31 Aralık 2017 Pazar

Yeni Yıl İç Dökmesi

Geçen sene yeni yıl için hiç özel bir şey yapmamıştım. Daha doğrusu içimden gelmediği için bir şey yapmamıştım; bir şey yapmadığım için de yılbaşı gecem hüzünlü geçmişti. Akşam saatlerinde“Gidip kokina alayım bari, yılbaşı ruhu hissedeyim biraz!” dediğimi hatırlıyorum. İnsanlar giyinmiş süslenmiş bir yerlere yetişmeye çalışırken; bense yeni yıl coşkusunun es geçmesi nedeniyle son derece durağan bir ruh halindeydim. Mutsuzluk denemezdi bu duruma.
 Nasıl desem; durgun bir su birikintisi gibi şekilsiz ve dalgasız; gıpgri bir gökyüzü gibi müjdesiz ve beklentisiz; uzun bir koridorda gibi kıvrımsız ve sürprizsiz. Sanki kamera Nuri Bilge Ceylan'ın elindeymiş de hayat yavaş yavaş önünde akıyormuş gibi... Ve ne yazık ki geç kalmıştım yeni yıl ruhuna; çünkü çiçekçide kokina kalmamıştı! Oracıkta hüngür hüngür ağladığımı anımsıyorum. Sanki bütün yıl biriken hüzün, sırf kokina kalmadı diye omuzlarıma çökmüş gibiydi. Yaşlı çiçekçi halime acımış, elinde şemsiyeyle bir koşu gidip başka çiçekçiden bana kokina getirmişti. Simsiyah gözlerindeki şefkatli bakışı hiç unutamıyorum... Bazen öyle olur ya; hiç tanımadığınız ya da sadece yüzünü bildiğiniz yabancı biri gelip bütün yaralarınızı sadece bir içten bakışıyla sarar sarmalar. Aslında gerçek mucize budur. Şimdi düşünüyorum da o ıslak ve hüzünlü gecede bana koşarak çiçek getiren yaşlı çiçekçi belki de Noel Baba'nın ta kendisiydi... İçimde hüzün ile mutluluk, karamsarlık ile umut karışmış, çok yoğun duygular içinde kaybolmuştum.

Çok hüzünlü bir andı o an. Ve hüzünlü bir seneydi geçmekte olan, saatler sonra geçmişte kalacak olan yıl... Sakın ola ki üzülmeyin böyle dedim diye; hüzün kötü bir şey değil ki! Hüzün sonbahar demek, hüzün hazan demek, hüzün yağmur demek, hüzün bazen de yalnızlık demek; kalabalıkta yalnız kalmak demek. Saçımızda ayrıksı çıkan kıvırcık bir tel gibi, pencerenin önüne koyduğumuz ekmek parçalarını kapmaya çalışan martıların savaşı gibi, sokakta tek başına dolaşan yalnız adam gibi... Hüzün gerçekten de kötü bir şey değil. Doğurgan, içinden kendini çıkaran; kendini de içine hapsedebilen özel bir kutu sanki...

Geçen gün aynı çiçekçi ardımdan koştura koştura geldiğinde ve

Kokinalar bitmeden al diyecektim, sonra üzülürsün...”

dediğinde önce anlamadım. “Tamam çok sağol, haftaya alırım” diyerek eve yürümeye devam ettim. Sonra birden ayıldım! Tabii ya, geçen sene yılbaşı gecesi kokinalar bittiği için ağladığımı sanmış demek çiçekçi. Kokina bittiği için ağlayan başka insan görmediği için belki; ya da sokakta kimse O'na gözyaşlarını göstermediği için... Unutmamıştı benim o dokunaklı halimi. Peki bu da bir mucize değil miydi... Adını bile bilmeyen çiçekçide hıçkıra hıçkıra ağlamak, sonra bu görüntünle O'nun yüreğinde yer etmek, unutulmamak, anımsanmak... Bütün bunlar mucize değil miydi.. .

Diyeceksiniz ki “Ne biçim yeni yıl yazısı bu!” Yazsaydın ya 'Geçen senenin en'leri' başlıklı bir yazı. Ya da yazsaydın ya yeni yıldan beklentilerini, isteklerini!
Mesela şöyle bir başlık olabilirdi yazdığın:
Yeni yılda verilecek on hediye fikri!” Oleeyy! Ya da “Yeni yılda ne giymeli!”gibi, “Yeni yılda neden kırmızı giyilir “ gibi çok “tık” alacak başlıklar atsaydın ya! Dolduramaz mıydın içini? Doldurmasan da olmaz mıydı...

Her yerde var böyle yazılardan, evet istesem ben de yazarım; ama içinde mucize olmaz ki! Oysa bugün yılbaşı yazısı menümden bu satırlar dökülüyoer.. Yani kimselerin böyle bir günde yüzüne bile bakmayacağı cinsten bir şeyler. Alın size “Ekmek arası patates kızartması!”
Sıcak sıcak, hüzünlü hüzünlü, sade sade, yağlı yağlı...

Her şeyin ama her şeyin içinin boşaltılarak popüler kültüre ve kapitalizme malzeme yapılmasından kusacak gibi oluyorum artık. Mesela pozitif düşünmek de bunlardan biri. Çocukluğumuzdaki Pollyanna gitti, yerine “Evrene pozitif enerji göndermek zorundasın!” diyen kapitalist canavarlar geldi sanki. Yani bu akşam yılbaşı akşamı ya, sanki güzel dileklerde bulunmazsam, ışıl ışıl pırıl pırıl bir yazı yazmazsam köşeden birisi çıkıp “Ama ne bu böyle, negatif enerji yaymaaa!” diyecekmiş gibi... Off dağılsınlar artık; bir rahat bıraksınlar çocukluğumuzun güzel mesajları olan masallarını. Evet yeni yıldan ilk isteğim bu olabilir:

Lütfen 2018, sana yalvarıyorum, lütfen şu yapmacık yapmacık “Ama pozitif düşünmem lazımm!”diyenler bir gitsinler artık. Çıplak kalsın ruhlarındaki iki yüzlülük, bir görelim; neymiş bütün o ışıltıların pırıltıların ardında yatan şey... Sonra da içimizden geldiği gibi yeni yıl dileklerimizi sıralayalım. Çam ağaçlı, kar manzaralı, Noel Baba'lı filmler izleyerek hayaller kuralım. Ve öyle olması gerektiği için değil, birileri dayattığı için hiç değil; sadece içimizden geldiği için, ışıltılı, pırıltılı yeni yıl mesajları yayalım etrafımıza... İçinde mucizeler olan öyküler anlatalım. Mucizelere dokunalım, onları elle tutalım...

Hayallerimin rant malzemesi olduğunu görmeye tahammülüm kalmadı artık. Bundan yıllar yıllar önce “kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” şiirini söyleyerek öğrenci evindeki arkadaşlarıma kahvaltı sofrası hazırlardım. Zeytin, peynir, sıcak ekmek ve yumurta olurdu o sofralarda. Yıl 2018'e evrilirken, “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” şiirini sloganlaştıran kahvaltı salonlarında (!) “28 çeşit serpme kahvaltı sadece 48 buçuk tele!“ falan yazıyor! Ne acı, ne acı.. Şiirler kapitalizme malzeme, Polyanna kişisel gelişim sektörünün ucuz kitaplarına malzeme; eskiden beğenip de yüzüne bakılmayan köy tarhanası bile düzene malzeme... Sonra da bana diyorsunuz ki ;

Çalsana bir cıngıl bels cıngıl belsss cıngıl cıngıl bellss şarkısı!” Ben çalarım çalmasına da ya oradan bir softa çıkıp “Ama günahhh!” deyip beni susturmaya kalkarsa...

Yok arkadaş elimde değil pırıltılı yeni yıl yazısı yazamıyorum bu sene! Kocaman bir sahne var sanki önümde; dekoru acıklı, müziği acıklı... Ve sanki acıklı bir oyun oynanacakmış gibi. Ama izleyiciler gelmediği için oynanmıyormuş gibi. Ben de kendimi o sahneden az sonra dışarıya atacakmışım gibi...


