilemiyorum belki de  ben hiç denk gelmedim, ama bir tane bile şehri temiz tutmakla ilgili videoya rastlamadım.. Kocaman reklam panolarının bir tanesinde bile " yerlere çöp atmayınız" ibaresi görmedim.. Yeni nesil çevreci yetişiyor Allahtan, peki ya eski nesil ne olacak? Evlerinin bütün pisliğini dışarıya atan, sözümona kentte yaşayıp da bunun sorumluluklarını  bilmeyenler ne olacak?

                                  İspiyoncu vatandaşlar olsun istiyorum..

İsviçre'de yaşayan bir arkadaşım var, O anlatmıştı.. Bizde daha yeni yeni uygulamaya başlanan atıkların geri dönüşümüne onlar yıllar öncesinde başlamışlar.. Her çöp çeşidi için değişik renkte torbalar kullanılıyormuş. Örnek veriyorum, cam şişeler kırmızı torbada, kağıtlar mavi torbada gibi.. Bizim arkadaş da öğrenciyken tam da izne gelmek üzereymiş ve alelacele bütün çöpleri siyah torbaya doldurup bırakmış.. İzin bitip de İsviçre'ye döndükten bir ay kadar sonra bir posta notu almış.. Belediyeden çöpleri tek torbaya doldurduğu için yazılmış bir ceza pusulasıymış bu, kanıt da varmış üstelik.. Karşı komşusu fotoğrafını çekip şikayet etmiş çünkü belediyeye.. Şimdi belki de bu size psikopatça geliyor, ama ben temizlik ve geri dönüşüm konusunda böylesi cezalar olsun istiyorum gerçekten de .. Şimdi diyeceksiniz ki, size gıcık kapan komşular hemen şikayete başlarlar.. Hayır, İsviçre'deki gibi kanıtlı şikayetler kaale alınsın.. Birisi yere çöp mü atıyor, fotoğrafı çekilsin, belediyeye şikayet edilsin.. Ödesin bir kaç yüz lira, bizim insanımız ancak böyle akıllanır çünkü diye düşünüyorum..

                               Çözüm önerilerim..

 Psikopatça gibi görünen ama oldukça işlevsel olacağını düşündüğüm çözüm önerileri geliyor aklıma.. 
 Her sokakta vardır bütün gün  cam kenarında oturup kimin evine kim geldi, sokakta neler oluyor diye bakan meraklı kişiler..  Mesela bunlar, belediyenin gönüllü temizlik ajanları olsunlar.. Kim sokağa çöp atıyor, kim yere izmarit atıyor fotoğraflayıp belediyeye bildirsinler.. Her fotoğraf karşılığında alacakları  2-3  TL için  bu işi yapacak binlerce gönüllü çıkacaktır eminim.. Hem herkesin mahremiyetiyle ilgili dedikodu üreteceklerine topluma faydalı bir iş de yapmış olurlar..

Diğer çözüm önerimse, trafik polisi gibi temizlik  ve çevre polisleri olsun mesela.. Sokağa çöp atanlara anında ceza kessinler. Ağaç kesenlere, çimlere basanlara, çiçekleri koparanlara  "toma" değil de "doğa" aracından tazyikli su sıksınlar.. Kestikleri ağacın, kopardıkları çiçeğin yerine yenisini dikene kadar bu suçluların başında beklesinler.. 

Geri dönüşüm çöpüyle evsel atığı karıştıranların 3 gün suları kesilsin.. Bakalım bir daha yapacaklar mı?

Televizyonlarda haber bulamayınca araya  mutlaka bir alkollü sürücü hikayesi sıkıştırılır bilirsiniz.. Her haber programında bir tane "çevre temizliği suçu işleyen kişi görüntüsü" zorunlu hale getirilsin mesela.. 70 milyona rezil olsun bu insanlar, bakalım ne olur o zaman? Temizlik suçu göstermeyen kanallara RTÜK, günde yarım saat çevre belgeseli gösterme cezası versin hatta, ya da daha kötüsü o gün hiç reklam yayınlayamasınlar!

