30 Aralık 2016 Cuma

2017'de YOR'ulmadan...

Ben bu yeni yılda kendime çok somut bir hedef koyuyorum. “R” harfini yutmayacağım! Evet düşündüm, taşındım, başarması kolay gibi görünen, aslında hiç de sanıldığı kadar kolay olmayan bir hedefte karar kıldım!

 2017'de “yor” suz hayattan “yor” lu hayata adım atmak istiyorum!
Yazması kolay olan, okumada da sorun çıkarmayan, ama iş konuşmaya gelince yutulan zavallı harf, zavallı “r”, bu kadar hoyrat davranılmayı hak etmiyor! Buna bir son vermek lazım diye düşündüm ve 2017'de ona özen göstermeyi kendime görev bildim! Ne o, şaşırdınız mı? Niye şaşırıyorsunuz ki... Gayet mütevazı, bir o kadar da iddialı bir dilek benimkisi... Bu ülkede neler oluyor şaşırmıyorsunuz da benim gariban dileğime mi “Yok canım, daha neler” diyorsunuz! Teessüf ederim, gerçekten çok teessüf ederim... Böyle şeylere aşırı derecede kırılıyorum ben!


Madem herkes kendi bildiğini okuyor, madem herkes kendi çıkarlarına göre hareket ediyor, madem iyi dileklerde bile bir araya gelemiyoruz, ben de alıp başımı gitmek istedim işte farklı diyarlara... Ülküsüz kalmıştım, ülkümü buldum! Elimden tutan oldu da, mesela “bak 2017'de şöyle bir şey yapacağız, ne bileyim Mars'a gideceğiz, ya da Türkiye'nin her karış toprağını yeşillle dolduracağız, organik tarım yapacağız, tavuklarımız özgürce gezmekten mutluluk sarhoşu olacak” gibi şeyler söyleyen oldu da ben mi katılmadım! Baktım umutlar tükeniyor, yüzler asık; kendime umutlanacağım bir amaç buldum. Gerekçelerim çoktan hazır:

70 milyonun (!) izlediği koskoca devlet televizyonun spikerleri bile kendisini unutturmaya çalışıyor. “Sesimi duyUYO musun sevgili kameraman arkadaşım?” diyorlar, “Sesim geliYO mu?” diye tekrar ediyorlar. O zavallı “R” böylesi anlarda nasıl üzülüyor, nasıl da içine içine atıyor dertlerini siz hiç düşünüyor musunuz? Tabi ki düşünmezsiniz, ateş düştüğü yeri yakar...


Bakmayın öyle kenardan kenardan, bana umutlu bir şeylerle gelen yoksa aranızdan, dönmem artık yolumdan! Slogan mı istiyorsunuz, alın size slogan:

Şimdiki zaman R'siz olmaz, sevenler ayrılmaz! Yok bunu beğenmedim, “Hor görme “R”yi ne olur, çalış senin de olur” Bu çok saçma oldu, “R”siz hayat ah ne bayat! Yok bu da olmadı. Şimdiki zamanın bütün “R” leri birleşin! Bunun sonucu da “rrrrrr” olur, çok gürültülü olur, 
bunu da sevmedim. “Tek ek, tek harf, tek yürek” Bu cümleyle de gaza gelemiyorum... “R'lerine bahar gelmiş memleketimin” diyesim geliyor, “Remocan” türküsünü mırıldanıyorum içten içe, “Rey rey rey” diye halay çekenleri düşünüyorum, olay tek kanallı televizyonda virgülde yarım nefes, noktada tam nefes es veren spikerlere kadar uzanıyor.

Şimdi içinizden birileri “Ülkede o kadar çok dert varken, senin takıldığın şeye bak!” diyebilir. Hiç alınmam, yüksek sesle de söyleyebilirsiniz... Ama bilin ki bugün “R” leri yok sayan, yarın neleri yok saymaz? Bunun t'si var, yumuşak g'si var, değil mi ama...

Hem siz sanıYO musunuz ki, bu iş burada bitiYO, hayır bitmiYO! R'ler hayatımıza tekrar girdiğinde her şey çok güzel olacak belki de... Ben üzerime düşeni yapıyorum arkadaşlar, gerisi size kalmış..

Yeni yılınızı kutluYORum, haydi sıra sizde, aşağıya bırakın bol bol YORum...


Devamını Oku

23 Aralık 2016 Cuma

#SaatlerGeriAlınsın

Hani bazı rutinler vardır, biz farkında olmasak da varlıklarıyla bize huzur veren, gülümseten... Saatleri kışın geri, yazın ileri almak da öyleydi.

Mesela bir gün önceden gazetelerde haber olurdu :

"Her sene olduğu gibi bu sene de yaz saati uygulaması sona eriyor. Saatlerinizi geri almayı unutmayın!"

Sonra ertesi gün mutlaka şöyle haberler çıkardı:

Saatini ileri almayı unutan dalgın öğrenci, sınavı kaçırdı”

Servisi kaçıranlar mı dersiniz, uçağı kaçıranlar mı dersiniz... Basit unutkanlıklarımıza gülerdik milletçe. Ne güzelmiş, ne naifmiş o günler...

Çoğumuzun konu hakkında komik anıları vardı. Ben de bir keresinde İngilizce kursuna geç kalmıştım bu saatleri ileri geri alma meselesi yüzünden, sınıfa geç girmeye utanmıştım...



Bu konu, büyük ablamla öğrencilik yıllarımdan beri bir espriydi aramızda. O beni bir gün önceden arar, “saatini ileri / geri almayı sakın unutma” der, ben de “Yaa, sen de beni salak mı sanıyorsun, tabii ki unutmam” diye cevap verirdim, kendi aramızda gülüşürdük. Ertesi gün de kontrol amaçlı tekrar arardı. “Unutmadın değil mi?” “Yok, unutmadım “ derdim. Yıllardır süren ritüelimiz bu sene yaşanmadı...

Oysa kendi aramızda böyle sıradan, basit bir esprimiz vardı...

En çok da; çok övündüğüm, hiç şaşmaz dediğim vücut saatimin şaşmasına üzülüyorum... Yıllarca sabah 6.00, bilemedin 6.30'da ayakta olan ben, artık 8-8:30'den önce kalkamıyorum. Çünkü hava aydınlanmıyor! Biyolojik saatim, karanlıkta uyanmayı reddediyor! Karanlıkta minicik çocukların servise binmesi konusuna ise hiç girmiyorum...

Söylenecek çok  şey var...

Aşağıya bir "imza kampanyası"  ekledim. 

İmza bir umut, 
   Belki iklim değişir, Akdeniz olur....

imza kampanyası 








Devamını Oku

21 Aralık 2016 Çarşamba

Sigarayı bırakalı bugün tam 3 yıl oldu...

Bugün yine o gün... Günlerden 21 aralık, en uzun gece, gün dönümü. Artık bugünden sonra günler uzamaya başlayacak, karanlıklar azalacak yarıküremizde. Sadece bugüne özel olarak Kuzey Kutup Dairesi'nde 24 saat süren gece, Güney Kutup Dairesi'nde ise 24 saat süren gündüz yaşanacak. Ülkemizin en uzun gecesi ise Sinop'ta olacak. Kuzey Yarıküre'de kışın başladığı gün bugün. Benim hayatıma ise 3 yıl önce tam da bugün bahar gelmişti. Çünkü 3 yıl önce tam da bugün ben, sigarayı bırakmıştım...


