27 Kasım 2015 Cuma

Can Dündar'ın tutuklandığı gece cennet hurmasından reçel yaptım!

Dün akşam üzeri, tam da işten eve dönmeme 10 dakika kalmışken Facebook sayfama bir başlık düştü, “Can Dündar ve Erdem Gül adliyedeler!” Tam da bu haberin altında başka bir gönderi daha vardı, “cennet hurmalarından reçel yapımı!”

Her zamanki gibi bilgisayarımı topladım, iş arkadaşlarıma iyi akşamlar diledim, merdivenlerden inerken aklımda tek bir düşünce vardı; evet ben cennet hurmalarından reçel yapacaktım!

Her zaman sokağın köşesinde, kaldırıma oturup kendi bahçesinden getirdiği meyveleri satan kadından alırım hurmaları diye düşündüm, ama gelmemişti, tabi ya yağmur yağıyordu. Oysa ben cennet hurmalarından reçel yapmalıydım. Hani diyorlar ya özellikle futbol fanatikleri; “totem yapmak” diye... Sanki bu akşam o hurmaları bulup reçel yapmasaydım daha çok gazeteci mahkemeye gidecek ve hepsi tutuklanacaktı...

Ama kalbim temizdi, "demek ki güzel günler yakında" diye pozitif pozitif düşünceler geçti beynimden; zira komşu kafede tam da o adını bilmediğim kadının sattıklarından – O'nun adını öğrenmeliyim, ne ayıp! - evet tam da o isimsiz kadının sattıklarından, olgunlaşmamış, reçellik hurmalar vardı. Kafedekiler sever beni, para bile almadılar, 4 tane hurma ile geldim eve..
Açtım televizyonu, haberlerde Rusya'nın düşürülen uçağından ve bu durumun yarattığı krizden bahsediliyordu, sanki gazetecilere bir şey olmamış gibi... Aklıma Fikret Kızılok'un o meşhur şarkısı geldi: “Süleyman hep başbakan, başbakan hep Süleyman..." Ne alakaysa artık!

Hatta size de dinletebilirim eğer isterseniz...



Gittim mutfağa, aldığım dört cennet hurmasını soydum, küp küp doğradım, üzerine 2 bardak şeker döktüm, öylece bıraktım sulanmaları için. Açtım Twitter'ı.. #Candündaryalnızdeğildir etiketi ile yazılanlara şöyle bir göz attım. Kendisini hiç sevmem, bugünlere gelmemizdeki rolünü hiç yadsıyamayacağım, tartışma programlarının gediklisi Aslı Aydıntaşbaş şöyle demiş:




Ne günlere kaldık değil mi... Akşam hiçbir haber izlemedim, açtım inadına Star Tv'yi, yakında yayından kaldırılacağını tahmin ettiğim Kösem Sultan dizisinde 13 yaşındaki padişah, kocaman sakallı adamlara “kullarım!” diye buyuruyordu, haremde dünyanın dört bir köşesinden getirilen küçücük kızlardan birinin isyanı vardı, uyuyakalmışım...

Sabah oldu, kahvaltıyı hazırlarken âdetim olduğu üzere haberleri açtım, evet Can Dündar ve Erdem Gül tutuklanmıştı.. Fox tv ve Kanal D'nin spikerleri bu haberi uzun uzun anlatıyorlardı. 


Can Dündar ve eşi adliyede...

İyi ki varlar deyip, yakında onlar da olmayabilir düşüncesiyle açtım cennet hurmalarının altını, azıcık da sıcak su döktüm üzerlerine. İki karanfil, birazcık da zerdeçal ilave ettim reçele...
Ben mutfaktayken içeriden televizyonun sesi geliyordu, cumhurbaşkanı 

“Yanına bırakmam O'nun, bedelini ağır ödeyecek!“ diyordu Can Dündar için taa mayıs ayında yaptığı bir söyleşide...

Cennet hurmaları kaynadı kısık ateşte, reçel oldular. Can Dündar ve Erdem Gül Silivri Cezaevi'ne gitmişti çoktan.. Hani bir dönem giden diğer gazeteciler gibi, hani yıllar sonra “pardon, suçunuz yokmuş!” dedikleri yüzlerce insan gibi...

Tadına baktım cennet hurması reçelinin. Reçel gibiydi de değil gibiydi de, belki inanmayacaksınız ama tadı gerçekten buruk olmuştu reçelin, kekremsiydi, tanımsızdı, eh böyle bir gecede yapılan reçelden ne beklenirdi ki zaten!

Elbet bir gün,  size tatlı mı tatlı çilek reçeli yaptığım sabahları da anlatacağım...

Sevgiyle ve sabırla...


yaptığım cennet hurması reçeli, tadı kekremsi olan..



Devamını Oku

25 Kasım 2015 Çarşamba

Fotokopi Kağıdı Satın Almadan Önce Nelere Dikkat Edilmeli?

Ofiste durmaksızın kullanılan fotokopi kağıtlarının çeşitlerini, kullanım alanlarını ve yaptığımız performans/fiyat karşılaştırmasını sizler için derledik. Düşük ve yüksek gramajlı fotokopi kağıtlarının kullanımı sonucu karşılaşabileceğiniz farklara bir göz atın ve ofisinizde bilinçli bir tüketim başlatın!
Bitmek bilmeyen ofis ihtiyaçlarından biri olan fotokopi kağıdı, bir ofiste en çok kullanılan ve stokta mutlaka bulunması gereken en önemli malzeme olarak adlandırılabilir. Sürekli olarak fotokopi çekilmesi gereken dokümanlar ve elden ele dolaşan evraklar ise bunun en büyük kanıtıdır.

