2 Aralık 2018 Pazar

Kharkov-Kharkiv Gezi Hikayem- Bölüm 2


Saat öğleden sonra üç ve hava kararmak üzere. Kharkov’daki geçici evimize geldik nihayet. Sumskaya Caddesi üzerinde harika tarihi bir bina.  Zaten Sumskaya Caddesi’nde olan bütün binalar fotoğrafı çekilecek güzellikte…

Sumskaya Caddesi'nde Bir Apartman ve Macera Devam Ediyor

Sumskaya Caddesi
Termometre






















Enteresan bir detay var. Kharkov’da pek çok apartmanın dış kapısında mekanik şifreleme sistemi bulunuyor. Belli ki KGB günlerinden kalma. Düşünsenize;  devrim zamanı ya da İkinci Dünya Savaşı… Ne gizli toplantılar yapılmıştır bu binalarda kim bilir! Bazı apartmanlarda bu şifreler hala çalışıyor; dış kapıyı açarken anahtar kullanmıyorlar. İnsanın kafasında hikayeler uçuşturan cinsten detaylardan sadece biri bu.

Bizim apartmanda  da şifre sistemi var fakat devre dışı. Normal kapıların neredeyse iki katı büyüklüğündeki dış kapıyı kolayca açıyoruz. 8-10 merdiven çıktıktan sonra eski, ama gerçekten eski bir asansörle karşılaşıyoruz. Öyle ki arada sıkışmayalım diye kanatlarını elimizle ittirebiliyor ve “manuel” olarak kapıya müdahale edebiliyoruz. Gerçekten de enteresan bir asansör! Sol yan duvarında seksenleri andıran küçük  bir kadın resmi ve "bas-konuş" şeklinde diafon bulunuyor. Basıyoruz butona istemsizce, karşımıza Rusça ya da belki de Ukraynaca konuşan bir kadın sesi çıkıyor. Cehalet ne zor şey; kadının ne dediği bir yana, hangi dilde konuştuğunu bile anlamıyoruz. “Booking-tourist- hotel” falan diyoruz ama, karşı taraf yine bilmediğimiz dilde konuşmaya devam ediyor. Şoför Ivan macerasını yeni atlatmış bizler n’apacağımızı şaşırmış, biraz da heyecanlanmışken; kucağında bebeğiyle bir kadın giriyor dış kapıdan. Diafonla konuşmaya çalıştığımızı görünce, kimsenin hiç bir şey anlamadığı tuhaf muhabbete (!) O da katılıyor. Yüzümüze bakarken aynı zamanda hızlı hızlı konuşarak bir şeyler anlatıyor. Belli ki yardım etmeye çalışıyor. Buna benzer olayı bir kaç kez daha yaşadım Kharkov’da. Turist olduğumuzu ve  dili anlamadığımızı bile bile, ama ısrarla Rusça ya da Ukraynaca bir şeyler konuşarak bize yardımcı olmaya çalıştılar. Çok sevimli bir şey bence bu. Sanki farklı farklı diller yokmuş gibi, sanki dünya büyük ve tek bir ülkeymiş gibi, çocuksu bir saflıkla iletişim kurma çabası...

Diafondaki ses konuştukça kucağında bebeği olan kadının yüzüne de bir gülümseme yayılıyor. Kim bilir nedir anlatılan! Ne yazık ki, merak ettiğimiz halde hiç öğrenemediğimiz küçük detaylar arasında kalıyor diafondaki kadının sesi de. Unutulmaz anıların arasında cevabı hep merak edilen bilmeceler de olur ya hani, tam da öyle bir şey bu. Bilsen yanıtı, sorunun hiç önemi kalmayacak cinsten. Bilmediğinde ise hakkında roman yazası gelir insanın. Ne bileyim; belki de bu benim bakış açımdır sadece.


Bebekli kadın, sürekli konuşarak ve gülümseyerek asansöre binmemizi sağlıyor.  Kabin daracık, üçüncü kata çıkıyoruz hep birlikte. Bebek yüzümüze bakıyor, hafiften gülümsüyor da. O’nun dili evrensel çünkü! Üçüncü katta asansörden iniyoruz. Karşımıza çıkan kapının ziline basıyor kadın. Kapı hemen açılıyor, güler yüzlü biri karşılıyor bizleri. Bebekli kadın anlatıyor durumu kendi dilinde. Zaten gerek de kalmıyor gerisine; kapıyı açan nazik kadın gayet güzel İngilizce konuşuyor. Bingo işte, şanslıyız. İnternette hangi yoruma baksam "Bu şehirde  çok az insan İngilizce biliyor!" yazıyordu. Oysa ben bu şehirde bir şekilde diyalog kurdum insanlarla. Ne de tepeden bakıyor bazıları! Hoş İngilizce bilmemek çok da ayıp sanki... Neyse,  bebekli kadın bir şeyler söyleyerek çıkıp gidiyor merdivenlerden. O isimsiz kahraman sayesinde kapısında hiçbir şey yazmayan otelimize kavuşuyoruz nihayet. Mutluluk bu değildir de nedir sanki… Bu kadar basit, ve de bu denli satır aralarında!