Özel olarak böyle anlamlı bir güne denk getirmedim sigarayı bırakma konusunu, ben de sonradan fark ettim bu güzel tesadüfü. Ama bu yazıya denk gelen birileri, belki benim gibi böyle özel bir günde sigarayı bırakmak isteyebilirler diye, yazıyı sabah erkenden yazmaya karar verdim. Burada konu hakkında yazdığım diğer yazılar da var. Hatta içlerinden bir tanesi yüzlerce yorum aldı ve sanırım biraz faydam oldu birilerine... Kimbilir belki de bugün sıra sizdedir...

Peki ne oldu bu üç yıldan sonra? Tek kelimeyle ifade edeyim; mutluyum! Kişisel tarihimde bir yanlıştan döndüğüm için, bir bağımlılıktan kurtulduğum için, sağlığım adına güzel bir adım attığım için, kendime zarar vermekten kaynaklı suçluluk duygusunu artık yaşamadığım için gerçekten de çok mutluyum. Sigarayı bırakmak harbiden güzel şey, darısı başınıza diyorum. Bu arada belki klişe olacak ama ben yine de tekrar edeyim, gerçekten de herkes sigarayı bırakabilir. Hatta klişenin devamını da getireyim: “Ben bıraktıktan sonra herkes bırakabilir!”


Biliyor musunuz bazen sigara içen halimi hayal bile edemiyorum. Hani diyorlar ya “dün gibi aklımda, hiç unutamıyorum, her an başlayabilirim gibi geliyor” gibi şeyler... Bana bütün bunlar hiç olmadı. Aklıma asla gelmiyor, hiç özlemiyorum, sigara içmediğim için kendimi gerçekten çok ama çok mutlu hissediyorum.

Hemen hemen her gün yorum gelen şu yazımda bazen bana soruyorlar “hâlâ içmiyor musunuz?” “bir tane bile mi?” gibi sorular. Ben de şimdi cevap veriyorum:

Mantıklı bir insan, aynı konuda aynı hatayı ikinci kez neden yapsın ki?”

Sağlıklı, dumansız, bol oksijenli, mutlu, huzurlu günler dilerim...



Devamını Oku

9 Aralık 2016 Cuma

İnsanlık zor zanaat!

Dün gibi anımsıyorum. Geçen sene bugündü. Cam masanın etrafında toplanmış bir proje kotarmaya çalışıyorduk. Toplantı uzadıkça uzuyor ama bir adım bile ilerleyemiyorduk. Zaten ilerlememiz de mümkün değildi. Çünkü mesele üzüm yemek değil, gerçekten de bağcıyı dövmekti. Üst düzey yönetici ve patronun olduğu çoğu iş toplantısında olduğu gibi egolar çarpışıyordu. Hatta çarpışmanın şiddetinden çıkan mavi kıvılcımlar neredeyse çıplak gözle görülebilir hale gelmişti.
Daraldığımı hissettim, sanki bir el boğazımı sıkıyordu. Bir an geldi, kendime yabancılaştım. İçimdeki benliğim, korumaya çalıştığım ruhum adeta isyan ediyordu. Bu insanlar ne yapmaya çalışıyorlardı, emek neydi, sevgi emekti, yok bu replik Selvi Boylum Al Yazmalım'daydı.
İyi de emek neydi? Bir patronun egosuna ruhunu teslim etmek miydi?

Artık konuşmaları uğultu şeklinde duymaya başlamıştım. En son hatırladığım cümle, patronun “ben olsaydım böyle yapmazdım” şeklindeki “müstehzi” yorumu oldu. Burada bilerek bu kelimeyi kullanıyorum, zira “ alaycı” demek istemiyorum, çok ağır geliyor düşündükçe şimdi bile. “Madem beğenmiyorsunuz, siz yapın o zaman” deyip o cam masadan nasıl kalktığımı hiç bilmiyorum. Sanırım saniyeden de kısa bir andı. Çantamı aldım, ceketimi aldım, fırlayarak uzaklaştım ortamdan.
Sahi emek neydi, emek bir patronun iki dudağının arasından çıkacak “onay” sözcüğüne bağlı değersiz bir şey miydi?

O gün yağmur yağıyordu, hava soğuktu. Saatlerce dolaştım sokaklarda. Bir bozacıya girdim, kenar masalardan birine oturdum. İlk kez boza içtim o gün, üzerinde leblebi ve tarçın vardı. Güzeldi, tatlımsı ekşiydi tadı. Tıpkı hayat gibi, hem tatlımsı, hem de ekşimsi... Üzeri tarçınla tatlı, dibi bozayla ekşi. Cicim ayları sona eren evlilikler gibi, iş yerindeki ilk ayda kişiye misafir muamelesi yapılması gibi...
O gün ne acayip bir gündü, yağmur, göz yaşı, tekrar yağmur birbirine karışmıştı... Çok üzülmüştüm, hıncım içimde düğümlenmişti... Sonra bir ayakkabı ustasının dükkanına girip kendime bir çift bot siparişi vermiştim. Ayağımın ölçüsünü alırken üzüntülü halimi soran ustaya “bugün işi bıraktım” dediğimde usta “yapma vazgeç” demişti. Sonra o ayakkabı hep ayağımı sıktı, o gün bugündür belki de hiç giymedim...

İnsan emeğini korumalı, insan insan olmayı korumalı. Belki birgün bu düzen değişir. Umarım değişir. Birileri parası var diye emrinde insan çalıştırmaz. İnşallah birgün sosyalizm gelir, herkes eşit olur. Sosyalizm gelsin diye dua da ettim ya bugün, artık sözün bittiği yerdir bence bu nokta...

Demem o ki, insanlık zor zanaat be dostum, gerçekten zor... 
Devamını Oku

6 Aralık 2016 Salı

YOLO Dünyası için Geri Sayım Başladı!


Ulaşımda En Pratik Yol O!  sloganı ile yola çıkan ve Uber’in karşılaştığı en güçlü rakip olan girişim YOLO için geri sayım başladı. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yoğun ilgi gören şehir içi, konfor ve kaliteyi birleştiren yolculuklar sağlayan platformlara bir yenisi daha ekleniyor. Kısa süre içinde hayatımızda farklı bir yer edinmeyi hedefleyen girişimin adı YOLO.

YOLO, şehir içinde lüks segment araçlar ile şehir içi VIP taşımacılık hizmeti veren ve sektöre çok iddialı girerek diğer rakiplerine nazaran çok farklı iş modeli ve kazanç vaat eden bir mobil uygulama. Dünyada Uber modeli olarak bilinen mobil uygulamanın Türkiye versiyonu olarak planlanmış olan YOLO, uzun süren Ar-Ge çalışmaları sonucunda ortaya çıkmış.

YOLO’yu dünyadaki benzerlerinden farklı kılan en önemli özellik TR’de hukuksal altyapısının sağlamlığı ve farklı kazanç modelleri. YOLO, hem kullanıcılara, hem de iş ortaklarına sağladığı yeni nesil bir iş modeli ile kısa sürede yola çıkıyor.