Fotokopi kağıtları gramajı, yüzeyi ve ebatları açısından farklı kullanım alanlarına sahiptir. Örneğin “hamur kağıt” olarak adlandırılan fotokopi kağıtları, gramaj açısından antetli kağıt, zarf, kitap ve benzeri baskılarda kullanılır. Kendinden karbonlu fotokopi kağıtları ise gramaj açısından fatura ve irsaliye gibi baskılarda kullanılır. Broşür, katalog, dergi ve el ilanı gibi baskılarda da kuşe kağıt tercih edilmektedir.

Genellikle mimarların, grafik tasarımcıların ve okulların benzer fakültelerinde öğrenim gören öğrencilerin tercih ettiği A3, A4 VE A5 boyutlarındaki gramajlı kağıtlar yanı sıra; özellikle basımevleri tarafından tercih edilen 80 gr fotokopi kağıtları da çift yönlü baskıya müsait olmaları sebebiyle ofis ortamında kullanılabilmektedir.

Ayrıca fotokopi kağıtları, her yazıcıda aynı kaliteyi vermeyebilir. Kağıdın gramajı, kalınlığı, yüzey düzgünlüğü ve mukavemet gibi fiziksel özellikleri baskı kalitesini etkilemektedir. Gramajı düşük bir fotokopi kağıdı, kağıdın ışık geçirgenliğini etkileyerek baskının arka yüzünde de görülmesine neden olur. Dolayısıyla yazılar birbirine gireceği için kağıdın arka yüzü kullanılmaz hale gelerek daha fazla kağıt kullanımına sebep olur. Copier Bond, Navigator ve Xerox gibi markalar, gramajı sayesinde çift taraflı baskı yapılabilen kaliteli fotokopi kağıtlarını üreten markalara örnek gösterilebilir.


Ofis ortamında kağıt tüketiminin oldukça yüksek olduğunu düşünürsek kağıdın kalitesi kadar ne kadara mal olacağını da hesaba katmak gerekir. Ekonomik fiyatlı fotokopi kağıtları baskı kalitesini olumsuz etkileyerek daha fazla kağıt tüketimine yol açabilir. Tasarruf etmek amacıyla satın aldığınız kağıtlar, israfa neden olarak daha maliyetli bir tablo oluşturabilir. Bu yüzden fiyat/performans özelliğine dikkat etmek gerekir.

E-ticaretin avantajlı ve pratik oluşundan dolayı internet üzerinden alımların sıklaştığı günümüzde, ofis ihtiyaçlarını da internet üzerinden gidermek firmalara maliyet tasarrufu sağlamaktadır. Siz de oldukça sık kullanıma sahip fotokopi kağıtları için internet üzerinden alışveriş yaparak hem ihtiyacınızı karşılayabilir hem de yüksek harcamalardan kurtulabilirsiniz.

Gramajı 80 gr olan Navigator, Copier Bond, Target, Rey Copy ve Xerox markalarının fotokopi kağıtlarına ulaşabilir ihtiyacınız doğrultusunda A3, A4 ve A5 olmak üzere farklı boyutlardaki fotokopi kağıtlarını en uygun fiyatlarla satın alabilirsiniz.

Kalite ve fiyat avantajını baz alarak müşterilerine daima en iyiyi sunan AVANSAS üzerinden, paket ve koli olmak üzere iki farklı seçenekten ihtiyacınıza uygun olanı seçerek fotokopi kağıtlarını satın alabilirsiniz.

Farklı alışveriş sitelerinden fotokopi kağıdı alışverişi yaparken alışveriş tutarınıza kargo ücretinin de eklendiğine dikkat edin. Avansas.comda ise bedava kargo ve 1 iş gününde teslimat avantajıyla sipariş verebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

22 Kasım 2015 Pazar

Venedik'te Bir Yahudi

Kitabın adını sevdim, arka kapak yazısını sevdim, üstelik kitap fuarında sadece 5 TL'ye satılıyordu, hiç düşünmeden aldım. İyi ki de almışım, çok beğenerek okudum Roberta Rich'den orijinal adı “The Midwife of Venice” olan Venedik'te Bir Yahudi adlı kitabı...

Yahudi'lere ait öyküler, özellikle İkinci Dünya Savaşı temalı olanlar hep ilgimi çekmiştir. Çoğu film hafızamdan silinir ama mesela Hayat Güzeldir ve Piyanist filmini unutamam. Bunun nedenini ben de çözmüş değilim. Bilemiyorum, Yahudilere ait hikayelerin dokunaklı oluşundandır belki, ama muhtemelen o hikayelerdeki estetiğin de etkisi olsa gerek! Nasıl desem, şimdiye kadar okuduğum ve izlediğim Yahudi temalı bütün filmler ve kitaplar çok kaliteliydi, özenli bir anlatımları vardı, karakterler çok ince işlenmişti, bu kitap da öyleydi.

Son dönemlerde malumunuz, herkes birbirini ötekileştiriyor. Şimdi kalkıp birileri bana “İsrail özentisi” falan der mi bilemiyorum, demesinler zaten! Zira sanat, edebiyat başka bir şey; bir hikayenin insanın yüreğine dokunması için okuyanla aynı dilde, aynı dinde, aynı ırkta yazılmış olması gerekmiyor ki! İşte bunu anlayanların sayısı çoğaldığında zaten savaşlar da azalacak...

Konumuza dönersek eğer, Yahudilerle ilgili izlediklerim ve okuduklarım arasında ilk kez bu kadar eskiye gittim. Kitap 1575 yılında, bir başka deyişle on altıncı yüzyılın ortalarında geçiyor. Venedik'te Yahudi Getto'sunda yaşayan ve ebelik yapan Hanna'nın ve O'nun Malta'da esir düşen kocası İsaac'ın hayatına dokunuyoruz kitabı okurken.