Daha iki gün öncesine kadar yeni yıl yokmuş gibi davranıyordum bu halet-i ruhiye içinde. Sonra kendi kendime kızdım. Hayır dedim, olmaz böyle dedim, yeni yıl için yap bir şeyler dedim. “Hüzün yok bu sene, kokinalar bitemeyecek” dedim. Perşembe akşamı mumcuya gidip iş yerindeki herkese mum aldım. Mumların üzerlerine küçük küçük dilekler yazdım. Bazı arkadaşlar hediyelerini alınca sarılıp öptüler beni, çok memnun oldular. Bazıları sanki bozuldu; “Ya ama ben bir şey almadım ki!” dediler, sanki ben karşılık bekliyormuşum gibi. Klasik, “İyi de ben niye düşünemedim, tüh ya!” tepkisi. Oysa bırak; birisi seni düşünmüş, keyfini çıkar işte, ne diye stres yaratıyorsun değil mi ama. Yaradılış işte, ne yapsan memnun olmayacak insan tipleri. Hele bir tanesi küçücük paketi görünce şaşırdı. Hediye dediğin markalı olur diye düşündü muhtemelen.. Açıkçası ben çok eğlendim. Size bir sır vereyim mi; hiç beklemediği anda hediye verip sonra da verdiği tepkiye göre insanların karakterleri analiz edilebilir. Denemesi bedava, bakalım siz de benim gibi düşünecek misiniz...

Neyse işte. Bu sene yılbaşı ruhu bana bir gelip bir gidiyor. Mesela akşam oturdum sarma yaptım. Benim için özel bir durum bu, çünkü senede bir kez yaparım bu yorucu yemeği. Sonra sabah kalktım paçanga böreği yaptım, hatta abartıp tencerede tandır bile pişirmeyi düşünüyorum.

Geçen yıldan kalma ağacımı süslemeyi, bir iki kadeh bir şeyler içmeyi de aklımdan geçiriyorum. Hem yılbaşı kartı da aldım bu sene, dört beş kişiye attım. Ama bütün bunları kendi içimde yaşadığımın farkındayım. Yani kart attığım insanlar belki de “Ne gerek var ki, whatsapp diye bir şey var!” diyecekler. Ya da belki kartın yanında neden başka hediye yok diye mutsuz olacaklar. Bilemem...

Hayat hızla değişiyor. Evet teknoloji hayatımızı kolaylaştırıyor ama hayatı zorlaştıran neydi ki zaten noktasında düğümlenip kalıyorum...

Birazdan çıkıp kokinalarımı alacağım, onların sihrine inanıyorum. Ve çok değil saatler sonra yeni bir yıl başlayacak. Oysa bizler yarın hayata yine kaldığımız yerden devam edeceğiz. İçimizde yeni bir devir başlatabilecekse eğer; hoşgelsin 2018! Aynı tas aynı hamamsal kaygılar sürüp gidecekse de bari yanında lavanta kokulu sabunlar getirsin...

İşte böyle, iyi bir sene olsun diyoruz; ama herkesin iyilik kriteri farklı olduğu için de yeni yılın kafası karışıyor muhtemelen. Yeni yıllar belki de bu yüzden bizi hayal kırıklığına uğratıyor. O zaman ben bu sene olayı tamamen 2018'in inisiyatifine bırakıyorum:

“Hey ufaklık, sen en iyisini bilirsin. Kimseye kulak asma, bildiğini oku, bizi de mutlu et... Hoş geleceksen gel, değilse de arın da gel! “


Devamını Oku

28 Aralık 2017 Perşembe

İngilizce Eğitimi İle Bir Adım Öne Geçin


Günümüzde en çok konuşulan ve gerek duyulan dillerin başında gelen İngilizce şimdilerde ilkokul seviyesinde verilmeye başlanmış olsa da; gerçek anlamda İngilizce konuşma ve yazma becerisine sahip olmak ne yazık ki çok daha fazla emek ve sabır gerektiriyor. İngilizce eğitimi sanılanın aksine sadece gramer bilgisinden oluşmuyor. Bu bilgi size sadece yazışma alanında fark yaratacak olsa da konuşma alanında da yeterliliğe ulaşmak adına iyi bir kurs bularak faydalanmanız gerekiyor.

Mevcut iş yerinizde yükselmek ya da yeni bir iş başvurusunu kendinizden çok daha emin bir şekilde yapabilmek adına öğrenmeniz gereken İngilizce, sizi rakiplerinizden bir adım öne taşıyarak kendinize olan güveninizin de artmasını sağlayacak. Bu konudaki eksikliklerimi ve hayıflanmalarımı artık dinlemek istemeyen bir arkadaşım, bana bu konuda öncü isimlerden olan Wall Street English kursunu tavsiye etti. Kendi memnuniyetini aktardıktan hemen sonra standart öğretim tekniklerinden çok uzak ve çok daha yapıcı bir kurs olduğunu da belirterek aslında istediğim detayların burada bulunduğunu göstermiş oldu. Sayfasına girerek incelediğimde kâbusum olan İngilizce hakkında düşüncelerim de değişmeye başladı. Gereklilikten ziyade bir zorunluluk haline gelen İngilizce eğitimi artık her yaştan kişinin eğilmesi gereken bir konu. İşinizde ulaşmak istediğiniz konuma yaklaşmak, farklı kültürleri tanımak ya da o çok sevdiğiniz diziyi orijinal dilinde seyretmek için öğrenmeniz gereken dillerin başında gelen İngilizce, size sunduğu pek çok artı ile öne geçmenizi sağlayacak.


Arkadaşımın tavsiyesi ile incelediğim Wall Street English sitesi, İngilizce eğitiminde dikkat edilmesi gereken pek çok hususa da değinmiş. Doğru bildiğimiz yanlışların ne denli fazla olduğunu gösteren bu bilgilendirmenin ilk maddesi eğitmenin, sınıftaki varlığının asla tek başına yeterli olmadığı, aksine öğrenci ile dersin birlikte yürütülmesinin zorunluluk olduğu. Sadece dinleyerek öğrenmenin mümkün olmadığını geçerli bir ağızdan duymak ise kuruma olan güveni artırıyor. Eğer siz de rakiplerinizden bir adım öne geçmek istiyorsanız Wall Street English’de İngilizce eğitimi alarak bu yoldaki ilk ve en büyük adımınızı gerçekleştirebilirsiniz. Çağa ayak uydurmanın en belirgin yolu olan İngilizce eğitimi artık sizin de kabusunuz olmaktan çıkacak. 
Devamını Oku

24 Aralık 2017 Pazar

Hisse-i Şayia; Bir Evlilik Komedisi

Evlilik çağına gelmiş genç kız, 15 sene önce boşanmış anne ve babasının bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalarına dayanamıyor ve ikisinin arasında kalmaktan artık isyan ediyor:

Hisse-i Şayia mıyım ben, yani çok sahipli bir eşya mıyım; mal mıyım ben?”

Biz 2000'li yılların seyircileri de, böylece oyunun adının ne anlama geldiğini öğreniyoruz.
Oyun keyifle ilerlemeye devam ediyor.


Şehir tiyatrolarında en sevdiğim şeylerden biri, kuşkusuz ki perde açılınca nefis bir dekorla karşılaşmak! Kapalı perdenin ardında beni karşılayacak sürpriz bozulmasın diye de oyunun fotoğraflarına önceden pek bakmıyorum. Yine öyle oldu. Perde açıldığında Meşrutiyet Dönemi'nin İstanbul'unu sergileyen nefis bir dekorla karşılaştık. Sahnede özenle yapılmış iki katlı kocaman beyaz bir konak vardı. Cumbasında ışıkları yanan konağın bahçesindeki salıncaktan ağaçlarına, dış kaplamasından evin önündeki mermer merdivenlere kadar her şey düşünülmüştü. Sadece bu mükemmel tablo içinde bahçedeki bambu sandalye ve masalar ayrıksı duruşları ile biraz gözümü rahatsız etti. Günümüzde yazlık evlerin balkonlarında kullanılan bambu masa ve sandalyeler sanki o dönem kullanılmazdı gibi geldi bana. Onun dışında açılış müziği, özenle seçilen kostümler ve muazzam dekor sayesinde kendimi yüzyıl öncesinde, yani Hisse-i Şayia'nın ilk kez sergilendiği 1916 yılında bulmakta hiç zorlanmadım.