Psikopatlık bu ya, herkesin kapısının önündeki kaldırıma bir tane çiçek saksısı koyma zorunluluğu olsun.. Evinin önünde çiçek saksısı olmayanların  interneti kesilsin bir hafta.. Sosyal medya olmayınca mecburen çiçek sulamak zorunda kalsınlar sıkıntıdan..

Ayda bir pazar günü, sokak temizliği günü ilan edilsin.. Belediye ekipleri, semt sakinleri hep birlikte sabunlu sularla sokakları yıkasınlar .. Hem mahallede komşuluk ilişkileri gelişir, hem de çevre güzelleşir fena mı? Bu etkinlik yapılmadan önce belediye ekipleri sokaktaki sakinlerin listelerini alsınlar muhtardan, yoklama yapılsın.. Mazeret bildirmeden temizliğe katılmayanlara ise ceza verilsin. 15 gün içinde en yakın çocuk bakım evine ziyarete gitme zorunlulukları olsun örneğin..

Denize çöp atanlar, çöpü denizden dalarak çıkarmak zorunda kalsınlar..

Yere çöp atanlar, bir hafta toplu taşımadan yararlanamasın.. Otobüse binip kent kartını okutmak isteyince "bu kişi yere çöp attı, bakın bakın, işte şu kartını okutan adam" gibi otomatik bir ses  yayınlansın mesela...
Ne bileyim işte, içlerinden  bir tanesi Taksim'de sallandırılmasın elbette ama, bıktırıcı, korkutucu cezalar olsun..

Elbette sadece cezalar değil, ödüller de olsun.. En temiz sokak yarışması, en güzel çiçekli pencere yarışması, en bilinçli vatandaş yarışması olsun mesela, güzel ödüller verilsin..
Bir bakayım dedim var mı böyle şeyler, bakın varmış!



Demem o ki, ben gerçekten de temiz bir kentte, temiz bir dünyada yaşamak istiyorum.. Ruhu temiz insanlardan geçtim; bari sokaklarımız, suyumuz, denizimiz temiz olsun.. Çok mu şey istiyorum..
 Sahi sizin önerileriniz nedir bu konuda, çok da merak ediyorum..

Temiz bir dünyada, her zamanki gibi sevgiyle kalın diyorum..


Devamını Oku

12 Kasım 2013 Salı

Eski arkadaş, eski araba gibidir..



Eski arkadaş, gerçekten arıza yapsa da yolda bırakmaz. Yıllar geçse de aradan, o kadar çok paylaşım, o kadar çok anı birikir ki, her bakışınızdan, her duruşunuzdan, sesinizin tonundan bile ne düşündüğünüzü anlarsınız birbirinizin.

eski-araba-gibi

Teklifsizdir hayatınız onunla birlikteyken.. Mesela buzdolabını rahatça açar, bir iki zeytin tanesi aşırabilirsiniz çekinmeden.. Aranızda para sorunu olmaz hiç. Siz onun sigara parasını ödersiniz günün birinde, o sizin yemek paranızı karşılar en parasız zamanınızda. Çünkü eski arkadaşlıklarda “ısmarlama” diye bir kelimenin adı bile telaffuz edilmez, ayıp karşılanır hatta bu sözcük..
Diyelim ki aşk acısı çekiyorsunuz, salya sümük ağlayabileceğiniz tek omuzdur onunkisi.. Tıpkı yeni bir başlangıcın coşkusunu paylaşmak için, ilk önce onu aradığınız gibi.. Teklifsizce gecenin üçünde, sabahın beşinde aranacak ilk insandır eski arkadaş.. Çoğunlukla aileden de yakın, genellikle de bunu hak eden..
Kıskançlık, çekememezlik, entrika yazmaz eski arkadaşlığın kitabında..
Ona kendinizi anlatmak zorunda değilsinizdir. O zaten sizi bilir.. Çocukluğunuzu bilir, ilk gençliğinizi bilir, yenice heveslerinizi, bıkkınlıklarınızı, yorgunluklarınızı da bilir.. Hatta o kadar bilir ki, ona bakarken aynaya bakar gibi hissettiğiniz olur sıklıkla.. Bir şarkının  tek bir sözcüğünde kocaman bir hikaye barındırırsınız birlikte..  Çevrenizdekiler  hiç anlamaz  bu bir oluş hallerini, bu duygudaşlığı.. Çok insan tanırsınız onun üstüne, çok insan gelip geçer hayatınızdan.. Ama o hep vardır bir yerlerde sizin için, yerini dolduran olmaz..