Getto, yani bir kentte azınlıkların yerleştiği bölüm; bir anlamda şehrin periferisi, yani kenar mahallesi... Kötü koşullar hakim ve bilinen en eski getto olan Venedik Gettosu dışında yaşayamıyor o dönem Yahudiler... Bu demektir ki, kitabı okurken romantik Venedik gondolları gelmiyor akıllara; aksine pislik içinde, sular yükseldiğinde kayganlaşan sokaklarında yürümenin zorlaştığı, hayatın zor olduğu, fakir bir bölge orası. Elbette şehrin zengin aristokratlarının yaşamı farklı. Onlar altın varaklı bardaklarından içiyor şaraplarını... Yıl 2015, değişen bir şey var mı diye sorası geliyor insanın... Bir yanda saraylar,, altın varaklı bardaklar, öte yanda yoksul kenar mahalleleri...

Venedik'te Bir Yahudi- Roberta Rich

Bir gece kapısı çalınır Hanna'nın. Soylu Hristiyan bir kont, doğum için zorlanan karısına kendisinin yardım etmesini ister. Bu bir risktir, zira bir Hristiyan çocuğunu bir Yahudi ebe doğurtamaz, engizisyon cezası vardır ucunda. Ve eğer bu duyulursa gettoda yaşayan bütün Yahudilerin yaşamı tehlikeye girecektir! Öte yandan, Hanna'nın esir düşen kocası Isaac'i kurtarmak için çok paraya ihtiyacı vardır... İşte böyle başlıyor hikaye...

Doğan bütün bebeklerin birbirine benzemesine rağmen, büyüdüklerinde aralarına giren sosyal sınıf farklarını, din tartışmalarını ve bütün bu suni ayrımların gereksizliğini sorguluyorsunuz hikayeyi okurken. Hele ki para ve unvan için insanların ne kadar vahşileşebileceğini gördüğünüz bölümlerde, kendinizi sanki orada, o gettonun, o pis kokan suları arasında buluyorsunuz ..

En sonunda da diyorsunuz ki, yani ben dedim ki, sevgiden öte bir şey var mı? Yok, tabii ki yok, ve asla yok...

Kitabı gerçekten çok beğendim; anlatım ve çeviri o kadar güzeldi ki, film izliyor gibi canlandırdım sahneleri gözümün önünde.

Bu arada Roberta Rich adlı yazarın ilk kitabı bu. Biraz araştırdım. Yazar, dilimize “Aşk Her şeye Rağmen, Bir Harem Masalı” olarak çevrilen, orijinali “The Harem Midwife” olan ikinci kitabında Hanna ve Isaac'i anlatmaya devam ediyormuş, üstelik kahramanlarımız hayatlarına Konstantinopolis'de devam ediyorlarmış. Buna çok sevindim, en kısa zamanda alıp okumalıyım devam kitabını... Çünkü Hanna ve Isaac'i sevdim ben..

Bir kitap maceramız daha sona erdi, bugünlük de benden bu kadar..
Kitaplı, okumalı-yazmalı bir pazar günü dilerim, sevgiyle...



Devamını Oku

20 Kasım 2015 Cuma

Paramı yönetebiliyorum, onun kölesi değilim!

İstediğimiz kadar romantik olalım, “iki gönül bir olunca samanlık seyran olur”'un nostaljik bir söylem olduğunu kabul etmek zorundayız. Çünkü beğensek de beğenmesek de biliyoruz ki dünya para ile dönüyor! Ve akıllı olanlar, paranın zaman zaman oynadığı tuzaklara gelmeyerek, onun kendisini esir almasına müsaade etmeden, parasının efendisi olmayı başarıyorlar. Tıpkı bizim Orçun gibi...

Paramıyonetebiliyorum.net'ten edindiği tecrübelerin Orçun'un hayatındaki yansımalarını görebiliyorum ben de. Bu siteden aldığı eğitimlerde altın değerinde şeyler öğrendi. Mesela artık parasını yönetenin hayatını da yönetebildiğinin farkında. Ki bence bir insanın alabileceği en önemli hayat tecrübelerinden biridir bu. Orçun şanslı, çünkü çok genç yaşta bunun farkına vardı. Diyeceksiniz ki, ne var bunu bilmeyecek! Evet biliyoruz belki hepimiz ama, bunu içselleştirebiliyor muyuz, daha da önemlisi yaşamımızda uygulayabiliyor muyuz?

photo from modwedding.com

Düşünsenize, başkalarına bağımlı olmadan yaşamanın tek mantıklı zemini var bu hayatta, o da ekonomik özgürlük! Yani şimdi Orçun her ay babasından para almak zorunda olsaydı, biriktirmeye başladığı güvenceleri olmasaydı, kendi kendine kararlar alabilir miydi? Alamazdı, zira kime borcu varsa o kişi Orçun'a akıl vermeye kalkardı... Ne sıkıntılı bir durum!  Oysa Orçun, hayatının henüz başlarında olan bir genç insan olarak, geleceğine dair kendine sağlam zeminler oluşturma yolunda çok güzel adımlar atıyor.

Bir bütçesi var, bütçesinin ötesinde artık birikim de yapmaya başladı. Gelirinin %10'unu direkt birikim hesabına yatırıyor her maaş aldığında. Evlenecek, kendisine yuva kuracak, kimselere muhtaç olmadan kendi alnının teriyle kurduğu yuvasında güzel günleri olacak...

Elbette hayat çok kolay değil. Ne kadar çok ve iyi eğitimler alırsanız, hayatınızdaki sürpriz zorluklarla mücadele etme gücünüz o kadar artıyor. Çünkü her eğitim, bilinç düzeyinin yükselmesi demek. İşte Orçun da paramiyonetebiliyorum. net  sitesinden aldığı eğitimlerle parasını yönetebilmeyi öğrendi. Eskiden olsa böyle şeylere gerek olmazdı belki, açardınız bir vadeli hesap, paranız orada birikirdi. Maaesef artık işler böyle yürümüyor. Orçun da bunu öğrendi, yani parasını çalışkan paraya çevirerek yatırım yapmanın inceliklerine vakıf oldu.