Burası bir otel değil aslında; bir apartmanın üçüncü katındaki beş odalı daireyi apart odalar haline getirmişler.

Dar bir koridor, yerde kırmızı desenli bir halı, kapı girişinde eski ama çalışan bir piyano, tam karşısında resepsiyon masası çarpıyor ilk etapta gözüme. Bir kaç koltuk ve plastik sarmaşıklarla dekore edilen otel girişi, gerçekten de retro bir film sahnesini andırıyor. Birden ısınıveriyorum ortama. Adını nedense hiç sormadığım, İngilizce bilen zarif Rus ( ya da belki de Ukraynalı) olan kadın bize odamızı gösteriyor. Oda kapısının yan tarafında bir sehpa üzerinde plastik bir damacana, onun yanındaki tabakta ise ikramlık şekerler gözüme çarpıyor. Misafirperverlik bize özgü bir şey değil demek ki diye düşünüyorum sonrasında.


Sumskaya'da bir apartman

Hem dış kapının hem de iç kapının anahtarını veriyor kadın. Dedim ya ev gibi de, değil gibi de... Çift kilitli anahtarla kapıyı açtığımızda çok güzel bir odayla karşılaşıyoruz. Neden diyorsunuz ya; demeyin. Çünkü kapıyı açar açmaz üç portre ilişiyor gözüme. ikisinde isim yazmadığı için kim olduklarını bilmiyorum ama, birinci portre Gorki’ye ait!


Siz hiç duvarında mesela Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve de Ahmet Hamdi Tanpınar portreleri asılı olan bir otel odası gördünüz mü? Bizim hiç mi yok gurur duyduğumuz sanatçımız!
Yüksek mi yüksek tavandan sarkan zarif işlemeli avizeden, katlanmış  bornoz ve tek kullanımlık terliğe; kenarına siyah çay bırakılmış fincanlardan şarap kadehlerine, mini buzdolabındaki biralardan çikolataya  kadar, odadaki bütün detaylar bir apartman katındaki apart odadan beklenmeyecek zarafetteydi. Duvarına Gorki portresi asan bir işletmeciden de zaten bu incelik beklenirdi!



İlk Akşam, İlk İzlenim


Bavulları bırakıp kendimizi atıyoruz sokaklara. Soğuk ama ısırmayan bir hava var. Sıfır ya da biraz daha altında gösteriyor termometre. Baş ve ayaklar yeterince korunaklıysa hiç sorun olmuyor bu soğuk. Benim gibi çok üşüyen biri bile sevdiyse siz düşünün gerisini. 

Yürüyoruz bakına bakına. Geniş yollar, geniş kaldırımlar, etrafta hiç ses yok. Korna çalan da yok, cep telefonuyla bağıra çağıra konuşan da... Dört günlük gezi boyunca bir kez korna sesi duydum; o da gerçekten yanlış yapan bir sürücüye uyarı niteliğindeydi. Ne yalan söyleyeyim; "İstanbul’dan gelip de araba kiralayan biri olmasın bu gürültücü" diye düşünmüşlüğüm var.

Önceden belirlediğimiz restorana doğru yürümeye başlıyoruz ilk akşamımızda. Kenarları ağaçlarla süslü kaldırımlar, karşımıza çıkan heykeller, binaların estetiği ve şehrin sessizliği beni benden alıyor gerçekten de. Aklıma Kharkov’a gideceğimi duyunca yüzü asılan “Ben kırk beş ülke gezdim, Kharkov kadar gri bir şehir görmedim, beklentini yüksek tutma!” diyen iş arkadaşım  geliyor o an. Gezi bloglarında okuduğum “Kharkov mu, yapacak pek bir şey yok, gitmeseniz de olur!” yorumları da akıyor kafa baloncuğumda. Algı ne kadar da farklı olabiliyor değil mi; yorumlar kişiden kişiye göre nasıl da değişebiliyor. Önemli olan belki de şehrin nasıl olduğu değil; nasıl hissettirdiği…

Anayasa Meydanı'nda Özgürlük Anıtı

Gittiğimiz ilk kafe gerçekten de çok şık. Zaten bu şehirde hangi kafeye gitsek genel olarak çok şık buluyoruz.


