Oyunda yüzünü batıya çevirmiş bir Osmanlı karakteri olan Zihni Göktay'ın günümüze yaptığı göndermeler mükemmeldi.

“Fayton arıyordum, bir türlü bulamadım. Sordum atlar grevdeymiş. Atlar bile hakkını arıyor!”
“ Bu evde demokrasi var, kaç göç gizli saklı şeyleri sevmem, kızım git nişanlının yanına, çekinme!” söylemleri aklımda kalmış. Bir de oyunun sonunda “Kadınlara biraz eziyet ettim bu oyunda. Onların nezdinde tüm kadınlardan özür diliyorum, kadına şiddete karşıyız” gibi bir göndermeyi de tam yerli yerinde kullanması, Zihni Göktay'ın nasıl özel bir yetenek olduğunu anlamamı sağladı. Salon alkıştan yıkılıyordu zaten oyun bitiminde.



Oyunculuklar mükemmeldi!

Zihni Göktay'ı bilmeyeniniz yoktur. En son Ulan İstanbul dizisinde camdan bakıp harika laflar eden Servet Abi rolüyle gönlümde taht kurmuştu. Tuluat (doğaçlama) geleneğinin son temsilcisi olan sanatçıyı sahnede ilk kez izledim. Enerjisine, tarzına hayran oldum. Yüz yıllık metinde aralara serpiştirdiği günümüze yönelik göndermeleriyle, vücut dilini muazzam kullanışıyla beni benden aldı. Zihni Göktay'ın olduğu sahneleri daha keyifle izlediğimi itiraf etmeliyim.

Oyunda sürekli didişen Tahir Bey yani Zihni Göktay ile eski karısı Faika Hanım'ı canlandıran Hikmet Körmükçü'nün birbirleriyle uyumu; bir ırmağın yatağında yol alan su gibi akıcı ve mükemmeldi. Daha sonra merak edip özgeçmişini okuduğumda, yılların sanatçısı Hikmet Körmükçü'nün Bedia Muvahhit'ten dersler aldığını öğrenmek beni ayrıca heyecanlandırdı. 

Oyundaki Suudi Bey'i canlandıran Sezai Aydın konuştukça sanki sahnede Rocky konuşuyormuş gibi bir hisse kapılmadım desem yalan olur. Mükemmel sesi ve diksiyonuyla ve elbette ki oyunculuğuyla sahnede göz dolduruyordu.

Bican Efendi rolündeki Aybar Taştekin'in komik halleri harikaydı. Şunu da belirteyim; Mahmure rolünde Zihni Göktay'ın gerçek kızı Zeynep Göktay Dilbaz vardı. Necmi rolündeki Uğur Dilbaz da Zihni Göktay'ın gerçek damadıydı. Yani ailece harikalardı.

Hizmetçi Mari rolünde süre olarak sahnede az da yer alsa Yağmur Damcıoğlu Namak'ı gerçekten çok başarılı buldum. Nesibe Hanım rolündeki Selma Kutluğ'u da es geçmemek gerekir, gayet başarılıydı.

Sonuçta karşımızda dil ve konu olarak eski bir metin vardı ama Tarık Şerbetçioğlu'nun başarılı rejisiyle ve üstün oyunculuklarla harmanlaşmış harika bir oyun izledik.



Meşrutiyet dönemi tiyatrosunun önemli isimlerinden İbnürrefik Ahmet Sekizinci'nin Fransız “Bahane” adlı metinden uyarladığı oyunu Bedia Muvahhit ve Vasfi Rıza Zobu'nun hayatlarının sonuna dek oynadıklarını da dip not olarak eklemek isterim.

Bugünlük de benden  bu kadar; sloganımı atar giderim... 

"Yaşasın tiyatro, yaşasın iyi sanatçılar...! "




Devamını Oku

13 Aralık 2017 Çarşamba

Otobüs Günlükleri -2 / Yok Anne, Artık İmkansız!

Sabah altı kırk beş civarı. Ortalık zifiri karanlık. Her zamanki yolumda hızla yürüyorum. Kapşon, bere, atkı bana mısın demiyor. İçimden “Şöyle sıcacık kaloriferi yanan bir otobüse denk gelsem; mis gibi otursam kitabımı okusam” diye geçiriyorum. Derken durağa geliyorum. Her zamanki tipler hazır bekliyor. Sadece çift katlıya binen sarı sakallı gençten adam; siyah bıyıklı kısa mesafe adamı, 14 ŞB gelene kadar sigarasını derin derin içine çeken kırmızı saçlı kadın… Bu kadınla artık günaydınlaşıyoruz. Bazen benden sonra geliyor; ”14 ŞB geçti mi?” diye soruyor. Ben de cevap veriyorum:

“-Evet, az önce geçti.”

Çünkü hep otobüsü kaçırıyor. Ve hep aynı şeyi söylüyor: “Hay Allah, yine 8A’ya binmek zorunda kalacağım!.” Demek ki çok dolanıyor 8A! Demek ki sevmiyor kırmızı saçlı kadın bu durumu. Beynimdeki hızlı ve gereksiz düşünce balonlarına engel olamıyorum:

 “14ŞB yoksa 8A! Seçme şansı kullanmak ne büyük avantaj, farkında mı acaba kırmızı saçlı kadın!”

Azıcık samimi olsaydım, “Madem bu kadar üzülüyorsun;14 ŞB’yi kaçırmamak için iki dakika erken çıksana!” derdim belki. Ama samimi değilim, adını bile bilmiyorum kadının. Hakkında bildiğim şey sadece saçlarının rengi, bir de sigarasının kötü koktuğu. Hem bana ne, bu kadarını da kendisi düşünsün artık! Belki  otobüs bekleme bahanesiyle iki fırt daha fazla sigara içmek için bilerek ve isteyerek durağa geç geliyordur!  Sırf sigara içmek için dolmuş yerine taksiye binmez miydim bir zamanlar ben de. Sigara bırakmanın “sonradan gurmesi” olarak nasıl da ahkam kesiyorum bu arada;  bilmem farkında mısınız! Bir zamanlar sigarayı bırakmış insanların davranışlarına gıcık olurdum. Vay be, hayat  nasıl da değiştiriyor insanı. Bence bukalemun da “dönekler” için yaptığımız benzetmeyi hak etmiyor. Belki de her duruma rengini uyduruyor diye sevimsiz anlamda örnek gösterdiğimiz bukalemun, sadece insanı taklit eden masum bir yaratıktır; kim bilebilir…

Bütün bu anlattıklarım birkaç dakika içinde olup biterken uzaktan otobüsümün geldiğini görüyorum. Yaklaşıyor, kapısını açıyor, merdivenlerden çıkarken hissediyorum; evet içerisi sıcacık. Dileğimin gerçekleşmiş olmasından son derece memnunum. Üstelik otobüsün içi de boş. Kimileri deri koltuklu spor arabaya lüks der, benim için ise sıcak ve boş otobüs lüks tanımını o an için tam olarak karşılıyor.