Son söz olarak diyorum ki, bazen insanın karşısına güzel fırsatlar çıkar. Güzel bir kitap, ne bileyim hayatınızı değiştirecek kaliteli bir film, iyi bir yazı... Okuduğunuz bir cümleyle silkinip kendinize geliverirsiniz, mucize gibi... Yani ille de çok paralar ödeyip “yaşam koçu”ndan dersler almanız gerekmez...

Paramiyonetebiliyorum nokta net de bizim Orçun'un karşısına böyle tesadüfen çıkmıştı.
Kim bilir, belki sizin, belki de anlatacağınız bir yakınınızın da böyle bir aydınlanmaya ihtiyacı vardır...
Şanslı ve bereketli bir gün diliyorum, sevgiyle...

photo from buzzfeed.com



Devamını Oku

19 Kasım 2015 Perşembe

Ayrılmaz İkililerim...


Geçenlerde gördüğüm bir Facebook sayfasında “kasım ve aşk ayrılmaz ikilidir, siz de söyleyin ayrılmaz ikililerinizi” diyordu. Çok hoşuma gitti, yazmaya başladım hemen...

Pazar kahvaltımda kaymak ve bal, sonrasında gazetelerim ve bulmacalar, mutfağımda sevgi ile yaptığım yemekler ve huzur veren kavrulmuş soğan kokusu, dumanı tüten tarhana çorbası ve olmazsa olmazı karabiber, mahallemdeki köşe ve o köşedeki laz bakkal... Sabah günaydını ve içten gelen bir gülümseme...

Aslında hayatımda vazgeçemediğim o kadar çok ikili var ki, hangi birini anlatsam diğerleri eksik kalıyor...

Mesela kitaplar ve onları yazan yürekler olmasaydı, filmler ve onları yaratan sinemacılar, resimler ve ressamlar, şarkılar ve müzisyenler, yani sanat ve incelmiş ruhlar olmasaydı yaşam ne kadar tatsız tuzsuz olurdu...

photo by Naman Verma, inseparable love

Sevdiğimiz insanlar ve onların bizi sarmalayan güven verici duruşları olmasaydı, özlemlerimiz ve kavuşma anlarının yaşattığı coşku, sevgi ve emek olmasaydı; her şeyin ötesinde ya ne yapardık aşık ve maşuk olmasaydı?

Yazdıkça şaşırıyorum; sanki hayat ikililer üzerine kurulmuş gibi! Bazen kendisine benzer, kendisini tamamlayan ikililer, bazen de zıtların bütünlüğü, olmaması gereken ikililer! Düşünsenize silahlar ve bombalar olmasaydı, kin ve nefret, ego ve bencillik, küfür ve hakaret, haset ve kıskançlık, entrika ve dedikodu olmasaydı; politika ve siyasetçiler olmasaydı mesela!

Hayat ne garip değil mi? Bir elmanın yarısı gibiyiz bir şeylerle, ama bazen elmanın yarısı ekşi, yarısı tatlı çıkabiliyor! İçimiz de öyle değil mi; hem iyiyiz, hem azıcık da olsa kötüyüz; hem uygarız, hem ilkel huylarımız var; hem akıllıyız hem biraz deli, biraz çılgın; bazen derviş gibiyiz, bazen ise dizginlerinden boşalmış kızgın bir boğaya benziyoruz, burnumuzdan çıkan dumanlarla...

Nereye gitti şimdi bu yazı? Ne güzel beni etkileyen ikililerden bahsetmeyi planlamıştım oysa başlarken... Çiçek kokusu ve bahar mevsimi, dışarıda yağan kar ve Adile Naşit'li Türk filmi, Fransızca şarkılar ve loş mum ışığı, vanilya kokusu ve anne muhallebisi, sardunyalar ve vita yağı tenekeleri, gülümseyen bir çocuk yüzü ve elinde tuttuğu pamuk şeker, eski zaman fotoğrafları ve o fotoğraflardaki tüllü şapkalı zarif kadınlar; gramafon ve Münir Nurettin'den eskimeyen bir şarkı...

Galiba bugün pembe gözlüğümü taktım yine, sözü size bırakıyorum, sevgiyle...


Devamını Oku

17 Kasım 2015 Salı

Orçun'un para ile imtihanı devam ediyor!


Eskiden olsaydı, yani Orçun Orçun değil de mesela Müşfik Bey olsaydı, işi nispeten kolaydı. Erkek tarafı tanıdık mobilyacılara taksitle bir koltuk takımı yaptırır, yemek masası ve perdeleri de eksik bırakmazdı, adettendi ne de olsa! Kız tarafı da bir şekilde yatak odasını halletti mi tamamdı neredeyse iş. Zaten kap kacak, kızın çeyizinin olmazsa olmazlarındandı. Nohut oda bakla sofa bir de ev bulundu muydu tamamdı o iş. Sonra davetiyeler basılır, nikah salonu ayarlanır, eş dost akraba kim varsa en az çeyrek altın, bilezik falan takardı düğünde. Öyle gram altın, çeyreğin çeyreği daha icat olmamıştı; hem şimdi olduğu gibi altınlar düğünün ertesi günü bozdurulmazdı, ayıp karşılanırdı böyle davranmak. İleride doğacak çocuklar için, alınacak ev için, kurulacak iş için sermaye olarak saklanırdı altınlar... Bir çeşit tasarruftu yani.