Kafelerde hem yemek yenilebiliyor, hem içki içebiliyor, hem de çay kahve var. Her şey olması gerektiği gibi yani. Kahvaltı mekanlarında bile alkollü içki bulunuyor.. Ama sabahın köründe içip sarhoş olan birine de rastlamıyoruz hiç. Bizde ise değil kafelerde şaraba izin verilmesi, içki ruhsatı olan restoranlarda içkinin dışarıdan görünmesi bile yasak biliyorsunuz. 

Özgür kafa gerçekten de başka bir şey…



Devamı var…





Devamını Oku

25 Kasım 2018 Pazar

Kharkov-Kharkiv Gezi Hikayem- Bölüm 1

Olmayınca olmuyor işte. Ne pasapartum var, ne de daha önce yurtdışına çıkmışlığım. Hele ki günümüzde insanların kendilerini örneğin  On beş ülke, kırk sekiz şehir gezdim…diye tanımladığı, seyahatlerini de “skora bağladığı” düşünülürse; ben bayağı dinozor kalıyorum bu konuda. Globalleşen dünyada popüler gezi mekanlarının tüketim çılgınlığına kurban gittiği düşünülürse, benim gibi sistem dışında kalan birine de ilk yurtdışı gezisinde Ukrayna’nın en kuzeyindeki Kharkov gibi adı sanı fazla bilinmeyen bir şehre gitmek yakışırdı elbette. İyi ki de öyle olmuş gerçi.  Her şeyin ve her yerin fazlasıyla bilindiği günümüz dünyasında Kharkov’da geçirdiğim dört gün, kopyala yapıştır tatil anlayışından uzakta, gerçekten de kendimce çok güzeldi.

Şehrin Ukrayna’ca adı Kharkiv, Rusça adı Kharkov, biz Türkler ise Harkov diyoruz sanırım. Ben Kharkov demeyi tercih ediyorum; çünkü bence bu şehre Rusça isim çok yakışıyor.

Kharkov uçaktan görünüm
Kharkov Yolculuğum

Ne zaman gezi bloglarını dolaşsam hayaller kuruyorum.  Baktım hayal kurmakla olmayacak, ilk adımı atarak makus talihimi yenmeyi tercih ettim. Shengen aldığım falan yok gerçi,  vizesiz ülkelere giderim belki diye çipli kimlik  kartı aldım sadece. Ağustos ayıydı sanırım; bir gece indirimli bilete denk gelerek Kharkov’a gayet ekonomik bilet buldum. “Neden Kharkov” diye soracak olursanız, özel bir yanıtı yok bu sorunun. Şehrin ismi kulağıma güzel geldi. Bir de Kharkov’un Rusya’ya sınır komşusu olması beni cezbetti. Akışa bıraktım kendimi anlayacağınız.
Bileti aldım, oteli Booking.com’dan ayarladım ve yolculuk günü geldi çattı. Ben tabii ki çok heyecanlıydım.
Uçak saati 13:30, Kadıköy’den 10:45 Havabüs servisine bindim. Toplam yolculuk kırkbeş dakika sürüyor Kadıköy’den Sabiha Gökçen’e. 11:30’da hava alanındaydık. Hani diyorlar ya Yurt dışı uçuşlar için iki saat öncesinden havaalanında olun” diye. Bence bu büyük bir risk! En az iki buçuk saat önce havaalanında olmak lazım. Çünkü İstanbul gerçekten de çok kalabalık bir şehir! Kuyruklarda beklerken neredeyse uçağı kaçıracaktık zira; her şey ucu ucuna yetişti. Pegasus’un neyseki(!) sadece 20 dakikalık gecikmesiyle uçağımız havalandı.

Hava güzeldi, uçuş yaklaşık 2 saat sürdü. Yerel saatle üçte Kharkov’a indik. Daha inerken şehri seveceğimi hissettim; çünkü  uçak alçalırken bir tane bile gökdelen görünmüyordu. Ben gökdelensiz şehirlerin insanıyım; romantiğim, retroyum. Gökdelen camından sarkan kıza serenat yapan aşık hikayesi de bilmiyorum üstelik .