YOLO, TEB Holding ve Çolakoğlu Grup Yönetim Kurulu Üyesi Haydar ÇOLAKOĞLU başkanlığındaki güçlü yatırımcı ve yönetim kadrosu ile de dikkat çekiyor. Yönetim kademesindeki 12 kişilik tecrübeli ekibin, 1 yıl süren çalışmaları sonucu ortaya çıkardıkları YOLO, şehir hayatına yeni bir soluk getirmeyi planlıyor.


Ulaşımdaki zorlukları keyif ve konfor ile çok uygun koşullarda sunmayı hedefleyen ekip adına konuşan YOLO Yönetim Kurulu Başkanı Haydar ÇOLAKOĞLU şunları söyledi;
“Günümüzde temel ihtiyaçlarımızdan biri olan şehir içi konforlu seyahatin hızlı, güvenli ve ucuz olarak sağlanabilmesi başlangıç noktamızdı. Bununla birlikte, kayıt dışı kalan birçok seyahatin kayıt altına alınarak vergilendirilmesi, sektörde hukuksal altyapının sağlamlaştırılması yeni düzende yeni normallere alışan bizler için çok önemli. İşlerimize teknolojiyi en verimli şekilde entegre etmek hem kullanıcılarımıza hem de iş ortaklarımıza yüksek kazanç sağlayacaktır.



YOLO yüzde yüz yerli yapım bir uygulamadır. Amaçlarımızdan biriside bu iş modelini hızlı bir şekilde ülke dışında da kullanılan bir marka yapmaktır. YOLO’nun temel felsefesi bundan ibarettir.
Kendi kurucularımızın sağladıkları desteklerin yanında, henüz başlangıç aşamasında iken Los Angeles merkezli bir yatırım şirketinden 16 milyon dolar değerleme ile bir kısım yatırım aldık. Kendileri ile yaptığımız çalışmalar sonucunda da “you only live once” baş harflerinden oluşan YOLO isminde karar kıldık. Bunun yanısıra Los Angeles, San Francisco, Londra ve Zürih merkezli yatırımcı grupları ile de görüşmelerimiz devam etmekte. Bu güç birliği platformu ile hem UBER gibi bir dünya devine rakip olacak, hem de Türkiye’den bir dünya markası çıkartabilmek için çalışacağız.

Başlangıç gününde 300’ün üzerinde araç ile hizmet verecek olan YOLO ile kullanıcılar, tek tuş ile araç çağırabilecek, ulaşım ücretlerini kredi kartları ile ödeyebilecekler. Araçta unuttukları herhangi bir eşyanın güvende olduğunu bilecekler. Yıl sonu hedefimizde 1000’i aşkın araçla hizmet vermek var.

Bu uygulamaların yanı sıra yolcularımızı çok özel kampanyalardan da faydalandıracağız. Farklılıklarımız, ilk günden bu ayrıcalıklar ile görülecek. Kasim ayında acilacak beta surumu ile İstanbul`un bazi seckin mekanlarinda yapilacak test surusleri ile hizmete baslayacak olan uygulama üzerinden özellikle tanıtım günlerimizde kayıt yaptıran yolcularımıza 15 Aralık - 4 Ocak tarihleri arasında ücretsiz ulaşım hakları, çeşitli promosyonlar sağlayacağız. Açılışa özel bu kampanya gibi birçok büyük kurumdan da kampanya desteği alan YOLO ile yolculuklarınızın standartları değişecek. YOLO’yu hepinize tavsiye ediyorum. YOLO dünyasına hoş geldiniz.”


GooglePlay ve AppStore dan indireceğiniz uygulama sayesinde YOLO dünyasında siz de yerinizi alın. Detaylı bilgi ve iletişim için www.yolo.com.tr adresinden YOLO’ ya ulaşabilir @yolo_turkiye Instagram adresinden de takip edebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

Yine oyun izledim- İki Arada Bir Yerde

İki Arada Bir Yerde
Bu sene izleyici olarak çok verimli bir tiyatro sezonu geçiriyorum, dolayısıyla mutluyum.
Sezon başından beri izlediğim üçüncü oyun olan “İki Arada Bir Yerde” de beğendiklerim arasında yerini aldı. Dilimin döndüğünce anlatmaya çalışayım:

Oyunun konusu:


Perde açılıyor, bir film sahnesi kadar etkileyici ve özenle hazırlanmış dekor çıkıyor karşımıza. Bir siper, mavi bir sis ve sisin içinde karanlıkta yollarını bulmaya çalışan askerler... Düşman orduların düşman askerleri birlikte bir sipere düşüyor. Elbette önce birbirlerini öldürmeye kalkıyorlar, ama sonrasında insani iletişim başlıyor aralarında ve olaylar gelişiyor. Zaman zaman gülümseten, ama genel olarak savaşın ne kadar saçma, ne kadar insanlık dışı bir şey olduğunu düşündüren harika bir oyun izliyoruz.


Sadece farklı renk üniforma giydikleri için birbirlerine düşman olmak zorunda olan askerlerin  ortak tanıdıklarının çıkması, ismini sorduğunda söylemeyen askerin “ne de olsa buradan çıktığımızda yine düşman olmayacak mıyız, ne fark eder ki ismimin ne olduğu" demesi, basının savaş oyunlarındaki rolü...

Aslında oyunu izlerken sert sahnelerde irkilmedim desem yalan olur. Çünkü öylesine nefret ve savaş dolu günlerde yaşıyoruz ki, kuru sıkı olduğunu bilmeme rağmen sahnede zaman zaman patlayan silah seslerinde yerimden sıçramaktan kendimi alamadım. Ölümün hatta öldürmeye teşebbüsün tiyatro hali bile insanı ürpertiyor! Fakat oyunun dili o kadar dengeli ki, savaşın soğukluğu insani boyutta yumuşatılarak ve gülümseten detaylarla veriliyor ve bu da izleyiciyi rahatlatıyor. 


Tarafsız Bölge ( No Man's Land ) Filmi uyarlaması

Bosna savaşını anlatan senarist / yönetmen Danis Tanoviç'in 2002 yılında Yabancı Dilde En İyi Film Oscar'ı da olmak üzere Altın Küre, Cannes Festivalinde en iyi senaryo gibi 7 tane ödüle sahip No Man's Land – Tarafsız Bölge adlı filminden uyarlanmış metin. Uyarlayan ve yöneten ise, oyunda Ejder rolüyle yer alan Yıldıray Şahinler. 

 2004 yılında Afife Jale En Başarılı Erkek Oyuncu ödülünü alan  Yıldıray Şahinler, şu anda reytingleri yüksek olan "İçerde" adı dizide "Alyanak" rolünü canlandırıyor.


Oyunda ülke, yer adı verilmiyor. Sonuçta her savaşta karşılığını bulabilecek etkileyici bir kurgu izliyoruz. Tam da yeri gelmişken küçük bir eleştiride de bulunmak isterim. Gerçi çok geçmiyor, yanılmıyorsam bir iki sahnede vardı ama yine de Ejder ve Hacı gibi Türkçe isimler kullanılmasaydı bence çok daha iyi olabilirdi.

Basını, birleşmiş milletler barış gücünü, savaşı başlatanları, savaşın kendisini, savaştaki emir komuta zincirini sorgulatan, düşündüren ve dolayısıyla bence  2015-2016 sezonunda izlenmesi gereken oyunlardan biri "İki Arada Bir Yerde"

Emeği geçen herkese teşekkürler...