Ama maalesef artık devir Müşfik Beylerin değil, Orçunların devri... Evlenmek için ciddi sermaye lazım. Öyle ya, yüzlerce mobilya markası arasından en moda olanlar seçilecek, neredeyse her gün bir üst modeli çıkan elektronik eşyalardan en şey olan – artık o şey neyse- seçilecek, “en bi öz bi” ultramodern tasarıma uygun aksesuarlar tamamlanacak; nohut oda bakla sofa olmasa da en azından açık mutfaklı, ankastresi tamamlanmış, mümkünse “hilton banyolu” şık şıkırdım bir ev bulunacak; en modern davetiye, düğün organizasyonu falandı filandı derken... Gelecek altınlar ancak düğün salonunun kirasına yetecekti belli ki, hoş zaten artık altın da ateş pahası, kim ne takacaktı ki! Gram altınlar, çeyreğin çeyrekleri...

Orçun zeki çocuk, analitik bakış açısıyla olayı şıp diye kavradı ve geçenlerde buradaki yazıda anlattığım gibi kendince önlemler almaya başladı. Ne yapsın çocuk, hayatının aşkıyla evlenecek, bir şeyleri eksik olsun istemiyor elbette. Netekim para biriktirmesi şart!

paramiyonetebiliyorum.net
Ben O'na bütçe konusunda ne yapması gerektiğini anlatan, tüyolar alabileceği paramıyonetebiliyorumnokta net  sitesini önermiştim. O da bu ücretsiz sitede eğitimini tamamlamış, kendi bütçesini oluşturmaya başlamış. Önümüzdeki iki yıl içinde hem kendisi, hem de kız arkadaşı evlilik için tasarruf yapacaklarmış; öyle diyordu geçen telefonda. Siteden öğrendikleri içinde en sevdiği şey, gelirlerini giderlerini yazdığı defter olmuş. “Bu gelir-gider defteri sayesinde her şey gözümün önünden bir film şeridi gibi aktı ve aydınlandım!”dedi bana. Seviyorum Orçun'un bu hallerini...

Maaşının %10'unu kenara koymakla yeterli para biriktiremeyeceğinin de farkına varmış, giderlerini kısmaya başlamış. Sigarayı bırakırsa ayda 300 TL, evde yemek yerse yaklaşık 400 TL daha tasarruf edeceğini hesaplamış. “Artık kendimi kandırmıyorum; para gerçeği ile acımasız bir yüzleşme yaşadık!” diyordu...

Yani görünen o ki, Orçun parasını yönetebilsin diye başlattığı mücadelede gayet emin adımlarla yol alıyor.

Peki ya siz, siz ne alemdesiniz?
Sizler de parasını yönetemeyen, har vurup harman savuran, ay sonunu bir türlü denkleştiremeyen, kenarda beş kuruşu bile olmayangillerdensenseniz eğer, Orçun'a tavsiye ettiğim siteye bir göz atmanızda fayda olabilir.

İşte adres burada ..




Şimdilik benden bu kadar, kalın sağlıcakla; paranız bereketli, günününüz gülümsemeli olsun...



Devamını Oku

16 Kasım 2015 Pazartesi

Ayşe Kulin'den Tutsak Güneş'i okudum...

Kitabı Ayşe Kulin'den distopik roman diye tanıttılar. Açıkçası çok merak ettim ve çıkar çıkmaz gidip aldım ben de. Zira iyi kurgulanmışsa distopik öyküler ilgimi çeker.
Mesela Orwel'ın 1984'ü bu anlamda gerçekten de sarsıcı muhteşem bir kitaptı. “Distopik de ne ola ki?” diyenleri daha yazının başındayken Google'a geri göndermemek için kısacık bir açıklamayı görev biliyorum bu arada. (sözcüğü bilenlerden af dileyerek)
Edebiyat ve sanatta kullanılan distopya terimi, ütopyanın tam tersidir. Yani distopik bir dünyada herşey kötü, otoriter-totaliter, baskıcı bir yönetim söz konusu diye düşünebilirsiniz.

İşte böyle bir beklentiyle okumaya başlayınca açıkçası ilk sayfalarda hayal kırıklığı yaşadım ne yalan söyleyeyim. Çünkü kurgunun distopya tarafında bana göre boşluklar vardı, yani ben Ramanis ortamını pek canlandıramadım hayalimde... Mesela gök cismi ülkeyi karartıyor ama tam değil, nasıl olduğu net değil, insanların iklimsel anlamda yaşantı biçimleri pek belli değil, kadınlara çalışma yasağı var ama bazılarına yok, gibi gibi... Birkaç bölüm ilerledikten sonra ise kitabı yanlış bir gözlükle okuduğumu fark ettim. Distopya ve bilim-kurgu beklentilerini bir kenara bırakıp bildiğim, kitaplarını bir çırpıda okuduğum Ayşe Kulin'in gözünden günümüz Türkiyesine bir eleştiri olarak okumaya başladığımda, inanın çok daha fazla keyif aldım kitaptan. Bugünün biraz egzajere edilmiş haliydi bana kalırsa anlatılanlar. Her ne kadar yazar Ramanis Cumhuriyeti dese de, ben o hayali ülkeyi kendimizden soyutlayamadım. Çoğumuzun ülkemiz adına yaşadığı kaygıları cesaretle dile getirmiş Ayşe Kulin, bu anlamda kendisini tebrik etmek lazım. Zira cesur olmak zor zanaattır bilirsiniz. “Sen bu anlamda cesur musun?” diye soranlara vereceğim yanıt bellidir zaten: “Hayır değilim!”

Tutsak Güneş - Ayşe Kulin
Kulin'i okuyanlar bilir, müthiş akıcı bir dili vardır. O'nun kitaplarını okurken sinema filmi izler gibi olursunuz, terapi gibidir bir anlamda. Okursunuz, iyi vakit geçirirsiniz, bir süre sonra da unutursunuz. Yine öyleydi, zaten kitabın başındaki bana göre oturmamış olan o kurgu dünyanın anlatımı birkaç bölüm sonra bitip de asıl hikaye başlayınca kitap daha sürükleyici oldu.