Şehre Adım Atar Atmaz Hikaye Başladı


Vardığımızda hava kararmak üzereydi. Zaten kasım ayında  öğleden sonra dörtte akşam oluyor bu şehirde. Uçaktan inince bizi dar merdivenler karşıladı, asansör göremedik.  Herkes gibi biz de el bagajımızla merdivenlerden indik, pasaport kontrolüne geldik. Sabiha Gökçen’in her saat kalabalık olan devasa ortamından sonra  ilk kez bu küçük salona girince değişik bir ülkede olduğumu hissettim. Etrafta hiç ses yoktu. Zaten bana Kharkov’u dört kelimeyle tanımla deseniz:


Parklar, şık kafeler, heykeller ve sessizlik” derim...Bu dört kelime ise bir şehri sevdirecek sihri barındırıyor yeterince.  

Kharkov Otel penceresinden görünüm

(Uzun uzun anlatırken bir daha yaşıyorum sanki, bu nedenle beni bağışlarsınız umarım.) Nerede kalmıştık, evet havaalanındaydık.
Havaalanında hiç polis yoktu, askerler vardı. Hatta bir tanesi köpeğiyle geziyordu. Zaten kaldığım dört gün boyunca  bu şehirde hiç polis görmedim; kadınlı erkekli askerler vardı.

İki gişe vardı, iki asker pasaport kontrolü yapıyordu. Etrafta hiç ses yoktu. Doldurduğumuz kağıtlar ve kimliğimizi göstererek geçtiğimiz kontrolden sonra dışarıya kapısı açılan salona girdik. Telefonumu yurt dışına açmamıştım,havalanında internet var diye okumuştum çünkü.  Ama maalesef internet çekmiyordu. Danışmada duran kadına “Wifi ile sıkıntı yaşıyorum” dedim, kısaca “Yes, problem” dedi ve sustu. Ben de sustum. Bu da evdeki hesabın çarşıya uymaması demekti. Yani Uber’den taksi çağıracaktık, çağıramadık. Çünkü taksilerde taksimetre olmadığını biliyorduk. Neyse mecburen çıktık kapıdan ve ülkeye bastık ayağımızı. Sabiha Gökçen'de kapıdan çıkınca oradan oraya koşturan insanlar, vızır vızır taksiler ve otobüsler falan olur ya; burası tam tersiydi. Etrafta gördüğümüz tek tük park etmiş araçlar ve tek tük insanlardı... Dediğim gibi gürültü yoktu.
Kharkov Havaalanı

Neyse biz bakınırken sonradan adının İvan olduğunu öğrendiğimiz, altmışlı yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir adam yaklaştı yanımıza. Kırık İngilizcesi ve bir kaç kelimelik Türkçe dağarcığıyla nereye gideceğimizi sordu. Biz Sumskaya Caddesi dedik, “300 Grivna” dedi. Kafadan 10 dolar yani… Oysaki bu mesafenin yaklaşık 150 Grivna olduğunu öğrenmiştik okuduğumuz yorumlarda. “No, no;150 Grivna!” dedik. Adam hem ısrarcı hem de sevimliydi. Peşimizi bırakmadı:

My friend, 200 grivna!” dedi. “Hayır” dedik “150!”

Yoldan geçen başka taksiyi durdurmaya çalıştık. Ivan gitti, Rusça bir şeyler söyledi taksiciye, taksici bizi almadı. Hava da kararıyordu bir taraftan. İçimden “Allahım nasıl bir macera bekliyor acaba bizi” dedim, hafiften tırsmadım desem yalan olur. Adam bir türlü peşimizi bırakmıyordu.  Nihayet “170 Grivna okey” dedi, yapacak bir şey yoktu; takıldık peşine. Yirmi otuz metre gittikten sonra İvan'ın tek kapılı tarihi eser görünümündeki Lada’sına bindik mecburen. Emir Kustirica filmlerinde gibi hissettim o an kendimi. Yabancı bir ülkede eski püskü korsan taksiye binmiş tiplerdik. Dışarıda hava kararmaktaydı.  Nereden baksan film sahnesi gibi!

Yolculuk başladı.  Caddeler geniş ve çok sakindi. Bir ara benzinciye saptı Ivan “Para yok, benzin yok” dedi Türkçe. “Peki” dedik. Çok da değil, biraz gaz doldurdu. Sonra yolumuza devam ettik. Geniş bir caddeden geçerken “Yuri Haharin” dedi, “Space” dedi gururla. Uzaya ilk adımı atan Yuri Gagarin'in adının verildiği Cadde'den geçiyorduk zira.