Bazen üzülürsünüz onun adına, yanlış yaptığı için kızarsınız, söylenirsiniz. Hatta bağırırsınız da yüzüne .. Çok emek verilmiştir karşılıklı, çok badire atlatılmıştır.. Bazen senelerce görüşülmediği de olmuştur basit bir kırgınlık yüzünden.. Çünkü en çok sevdiğiniz ve işte tam da bu yüzden sizi en çok üzebilecek kişidir o.. Yenileri bir şey söylediğinde gülüp geçersiniz ama onun söylediği bir söz yaralar sizi .. Tıpkı Pir Sultan Abdal gibi.. Bilirsiniz bu yürek paralayıcı hikayeyi..
Pir Sultan, darağacına doğru giderken, Hızır Paşa, "herkes taş atsın, atmayanı keserim" diye ferman buyurmuştur.. Halk, korkudan taşlamaya başlar, ama taşlar Pir Sultan'a değmez. Pir'in dostu Ali Baba da can korkusuyla O'na bir gül fırlatır.. Gül isabet eder Pir'in vücuduna, rivayet olunur ki al kanlar akar bedeninden.. Öyle incinmiştir ki Pir Sultan, o çok güzel sözler dökülür ağzından:

" Şu kanlı zalimin ettiği işler,Garip bülbül gibi zareler beni.Yağmur gibi yağar başıma taşlar, İlle dostun bir tek gülü yareler beni.."
....
İşte eski arkadaşlık, ya da dostluk böyle bir şeydir.. Derin yanımızdır, hassas noktamızdır, gücümüz kuvvetimizdir; güçsüzlüğümüz, yumuşak karnımızdır..

....

Şöyle bir karıştırın tozlu defterleri bakalım, gücenip de küstüğünüz, affetmediğiniz eski arkadaşlarınızla barışma zamanı gelmiştir belki de..

Sevgiyle ve her zaman dostluğun değerini bilerek kalmanız dileğiyle..




Devamını Oku

10 Kasım 2013 Pazar

10 Kasım..


10 Kasım











Devamını Oku

7 Kasım 2013 Perşembe

Delinin biri kuyuya taş atarsa!

deli akilli
görsel, internetten alıntıdır..
Bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı kişi o taşı çıkaramamış..

Peki deli niye kuyuya taş atmış?

Belki canı sıkılmıştır.

Belki hakkında konuşulsun istiyordur ve deli numarasına yatıyordur.. Reklamın iyisi kötüsü olmaz çünkü!

Belki merak etmiştir, ardından kaç kişi gelecek diye..

Taşı attıktan sonra kenarda pusuya yatıp, taşı çıkarmaya çalışan akıllıları gözetleyerek eğleniyor olamaz mı?

Belki de attığı taşı çıkarmaya giden akıllıların evlerini soymaya gidecektir. Aslında deli değil, son derece detaylı planlar yapan ve o planları adım adım hayata geçirmeyi hedefleyen bir strateji uzmanıdır kendisi..

Attığı taş büyüktür de ondan mı kırk akıllı seferber olmuştur? Yoksa küçücük taşı kırk kişi çıkarmaya gittiği için taş efsaneleşmiş midir? İşte bu konuyu iyi düşünmek lazım..

Kırk kişi taşı çıkarmaya uğraşırken mutlaka bir karmaşa çıkmıştır ve belki de bu nedenle başarılı olamamışlardır.. İçlerinden birini görevlendirmeyi denemişler, muhtemelen ego savaşlarına yenik düşmüşlerdir.. Egosu yüksek insan, akıllı olsa ne yazar ki?

Bu kırk kişi, o taşı çıkarmayı başaramadıkları halde neden hâla “akıllı” sıfatına layık görülür, bu da ayrı bir tartışma konusu..