Önden ikinci sol sıraya konuşlanıyorum. Ayağımı kalorifere dayıyorum. Bir de kahve olsaydı hiç fena olmazdı hani! Kahvaltının mutlulukla ilgisi olduğunu söyleyen Cemal Süreya’ya selam çakıyorum ve sıcak otobüste oturacak yer bulmanın mutlulukla ilgisi olduğunu yazıyorum aklımın bir köşesine. Evet kopya bu, ama iyi şeylerden esinlenmek o kadar da kötü olmasa gerek. Yani kahvaltının mutlulukla ilgisi olduğunu görmüş şair; ben de O’ndan kopyalayarak soğuk  havada sıcak otobüste yer bulmanın mutlulukla ilgisi olduğunu söylüyorum. Bir başkası da  sevgilinin ense kokusunu içine çektiğinde “işte mutluluk bu!” diye haykırıyor. “Derken karanfil elden ele… “ Bak işte yine kopyaladım. Yok bence öyle değil, kopyalamadım, sadece örnek aldım. Mutlu olmanın, tam kayısı kıvamında pişmiş yumurtaya  tam da olması gerektiği gibi “bir çimdik” tuz atmakla alakası olduğunu düşündürüyorsa şair, zaten görevini yapmamış mıdır şiir! Yaşama şiir gibi bakabilmek için bu ustalardan esinlenmek suç olabilir mi…

Oturuyorum sıcak sıcak. İnsanın ayağı ısınınca gerçekten de içi ısınıyor. Otobüste bir ben varım, bir de şoför. Kenarda kayıp giden lambaları izliyorum bir süre. Sonra birileri daha biniyor. Bir genç kadın yaklaşıyor yanıma. Üzgün, telaşlı. Normalde otobüste telefonla konuşanlara tepki gösteririm, ama öyle bir konuda konuşuyor ki kızmak bir yana; içim parçalanıyor duyduklarım karşısında:

“Yok anne, benim hakim olma hayalim tamamen suya düştü. Teyzem x partisine üye ya, benim  mülakatta geçme şansım tamamen bitti. Twitter’dan çevreyi koruma konusunda bir retweet etmişliğim var Gezi zamanı. Sildim ama arşivler…! “

Otobüs sıcak, ayağım sıcak, otobüs kendi yolunda salına salına yoluna devam ediyor. Herkes kendi yoluna devam ediyor. Hayat akıyor, bir gün daha böyle bitiyor… 
Devamını Oku

26 Kasım 2017 Pazar

Dijital Eğitimi Es Geçmeyin!

Dijital teknoloji hızla gelişiyor. Bu baş döndürücü hıza bazılarımız adapte oluyoruz; böylece hayat kalitemiz yükseliyor. Bazılarımız ise interneti sadece sosyal medya aracı olarak görüyor ve bu sayede  eğleniyoruz.

Çok değil bundan sadece yirmi yirmi beş sene önce dördüncü sınıfa giden bir çocuğu olan aileyi ele alalım. Bu aile çocuğun eğitimi için ekstra ne yapardı? Aslında pek de bir şey yapmazdı. Biraz da şansa bağlıydı her şey. Eğer öğretmeni iyiyse, çocuk ilkokuldan temeli sağlam olarak mezun olurdu. Aile eğitime önem veriyorsa, en fazla çocuğuna 4. sınıf konu anlatımları içeren bir kitap alırdı. İlkokul sonrası Anadolu Lisesi sınavlarına giren çocuk iyi bir okulu kazanabilir ve bu sayede direkt hayatı kurtulurdu. Düşününce insan nasıl da duygulanıyor değil mi, meğer hayat ne kadar basit ve huzurluymuş.

Gelelim günümüze. O günlerden bugünlere gelene dek çok şey değişti. Çocuklar her sene daha zorlayıcı sınavlara girmek zorunda kaldılar. Nüfus arttı, rekabet arttı, iyi okullara girmek zorlaştı. Şöyle bir hatırlayalım; liselere giriş sınavı LGS, Ortaöğretim Kurumları Seçme ve Yerleştirme Sınavı gibi upuzun ve ürkütücü  adı olan OKS, ardından seviyeleri belirleme amaçlı SBS; temel eğitimden orta eğitime geçişin kısaltması TEOG ve en son çıkan LKS ile birlikte çocuğu dördüncü sınıfa giden ailenin işi her geçen gün daha da zorlaştı.

Öte yandan dijital teknoloji hızla gelişmeye devam etti. Sınavlar zorlaşıyor evet, fakat çocuğu dörde giden ailenin 4. Sınıf konu anlatımlarına ulaşması artık daha kolay. Çünkü dijital materyaller var, her bütçeye uygun çözümler var.

Dördüncü sınıfa giden çocuğun ailesi ne yapmalı?

Dördüncü sınıfın temel dersleri Türkçe, matematik, fen bilimleri, sosyal bilgiler, İngilizce, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi olarak o günlerden bu günlere pek değişiklik göstermedi. Yani nereye giderseniz gidin, hangi materyali  alırsanız alın; 4. sınıf konu anlatımları için ana konu başlıkları belli. Ama sadece okuldaki dersleri dinlemek artık yeterli değil. Özel dersler pahalı, kurslar pahalı. İyi de bu zorlu sınavları geçmek için takviye şart. İşte tam da bu noktada devreye dijital ders anlatımları giriyor. İşte Okulistik de bunlardan biri.

Okulistik nedir, ne işe yarar?

Okulistik bir dijital öğrenme platformu. Genetik kodları değişerek neredeyse doğar doğmaz tablet, bilgisayar kullanmaya başlayan çocukların ilgi alanlarına göre hazırlanmış güzel bir platform. İlk başta verdiğimiz örnekten yola çıkarsak; yani dördüncü sınıf öğrencisi açısından olaya yaklaşırsak, 4. sınıf konu anlatımları Milli Eğitim Bakanlığı müfredatıyla tam uyumlu. İnteraktif konu anlatımları var, animasyonlu dersler hazırlanmış. Sıkıcı olmayan etkinliklerle dersler pekiştiriliyor.  6 hazırlık ve 6 online değerlendirme sınavı var. Ve üstelik bu sınavlarda öğrencinin başarısı ilçe, il, ülke gibi genel sıralamalarla ölçülüyor. E-kitaplar, eğitsel oyunlar, ödevler derken aslında öyle bir sistem kurgulanmış ki, belki de gelecekte hiç okul kalmayacak. Bütün okullar Okulistik gibi olacak.



Üstelik Okulistik’de öğretmen ve veli üyelikleri ücretsiz. Öğrenci üyelikleri ise kurslara göre gayet makul fiyatlarda belirlenmiş.

Demem o ki; eğer okul çağında bir çocuğunuz varsa, Okulistik sayesinde fazla para harcamadan çocuğunuza dijital  eğitim aldırabilirsiniz. Böylece konunun ilk başında belirttiğim gibi interneti kullanarak hem sizin hem de çocuğunuzun eğitimine katkıda bulunur ve bu sayede hayat kalitenizi yükseltebilirsiniz.

Devamını Oku

23 Kasım 2017 Perşembe

Güvenilir Marka Uğur Soğutma


Bir markanın güvenilir olduğunu nasıl anlarsınız? Elbette bağımsız ve saygın test kuruluşlarının raporlarını takip ederek. Reklamlar ve promosyonlara aldanmayın, bir markanın ne kadar güvenilir olduğu ve müşteri memnuniyetini ne denli önemsediği, ancak sahip olduğu sertifikalar sayesinde anlaşılabiliyor. Bu bakımdan, Almanya merkezli GC Mark, Avrupa’nın en saygın denetleme ve sertifikalandırma firmalarından biri sayılıyor. Firmaların hammadde işlemesinden üretimine, paketlemesinden satışa sunulmasına dek pek çok farklı unsurunu uluslararası standartlara göre denetleyip değerlendiren bağımsız bir kuruluş olan GC Mark, dünyanın en saygın ve prestijli sertifikalarını veriyor. GC Mark sertifikasına sahip olan bir şirketin ISO 9001, IS0 10001, 2, 3, 4 standartlarına uygun üretim ve kalite kontrolü yaptığına, sürekli olarak gelişime açık bir üretim ve yönetim yapısına sahip olduğuna emin olabilirsiniz.

Dünyada sayılı şirketin sahip olduğu GC Mark Verified Customer Satisfaction (Kanıtlanmış Müşteri Memnuniyeti) sertifikasına sahip olan tek Türk şirketi, hâlihazırda sektörde 60 yılı aşkın bir deneyime sahip olan Uğur Soğutma. Müşteri memnuniyetine verdiği önemi Avrupa’nın en büyük bağımsız denetim kuruluşlarından biri olan GC Mark Verified Curstomer Satisfaction denetimini başarıyla tamamlayarak elde ettiği sertifikayla global düzeyde ispat eden Uğur Soğutma, böylelikle ürünlerinin kalitesi kadar tüketici deneyimine verdiği önemi de bir kez daha göstermiş oluyor. İki yıl boyunca Türkiye’de aynı sektördeki başka hiçbir markanın alamayacağı bu sertifika, Uğur Soğutma’nın müşterilerine vermiş olduğu değer ve önemi mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Uğur Soğutma, ürünlerinde GC Mark sertifikası amblemini kullanma hakkını da elde etmiş oluyor.