OYUN KÜNYESİ
Yazan: Danis Tanovic
Uyarlayan – Yöneten: Yıldıray Şahinler
Sahne Tasarımı: Ayhan Doğan
Işık Tasarımı : Fatih Mehmet Haroğlu
Efekt: Kadir Arlı
Oyuncular: Yıldıray Şahinler, Cengiz Tangör, Alp Tuğhan Taş, Ertuğrul Postoğlu, İrem Arslan, Mehmet Soner Dinç, Murat Coşkuner, Reyhan Karasu, Mehmet Sefa Öztürk,




Devamını Oku

3 Aralık 2016 Cumartesi

Bugün Engelliler Günü, hadi hamaset yapalım!


Bu yazıyı geçen sene bugün yazmıştım, ne yazık ki hala güncelliğini koruyor. Dolayısıyla konu hakkında yeni bir yazı yazmaya gerek duymadım, sadece anımsatmak istedim.
Umarım seneye bugün, gelişmeleri anlatan güzel bir şeyler yazabilirim...

Şimdi bugün 3 Aralık Engelliler Günü ya, hamasetin en abartılı hallerine tanık olacağız. Hoş gündem politika üzerine dönüyor gerçi, belki de tam tersi olur. Türkiye'de bu kadar engelli var, onlara sahip çıkalım, tekerlekli sandalye alalım falan deyip geçiştirebilirler. Ya da 23 nisanda çocukların başbakan koltuğuna oturması gibi, engellilere bir günlük askerlik yaptırırlar, engelli tiyatrolarında en engellileri birarada oynatarak milletçe acıma ritüellerine kapılırlar, ya da bir engelliyle sağlam kişinin evlenmesini ana haber bültenine taşıyarak, ne kadar yürek burkucu bir hikaye olduğunun altını çizerler ve fonda en acılı arabesk müzik çalarken hep birlikte göz yaşlarına boğulurlar...

photo from mymodernmet.com 

Bense bütün bunları görmezden gelerek o hamaset kokan cümleden bahsetmek istiyorum.
Bu konuya toplumumuzun genelinin bakış açısının ne kadar hastalıklı olduğunu anlatan ve nedense her yıl tekrarlanmaya devam eden o meşhur cümle hakkında düşüncelerimi anlatacağım naçizane... Çünkü artık bu cümleden çok ama çok sıkıldım!

Diyorsunuz ki Hepimiz birer engelli adayıyız!”

Şimdi cümleyi inceleyelim:

Hepimiz” diyorsunuz ya, dakika 1 gol 1; baştan ötekileştirdiniz bile! Pardon biraz düşünün, “hepimiz” engelli adayıyız derken, engelli olmayanları kast ediyorsunuz değil mi? Yani bunda hemfikiriz. Zira engelli olan kişi, bir kez daha engelli olmaya neden aday olsun? Kim ister ki duble engeli? Yani diyorsunuz ki bu “hepimiz” sözcüğü ile, “bizler, hepimiz, yani sağlam olanlar da engelli olabiliriz birgün.” Peki bu ötekileştirici, üzerinde düşünülmemiş, güya empati kurmak için söylediğiniz cümleyi bir engelli okuduğunda ne düşünecektir? Onlar yani “hepsi” ne güzel de empati kuruyor, aman da aman mı diyecekler? Toplumun genelini engelsiz “hepimiz” sözcüğü ile anlatırken, bunun nerelere gideceğini, bu cümlenin bir engelli için ne kadar anlamsız olduğunu düşünemiyor musunuz? O kadar mı karmaşık bir durum bu? Aslında belki de ben çok ince düşünüyorum, zira kaba saba yığınla problem var ve çözülmeyi bekliyor ya, neyse...

photo from: realimprints.org 


Yok bunda bir art niyet ki!” diyorsunuz, sineğin yağını çıkarmakla itham ediyorsunuz belki de beni! Zaten bizim toplumumuzda kimse art niyetli değil ki, herkes birbirinin iyiliğini düşündüğü için bir şeyler söylüyor, bir şeyler yapıyor... Mesela kendi halinde yolunda yürüyen bir görme engelli vatandaşa, sizden yardım istemediği halde sokulup, izinsiz dokunarak, onu rahatsız etmenizde nasıl bir art niyet olabilir? Yürüme engelli bir kişiye yine sizden yardım istemediği halde “yardım edeyim mi?“ deyip sonra da “ne oldu, kaza mı?” diye sormanız da sizin iyi niyetinizden elbette! Aynı engelliyi metrobüste gördüğünüzde yer vermemek için uyuma taklidi yapmanız da gerçekten art niyetli değil, yorgunluktan sadece... Çocuklarınıza engellilerin de normal insan olduğunu, onları sokakta görünce pis pis bakmanın çok ayıp olduğunu öğretememenizde de art niyet yok, çocuk onlar tabii, masumlar! En karmaşık bilgisayar oyunlarına kafaları çalışabilir ama sokaktaki engelliye bakmamak gerektiğini öğrenemiyorlar, ebeveynlerinin ne suçu var değil mi?

Hellen Keller -  görmez ve duymaz, yazar, öğretim üyesi, aktivist
Bırakalım engellileri, mesela kız çocukları okula gönderilmiyor, sırf iyi niyetten! Adam çocuğunu dövüyor, onun iyiliğini düşündüğü için, kötü şeyler yapmasın diye.. Sırf iyilik olsun diye, art niyet olmaksızın çocuklara kamyondan oyuncak da dağıtıyorlar! Çocuklar ağlıyor, birbirlerini eziyor bir oyuncak almak için ama, sırf iyi niyetten, merhametten oluyor böyle şeyler! Ya da ne bileyim, art niyeti yok ki birine iyilik yapmaya giden ünlünün yanında kamera götürmesinin... İçeriğe ve niyete bakmak lazım, yöntem ve söylem kaba saba olsa ne olur ki, velev ki olmuş ne olacak yani! Velev ki diyen insanlar bütünüyüz vesselam!

Stephen Hawking- bilim insanı

Bence bu toplum bazen gerçekten fazla iyi niyetli oluyor, ben ve benim gibiler art niyetli... Acaba kimlerden özür dilesem...

Neyse ben şu şahane cümleyi kuran her kimse ona saygı ve sevgilerimi ileterek (!) irdelememe devam etmek istiyorum.

Hepimiz birer engelli adayıyız!

Şimdi TDK'dan “aday” sözcüğünün anlamına bakalım:

aday(1. anlamı)

  1. Bir görev, bir iş için kendini ileri süren veya başkaları tarafından ileri sürülen kimse: Babası da beni damat adayı olarak görüyordu. -M. Yesari.
  2. Bir iş için yetiştirilmekte, eğitilmekte olan kimse, namzet: Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan adayları, on gün içinde Başkanlık Divanına bildirilir. -Anayasa.

Yani ben bu “aday” sözcüğünden ne anlıyorum, seçilmek isteyen kişiyi anlamıyor muyum? Birbirleriyle yarışır adaylar. Bir rekabet olur, ne bileyim aynı kızı seven iki damat adayı birbirinin ayağını kaydırmaya çalışır. Ya da iki parti seçime gider, her ikisi de iktidar olmaya adaydır ve kıyasıya bir mücadele başlar aralarında...