Bu söz hakkında yazılmış kişisel gelişim kitabı var mıdır acaba? Çünkü kıldan tüyden meselelerden bile “liderlik sanatı(!)” üzerine söylevler çıkarmayı iş edinmişler ya kendilerine..

Kırk akıllı kişi, olay öncesinde o delinin yoluna taş döşeselerdi acaba ne olurdu diye düşünmüyor değilim hani.. Sahi kim deli, kim akıllı?

Bırakınız atsınlar, bırakınız gitsinler “ diyen olmuştur mutlaka.. İyi de nereye kadar, ya atılan taşlar suyu kapatır da kuyu kurursa!!

Ön görü şart, hatta eğitim de şart..

Yetmez ama evet diyenler, hikayeye seyirci kalanlardır.



Akıllarımıza mukayyet olalım, sevgiyle kalmayı ihmal etmeyelim..









Devamını Oku

6 Kasım 2013 Çarşamba

Bu devirde öğrenci olmak zor!

 
ogrencilik
kampüs hayatı- fotoğraf alıntıdır..
Gerçekten de bizler üniversiteye giderken şanslıymışız.. YÖK vardı, vize ortalaması 40 olmazsa okuldan direkt atılmak vardı, öğrencilik ile ilgili dertlerimiz elbette vardı ama en azından böylesi baskılar yoktu!

Ege Üniversitesi kampüsünün ortak bir bahçede konuşlanan kız-erkek karışık yurdunda kalıyorduk... İlk 5 bina kız, sonraki 7 bina da erkek yurduydu.. Yemekhanelerimiz de kendi binalarımızın içindeydi.. Ama en azından sınıf arkadaşlarımızla, yurt arkadaşlarımızla binaya giriş saatine kadar bahçede oturabiliyorduk, gitar çalıp şarkı söyleyebiliyorduk, geyik çevirebiliyorduk.. Gülümseyerek anımsadığımız öğrencilik anılarımız, şimdi sakıncalı bulunuyor! Gerçekten de inanamıyorum..

Üniversite hayatı demek, biraz da kampüste vakit geçirmek demektir, sosyalleşmek demektir.. Ege Üniversitesi'nin ve 9 Eylül'ün Bornova'daki fakültelerinde okuyan öğrenciler, Bornova'daki yurtta; Balçova'daki fakültelerinde okuyan öğrenciler ise İnciraltı'ndaki yurtta kalırlardı.. Yani ulaşım sorunumuz yoktu, her yere yürüyerek gidebiliyorduk.. Ama muhafazakar iktidarımız, kız ve erkek öğrencilerin ortak bahçe kullanmasını ahlaka (!) çok aykırı bulduğu için, Bornova'daki yurdu kız, İnciraltı'ndaki yurdu ise erkek yurdu yapmış bildiğim kadarıyla.. Zavallı öğrenciler, saçma sapan bir yol eziyeti çekiyorlar şimdi.. Düşününce ne kadar da mantıksız geliyor kulağa.. Bir kampüs var, o kampüsün içinde yurt da var.. Cinsiyet ayrıştırması nedeniyle siz o yurtta kalamıyorsunuz.. Şehrin bir diğer ucunda,  bahçesinde karşı cinsi göremeyeceğiniz bir yurtta kalmanız uygun görülmüş çünkü!! 
  Başbakan, dün yaptığı konuşmada gururla bahsediyordu..

“ Kız ve erkek öğrenci yurtlarını ayrıştırma sürecimiz hızla devam ediyor”

Bu bir akıl tutulmasıdır, bu yaşanan sürece cidden anlam verebilmek mümkün değildir. Bir lisede, kız ve erkek öğrencilerin yemek saatlerinin ayrıştığını söyleyen bir haber daha okudum dün.. Cidden ülke nereye doğru gidiyor, dehşetle izliyorum bütün bu olan biteni..
Bütün bunların üzerine tuz biber eken söylemse :
Kız erkek karışık evlerde oturan öğrencilerin evlerinde değişik şeyler oluyor” cümlesidir.. Sanki bütün öğrenciler evlerinde fuhuş yapıyormuş, sanki bütün öğrenciler evlerinde molotof kokteyli hazırlıyormuş, sanki bütün öğrenciler sapkınlık içindeymiş gibi hepsini zan altında bırakan bir cümledir hem de..