Kitapta düşünmenin, konuşmanın ve hatta hatta hatırlamanın bile yasak olduğu bir ülke var... Beş çocuk yapan kadınlara madalya takılıyor. Sınıf ayrımcılığı alenen yaşanıyor; taktığınız atkının rengi belirliyor haklarınızı. İnternet yok, haberlerde dış dünya sürekli kötüleniyor, seyahat özgürlüğü yok, her an takip ediliyorsunuz ama aşk var, insanın olduğu her yerde aşk var çünkü.. .

Benim kitaptan süzdüğümse şu oldu:

Kendilerine sunulan ayrıcalıklı hayatta mutlu mesut yaşayan bilim adamları ve profesörler bile olan bitenin, baskının farkında değiller. Ramanis Cumhuriyetinin başkanı Oğulhan'a sevgi ve minnetle bağlı kalarak muhalif seslere nefretle bakabiliyorlar, taa ki zulmün ucu kendi ailelerine dokununcaya kadar...

Bugünlük de benden bu kadar, keyifli okumalar efenim, sevgiyle...








...
Devamını Oku

12 Kasım 2015 Perşembe

Şarj edilebilir diş fırçalarına dair doğru bilinen yanlışlar

Manuel diş fırçası şarj edilebilir diş fırçası kadar iyi temizler!



Yanlış. İlk kullanımdan itibaren şarj edilebilir diş fırçaları manuel fırçalara oranla 2 kat daha fazla plak temizler. Bu özellik dişlerinizin yalnızca dış görünümü için değil, sağlığı için de oldukça önemli. Plak, dişin dış kısmını kaplayan bakteri tabakasıdır. Bakteriler yediğimiz yiyeceklerdeki şekerle beslendikleri için, zamanla asit oluştururlar. Bu nedenle bakterilerin diş yüzeyine yerleşmesi, diş ve diş eti hastalıklarının en önemli sebeplerinden biridir.

Oral-B’nin elektronik fırçalarının tamamında fırça başlıkları yuvarlak olarak tasarlanmıştır. Bu yenilikçi tasarım sayesinde her dönüşte farklı bir açıyla dişin tüm yüzeyinin temizlenmesine olanak sağlar. Küçük boyutuyla her bir dişin yüzeyine ve diş aralarına rahatlıkla ulaşabilir.
Şarj edilebilir fırçalar yalnızca ağız ve diş sağlığı konusunda problem yaşayan kişilere tavsiye edilmektedir!

Yanlış. Oral-B’nin yaptığı bir anket çalışmasında, katılımcıların %39’unun ancak dişleriyle ilgili herhangi bir problem yaşadıktan sonra şarj edilebilir diş fırçası kullanmaya başlayacaklarını belirttikleri görüldü.


Ağız sağlığında tedaviden çok koruma yöntemi izlenmesi tavsiye edilmektedir. Çünkü dışarıdan yapılan herhangi bir müdahale, ne kadar iyi olursa olsun kendi dişinizin sağladığı rahatlığı ve fonksiyonelliği sağlamaz. Dişleri korumanın en önemli yolu, ağız ve diş problemlerinin bir numaralı sorumlusu olan plak tabakasını ortadan kaldırmaktır. Şarj edilebilir diş fırçaları, plak temizliği konusunda manuel diş fırçalarından %100’e kadar daha fazla etkilidir. Plak, yapışkan bir madde olduğu için diş fırçanızdan da ayrılması zordur. Bu nedenle diş hekimleri ortalama 3 ayda bir diş fırçanızı yenilemeniz gerektiğini söylüyor.

Şarj edilebilir diş fırçası da kullanıyor olsanız, 3 ayda bir fırça başlığı  değişimini gerçekleştirmek durumundasınız. Oral-B, elektronik diş fırçanızı kolayca yenilemeniz için değiştirilebilir başlıklarla size sunuyor.

Nasıl bir diş fırçası kullanıyor olursanız olun, diş fırçalama süreniz aynı olduğu için aynı etkiyi yakalayabilirsiniz!

Yanlış.  Diş hekimleri, dişlerinizi günde en az iki kez, 2 dakika fırçalamanızı öneriyor. Ancak yapılan araştırmalar ve klinik deneyler, dişlerinizi 2 dakika şarj edilebilir diş fırçalarıyla fırçalamanızın çok daha etkili sonuçlar almanızı sağladığını gösteriyor.

Şarj edilebilir diş fırçaları diş yüzeyine zarar verir!


Yanlış.  Yukarıda bahettiğimiz anketin bir başka ilginç sonucu da, anket katılımcılarının %5’inin şarj edilebilir diş fırçasının diş yüzeyine zarar verdiğini düşünmesi. Oral-B’nin şarj edilebilir diş fırçaları, basınç göstergesi sayesinde diş fırçasını dişinize çok fazla bastırdığınızda çalışmasını durduruyor.

Tüm şarj edilebilir fırçalar aynı özelliktedir!

Yanlış.  Herkesin diş yapısı birbirinden farklı. Bu nedenle Oral-B kullanıcılarına birbirinden çok farklı özelliklere sahip farklı şarj edilebilir diş fırçaları sunuyor. Hassas dişetleri için, farklı büyüklükteki diş aralıkları için ya da sararmış dişleri beyazlatmak için birbirinden farklı bir çok diş fırçası modeli bulunuyor.

Detaylı bilgi almak için videoyu izleyebilirsiniz. Ürün alternatiflerini görmek için tıklayınız.


KAYNAK: www.uplifers.com


Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

11 Kasım 2015 Çarşamba

Niyet ettim kitap fuarına gitmeye...