Şimdi çok manâlı cümlemize geri dönelim, ne diyor empati gurusu büyüklerimiz:

Hepimiz birer engelli adayıyız!”

Yani engelli olmak için birbirimizle yarışıyoruz! Çok istiyoruz engelli olmayı, günlerce haftalarca bunun için çalışıyoruz! Trafik kazaları organize ediyoruz, gerekirse ortama virüsler salıyoruz hastalanabilmek için, iş kazaları olsun diye var gücümüzle çalışıyoruz, akraba evliliklerini teşvik ediyoruz, yanlış ilaç kullanımına ön ayak oluyoruz... Çünkü bizler hepimiz, yani engelli olmayan sağlıklı olan HEPİCİĞİMİZ, bir de öyle sempatik empatiler kuruyoruz ki, şahaneyiz, yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyoruz hatta. En büyük engelli bizim engelli, hepimiz adayız seçilmeye layığız; engelli olanlar da bizim kardeşimiz, onları sevelim aman da aman, ley ley ley loy loy loy!


Sloganlar ve marşlar eşliğinde ortaçağa doğru koşar adım gidiyoruz!  Engelli bireylerin sorunları mı, amaan canım olur geçer ne olacak, kader kısmet, bu millet çile çekmeye alışık zaten! 

Bütün insanlar eşittir!


Devamını Oku

29 Kasım 2016 Salı

“Bu Fiyatlar Galakside Yok” Kampanyası

Uluslararası bir marka olan McDonald’s, başarısının sırrını ‘global düşünüp yerel davranabilmek’ olarak değerlendiriyor. Her ülkenin öncelikleri, beklentileri ve hassasiyetleri farklı. Dolayısıyla müşteri odaklı yapısıyla McDonald’s bu farklılığı anlayacak şekilde araştırmalar ve gözlemler yapıyor.
McDonald’s Türkiye, bir süredir içinde bulunduğu değişim ve dönüşüm sürecinde, işte bu noktadan hareketle pazarlama stratejisinde de bir değişime gitti. Bu yenilenme stratejisinin odağına gençleri koyan McDonald’s, son dönemdeki reklam filmlerinde gençlerin sevdiği, yakından takip ettiği ve ilham aldıkları kişiler ile işbirliği yapıyor.


İdo Tatlıses ile hayata geçirilen “Aşık olacağınız lezzet ve fiyatlar” kampanyasından sonra ise McDonald’s şimdi de ünlü oyuncu Binnur Kaya ile “Bu Fiyatlar Galakside Yok” kampanyası ile adından söz ettiriyor.

Temel olarak Big Mac, McChicken gibi McDonald’s’ın ikonik ürünlerinin yeni fiyatlarına dikkat çekmek amacıyla tasarlanan kampanyanın odağında ise McDonald’s ürünlerini çok seven ve yeni fiyatları duyunca gezegenine dönmekten vazgeçen uzaylı ile onu uzun süredir misafir etmek zorunda kalan bir aile yer alıyor.

Kendisini eğlenceli bir marka olarak tanımlayan ve işinin insanları gülümsetmek olduğuna inanan McDonald’s, marka değeriyle en çok örtüşen, eğlenceli, genç, samimi kimliği ile ön plana çıkan isimlerle çalışmanın önemine inanıyor. Bu doğrultuda da filmde anneyi Binnur Kaya canlandırıyor. Binnur Kaya gemisini tamir ettirmiş olmasına rağmen yeni de McDonald’s kampanyası yüzünden uzaylıyı gezegenine gönderemediğinden şikayet ediyor.

“Uzaylı Aramızda”
Reklam filmlerinin yayınlanmasını takiben, kampanya, PR ve dijital projelerle de desteklendi.
PR ayağında, uzaylının “evine dönmeme ve buradaki günlük hayata adapte olma” fikri üzerinden “Uzaylı Aramızda” isimli proje hayata geçirildi. Proje kapsamında uzaylı Galata Köprüsü’nde balık tuttu, Rahmi M. Koç Müzesi’ni ziyaret etti, Anadolu Efes maçına gitti, bir McDonald’s restoranında yemek yedi ve otobüs durağında otobüs bekledi.
Kısa filmler olarak kaydedilen bu anlar daha sonra McDonald’s’ın kendi hesapları üzerinden paylaşıldı. Ayrıca bu ziyaretler sırasında tanınmış ve çok takip edilen birçok sosyal medya fenomeni de uzaylı ile karşılaşma anlarını paylaştılar.


“Merhaba uzaylı, biz dostuz”
İletişim çalışmaları kapsamında McDonald’s kampanyayı uzayda duymayan kalmasın diye harekete geçerek uzaya mesaj yolladı. Dünyada uzaya mesaj gönderebilen birkaç şirketten biri olan Talk2ET aracılığıyla uzaya gönderilen mesajda tüm uzaylılar dünyaya davet edildi.
McDonald’s’ın kampanyayı duymayan kalmasın diye gönderdiği mesaj şöyle:

“Merhaba Uzaylılar biz dostuz. Size güzel bir haber getirdik. Big Mac’in fiyatı artık 11,95 TL. Yıllardır gezegenimize gelip gidiyorsunuz. Öyle aç aç gitmeyin, yol uzun… Başka galakside böyle fırsat bulamazsınız. Mutlaka bekleriz. NOT: Kampanya sadece Dünya üzerinde 26-45 doğu boylamları ve 36-42 kuzey koordinatları arasında katılan restoranlarda geçerlidir.”

Talk2ET şirketi ise daha sonra McDonald’s Genel Müdürü Oğuz Uçanlar’a gönderilen bir plaket ile bu çalışmayı ölümsüzleştirdi.


Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

28 Kasım 2016 Pazartesi

Arçelik Geri Dönüşümü Sanat ile Buluşturuyor!


“Dünyaya Saygılı, Dünyada Saygın” vizyonuna sahip Arçelik geri dönüşüm  konusunda farkındalık sağlamak amacıyla geçtiğimiz günlerde çok özel bir sergiyi hayata geçirdi ve geri dönüşümü sanat ile buluşturdu. Bu sergi ile Arçelik’in geri dönüşüm tesislerinden elde edilen malzemeler Türkiye’nin önde gelen sanatçıları ve tasarımcıları tarafından fonksiyonel sanat eserlerine dönüştürüldü.  Arçelik, bu proje ile geri dönüşüm konusunda farkındalık sağlarken, aynı zamanda tasarım konusundaki uzmanlığına da dikkat çekmiş oldu.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

25 Kasım 2016 Cuma

Ayşe Kulin'den Kanadı Kırık Kuşlar'ı okudum

1930'larda Almanya. Nazilerin Yahudilere yönelik baskısı yavaş yavaş başlıyor ve sonrasında sistematik bir şekilde ilerliyor. Sırf Yahudi olduğu için işten atılan bilim insanları, akrabaları Yahudi olduğu için işsiz kalanlar ve çaresizlikten ülkelerini terk etmek zorunda kalan akademisyenler. Aslında onlar şanslı kesim, çünkü ölmekten kurtuldular.