.....

Hayata cinsellik gözlüğü ile bakarsanız, elbette cinsellikten başka bir şey göremezsiniz..
Gençlere güvenmezseniz, gençleri baskı altına almaya çalışırsınız.. Herkes aynı düşüncede, aynı yaşam tarzında olsun derseniz, toplum mühendisliği yapmaya kalkarsanız, Hitler'den bir farkınız da kalmaz!

5 katlı ilk okul gibi binaları üniversite diye açıyorlar. Bu sözümona üniversitelerin yanında yurt var mı? Yok..
Peki bu öğrenciler nasıl barınacak? Cevap, başlarının çaresine bakacaklar.. Paraları yoksa da cemaatin evlerinde hem beyinleri yıkanacak, hem de bedava kalacaklar..
Bu üniversitelerin eğitim kalitesi nasıldır? Bilen yok.. Hoşlanmadıkları ODTÜ'de okuyan bir öğrenciyle, yeni açılan RTE Üniversitesi'nde okuyan bir öğrencinin aynı seviyede eğitim alacağı söylenebilir mi? Bilinmez ama RTE'den mezun olacakların iş bulması daha garanti artık!!
Vaizin 2655 TL aldığı temmuz 2013'de, üniversite araştırma görevlisi 2484 TL alıyor.. Polis memuru hepsinden daha değerli, 2784 TL alıyor.. Bu adaletsizliği gören var mı? Yok.. Sonra da bizden neden bilim adamı çıkmıyor diye yakınıyorlar... Aslında üniversiteye gitmeye gerek yok ki.. Ne kadar donanımlı olursanız olun, iş bulmak artık mucize çünkü.. Bu devirde ya polis olacaksın, ya da vaiz.. Hem iş garantisi var, hem de yüksek maaş! Uzay bilimleri okuyup da KPSS sınavlarında dirsek çürütmekten evladır neticede..

Hiç girmek istemiyorum aslında günlük politik manevraların girdabına.. Bütün bunlar, daha doğrusu politikanın kendisi  bana cidden çok iğrenç geliyor.. Ama o kadar sinirleniyorum ki, tutamıyorum bazen kendimi..

Güzel günler görmek dileğiyle, siz yine de sevgiyle kalın...




Devamını Oku

5 Kasım 2013 Salı

Cem Sultan ve 2. Bayezid'in iktidar kavgası..


Cem Sultan
Öncelikle Fatih Sultan Mehmet'in Kanunnamesi'nden bir madde ile başlayalım.
“Ve her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşlarını Nizam-ı Alem  için katleylemek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir. Anınla amil olalar..
Yani özetle demiş ki Fatih Sultan Mehmet:
“Devlet istikrarının devamı için saltanata geçecek olan çocuklarımın birbirini öldürmesi uygundur, Osmanlı'nın alimleri de buna izin vermiştir..”

Bu ön bilgiden sonra 15. yüzyıla doğru bir gidelim. İstanbul'un fethinden 6 yıl sonra, 1459 'da Edirne Sarayı'nda doğar Cem Sultan. Babası Fatih, o sıralar Yunanistan seferindedir. Sarayda 4 yaşından 10 yaşına kadar iyi bir eğitim alır. Yunanca, Farçsa, Fransızca ve İtalyanca'yı çok iyi bildiği söylenen, aynı zamanda çok da iyi bir şair olan Cem Sultan, Ağabeyi 2. Bayezid'den 13 yaş küçüktür ama çok daha yetenekli ve çok daha iyi yetişmiş bir şehzadedir. Babası Cem Sultan'ı çok sever. Hatta 1481 yılında ölmeden önce 
“ Benden sonra tahta geçecek olan Cem'dir” dediği de rivayet edilir.