Evet nihayet yıllar sonra şeytanın bacağını kırdım ve kitap fuarına gittim geçen cumartesi günü, yani fuarın açılış günü. İstanbul'a ilk geldiğim zamanlarda kitap fuarı Taksim'de Tepebaşı'ndaydı, dolayısıyla fuar boyunca akşamları iş çıkışında giderdim, söyleşilere katılır, imza kuyruklarına girerdim kaygısızca. Yani dolu dolu yaşardım kitap fuarını. Tüyap'a taşındıktan sonra ise hiç gitmedim, kaç yıl oldu hatırlamıyorum bile! Sadece söyleniyordum her sene; kitap fuarı şehirden bu kadar uzak olur mu, kültür sanattan soğumamızı istiyorlar, zaten AKM'yi kapattılar, zaten özel tiyatrolardan desteği çekti devlet, biletler çok pahalandı! Sonra bu söylenme devam ediyordu, iyi güzel korsan kitap almayalım tamam da, neden pırlantadan vergi almayan devlet kitaptan vergi alır... vs. vs. Sanki bu söylenmelerim muhataplarının kulağına gidiyormuş gibi, hoş gitse de sanki umurlarında olacakmış gibi!

Bu sene, aslında tam olarak 1 kasım seçimlerinin ertesi sabahı, bu hali tavrı bırakmaya karar verdim. Zira sadece bana zararı olan bir yaklaşım bu; atı alansa Üsküdar,'ı çoktan geçiyor ve anlaşılan o ki, dört nala gidiyor o at! Madem öyle, madem hayat benim gibiler için zorlaştırılıyor;  o halde yakınmayı, söylenmeyi, eleştirmeyi, sinir olmayı, kendime zarar vermeyi bırakıp yeni duruma adapte olmalıyım dedim. Yani bıraktığım yerden hayatıma devam etmeye, hatta eskisinden daha dolu dolu yaşamaya karar verdim. Netekim 7 kasım cumartesi sabahı niyet ettim fuara gitmeye ve gittim...

Kitap Fuarında

9:30'da bindim metrobüs denen ucubik araca (pardon söylenme yoktu), Allahtan oturabildim ve yol boyunca kitap okudum. Yani yolculuğum fena geçmedi; tam bir buçuk saat sonra Tüyap'ın da olduğu Beylikdüzü son duraktaydım. Bir buçuk saat nedir ki, iki tane imza kuyruğuna girmeyiverirdim! Birbuçuk saatte insanlar şehir değiştiriyorlar ama olsun, burası İstanbul, ultra mega kent! Gökdelenler, rezidanslar, avemeler şehrine doğru hızla evrilen, öte yandan  nostaljisini yaşatmaya çalıştığımız...

Neyse efendim, gittim fuara, içim kıpır kıpır! Açılalı henüz bir saat olmasına rağmen oldukça kalabalıktı ortalık; ama rahat rahat gezebildim yine de. İndirim pek yoktu, %20-25 civarındaydı genel olarak. En güzeli ise bazı yayınevleri fuara özel 5-10 TL'lik kitaplar basmışlardı, bulabildiklerimi kaçırmadım. Size bir tüyo, Kırmızı Kedi yayınlarına uğrayın bence. Baba Evinde Bana Yer Yok- Asiya Cabbar -5 TL, Kendi Gecesinde- İnci Aral – 10 TL ve Bir Yalnız Adam- Tuna Serim – 5 TL, benim Kırmızı Kedi'den çantama sığdırabildiklerim oldu. Keşke tekrar gidebilsem ve tekrar bakınsam hiç uğrayamadığım stantlara!

Fuardan aldığım kitaplardan..

Girişte verdikleri, rehber niteliğindeki kitapçık bence hikaye! Zira labirent gibi bir yer inşa etmişler. 3 numaralı salonda gezinirken karşınıza alakasız bir şey, örneğin 10 numaralı salon çıkıyor, oradan geçiyorsunuz hoop yine misal 8 numaralı salona! Bir ara bir labirentin ortasındaymışım ve çıkamıyormuşum gibi hissettim kendimi. Koysanıza ey tasarımcılar salonlara “şimdi buradasınız, sonrasında şurası var!..” gibi ışıklı panolar! Eleştirmek ne haddimize, olsun yapmışlar ya o kadar, sağolsunlar, var olsunlar!

Ha bir de yürürken yere bakmazsanız, tökezleme hatta düşme tehlikesi yaşayabilirsiniz, demedi demeyin! Zira tümseklerle karşılaşıyorsunuz adım atarken, sarı işaretler koymuşlar oralara iyi güzel de, insan o kalabalıkta önüne nasıl baksın, ya da ya göremiyorsa!

 Yani çok övdükleri Tüyap binasını hiç ama hiç beğenmedim. Ama dediğim gibi önemli değildi bütün bunlar, ben mutluydum yine de... Belki şaşıracaksınız ama ülkemi, şehrimi 31 ekim gecesi öncesinden daha çok seviyorum artık! Her türlü engellenmeye ve zorlamaya inat, dolu dolu yaşamaya kararlıyım, özellikle de kültürel ve sanatsal faaliyetler anlamında. Zira ruhumun yorgunluğunu atıp nefes almaya, enerji toplamaya ihtiyacım var...


Yeterince yönlendirme ve bilgilendirme olmadığı için bilinçsizce fuar koridorlarında gezerken uluslararası bir salona dek geldim. Çinliler, Koreliler, Azerbaycan, İran ve fuarın onur konuğu olan Romanya vardı. Romanya standı eğlenceliydi, orkestraya denk geldim ve güzel bir şarkı dinledim, yemeklerini ve içkilerini de sergiliyorlardı ama ben hiçbir şeyin tadına bakamadım, ama siz deneyebilirsiniz.