Kharkov otel penceresinden görünüm
İvan bizi kandrmadı merak etmeyin. Şehrin kalbinin burada  attığını sonradan anlayacağım ve hayran olacağım; otelimizin de yer aldığı Sumskaya Caddesi’ne geldik ve  otelimizin önüne kadar bıraktı bizi. Çok pazarlıkçıydı ya, biz de kurnazlık yapıp eline havaalanında bozdurduğumuz 170 Grivnayı bozukluk olarak saydık.
Siz fakir!” dedi Türkçe ve kahkaha atarak  eski Lada’sına binip uzaklaştı. Biz de gülüyorduk.  Ülkedeki en maceralı anımız da buydu zaten, gerisi hep güzeldi. Hep masal gibi…

Devamı var…




Devamını Oku

11 Ekim 2018 Perşembe

Ne kadar kafa varsa o kadar dünya var!


İstanbul’dan uzaklaşınca hayat nasıl da farklılaşıyor! Aslında bu konuyu coğrafyayla sınırlamak da pek doğru değil. “Herkesin hayatı nasıl da kendine özgü” demeliyim belki de! 


Geçen hafta çok özel bir yakınımın düğünü için Adana-Ceyhan-Mersin üçgeninde bulununca bu konuyu çok daha net algıladım.Mersin’in en eski yazlık sitelerinden Şoray’daydım bir süre. Orayı yaptıran kişi Türkan Şoray’a hayranmış, o yüzden sitenin adını Şoray koymuş. Nefis bir peyzajı var, sahilde nefis bir yürüyüş yolu var, parkları kafeleri falan var içinde. Günümüz inşaatçılarının “Her yere beton dikeyim, sıkıştırıp daha çok ev yapayım, daha çok kazanayım” mantığının tam tersi bir anlayışla yapıldığı o kadar belli ki! İnsana değer verilen, estetiğin önemsendiği eski kafayla inşa edilmiş anlayacağınız. Evden çok yeşil alan var sitede. Banklar, havuzlar, oyun alanları, dinlenme yerleri falan. Genelde emekli öğretmenler ve onların çocuklarının ve torunlarının ikamet ettiği, yazlık gibi ama yazın olduğu kadar kışın da yaşayan bir yer Şoray. İşte yazının girişinde belirttiğim farklılaşan hayatlar teorisi tam da Şoray’a girince başladı benim için. 
Şoray
Bu sitenin bloklarında bir katta belki yirmi daire belki de daha fazla ev var bilemiyorum; ama çoğunun kapısı açık! Karşı komşuyla aynı zamanda  kapıları açık bırakıyorlar; böylece hava akımı sağlanıyor ve evlerde doğal bir esinti oluşuyor. Ben İstanbul’da böyle bir şeyi hayal bile edemiyorum! Site komşuları çat kapı çaya kahveye gidiyor birbirlerine. Tabii ki yanlarında ya az önce fırından çıkmış ve dumanı tütmekte olan börek, ya da akşamdan yapılan, üzeri fındık fıstıkla süslenmiş tatlı oluyor. Başka yazlık sitelerde de böyle midir bilemiyorum gerçi, belki de Şoray sakinlerinin çoğunlukla öğretmen olmalarıyla alakalıdır bu durum. 

Benim kaldığım evin karşı komşusu emekli resim öğretmeniydi mesela. İstanbul hanımefendisi aynı zamanda. Eskilerden yani. Biraz rahatsızlıkları var anladığım kadarıyla; ama beş gün boyunca O’nu hep zarif, hep hafif makyajlı, hep düzgün kıyafetli, hep güler yüzlü ve hep nazik gördüm. Diğer site sakinleri de pek farklı değildi. Deniz manzaralı köşe dairenin sahibesi emekli ilkokul öğretmeni hocaanım (Böyle derler onlar birbirlerine) beş sene önce gördüğüm gibi yine erkenden kalkıp denizine gidiyor, yine akşam üzerleri arkadaşlarıyla toplanıp oyununu oynuyor, yine Akdeniz güneşinde bekletildiği için nefis bir kıvama gelen reçellerinden komşularına ikram ediyordu. Kızılcık ve ayva reçelinden tattım ben de bu sefer. Nasıl da hüzün ve neşe vardı o tatlarda. Görmediğim dört beş sene içinde hocaanım zayıflamış, hastalıkları çoğalmış ama yine dimdik, yine ayakta ve yine tatlı dilliydi.
Adana