İkinci Dünya Savaşı'na ait yürek yakan öykülerden bildiğimiz detaylarla başlıyor Ayşe Kulin'in Kanadı Kırık Kuşlar kitabı. O döneme ait hikayeler her ne kadar yüreğimi dağlasa da o hikayeleri okumaktan ve  filmleri izlemekten kendimi alamam nedense. İnsanlığın sınavdan geçtiği o vahşet dolu faşizm dönemi neden bu kadar ilgimi çeker hiç bilmiyorum aslında... 

Nazilerin baskısından dolayı işsiz kalmak üzereyken üniversitedeki kürsüsünü bırakıp İsviçre'deki kayınpederinin yanına kaçan Yahudi tıp doktoru Gerhard Schlimann ve ailesinin öyküsüyle başlıyor Kulin'in kitabı. Gerhard şanslı, çünkü tam zamanında kaçabiliyor...

Kanadı Kırık Kuşlar - Ayşe Kulin


1930'larda Nazilerden kaçan Alman akademisyenler

O dönem, Nazi'den kaçan bilim insanlarını çoğu Avrupa ülkesi kabul etmezken, Atatürk ise bilime olan inancı ve cesur kişiliği ile bu hiçbir suçu günahı olmayan, sadece dinleri farklı olan bilim insanlarını ülkemize kabul ediyor. Dönemin milli eğitim bakanı ise Hasan Ali Yücel. İşte o yıllarda sayıları 190'ı bulan Alman bilim insanları, Türkiye'deki modern üniversite reformunun gerçekleşmesine büyük katkılar sunuyor. Bu gerçeğin ışığı altında ele aldığı romanını etkileyici bir şekilde başlatıyor Ayşe Kulin. Schliman'lar geliyorlar Türkiye'ye, yerleşiyorlar Pera'ya. Ve sonrasında onların özel hayatlarını merceğe alarak aslında Türkiye'de yaşanan siyasi ve toplumsal olaylara ışık tutuyor yazar.

Kuşbakışı Türkiye Panoraması

Kitabın ilk yarısında bu olay ve gelişmeler aktarılırken, yani zaman yavaş akarken çok ilgiyle okudum ilk 200 sayfayı. Romanın ikinci yarısında ise zaman hızlandı. Öyle ki ilk kuşak bayan Elsa'nın kızı Suzan (Suzi) büyüdü, evlendi, kızı Sude doğdu, büyüdü evlendi, Esra doğdu...Tam dört kuşak, kitabın diğer yarısına sığarken ben bu hızlı geçişe adapte olmakta zorlandım. Evet yine yazarın güçlü ve akıcı kalemi sayesinde kitap sürükleyiciliğinden bir şey kaybetmedi ama sanırım ben hikayelerin detaylarını derin derin uzun roman sayfalarında okumayı sevdiğim için  ikinci bölümde biraz hayal kırıklığı yaşadım diyebilirim.



 Kitabın son sayfasını okurken düşündüm ve buldum bu durumu tanımlayacak sözcüğü: “Kuşbakışı” Evet, kitabın 197. sayfasından son 390. sayfasına kadar olan bölümde 1945'den 2016'ya kadar geçen 71 yıllık döneme kuşbakışı bakmış yazar. Yaptığı iş son derece önemli, çünkü Ayşe Kulin çok okunan bir yazar ve bütün o süreçte yaşanan önemli olayları hiç bilmeyen okuyucularına bir anlamda fener yakmış. Bu tavrına ve hatta değindiği konulardan ötürü cesaretine saygı duyuyorum elbette. Özellikle genç okuyuculara son derece önemli bilgiler veriliyor kitapta. Ama o bahsettiği olayları az çok bilen, gündemle alakalı olan, gazete okuyan, kitap okuyan benim gibi insanların bazıları belki o kuşbakışından biraz sıkılabilir. Ben biraz sıkıldım, yani hikaye karakterlerine çok yakınken birden onlardan uzaklaşmak beni üzdü diyelim. Ama dediğim gibi Ayşe Kulin'e saygı duyuyorum, zira otosansürün zirve yaptığı günümüzde özellikle son iki kitabında cesurca bazı konulara değinen sayılı yazarlardan kendisi.

Ülkeyi terk edenlere mesaj veriyor
Son dönemde ben çok rastlıyorum, siz de görüyorsunuz mutlaka. Güzel genç insanlar gelecek kaygısıyla başka ülkelere göç ediyorlar. Benim arkadaşlarımdan üç kişi var mesela... Bu gerçekten çok üzücü bir durum. Hayır, dünya globalleşti, herkes istediği yerde yaşayabilir tezine hiçbir lafım yok elbette. Asıl mesele ve asıl üzücü olan şey, gitmek zorunda olmak, öyle hissetmek. Gidenler kadar, koşulları müsait olmadığı için mecburiyetten gidemeyenler var bir de, hem de azınsanmayacak kadar... Keşke ülkemiz, kaçmak isteyenlerle değil, göç etmek isteyenlerle anılsaydı...

 Ayşe Kulin, kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle diyor:

Ben isterim ki, herkes, yerli yerinde kalsın ve beğenmediği durumlarla mücadele etsin. Romanı yazarken da bu hissi vermek istedim: ‘Kalın ve direnin!’ Okumak da, gitmek de, kalmak da, mücadele etmek de, ‘Bana artık müsaade’ demek de... Size kalmış... Size ne iyi gelecekse onu yapın. Çünkü bu işin doğrusu yok, her insan başka bir dünya... Ama unutmayın başka vatan yok!”

Son söz;

Demem o ki, yine akıcı, bir solukta okunacak bir roman var karşınızda. Okuyun, okutun... Özgürce yazılmış romanlarımız hep başucumuzda olsun, sevgiyle kalın efendim...


Devamını Oku

24 Kasım 2016 Perşembe

Öğretmenlerim vardı...

İlkokul öğretmenimden aklımda kalan şey nedir biliyor musunuz? Kırmızı ojeleri ve bakımlı elleri... Ödevlerimi imzalayıp “aferin” yazarken hafızama nasıl kazınmışsa artık, O'nu sanki hep tek renk oje sürülmüş ama hep bakımlı elleriyle anımsıyorum... Aferin alabilmek için ne çok hırs yapar ve ne çok çalışırdım...

Evet çoğu çocuk gibi ben de kendisine hayrandım. Disiplinli bir kadındı, gülümsediğini anımsıyorum ama ağız dolusu kahkaha attığı hiç aklıma gelmiyor. Kendime, makyajıma çok dikkat etmesem de ojelere, tırnak bakımına merakım belki de ilkokul öğretmenimin bende bıraktığı iz nedeniyledir kim bilebilir... “Koskoca beş yıl okumuşsun, kala kala aklında kırmızı ojeler mi kaldı, ne yani ilkokul öğretmenin sana oje sürmeyi mi öğretti ?”demeyin. Bunlar önemli şeyler. Hiç unutmam, lisenin ilk sınıfındayken coğrafya öğretmenimiz de “Kız ya da erkek olmanız fark etmez, deodorant kullanın, her zaman temiz kokun!” demişti ve ilk deodorantımı bu sözün üzerine almıştım. O gün bugündür buna önem veririm, insanları rahatsız etmeyecek bir temizlik koksun isterim üzerimde... Belki coğrafya dersinden okul hayatım boyunca pek haz etmedim ama temiz kokmayı öğretti bana o öğretmenim, az şey mi; dağ ve ırmak adlarını bilmekten daha değerli değil mi?