Fuarın onur konuğu-Romanya
Saatler 13 olduğunda kalabalık artmaya başladı. Aşk romanları yazdığını tahmin ettiğim Sarah Jio'nun imza kuyruğu tıklım tıklımdı. Adlarını bilmediğim bestseller kitapların önünde yığınlar oluşmuştu. Genç wattpad yazarlarının televizyonlarda gördüğüm izdihamına denk gelmedim Allahtan! Bir şekilde öyle ya da böyle insanlar okuyor, bu güzel bir şey dedim kendi kendime...

Sonrasında sahafların ve derneklerin küçük küçük standlarının olduğu bir koridora denk geldim. Çok güzeldi o koridor. İnsanlar birşeylerle meşgul oluyorlar, var oluyorlar, kendi sığınaklarını inşa etmişler. Adına mücadele dedikleri, ama aslında bence ruhlarını arındırdıkları uğraşlar bunlar. Köy Enstitüleri Derneği, Çağdaş Yaşam Derneği, Çevre Gönüllüleri Vakfı, Kadın Yazarlar Derneği...


Bütün bu dernekler içime su serpti, var işe bir şeyler dedim, nefes alınacak bir yerler var yine de...

Aslında fuara giderken, aklımda en sevdiğim yazarlardan Vedat Türkali söyleşisine katılmak ve olabilirse kendisine kitap imzalatmak vardı. Hatta bende olmayan sanırım tek kitabı “Tek Kişilik Ölüm”ü ilk gördüğümde hemen almıştım da.. Söyleşi 16:45'de idi ve ben sırt çantam kitap dolduğu için çok yorulmuştum, dinlenme noktalarına gitmek bile gözümde büyümeye başlamıştı. Karanlıkta metrobüs eziyeti çekmeyi gözüm yememişti. Yani gidemedim söyleşiye, umarım bir etkinlikte denk gelirim Vedat Türkali çınarıyla...

Tam da böyle bocalama anında iken inanmayacaksınız ama bir mucize oldu, Çevre Gönülleri Platformu'nda soluklanırken derneğin gülen yüzü Ayşe Hanım'la sohbet ettik biraz ayak üstü. Kadıköy'e gideceğimi söyledim laf arasında.. Biliyor musunuz o güzel insanlar, “ seni bırakalım” dediler! İnanamadım! İstanbul'a ilk geldiğim yıllarda, en yakın arkadaşlarımdan birinin işi olduğu için beni köprünün ayağında arabasından nazikçe atması, aradan geçen yıllara rağmen dün gibi aklımdadır zira...

Bence bu fuarı anlamlı kılan en önemli an, o güzel insanların beni, yani hiç tanımadıkları birini arabalarına davet ettikleri andı... İyi insanlar vardı, o iyi insanlar özel arabaları ile yollarını değiştirerek bir insanı evine kadar bırakabiliyorlardı...

Yani demem o ki bahaneleri bir kenara atıp 15 Kasım'a kadar kendinize vakit yaratarak gidin Kitap Fuarı'na, belki okuyan güzel insanlarla sizler de değişik mucizeler yaşarsınız!

Hayatınızdan kitap sözcükleri ve onların mucizeleri eksilmesin...


Devamını Oku

2 Kasım 2015 Pazartesi

Kendine iyi bak, beni düşünme...



Bugüne kadar yaşadıklarından ne öğrendin diye sorsalar, edeceğim birkaç cümleden biri de şu olur:

Bazen çok üzüldüğümüz dönemler olur, sonra aradan biraz zaman geçer,
bir de bakarız ki o üzüldüğümüz şey sayesinde yeni bir kapı açılmış önümüzde”

Şimdi bu cümlenin üzerine bazılarınızın yorumlarını duyar gibiyim. Mesela birileri “bu ne şimdi, gereksiz pozitif yaklaşım” diyor, bazılarınız beni aşırı “kaderci” olmakla itham ediyor, hatta içinizden bazıları duyarsız ve oportunist olduğumu düşünüyor. Müsaade edin bir iki örnek vereyim:

bırak da biraz yağmur yağsın...

Mesela bir işten ayrıldığınız için çok üzülüp kahrettiğiniz, sonrasında ise daha güzel bir işe girdiğiniz olmadı mı? O üzüldüğünüz işten ayrılmasaydınız ikinci fırsatınız olmayacaktı!

Mesela sevgilinizden ayrıldığınız için kahrettiğiniz dönemin sonucunda hayatınızın aşkını bulmadınız mı veya bulanların hikayesini dinlemediniz mi? O adam veya kadın sizi terk etmeseydi ikinci şansınız gerçekten olmayacaktı...

Örnekleri çoğaltabilirim. Üniversite sınavında bir soru daha az yaparak girdiğiniz fakülte yerine bir üst tercihinize gitseydiniz neler olacağını bir hayal edin... Belki daha zengin olacaktınız, ama belki de o zenginlik size stres ve hastalık getirecekti. Belki şimdi olduğunuz kadar mutlu olamayacaktınız...

Ya da ne bileyim, “bundan daha kötü ne olabilir ki?” diye hayıfandığınız dönemleri ve o dönemlerin sonralarını düşünün. Yani benim hayat dersimi kendi yaşanmışlıklarınızla örtüştürmeye çalışın...

Demem o ki, dünyanın ve dolayısıyla yaşadığımız hayatların kendi içinde müthiş dengeleri var. Yani kötü şeylerin olmasının da bir anlamı var. Yeter ki görmeyi bilelim...

Yani diyorum ki bazen bir şeyi oldurmak için çok zorlamak gereksizdir.

Yani “su akar yatağını bulur” elbet.

Ve demiş ya şair Ergin Gürçe,

... Dönersen ıslık çalarsın
Yol uzun, su karanlık
Otur bir çardak altına
Bırak biraz yağmur yağsın...”


Bırakalım biraz da yağmur yağsın...


Devamını Oku