Bu zarif ve orta yaşlı kadınlar düğün sahibinin misafirlerine jest olsun diye evlerinde yemekler yapıp getirdiler. Biri bir tepsi kıymalı börek yapmış, öbürü bir tepsi revani yapmış; bir diğeri de daha önce hiç yemediğim havuçlu, tavuklu, file bademli ve yeni bahar tadının damakta iz bıraktığı nefis bir pilav getirmişti. Şaşkınlık içinde ev sahibine “Neden yemek getiriyorlar?” diye sordum. Benim sorum, olayın kendisinden daha çok şaşkınlık uyandırdı. Çünkü onlar öylelermiş; çünkü bu durum normalmiş. Birinin evinde düğün varsa, uğraşmasın diye komşuları yemek yapar götürürmüş. Uzaktan bakınca nasıl sıcak, nasıl hoş bir şey. Bana ise çok uzak bir durum bu! Kadıköy’deki mahallemizde düğün olursa, en fazla camdan bakıyoruz biz; davetiye veren bile olmuyor genelde. Aslına bakarsanız Kadıköy’de böyle şeyler olsa çok da hoşnut olmam; ne yalan söyleyeyim misafirlik olayını sevmem pek. Kendimle kalmak isterim.  Dedim ya, herkesin hayatı nasıl da kendine özgü… Coğrafya nasıl da baş rolde.

Bütün bunları neden anlattım… Hani bazen dünya sanki kendi başımızın etrafında dönüyor sanıyoruz ya… Hani bakıyoruz ya kendi penceremizden; kendi doğrularımızla, kendi değer yargılarımızla, kendi standartlarımızla, kendi alışkanlıklarımızla, kendi okuduklarımızla, kendi…

Yok, öyle değil… Ne kadar kafa varsa, o kadar dünya var. Ve coğrafyaların da kendilerine özgü dilleri var.



Devamını Oku

9 Ekim 2018 Salı

Bu Böyle Yarım Kalmayacak!


 Blogger'ların bazıları Instagram'a kaydı, bir kısmı vlogger oldu, bir kısmı instablogger oldu. Ben ise bu güzel ortamı hiç terk etmedim, hiç de düşünmüyorum gitmeyi. Ayrıca dinozor blogger'lar arasında yer almaktan son derece mutlu olduğumu da belirtmek isterim.

( Gördüğünüz üzere yazı aralarında gülen surat emojileri falan kullanmamaya da özen gösteriyorum.) 
gitmeyen...

İş hayatının hiç durmayan canavar çarklarının arasına tekrar döndüğüm için buraları biraz ihmal ettim. Hepsi bu aslında. Şimdi yakınmayayım uzun çalışma saatlerinden, kendime zaman ayıramamaktan… Sonuçta bu benim kendi tercihimdi.

Ama bu böyle gitmez; düzenli yazmam lazım. Öyle eksik hissediyorum ki yazmayınca.
Üstelik ne çok şey birikti anlatacak…  

Bilenler bilir; uzun anlatıların insanıyımdır ben. Hiç olmadı böyle kısa yazı ya, en azından araya giren uzun sürenin kirini pasını bir atayım dedim. Bir girizgah olsun, bir bi şey olsun dedim işte. Ne bileyim; durup dururken elim klavyeye gitti kendiliğinden. Hani sigara tiryakilerinin eli istemsizce pakete kayar ya; aynı öyle gibi... Özlemişim deliler gibi.


 "Virgül" koyarak gidiyorum şimdilik; elbette bu böyle yarım kalmayacak,

Sevgiyle








Devamını Oku

16 Ağustos 2018 Perşembe

Koca Koca Yalanlar ve Sayıklamalar


Yeni bir dizi çıkmış, adı “Koca Koca Yalanlar”. Geçen gün yorgun argın işten gelince, kafa dağıtma amaçlı zap yaparken ilk bölümüne denk geldim. İzledim, eğlendim. Çok mu güzeldi, tartışılır. Ama eğlenceliydi en azından. Dizide eşlerini aldatma eğilimli adamların söyledikleri yalanlar ve bu nedenle düştükleri garip haller anlatılırken, bir taraftan da evlenme meraklısı genç kızların söyledikleri yalanlar ve evli adamlarla birlikte olan kadınların yaşadıkları durumlar esprili bir dille konu ediliyordu. Adı üzerinde, “Koca Koca Yalanlar” üzerine bir komedi yapılmıştı anlayacağınız. İzlerken bir taraftan da el alışkanlığı ile Twitter’a baktım, aman aman neler denmiş dizi hakkında! Vay efendim ahlaka aykırıymış bütün bu anlatılanlar, vay efendim erkekleri aldatmaya teşvik ediyormuş dizi, vay efendim ülkemizde kadınlar evli erkek peşinde miymiş, vay efendim şarap kadehini bile sansürleyen RTÜK neredeymiş… Şikayet hattının telefon numarasını yazanlar mı dersiniz, ekmek parası için dizide yer alan oyunculara “Böyle rezil bir senaryoda (!)” yer aldıkları için hakaret edenler mi dersiniz… İ