Diğer bir deyişle, Uğur Soğutma ürünlerinin kalitesi, global düzeyde bir kez daha tasdik edilmiş oluyor. Uğur Soğutma’nın çevrimiçi mağazasından ve bayilerinden satın aldığınız ürünlerden memnun kalacağınıza emin olabilirsiniz: Hem Uğur Soğutma, hem de GC Mark bunu garanti ediyor!
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

20 Kasım 2017 Pazartesi

Grand Hyatt İstanbul’da 2018’e Unutulmaz Bir Başlangıç Yapın



Grand Hyatt İstanbul, bu yıl da hem noel hem yılbaşı için hazırladığı birbirinden güzel menülerle misafirlerini bekliyor.  Gas Brothers ve Utku Yurttaş yılbaşı yemeği süresince jazz, piano ve 70’lerden günümüze popüler müzikleri çalacaklar. Gece, Gas Brothers’ın perküsyon show’unun da yer aldığı performans ve after party ile devam edecek.


Noel Menüsü, Grand Hyatt İstanbul’da
Grand Hyatt’ın içinde bulunan 34 Restoran, içinde leziz hindinin de olduğu Noel Yemeği özel menüsü ile 24 Aralık Pazar günü aile kutlamaları ya da arkadaş buluşmaları için ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. 24 Aralık akşam başlayan ziyafet 25 Aralık Pazartesi günü öğlen ve akşam da devam ediyor.  Kişi başı 218 TL olan menü için önceden rezervasyon gerekiyor.


Yılbaşı gala yemeği ve eğlencesi
Yeni yıla sevdikleriyle beraber güzel bir başlangıç yapmak isteyenleri 34 Restoran’ın deneyimli şeflerinin elinden çıkan geleneksel Türk ve Akdeniz mutfağının lezzetlerinden oluşan açık büfe bekliyor.
Gas Brothers ve Utku Yurttaş’ın yılbaşı yemeği süresince jazz, piano ve 70’lerden günümüze popüler müziklerin çalacağı gece, Dining salonunda Gas Brothers’ın performans sergileyeceği, perküsyon show’unda dahil olduğu after party ile devam edecek. Sabahın ilk ışıklarına kadar devam edecek after party, yılbaşı ücretine dahil.
34 Restoran’da, 31 Aralık Pazar günü saat 20:00’de başlayan ve gece yarısı 02:00’ye kadar sürecek olan yılbaşı gala yemeğinin kişi başı fiyatı limitsiz yerli alkol içecekler 518 TL, limitsiz yerli & yabancı içecekler dahil fiyatı ise 618 TL. Minik misafirler için de kişi başı fiyat 318 TL.



Keyifli geçen yılbaşı gecesinin ardından 1 Ocak Pazartesi günü saat 12.00-16:00 arasında 34 Restoran’daki brunch’ta arkadaşlarınızla, ailenizle, sevdiklerinizle yeni yılın ilk gününü kişi başı fiyatı 218 TL olan brunch ile keyifli bir şekilde geçirebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

19 Kasım 2017 Pazar

Bebeklerimiz İçin En İyisi Nedir?

Bebekler. Dünyanın en narin insanları. Doğumlarından itibaren bize emanetler değil mi? Peki biz onları ne kadar koruyabiliyoruz? Ne kadar dertlerini anlayabiliyoruz? Sonuçta belli bir döneme kadar sadece ağlayarak seslerini duyurabiliyorlar. Karınları acıkırsa ağlıyorlar, gazı varsa ağlıyorlar, bir şeyden korkmuşlarsa ağlıyorlar. Ağzı var dili yok yavrucakların. Hal böyle olunca ebeveynlerin de bebeğin üzerine düşmesi, onun isteklerini anlamaya çalışmak için üst düzey bir çaba göstermesi gerekiyor. Tabi ki kimseyi suçlayacak, bak sen bunu bunu yapmadın, o yüzden kötü bir ebeveynsin diyecek halimiz yok. Haddimize değil böyle bir şeyi söylemek. Ancak bebekler dış dünyayla tanıştığı vakit her zaman anne karnındaki gibi rahat olamayabiliyorlar. Sebebi de yattıkları o minnoş yataklar. Her ne kadar göze gönüle hitap etse de bebeğin rahatlığı burada dikkat edilmesi gereken en önemli etken oluveriyor. O bebekler belki de sizi her gece uykunuzdan yatağından rahat edemediği için uyandırıyor olabilir. Bu konuda yapılacak tek bir şey var. Küçük bir araştırma yaptım internette ve en konforlu ve sağlıklı bebek yataklarını Yatsan firmasında buldum. Siteye bir göz atabilirsiniz. Envai çeşit yatay mevcut ve özellikle bu lafım annelere, hem bebeğinizin hem de kendinizin mışıl mışıl bir uyku çekmesini istiyorsanız bu teklifimi kaçırmayın.



Aslında mesele sadece bebeklerin rahatsız olmasıyla bitmiyor. İleride daha büyük sıkıntılar yaşanmaması adına bunun yapılması gerekiyor; çünkü bebeklerin vücudu çok hassastır. Bir insanın fizyolojik olarak etkiye en müsait olduğu zaman dilimi haliyle bebeklik ve yaşlılıktır. Bebeklikten gelen bir fizyolojik rahatsızlık çocuğunuzun ileriki yaşlarda sıkıntılar çekmesine sebep olabilir. Bunu kim ister ki? Ama bu konuda da benim için rahat, çünkü özellikle ülkem insanlarının, evlatlarının üzerine titrediğini, onlar için her şeyin en iyisini yapmaya çalıştıklarını biliyorum. Bunu çevremde de sosyal medyada da görüyorum ve o yüzden tekrar tekrar Yatsan’a uğramadan yatmayıp bebeklerini de yatırmayacaklarını biliyorum. Tekerleme de böyle yapılır. Herkese güzel ve sağlıklı uykular dilerim.
Devamını Oku

12 Kasım 2017 Pazar

Haldun Taner'de "On İki Öfkeli Adam" İzledim!

Bazı oyunlarda sahnede perde olmuyor. Salona adım atınca, az sonra içine gireceğimiz dünyanın detaylarıyla tanışıyoruz. On İki Öfkeli Adam oyununda da böyleydi. Oyun başlamadan önce sahnede uzunca beyaz bir masa, çevresinde on iki beyaz sandalye karşıladı bizleri.

On İki Öfkeli Adam

Dahası da var. Masanın kenarlarında dört tane antik Yunan sütunu vardı, bir tane de kapı bulunuyordu. Bütün bunlar, dünyaya benzeyen bir yarım kürenin içindeydi. Küreyi oluşturan çemberin seyirci tarafı açıktı. Arka planda hareketli bulutlar ve gökyüzü, kürenin üzerinde meridyen ve paraleli andıran çizgiler, bizden ötede bambaşka bir dünyayı çağrıştırıyordu. Antik sütunlar kürenin çeperleri boyunca öne doğru eğilmişti. Birazdan on iki kişilik jüri gelecek ve on dokuz yaşında bir gencin elektrikli sandalyede ölmesine ya da yaşamasına giden yoldaki görüşlerini belirleyecekti. İşte tam da bu noktada Yunan sütunlarının öne doğru eğilmiş olması, bende direkt adalet denilen kavramın “eğilip bükülebilen bir şey olduğu” çağrışımını yaptı. Ortamdaki kapı bile dik durmuyor, kürenin şekline uyum sağlamış yamuk duruşuyla az sonra şekilden şekile gireceğini göreceğimiz jüri üyelerinin ruh haline hizmet ediyordu. Bence dekor, Şehir Tiyatroları'nda izlediğim hemen hemen bütün oyunlarda olduğu gibi çok başarılıydı.