cocuk
alıntıdır
Dönelim hikayemize. Cem Sultan, 10 yaşındayken Kastamonu Sancak Beyliği görevine getirilir. Sancak Beyi demek, imparatorluğun sınır bölgelerindeki en üst düzeydeki yönetici demek bu arada.. Abisi Mustafa ölünce de Konya'ya vali olmuştur. Diğer abisi 2. Bayezid ise henüz 7 yaşındayken, Hadım Ali Paşa denetiminde Amasya Valisi olmuştur. Yani beylerbeyidir, bir eyaletin yönetiminden sorumlu olan kişidir... Çocuk yaşlarda iktidar hırsı bilinç altlarına kazınmıştır bu kişilerin. Böyle bakıldığında, zaten kardeşlerini öldürmek istemeleri çok da normal karşılanabilir.
Baba ölür 1481 yılında, Cem daha 22 yaşındadır. Tahtı kim ele geçirirse hükümdar da o olacaktır. Aslında en iyi kardeş, ölü kardeştir demek de mümkün tabii ki! ( Sarık ve İstanbulin, sf: 95)


taht kavgasi
alıntıdır
O zamanlar iletişim ulaklar aracılığı ile sağlanır. Babaları öldüğünde Bayezid Amasya'da, Cem Konya'da.. Kim önce haber alırsa o tahta geçecek. İşte entrika diyebileceğimiz politik manevralar da bu noktada başlar. Topkapı Sarayı'nda daha iyi örgütlenmiş olan Bayezid'in yandaşı Sinan Paşa, ulakların Cem'e 3 gün geç gitmesini sağlar. Böylece Bayezid, padişahlığını ilan eder. Cem Sultan bunu kabul etmez tabii ki, toplar bir ordu Konya'da ve yola çıkar. Bursa yakınlarında, abisinin gönderdiği orduyu yener. İstanbul'da Bayezid her ne kadar padişahlığını ilan etmiş olsa da, Cem Sultan da Bursa'da kendi padişahlığını ilan eder, hatta kendi adına para bile bastırır. Bu arada Bayezid da boş durmaz elbette. Cem'in destekçisi Sadrazam Mehmet Karamani Paşa'ya karşı yeniçerileri kışkırtır ve O'nu öldürtür. Ulema'yı etkiler,  vakıf arazilerine el konulmasından vazgeçileceğini ilan eder ve vakıf sahibi güçlü aileleri de yanına çekmeyi başarır. Sonra da Bursa'ya güçlü bir ordu göndererek kardeşine yeni bir savaş daha açar. Cem, kan dökülmesin diye Anadolu topraklarını kendisinin, daha geniş olan Rumeli topraklarını ise Bayezid'in yönetmesini, yani ikili bir yönetim şeklini teklif eder abisine.. Ama savaşı kaybedince bu olasılık da ortadan kalkar. Yani Cem Sultan'ın saltanatı sadece 18 gün sürer.

iktidar
alıntıdır
İktidar hırsı bitiyor mu peki, tabii ki bitmiyor... Önce Kahire'ye gidip Memluklular'a sığınır Cem Sultan. Amacı ise geri dönüp iktidarı ele geçirmektir. Memluk Sultanı'ndan maddi destek alacak ve ordu kurarak geri dönecektir. Memluk Sultanı ise bu iktidar savaşı sırasında Osmanlı'nın yıpranacağını düşünür, hem dost bir padişah da iyidir.. Yani karşılıklı çıkarlar uygundur. Memluk Sultanı Kayıtbay, “Sana destek vereceğim ama önce gelmişken hac görevini yerine getirerek Müslümanlar gözünde itibar kazan” der. Böylece Cem Sultan, Osmanlı Hanedanı'nda ilk hacı olan kişi ünvanını alır. İslam dünyası'nda ise itibar kazanır. Ailesini orada bırakıp Adana'ya gelen Cem Sultan, Karaman Beyi'nin desteği ile Ankara Kalesi'ni kuşatır ama başaramaz. Çareyi Rodos Şövalyeleri'ne sığınmakta bulur. Şövalyelerin lideri Pierre d'Aubusson'la adada özgür alacağına dair bir anlaşma yapar. Amacı ise  Macar Kralı Matyas'dan destek alıp abisine tekrar savaş açmaktır.