Sosyal medya çağı böyle bir şey işte. O gün en çok konuşulan konular, yaygın kullanımıyla “TT” yani “trending topics”  neyse hoop galeyana geliyoruz, o konular hakkında bilip bilmeden, çoğunlukla da kopyala yapıştır şeklinde atıp tutuyoruz. Bir konudan sıkılınca hoop en çok konuşulan diğer konuya atlayarak sosyal medya dünyasının gündeminden de geri kalmamış oluyoruz.  Emeğe saygıymış, karşı taraf incinirmiş kimin umurunda ki… “Yaz kabağa koy tabağa ye sabaha” şeklinde bir hayat formatı içindeyiz anlayacağınız.

Herkesin zevki ve beklentisine elbette karşılık gelmez her şey. Bu mümkün olabilir mi zaten! Tek tip miyiz, robot muyuz, yoksa robotlaştırılmak istenenlerden miyiz…  Yani yukarıdaki dizi örneğinden gidersek, beğenmeyen  kapatır izlemez. Eğer beğenmediğini belirtmek istiyorsa da bunu saygı çerçevesinde, eleştiri dozunu iyi ayarlayarak yapar olur biter. Ama yok, böyle olmuyor işte! Son yıllarda bir moda var ülkemizde. Herkes kendi fikrini en doğru olarak kabul ediyor ve kendinden olmayanı direkt ötekileştiriyor. Hatta bununla da yetinmiyor hakaretler yağdırıyor. Kendi fikrinde olmayanı kolayca vatan haini bile ilan edebiliyor. Karşı tarafı dinlemeye, anlamaya çalışırsanız, hele de empati kurmaya, üstüne üstlük hemhal olmaya kalkışırsanız vay halinize! Evlerden ırak olsun, hemen “monşer” damgasını yapıştırıverirler alnınıza. Sonra da uğraş dur; bu damga lazer ışınlarıyla bile temizlenmez. Öyle kalıcı bir mürekkebi var ki!

 Bütün bunlar olup biterken bense  tedavülden çoktan kalkmış “saygı temelindeki” dinozorlaşmış düşünce yapımda ısrar etmeye ve de azınlıkta kalmaya inatla devam ediyorum.  Örnek mi istiyorsunuz; mesela “Yüz yüze geldiğimde ne söyleyebilirsem onları yazarım sosyal medyada ”  diyorum. Bu kadar da netim yani!

Nerden nereye geldik. Yazdıklarım böyleyse kafamın içi kim bilir ne haldedir.  (Zavallı beyin hücrelerim, affedin beni. ) Aslına bakarsanız derdim konuya başlarken örneklediğim gibi  dizi falan değil elbette, derdim başka. Derdim büyük.

 Tüketim toplumunun tüm iğrençliğini dört bir yanımda hissetmekten gerçekten de çok yorgun düştüm.  Yine yukarıdaki dizi örneğinden gidecek olursam, siz benim diziyi savunuyormuş gibi konuşmalarıma bakmayın. Bu tür dizilerin aslında izleyicide iz bırakacak lezzetli bir sanat eseri yaratma amaçlı ortaya çıkarılmadığını gayet de iyi biliyorum.  Diğer her şeyde olduğu gibi günümüz dizilerinde de“Tüketilsin, bitsin, yenisi  gelsin. Araya ne kadar çok reklam alınırsa o kadar iyi” mantığı hakim elbette. Nerede o Çemberimde Gül Oya'lar... “Best Seller” denilen kitaplar da aynı durumda. Sabun köpüğü gibi konuları olan, süslü kapaklı bu kitapları okuyanların aklında da büyük olasılıkla bir şey kalmıyor. “Yaz şarkısı”  dedikleri müzikler farklı mı sanki!  Ekseriyetle havalı ismi olan beach club’larda çalınan bu şarkıların, içilen şemsiyeli kokteyllerden pek de farkı yok bana kalırsa. İçiyorsun unutuyorsun, dinliyorsun unutuyorsun. Yaşadığımız çağ zaten “unutma” zemininden beslenmiyor mu? Tükettiğini unutacaksın  ki benzeri önüne sürüldüğünde yeni bir şeymiş gibi hevesle satın alıp yine para veresin! Yaşadığın kötü deneyimi unutacaksın ki benzer politikaları ısıtıp ısıtıp önüne sürdüklerinde yine aynı partiye oy veresin! Gibi, gibi, gibi…  Koca koca yalanların içinde kaybolan kum taneleri değil miyiz  zaten, neyiz ki biz…