photo by: https://www.pinterest.com/bferdem/
Üniversite sınavına hazırlanıyorduk lise sonda, iyi bir kimya hocamız vardı, adı Arif Bey'di. Hiç unutmam, “Sınava girerken yanınızda hırka gibi bir şey götürün. Olur da tuvaletiniz gelirse, utanmayın yapın altınıza, yanınıza götürdüğünüz hırkayı belinize bağlar çıkarsınız. Orada biraz sıkılırsınız ama bu sınav daha önemli!” demişti. Aslında kimya öğretmenliği mükemmeldi ama düşünüyorum da şimdi insan ilişkileri bence pek başarılı değilmiş... Zira bu söylediği şeyden ürkmüştüm, ya sınavın ortasında tuvaletim gelirse ne yapardım! Kendisinin eğitim anlayışı korkutma üzerineydi, bazen işe de yarıyordu. Lise 1'de ilk kez fen dersimize girdiğinde “O tarih sizden uzaklaşmıyor, siz her dakika o tarihe yaklaşıyorsunuz, şimdiden sınava hazırlanmazsanız son sınıfta yetiştiremezsiniz hiçbir şeyi!“ demişti. Ben yine korkmuş, lise 1'deyken o dönemin en meşhur test dergisi olan Aşama dergilerini almaya başlamıştım. Konuları işledikçe, testleri Arif Bey'in dediği gibi çözmüş, lise sona sadece lise son konularını bırakmıştım.

Biz küçük bir kasabada yaşıyorduk, dershanemiz yoktu, hafta sonları sadece tebeşir parası toplayarak üniversiteye hazırlık kursu veren özverili öğretmenlerimiz vardı. Onlar için gerçekten de öğrencilerinin başarısı tatmin edici bir şeydi. O zamanlar çocuklar henüz yarış atı olmamıştı. Adı sürekli değişen sbs, teog, abc gibi yığınla sınav yoktu! Belki bilgisayar nedir bilmiyorduk ama, biz bence bugünün çocuklarından daha şanslıydık, zira çocuk gibi çocuklardık!
photo by: https://www.pinterest.com/selimea/
Türkçe öğretmenime hayrandım. Bize kitap okumayı sevdirmişti. Silahlara Veda'yı, Gazap Üzümleri'ni ve birçok klasik eseri ortaokulda okumuştuk. Bugün eğer kitap okuyorsam, kendisi de öğretmen olan ve çok okuyan babamın, bir de o Türkçe öğretmenimin sayesindedir. Öyle ki lisenin sonunda herkes dersleri bir kenara bırakıp elinde test kitaplarıyla okula gelirken, sonradan Edebiyat öğretmenim olan Türkçeci'nin verdiği ödevleri yapmak için gece yarılarına kadar ansiklopedilerden şairlerin yazarların hayatlarını araştırdığımı dün gibi anımsıyorum. Neticede o testleri ben de çözdüm, ben de kazandım sınavı ama benim bir farkım var, çünkü okuma alışkanlığım o gün bugündür hala devam ediyor!

Yurdumun kasabasındaki devlet okulunda nasıl bir İngilizce öğrettiyse solcu bilinen Sevgi öğretmenim, yıllar sonra gittiğim kursun seviye tespit sınavında “intermediate” çıkınca hayretler içinde kalmıştım. Ya müzik hocamız Burhanettin Bey'e ne demeli, bize piyano çalardı, okulun klasik müzik korosu vardı düşünsenize! Okulumuzun bir seramik fırını bile vardı, devrimci Hüseyin öğretmen soyut çalışmalar yaptırırdı yetenekli gördüğü öğrencilerine... Bugün ben bensem, gerçekten onların izlerini taşıyorum ufak tefek de olsa...

Ben biraz inektim evet, ortaokulda da lisede de okulu birincilikle bitirdim. Ama tuhaf ineklerdendim. Mesela lisede arkadaşlarım eve gelir, benim onlara ders anlatmamı isterlerdi, ben de anlatırdım, ödevlerine yardım ederdim. Mahallede ders anlatmadığım komşu çocuğu neredeyse yoktu. Sanırım genlerime işlemişti öğretmenlik. Babam, ablam, dayım, yengem... Bizde öğretmen çoktu. Ben olmadım, itiraf ediyorum, o zamanlar burnum biraz yükseklerdeydi, öğretmenlik gibi az puanlı bir okulu kendime yakıştıramamıştım! Çocukluk işte, “bir bayan için en ideal meslek” diyorlardı bir de, buna da karşı çıkıyordu muhalif ruhum. Nasıl yani, ben erkeklerin mesleğini yapamaz mıydım! Çok iyi bir puanla gittim tekstil mühendisi oldum sonra. Ben kırdım zinciri ama neyse ki ailede sonradan gelen kuşak öğretmenliğe devam etti. Üç tane yeğenim pırıl pırıl genç öğretmenler olarak eğitim ordusuna katıldılar, evet kpss yi geçip atanabilen şanslı azınlıkta yer alıyorlar ...

Madem kendimden, özel anılarımdan anlatıyorum bu gün, size bir itiraf daha yapaym. Aslında ben de öğretmenlik yaptım, hem de 6 ay... Okulu bitirmiş ve özel nedenlerle doğduğum kasabaya dönmüştüm bir süreliğine... O zamanlar ücretli öğretmen denilen kölelik sistemi yoktu, “vekil öğretmenlik” denilen bir şey vardı. Ben de mezun olduğum lisede birçok derse girmiştim; edebiyat, fen, matematik, fizik, kimya... Hangi ders boşsa hepsine girdim, ee serde ineklik vardı ya, her şeyden anlıyordum az buçuk, bir de yeni mezun pırıl pırıl bir mühendis beyni olunca... O öğretmenlik günlerimde biriktirdiğim küçük paralar ile İzmir'e gidecek ve mühendislik yaparak kuracağım hayatın ilk temellerini atacaktım...

Madem o günlere kadar gittik, bir de üniversiteden unutamadığım hocamı da anlatayım. Bertan hocam, kapısı ardına kadar öğrencilere açık olan odasında antika eşyaların ortasında oturur, klasik müzik dinleyerek piposunu içerdi. Sınavlarda dışarıya çıkar, notun hiçbir şey olmadığını anlatırdı aslında... Bizi fabrikalara gezmeye götürür, hepimize iş bulurdu.. Evine gider, elleriyle yaptığı kabak tatlısını yerken O'nun o engin entelektüel dünyasından feyz alırdık. Hatta İstanbul'a taşınmam da O'nun sayesindedir, bugün arayıp öğretmenler gününü kutlayacağım uzun listenin içinde elbette müstesna bir yeri vardır kendisinin.

Çok duygusallaştım farkındayım, hep söylerim bir kez daha tekrar edeyim. Hayatta iki kutsal meslek biiyorum ben, biri tıp hekimliği, diğeri de öğretmenlik... Birisi insan hayatını kurtarır, ötekisi ise insana hayat verir.. Gerisi laf-ı güzaftır...

Yaşlarınız ne olursa olsun, ruhunuzda öğretmenlik ateşi varsa hepinizin o kutsal ellerinden öpüyorum sevgili öğretmenlerim. Baş Öğretmen Mustafa Kemal Atatürkümüzün açtığı ışıklı yolda bizleri aydınlatmaya devam edin, 24 Kasım Öğretmenler Gününüz kutlu olsun...