Oyunun konusu

On dokuz yaşında bir genç, babasını öldürmekten yargılanıyor. Biz genci veya mahkeme salonunu hiç görmüyoruz. Bütün oyun boyunca on iki kişilik jürinin bu konu hakkında tartışmasına ve sonucu netleştirmesine tanık oluyoruz. Jürinin görevi oy birliğiyle bir karara varmak. Çünkü mahkeme başkanı jüriden “oy çoğunluğu” ile alınmış bir kararı kabul etmiyor. Yani on iki adamın hepsi aynı sonuca imza atmak zorunda. “Çocuk ya suçlu, ya da suçsuz!” diyecekler.


Gerçek nedir?
Jüri üyeleri kızgın ve hızlı adımlarla salona giriyor. Belli ki hepsi çocuğun suçlu olduğunu düşünüyor. Çünkü olayı gören bir komşunun ve olayı duyan başka bir komşunun ifadeleri var. Adamı öldüren bıçağı çocuğun aldığına dair tanıklar var. Yani bütün deliller ve tanıklar çocuğun babasını öldürdüğünü gösteriyor. Jürinin işi kolay aslında! Oy birliğiyle “çocuk suçlu!” demek ve görevi tamamlamak! Jüri başkanı oylama yapıyor, sonuçta on bir üye “çocuk suçlu” görüşünü bildirirken içlerinden bir tanesi “çocuk suçsuz” diyor. Suçsuz diyen 8. jüri üyesi şunu söylüyor:

Evet belki çocuk suçludur, ama belki de değildir. Ben emin değilim!”

İşte bu şüpheden sonra izleyiciyi de sarmalayan müthiş bir sorgulama başlıyor. İki perdede yaklaşık iki saat boyunca tempo hiç düşmeden bu sorgulamanın içinde buluyoruz kendimizi. "Gerçek nedir?" diye düşünüyoruz. Herkesin hemfikir olduğu şey gerçek midir? Yoksa bilinç süzgeçlerimizden olayları geçirirken kendi yaşanmışlıklarımızın, ruh halimizin, hayata bakış açımızın etkisinde kalarak gerçeği kendimizce farklı kalıplara mı sokuyoruz?  Bunun sonucunda  kendi gerçeğimize hem kendimizi hem de başkalarını da inandırıyor muyuz?

Sorular, sorular, sorular...

Eğer gerçek bu kadar geçişken bir yapıdaysa, adalete nasıl güvenilebilir? Ön yargılar yüzünden aldığımız kararlar nelere mal olabilir? Yargıçlar hüküm verirken kişisel dünyalarının hiç mi etkisinde kalmazlar? 

Emin olmadan bir insan hakkında hüküm vermek ne de kolay gerçekleşebiliyor. Oysa detaylarda kim bilir neler saklı...

On iki jüri üyesinin de erkek olması, acaba erkek egemen toplumların düzenine karşı bir mesaj mıdır? Eğer içlerinden biri kadın olsaydı, acaba daha merhametli davranıp olaya daha insani boyutta mı yaklaşırdı; elbette bunu bilemiyoruz. Yazar neden altı kadın altı erkek yerine 'on iki öfkeli adamı' tercih etti?

Tiyatroda metnin gücü

Açıkçası oyuna giderken iki saat boyunca jürinin oturumuna tanık olmanın sıkıcı olabileceğini düşünmedim desem yalan olur. Ama metin o kadar güçlüydü ki; oyundan çıktığımda bırakın sıkılmayı, ikinci kez izlemeyi bile düşünür haldeydim. Jüri üyelerinin birbirlerine adlarıyla hitap etmemeleri, oyunda ülke adı geçmeyişi; metinde ele alınan adalet, ön yargı, hüküm vermek, yanızlık, göçmenlik gibi konuların evrenselliği; tiyatroda metnin gücünü bir kez daha gözler önüne seriyordu.

Oyunculuklar

Genel olarak oyuncuları çok başarılı buldum. 7. jüri üyesi Kutay Kırşehirlioğlu, 9. jüri üyesi Metin Çoban, 3. üye Serdar Orçin, göçmen üye Nihat Alptekin ve 10. üye Ali Gökmen Altuğ'u çok beğendim. Daha önce Öyle bir Geçer Zaman Ki dizisinde Osman'ın gençliğinde izlediğim genç oyuncu Gün Koper'i de kendini daha çok geliştirmiş buldum. Sadece ilk "suçsuz" diyen 8. üye Ahmet Özarslan bana biraz doğallıktan uzaklaşmış gibi geldi. 


Sinema filmi de var

Eğer oyunu fırsatınız olmadığı için izleyemeyecekseniz üzülmeyin. Yazar Reginald Rose'un 1954'de yazdığı metin, ilki 1957'de olmak üzere iki kez sinemaya da uyarlanmış. Hatta ikinci versiyonunda 7. üye olarak rol alan Henry Fonda Oscar ve Altın Küre'ye aday gösterilmiş. Ben sıcağı sıcağına filmi de izlemeyi düşünüyorum. Sonbaharın bu güzel pazar gününe böyle güzel bir film izlemek yakışmaz mı...


Oyunun Sonu
Hiç mi olumsuz yanı yok?

Oyunu Haldun Taner sahnesinde önden üçüncü sırada izlememe rağmen özellikle arkası dönük oyuncuların bazı konuşmalarını duymakta zorlandım. Böyle diyaloğa dayalı bir oyunda arkada oturanlar bazı konuşmaları kaçırmışlarsa bence oyundan yeterince keyif alamamışlardır.  Oyunu mümkünse önlerde izlemeye çalışın derim. 

Son bir not daha ilave edeyim. Tiyatroda görsellik, kostüm, estetik, müzik, hareket gibi unsurlara önem veriyorsanız, bu oyun sizin için biraz eksik kalabilir. Çünkü temsilde müzik yoktu, pek hareket de yoktu. Ama güçlü bir metinle bol zihin egzersizi yapmaktan keyif alıyorsanız; “On İki Öfkeli Adam” çok doğru bir seçim diyebilirim.

Emeği geçenlerin ellerine sağlık.


Herkese sanata yakın güzel bir gün diliyorum.


 On İki Öfkeli Adam - Oyunun Künyesi



Devamını Oku

29 Ekim 2017 Pazar

Dizi Setinden İzlenimlerim


İki dönem boyunca katıldığım, bu sene işler güçler yüzünden aksattığım senaryo atölyesinde hocamız dün bizi dizi setine götürdü. Daha önce sokakta defalarca çekimlere tanık olmuştum; fakat detaylı olarak ilk kez çekim izleyeceğim için oldukça heyecanlıydım. Bize sağlanan minibüse bindik ve yaklaşık bir saat sonra İstanbul'un sınırlarındaki Darıca'ya yani sete geldik. Arabadan indiğimizde pek çok minibüs ve karavanla karşılaştık. Geldiğimiz yer de sıradan bir mahalle değil, filmler için inşaa edilmiş oldukça büyük bir açık hava platosuydu.

Açık Hava Film Platosu

Kapıda bizi bir görevli karşıladı. İçeri almadan önce “Şu anda çekim var, lütfen telefonlarınızı sessize alın” dedi. Hemen telefonlarımızın sesini kıstık. Adeta bir mabede girer gibi yavaş yavaş platonun içine adımlarımızı attık. İçeriye girince çok şaşırdım. Doksanlı yıllardan kalma eski zaman kasabasını andıran pek çok ev vardı. Evler gerçekti, aralarında sokaklar vardı. Bakkal, manav, kahvehane gibi pek çok dükkan vardı. Sokakların tabelaları oldukça sahiciydi. Evlerin çoğunun camları açıktı, tül perdeleri uçuşuyordu. Kiminin penceresinin önündeki çiçeklere dikkatle bakmasam, sahte olduklarını anlayamazdım. Sonradan araştırdığıma göre bu platonun 6 dönümlük arazide bundan 4 sene önce 1 milyar dolar harcanarak kurulmuş olduğunu öğrendim. Platoda yer alan bakkal, pastahane, berber gibi yapıların tamamı Darıca'daki tarihi binaların birebir kopyası olarak inşa edilmiş. Bildiğiniz küçük bir mahalle orası. İçinde 7 sokak, 12 apartman ve farklı farklı 10 dükkan var. Ara yolların asfaltına, taş döşeli kaldırımlara ve dikilmiş canlı ağaçlara kadar bütün detaylar düşünülmüş. Platoya girdiğim anda sinemanın büyüsü beni sarmaladı. Gerçekler içinde hayaller, hayaller içinde gerçekler adeta dans ediyor sinemada. Ne muhteşem bir şey bu!