şövalye
alıntıdır
Şövalyeler ise elbette bu durumu kendi çıkarları için kullanırlar. Bir kaç ay içinde Bayezid'la anlaşma yaparlar. Şehzade adada tutsak kalacak, karşılığında ise bakım masrafı adı altında o zaman için çok yüklü bir bedel olan, yılda 40.000 Venedik Dükası alacaklar ve Osmanlılar'la serbest ticaret yapabileceklerdir. Adı "bakım masrafı" bile olsa Osmanlılar, tarihlerinde ilk defa haraç ödemeyi böylece kabul etmek zorunda kalırlar. Bayezid, bu süre içinde kardeşinin bir şekilde öleceğini de umut ediyordur muhtemelen... 
Bu işten en büyük çıkarı ise, kuşkusuz Rodos Şövalyeleri elde eder.. Hem Osmanlılar'dan para sızdırmak, hem Osmanlılar'ın adaya saldırmasını engellemek, hem de Hristiyan Dünyası'na karşı etkili bir kozu ellerinde tutmak; daha ne olsun!  Düşünsenize, o dönemin Avrupası'nda hangi kral, Osmanlı Padişahı'nın korkulu rüyası olan böyle bir tutsağı ele geçirmek istemezdi ki?

zizimi
Şövalyeler, Cem Sultan'ın kendi isteğiyle bu çok değerli tutsağı gemiyle Fransa'daki Limousin'e , Bourganeuf'da inşa ettikleri özel kuleye götürürler ve tutsak etmeye devam ederler. Uzaklaştığı için Bayezid tarafından öldürülme riski de azalmış olur Cem Sultan'ın.. Avrupalılar Cem'e Zizimi dedikleri için bu kule de Zizimi Kulesi olarak bilinir ve günümüzde hala ziyaretçileri vardır. Bu kulede Cem Sultan, 2 yıl hapis kalır. Bu süre içinde ağabey Bayezid'in uykuları elbette kaçmaya devam eder. O'nu öldürtmek için elinden geleni yaparken bir taraftan da haraç öder. Olay öyle bir noktaya varır ki, bu değerli tutsak için krallar birbiriyle yarışa geçer. Mesela Bayezid, Topkapı Sarayı'ndaki Hristiyanlığın kutsal emanetlerinden “Vaftizci Yahya'nın Eli”ni şövalyelere ve “Hz. İsa'yı öldüren mızrağın parçası”'nı Roma'ya göndermiştir. Bir çok kral da şövalyelere  teklifler götürürler ve ihaleyi 7 sene sonra Papa VIII. Innocentius kazanır. Böylece bahtsız şehzade Cem, 1489 yılında, Roma'ya gönderilir. Bunun karşılığında ise Rodos şövalyelerinin lideri Pierre d'Aubusson kardinal olur. Papa, Cem'e Hristiyan olması karşılığında özgürlük vaadeder ama Cem Sultan bunu şiddetle reddeder. Zavallı Cem, dayısı olduğu söylenen Macar Kralı Matyas'a ulaşabileceğini düşünürken, bir sene sonra 1490 yılında Matyas da ölünce artık hiç bir umudu kalmaz. İki sene sonra papa da ölür mü... Yerine geçen yeni papa VI. Alexandre, yine Bayezid'le anlaşmalar yapmayı düşünür. En sonunda  Osmanlılar'a karşı Haçlı seferi yapmayı düşünen Fransa kralı VIII. Charles, 1494'de Roma'ya iner ve Cem'i ele geçirir. Fransa'ya doğru giderken yolda hastalanıp 1495 şubatında  Cem aniden ölür. Bayezid'in casuslarından birinin berber kılığında kanına zehir karıştırdığı söylentisi dolaşır. Bir diğer söylenti ise, Papa'nın  seneler boyu haraç kaynağı olan şehzadeyi  krala yedirmemek için teslim etmeden önce yavaş yavaş zehirlediği  yönündedir.. Bilemiyoruz elbet ne olduğunu; bildiğimiz tek şeyse, iktidar hırsının ne korkunç boyutlara ulaşabileceği..