Devamını Oku

22 Kasım 2016 Salı

Konuk Yazar'dan; Leylak Kokulu Saçların

Bugün sizlerle bir Türkçe öğretmeninin kaleminden yazılmış çok güzel bir öyküyü paylaşmak istiyorum.  www.gonuldendile.com   adındaki blogunda güzel yazılarını paylaşan değerli konuk yazara bloguma renk kattığı için teşekkür ediyor, sizleri bu güzel öyküyle başbaşa bırakıyorum...

Leylak Kokulu Saçların



Leylak kokulu yârim... Sana kalsa o yumuşacık saçlarının kokusu bir kutu şampuanın mucizesi, bana göreyse başlı başına senin kokun çiçekleri kıskandıran.

Ellerim saçlarının arasında gezinirken bak aklıma ne geldi? İkimiz de İstanbul'a gitmek için tren istasyonunda bekliyorduk hani. Şairin dediği gibi galiba ikimiz de en çok İstanbul'a dönüş yolunu seviyorduk bütün yolların. Düşünceli bir şekilde önümden geçerken almıştım saçlarının kokusunu. Baharın bütün çiçeklerini saklamıştın sanki her bir teline saçlarının. İşte o an en çok leylak kokusu dolmuştu içime. Ben seni içime çekerken önünde durduğum vagonun içine giriverdin. O an aklıma biletim geldi, çantamdan alelacele çıkardığım kağıt ile senin biraz önce adımını attığın vagonun sayısı birbirini tutunca bir tebessüm kondu dudaklarıma. Bir elimi yerdeki bavuluma uzatmış, diğer elimle pardösümü düzeltirken peşi sıra girdim ben de trene. Vagonun ön taraflarında seni gördüğümde hemen arka koltuğuna oturmaya karar vermiştim ki bilet numaraları geldi aklıma. Şansımın yaver gitmesi arzusuyla koltuk numarama göz gezdirdiğimde altı sıra kadar arkanda kaldığımı fark ettim. Biraz buruk iliştim koltuğumun ucuna. Trenin hareket etmesine daha vakit vardı, yalnız sayılırdık bulunduğumuz vagonda. Sonra seni izlemeye başladım. Adını göremediğim bir kitabı ellerine almış, ara sıra gözünün önüne düşen o güzelim saçlarını kulağının arkasına atmakla meşguldün. Yüzünün her bir ayrıntısını hafızama kazımaya çalışırken sen okuduğun kitaba dalmış, benden habersiz gibiydin.

Trenin hareket etmesiyle kaç dakikadır seni izlediğimden bihaber kendime geldim. Çok da kalabalık olmayan bir vagonda İstanbul yolculuğumuz başlamıştı sonunda. Yolcu sayısının az olmasını da fırsat bilerek hemen arkanda bulunan koltuk sırasının yüzünü en çok görebileceğim bir yerine geçiverdim. Ben senin yörüngende yolculuğumu sürdürürken senin tek yaptığın, okuduğun kitabın sayfalarını çevirmekten ibaretti. Kitabının pembe kapağının ve az da olsa görebildiğim isminin yardımıyla Aşk'ı okuduğunu fark ettim. Demek sen de Elif Şafak'ı benim gibi seviyordun. 


İşte aradığım fırsat dedim içimden. Yavaşça, ürkütmemeye çalışarak tekrar içime dolan leylak kokunun sarhoşluğunda seni yeni fark etmiş gibi "Aşkı bulmuşsunuz!" dedim. Ağzımdan bu cümle çıkar çıkmaz normalde çok da girişken olmayan kendimin böyle bir cümleyle konuşmaya girme cesaretini nasıl bulduğumu aradan yıllar geçse de bilemiyorum. Biraz şaşırdın önce, sonra tebessüm ederek "Kitaptan bahsediyorsunuz." dedin. İçimdeki bütün heyecana rağmen renk vermemeye çalışarak "Evet, elbette!" diyebildim. Sonra biraz Elif Şafak'ı biraz hayatlarımızı konuştuk. Editörlük yaptığını öğrenmemle neden bilmiyorum "Ben de hikaye yazıyorum." dedim. Büyük ihtimalle seni son görüşümün bu trenle sınırlı kalmasını istememiştim. Evrak çantamdan çıkardığım henüz dumanı üstünde olan iki hikayeyi uzattım sana. Bir süre hiç konuşmadan okudun kağıttakileri. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dakikaların ardından gözlerini gözlerimle buluşturduğunda biraz şaşkınlık biraz da heyecan vardı yüzündeki ifadede. "Belki yeni tanıştığı bir insana nazik davranmaya çalıştığımı düşüneceksin ama yazdıkların gerçekten güzeller." dedin. Şu anda hayat arkadaşın olarak ne kadar sert bir eleştirmen olduğunu bildiğimden o an için nezaket icabı söylediğini düşündüğüm bu ifadenin aslında gerçek bir beğeni içerdiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Yanımızdan akıp giderken şehirler ne kadar şanslı olduğumu düşünmüştüm o anda. Başka bir şehirde başka bir zamanda alakasız insanlar olma ihtimali varken aynı trende aynı şehre aynı dünyanın insanları olarak gidiyorduk.

Şimdi yatağının yanı başında oturuyorum. Seni sarssam da uyanmayacağını bilerek üstelik. Yanı başında bipleyen, bir sürü sayının kalabalığında monitörler ve ciğerlerinin yapamadığı işi sana mekanik olarak yaptıran solunum cihazının o soğuk sesi... Bir yıllık mücadele, kimi zaman umut kimi zaman acı ve hüzünle dolu tedavi süreci. Artık yoruldum deyişinden sonraki üçüncü gün. Yanındayken hep güçlü kalmaya çalışsam da şu anda beni göremeyeceğini bildiğim için gözyaşlarıma izin veriyorum. İçimde kopan fırtınalar gözlerimdeki yağmur damlalarıyla ruh halimi tamamlıyor adeta. Saçlarını bir süre daha okşayıp yanağına bir öpücük konduruyorum bütün bu düşünceler arasında. Odanın kapısında kanserle mücadelen boyunca bize destek olan doktorun var. Bir saat kadar önce seni artık bu halde görmeye dayanamadığımdan ve gerçekten yorulduğunu bildiğim için imzaladım belgeleri. Yaşlar süzülmeye devam ederken yanaklarımdan doktoruna son kez bakıyorum, dilim kelimelere küs olsa da o anlıyor onay verdiğimi. Makineleri kapatıyor teker teker. Artık nefes almıyorsun, monitörlerden de hiçbir ses gelmiyor. Sen son nefesini verirken yanı başındaki kitaba takılıyor gözüm. İlk kitabım, ilk göz ağrım, ilk editörümün sen olduğu eser. Seni tanımamla yaşadığımı hissettiğim için adını "Nefes" koyduğumuz kitabımız, sen son nefesini verirken de yanı başında duruyor.

Zafer Babal - 19.11.2016


Yazar Hakkında: Satırların arasında kaybolduğu ve sözcüklerin rehberliğinde yolunu bulduğu her anın tadını çıkaran, 30'lu yaşlarında bir eğitimci, www.gonuldendile.com kişisel bloğunda gönlünden gelenleri dile getirme çabasında...


Devamını Oku