Hummalı çalışma
Platoya girdiğimizde üzerinde “ Balat Erkek Öğrenci Yurdu” yazan, kapısının önünde gerçek bir Atatürk heykeli olan binadan sağa doğru yöneldik. Sokakların birleştiği bir meydan, meydandaki bir dükkanın önünde dizide geçen eski model bir araba karşıladı bizi. Etrafta koşuşturan onlarca insan, ışıklar, kameralar, kablolar... Yönetmen ve görüntü yönetmeni yan yana oturuyordu bir tente altında. Önlerindeki iki ekranda farklı kameralardan gelen görüntüler vardı. Biz tam yönetmenin arkasında durduk ve bu sayede olup biten her şeyi izleme olanağı bulduk. Aklıma gelmişken söyleyeyim; son yıllarda oldukça moda olan “yönetmen koltuğu”nun sahicisini de görmüş oldum sette. Ama öylece kenarda duruyordu. Demek ki yönetmen çadırından ayrılınca kullanacaktı sandalyesini.

Gerçek içinde hayal, hayal içinde gerçek...
Birden görevlilerden birisi “Sessizlik” diye bağırdı. Zaten kısık sesle konuşan herkes sus pus oldu. Sonra yine görevlilerden biri “Trafik başlasın!”komutunu verdi. Bunun üzerine sokaktan insanlar geçmeye başladı. Bence figüranların hepsi yerel halktan seçilmişti. O kadar güzel yapıyorlardı ki işlerini... Bir kadın pazar çantasıyla karşıdan geliyor, öbür taraftan bir adam yürüyor falan... Sonra başrol oyuncusu dükkandan çıktı ve konuşmaya başladı. Konuşması bitince yönetmen ”Cut!” dedi sahne kesildi. Ezber vardı, sufle yoktu. Haftada yüz yirmi dakika çekilen dizilerdeki kalınca bir kitap gibi olan senaryoyu nasıl ezberliyorlar, takdir etmek lazım. Ve elbette o senaryo kısa sürede nasıl kotarılıyor! Hani kızıyoruz ya ne saçma laflar bunlar diye... Senarist ne yapsın; kısa sürede kalın bir kitabı nasıl yazsın! Halbuki yabancı dizilerdeki gibi süre kırk beş dakika olsa, senaryonun da çekimlerin de kalitesi kim bilir nasıl değişir!

Boom; çık kareden :)
Toplamda bir kaç dakikalık sahne için en az beş kez çekim yapıldı. Bir saate yakın zaman aldı sahnenin bitmesi. Ön kamera, arka kamere, yakın planlar... Her seferinde oyuncu aynı repliği söylüyordu. Oyuncuların olmadığı hareket sahneleri için ise bir görevli, oyuncunun repliğini okuyarak sanırım süre ayarlaması yapıyordu. Bu arada oyuncusuz ara görüntüler alındı. Bir ara uçak geçti, yine çekim kesildi. Önceki çekimde bankta oturan figüran yerinden kalktığı için görüntü yönetmeni uyardı çocuğu. Başrol oyuncusu da “Elimde tespih var mıydı?” diye sordu. Bütün bu detaylar, devamlılık için çok önemli şeyler.

Ben en çok açık havada biz paltoyla üşürken incecik peştemal ile dolaşan oyuncuya üzüldüm. Düşünsenize saatlerce o şekilde dolaşmak zorunda! Geçenlerde okumuştum;Türkiye'deki oyuncuların en büyük sorunu üşümekmiş. Halbuki bu işlerin kolayı var. Mesela Hollywood'da filmler devasa kapalı stüdyolarda çekliyor. Adamlar stüdyoda çölün de, plajın da, uzayın da sahtesini yapabiliyor! Bize de böyle platolar lazım; ya da filmler ve diziler kış aylarında daha sıcak olan Antalya veya Adana'da çekilmeli! Yazık bu insanlara bence. 

 Neyse ben olayı anlatmaya devam edeyim:

YönetmenSay” dediğinde, üzerinde planın numarası, kaçıncı çekim olduğu gibi montajda işe yarayan bilgiler yazan “klaket” devreye giriyordu. Klaketi tutan kişi “çat” diye tahtayı kapatınca
 “Üç, iki bir, buyurun! “ diye oyunu başlatıyordu yönetmen yardımcısı. Setin ayrı bir jargonu vardı, ayrı bir enerjisi vardı. Bence insan öyle bir yerde normal bir işteymiş gibi “Biraz kaytarayım, cep telefonuma bakayım!” falan diyemez. Aşırı konsantrasyon var, ve bir de aşırı emek sarf ediliyor. Set işçileri sürekli ayakta; sağa sola  koşturuyor. Yönetmenler sürekli sigara çay içiyor. Yüzleri yorgunluktan ve bence düzensiz beslenmekten kara sarıya dönmüş. Gerginler; çünkü çekimler kolay kolay bitmiyor. Düşünsenize haftada yüz yirmi hatta yüz elli dakika süren dizi çekmek kolay iş mi!
Sette dinlenme yok!

 Çekimleri uzunca bir süre soluksuz bir şekilde izledikten sonra yönetmen, söyleşi yapmaya vakti olmadığı için bizden özür diledi.  En sonunda başrol oyuncuları ile birlikte toplu fotoğraf çekildik ve platodan ayrıldık.

Bu ziyarette sinemanın büyüsüne daha da çok kapıldım. Adım adım o sihirli dünyaya yaklaştığımı hissediyorum. Bir gün mutlaka kendi senaryomun çekildiği sete gideceğim. Ve size bu blogda anlatacağım...


Devamını Oku

14 Ekim 2017 Cumartesi

Akılsız Telefonla Nostalji Günlerim

Her sabah işe giderken bir fotoğraf çekiyordum cep telefonumla. Sonra otobüse binince o fotoğrafı Facebook'da ya da Instagram'da paylaşıyor, altına da içimden gelen bir paragrafı yazıyordum. Gayet de keyifli bir rutin haline gelmişti bu benim için. Zamansızlıktan sadece hafta sonları bloga yazabildiğimden ötürü,  sosyal medyadaki bu mini yazılarla oyalanıyordum kendimce.

En son 3 gün önce çarşamba günü yazmıştım yine bir şeyler. Hatta yeni başladığım kitabımı otobüs camına dayayıp fotoğrafını çekmiştim.



O gün öğlene doğru iş yerinde mutfağa gittim.  Tezgahın önünde ayakta duruyor, ne yemek var diye bakıyordum. Bir ara istemsizce cep telefonumu çıkardım cebimden. Hani öylesine açıp bakıyoruz ya telefona defalarca. Öyle bir andı işte, gayrı ihtiyari...  Sonra tahmin ettiğiniz şey oldu. Evet; telefon elimden "çat" diye yere düştü bir anda! Üstelik nasıl olduysa düşerken ters takla attı ve ekranı yer tarafına döndü. “Çaatt!” diye bir ses çıktı. İçimden “Eyvah, gitti!” dedim, öylece bakakaldım. Daha önce de defalarca düşmüştü, ama sırt üstü düştüğü için en fazla bataryası dağılmıştı. Bu sefer dış görünüşte hiç bir yeri dağılmadı, o düşmeye  camı bile çatlamadı! Çünkü iç kanama geçiriyordu zavallıcık! Aldım elime korka korka, tabii ki ekran gitmiş, yerinde boş bir karaltı bana bakıyordu. Hemen nabzını dinledim, kalp atışlarına baktım. Iıhh, ses gelmiyordu. Ambulans çağırmadan önce ilk müdahaleyi yapayım dedim. Ortalama her Türk'ün yapacağı gibi bataryasını söktüm, sonra yeniden taktım. Bizde adettir bilirsiniz; ya çalışmayan alete afili bir tokat atarız, ya da fişini çekip yeniden takarız. İşe de yarar! Ben de kültürümüze yakışanı yaptım ve bataryayı yeniden takınca telefon düzelecek sandım. Açılmasını bekledim bir süre. Evet açıldı. Fakat ekranın yarısı vardı, yarısı yoktu.