Cem Sultan ölür de pazarlıklar biter mi? Hayır bitmez elbette. İlaçlanarak bozulmadan saklanan ceset de yıllar boyu pazarlıklara konu olur. Kardeşinin ölümü üzerine 3 gün yas ilan ettiren Sultan Bayezid, ölümünden tam 5 yıl sonra cenazeyi Bursa'ya getirmeyi başarır ve diğer kardeşi Mustafa'nın yanına gömdürür.
şahzade cem

Yazının başında belirttiğimiz gibi, taht kavgaları çıkmasın diye kardeş katlini meşru kılan Fatih, ne oğullarının taht kavgasına engel olabilmiş, ne de en sevdiği oğlu Cem'in sultan olmasını sağlayabilmiştir! 
Peki bu kardeşlerin 13 sene süren taht kavgası nelere mal olmuştur?
 Bu olay yüzünden Osmanlı kasasından ciddi miktarda haraç ödenmiştir.
 Batılı Devletler ve Papa, Cem Sultan'ı bir şantaj unsuru olarak kullandıkları için, Osmanlılar'ın fetihleri durmuş, 2. Bayezid dönemi sönük geçmiştir.
İki oğulun da kafasında ya saltanata geçmek, ya da ölmek varmış gördüğünüz üzere. Yorum size kalmış..

Gelelim günümüze.. Saltanat sülalesinden olduğu gerekçesiyle 7 yaşında çocukların devlet yöneticisi yapılmadığı, daha aklı başında  bir cumhuriyetimiz var çok şükür... Ama cumhuriyet tarihi boyunca, iktidar sahiplerinin yakınlarının  iyi mevkilere geldiğine dair çok da kanıtımız var maalesef!
 İktidarı ele geçirme entrikalarında ise değişen pek bir şey yok. O dönemlerde şehzadeler öldürülürmüş, şimdilerde ise rakip partinin başkanına bir komplo video düzenleniyor, adamın hayatı değil ama siyasi gücü anında bitiyor! O dönemlerde insan casuslar varmış, şimdilerde ise teknolojik casuslar var.. Böcekler, kameralar, bilgisayar virüsleri..vs.  O dönem gösterişli saraylarda halktan uzak yaşayan padişahların yerini ise, günümüzde 2000 kişilik koruma ordularıyla gezen, geçeceği yollar trafiğe kapatılan başbakanlar almış.. O dönem, yeniçerilere ulufe dağıtan iktidar, günümüzde sistemini koruyan polislere ikramiye dağıtıyor.
O dönem de kişisel iktidar hırsı için dış ülkelerle işbirliği yapılırmış, şimdilerde de durum farklı değil.. O dönemin Avrupa Kralları'nın yerini günümüzde Avrupa Birliği ve Amerika almış, değişen bir şey yine yok.. Bu olayda görüleceği üzere iktidar hırsı yüzünden Cem Sultan, imparatorluğu bölme fikrini bile öne sürmüş, günümüzdeki örneklerini ise sizler zaten biliyorsunuz...  O dönem, tahtını kaybetmemek için imparatorluğu her anlamda zarara uğratan Bayezid gibi padişahlar varmış, günümüzdeki seçim yatırımları da hiç  farklı değil!

"İktidarı ele geçirse aynı mı düşünecekti?" sorusunu ister istemez akıllara getiren, ama doğruluğu da yadsınamaz olan şiirinde Cem Sultan abisine şöyle seslenmiş:

Yürü var iy Bâyezid sen süregör devrânını
Saltanat bâkî kalur derlerse bu yalandur.”
(Ey Bayezid, yürü git sen saltanatını sürmeye devam et. . Saltanat sonsuza dek kalır derlerse bu yalandır.)

Saltanatlar geçicidir der tarih, ama aradan geçen yüzlerce yıla rağmen bu gerçeği hala görmek istemez iktidar sahipleri..

Ben  bu olay vesilesiyle  hatırlatayım dedim..

NOT: Jean-François Solnon'un  "Sarık ve İstanbulin"  kitabını sindire sindire okuyorum.. Avrupalı'nın gözünden Osmanlı'ya objektif bir bakış.. Bu olayı da kitapta geçtiği ve çok ilgimi çektiği için biraz daha araştırıp sizlerle paylaşmak istedim. Eğer beğendiyseniz, benzer yazılar yine yazarım..


Hırslara kapılmadan ve her zaman sevgiyle kalın..




Devamını Oku