 Şifreyi el yordamıyla girecektim mecbur. Hay bin kunduz! Bir kere girdim, olmadı. Sayıların sol tarafını göremiyordum ki! İkinci kez girdim yine olmadı. Artık son hakkım kalmıştı, onu da yanlış girersem telefonu hepten kaybedecektim! Son seferde çok hassas davrandım ve şifreyi girmeyi başardım. Evet telefonum açıldı! Peki ama her şey bitti mi? Elbette hayır! Erken sevinmişim, çünkü yine ekranın sağı vardı, solu yoktu! Dolayısıyla da telefonun bu şekilde varlığı bana bir şey ifade etmiyordu. Zaten kafası iyice karışmıştı garibanın.

O maviydi, üç sene önceki doğum günü hediyemdi, ilk akıllı telefonumdu! Son zamanlarda
çok acı çekiyordu gerçi. Uygulamaları açamaz olmuştu, hafıza kaybı vardı. Aslında uzatmaları oynuyorduk birlikte. Format atmayı düşünüyordum, o benden önce davrandı.  Kendi kendinin fişini çekmeye karar verdi! Demek ki telefonların ötenazi özgürlükleri varmış, bunu da öğrenmiş oldum!

 Ne yapabilirdim, bu da onun kararıydı, saygı duymak lazımdı! Bu arada ambulansa haber verildi hemen. Meğer bizim iş yerine servis veren mobil bir cep telefoncusu arkadaş varmış. Ambulans gibi bir şey işte. Geldi baktı; “Ekranı değiştiririm ama bu mavi kasadan bulamam" dedi! Yüzümde nasıl bir üzüntülü ifade oluşmuşsa artık, “Beyaz yaparız!” dedi daha sonra! Sanki beyaz maviye özdeşmiş gibi... Sustum, devam etti. 

“Ben tamir edince sizi 5-6 ay daha idare eder” dedi. “Ne kadara olur?” diye sordum. “Size 100 TL” dedi. Benim adımı bile bilmez etmez, bana 100'müş! Niye seksen değil! Hayır nasıl maliyet yaptın iki dakikada da "yüz" diyorsun! Bunları içimden düşündüm tabii ki; bu arada bir sessizlik oldu. Bizim acar ambulans telefoncu baktı müşteri kararsız, hemen atağa geçti:  “İsterseniz size yeni bir telefon verelim!” dedi. “Yeni ayfonlardan yakışır” dedi gülümseyerek. Öyle ya herkesin elinde ayfon var.  Benim gibi alışveriş düşmanı birine çattığını nereden bilsin zavallı! “Bir telefona üç dört bin lira asla vermem, o işler bana göre değil!” dedim. “O zaman tamir edeyim!” dedi. “Ben bir düşüneyim” dedim. Akşam anlayan birine gösterdim telefonu. Öğrendim ki meğer içi de parçalanmış! Yani 100 TL verip iki gün sonra tekrar sorun yaşatma riski var! Bu durumda kadere boyun eğdim ve zor da olsa vedalaştım telefonumla. Peki ne yaptım?

Eski dostlar, mavi telefonlar gibi...

Eski Nokia'ma taktım kartı. Taş gibi çalışıyor mübarek! Nereden baksan yaşı dokuz ya da on! Perşembe gününden bu yana hesap edin iki buçuk gün oldu, şarj çizgisi hala dolu! Hep söylüyorum, yine tekrar edeyim :

“Bence teknoloji, kapitalizmin çıkarlarına daha iyi hizmet edebilmek için geliştiriliyor!” Her şey biz daha çok tüketelim diye kurgulanıyor! 

Yeni teknoloji ile üretilen ürünlerin kullanım ömrü git gide kısalıyor farkında değil misiniz? Kırmızı başlıklı kız sorsa mesela  teknoloji nineye:

“- Telefonum neden iki sene sonra bozuluyor Tekno Nine?”

dese; iyi kalpli bilim teknik babaannesi gibi görünen, aslında maskesinin altında kapitalizm canavarı yatan teknoloji şöyle cevap verir muhtemelen:

“- Seni daha iyi sömürebilmek için modern insan!”

Eskiden bilmez misiniz annelerimizin evlenirken aldıkları buzdolabı otuz sene ayakta kalırdı, taş gibilerdi! Çünkü mühendislik, bir ürünün dayanıklı olması için de kafa yorulan bir bilimdi. Oysa şimdi öyle mi! Adamlar öyle bir sistem uyguluyor ki, misal çamaşır makinenizin garanti süresi bitince çat diye makine bozuluyor.  Sanki programlanmış gibi! Hiç başınıza gelmedi mi?

Güya yeni işe girdim, gelirim eskiye göre biraz arttı ya! İki hafta önce modem bozuldu, yenisini aldım. Geçen hafta sekiz sene önce aldığım ve yine rengi metalik mavi olan elektrik süpürgem bozuldu, mecburen yenisini aldım. Bu seferki mavi-kırmızı karışım renk ama ne yapayım, toz içinde yaşamaktansa kırmızıya katlanacağım artık! Bu hafta da telefonum bozuldu; mecburen yenisini alacağım. Ya birileri nazar değdirdi bana, ya da evrenin bir bildiği var; bol bol para harcatıyor! Ne oldu şimdi; güya işe girdim, evdeki her aleti yeniliyorum! O zaman hemen ricada bulunalım:

"Sevgili Evren, lütfen pozitif enerjilerini gönder; artık bir şeylerim bozulmasın, amin !"


Eski telefonumla nostalji  yaşıyorum

Telefonlar birer birer eskiyor...

Olabilecek en makul fiyatlı telefonun internetten siparişini verdim bu arada. Elbette ayfon değil. En az bilinen marka, Casper Via M2. Görgüsüz gibi marka yazdığımı düşünmeyin. Tam tersine mütevazı, “best seller” olmayan ve piyasadaki en makul fiyattaki telefonlardan  biri bu. Araştırdım da söylüyorum, reklam falan yapmıyorum yanlış anlaşılmasın. Makul fiyatta ve işlevsel telefon arayan  vardır belki diye yazıyorum bunu! Neden mi alıyorum yeni telefon; sadece iş hayatı için! Bütün iş hayatı akıllı telefonlarla, Whatsapp gruplarıyla iç içe geçmiş durumda çünkü. 
Eski Nokiaaa, Eski Nokiaa

Siparişi verdim dün akşam,- bu arada da  eski Nokia'mla  hasret gideriyorum, nostalji yaşıyorum. Ne zaman sıkışsam yardımıma koşuyor sağolsun.  Avcumun içine sığıyor, minik bir zarafeti var. Üstelik mavi o da, en sevdiğimden! İçinde 2010 yılından harika mesajlar kalmış. Çıkarıyorum mesaj yazmak için otobüste, herkes şaşkın şaşkın bana bakıyor.  Sanki elimde dinozor varmış gibi! Topu topu 10 senelik bir alet oysa bu. Tarih için 10 sene nedir? Düşünün teknolojideki hızı...

“Surat ekle” diye bir seçeneği var menüsünde Nokia'mın. İki nokta üst üste kapa parantez, iki nokta üst üste aç parantez, bir iki seçenek daha... Emoji denilen sarı suratlar  henüz keşfedilmemiş o zamanlar. Ne kadar az özellik, o kadar naiflik ve duygusallık. 

Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim.  Telefon bozulma hikayesinde anladım ki, ben akıllı telefon bağımlısı değilmişim! Gün içerisinde hiç olmazsa en az 10-20 kere whatsapp vs. bakarken, akılsız şirin telefonumu kullandığımdan bu yana telefon öylece cebimde duruyor. Sadece aramam gerektiğinde kullanıyorum, kafam rahat. Sosyal medyanın bilgi kirliliğinden uzak, kitaplara yakın nefis bir deneyim oldu bu bir kaç gün benim için. Önümüzdeki salı gününe kadar da böyle dolaşacağım. Bir nevi özgürlük aslında. Minimalizme yolculuğun belki de ilk adımları böyledir, kim bilebilir... 


Devamını Oku