Olayın çok boyutu var. Mesela her şeyin maddi bir karşılığı olduğu için, para ya da zaman harcayanlar, tükettikleri şeyi sosyal medyada acımasızca eleştirme hakkına da sahip oluyor doğal olarak. Yine dizi örneğinden gidersek; bir saatlik dizi izlemek için en az kırk beş dakika reklam izlemek zorunda bırakılan, dolayısıyla da “izleyici” statüsünden “müşteri” statüsüne geçirilen bizler de sosyal medyada “Bu konu hiç olmamış, o başrol oyuncusunun saçı ne öyle, ahlakı bozuyor bu dizi hemen kaldırılsın…” şeklinde çemkirmeyi kendimizde hak görüyoruz.

“İyi güzel de peki sen bu dünyanın neresindesin?” diye sorarsanız, yine cevabım net;

“Vücudum içeride, kafam dışarıda!”


Ne güzel söylemiş Murathan Mungan yıllar önce:

“Ya içindesindir çemberin, ya da dışında yer alacaksın…” diye.

Bense dışında kalamıyorum, içine giremiyorum, girmeyi zaten istemiyorum!
Sonra da “Niye daha sık yazmıyorsun?”  ya da “Neden insanlarla görüşmüyorsun?” dediklerinde söyleyecek lafım sözüm olmuyor.

Galiba “Koca koca yalanlar” dan ibaret olan bu kocaman sahnede, ne yapacağını bilemeyen insanların esrikliğiyle pek bi’ içime savruluyorum…


NOT: Çok karmaşık bir yazı oldu farkındayım.  Dedim ya savruluyorum diye. Kafasının içi savrulanın dışavurumsal yazısında giriş, gelişme ve sonuç olur mu hiç!,

Affola... 






Devamını Oku

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Casper’dan Yapay Zeka Teknolojisi: Casper VIA A3 Plus

                                        
Türkiye’nin teknoloji markası Casper, yeni akıllı telefonu VIA A3 Plus’ı kullanıcılarının beğenisine sunuyor. Yapay zeka teknolojili 4+4 çekirdekli Helio P60 işlemcisi ve 6GB belleği ile VIA A3 Plus yüksek performans sınırlarını zorluyor. Ürünün lansmana özel fiyatı 2.699 TL olarak satışa sunuldu.
Casper’ın yapay zeka teknolojisiyle desteklediği yeni üst seviye telefonu VIA A3 Plus piyasaya çıktı. Yüksek performans ve gelişmiş kullanıcı deneyimi sunan Casper VIA A3 Plus, “’akıllı telefon’’ kavramını yeniden yorumlayarak, ‘’hem akıllı hem zeki’’ mottosuyla ön plana çıkıyor.
Performansı ölçerek öğrenme, infrared yüz tanıma ve gerçek zamanlı fotoğraf geliştirme deneyimlerini öğrenebilen Casper VIA A3 Plus, kullanıcılara en gelişmiş teknolojiye sahip akıllı telefon deneyimi yaşatacak. Yapay zeka yeteneği sayesinde telefon, işlemciyi zorlamayan oyunlarda yüzde 12, işlemciyi zorlayan oyunlarda ise yüzde 25'e varan oranlarda pil tasarrufu sağlıyor ve bu sayede daha uzun süre performanslı oyun keyfi yaşatıyor.

Helio P60 ve 6GB RAM  ile Kesintisiz Hız
Casper Via A3 Plus, 4+4 çekirdekli Mediatek Helio P60 A73 işlemcisinde bulunan yapay zeka desteğiyle her uygulamada yüksek performans gösteriyor. 6GB RAM destekli Casper VIA A3 Plus yüksek benchmark skorları elde ederek kesintisiz oyun keyfi yaşatıyor. 80 farklı uygulamanın arka planda çalışmasını sağlarken tek bir dokunuşla başka bir uygulamaya, beklemeden hızlıca geçişler sağlıyor.
                                                                    
Infrared Kamera ile Güvenlik Ayrıcalığı
Casper VIA A3 Plus’ın en dikkat çeken özelliklerinden biri de yüz tanıma teknolojisi. Infrared kamera, yüzü en ince ayrıntısına kadar inceliyor ve gözle görülemeyen farklılıkları bile kolaylıkla algılayabiliyor. 256 adet yüz noktasını ve 16 yüz şeklini ayırt edebilen Casper VIA A3 Plus, tüm ortamlarda yüz tarama sağlıyor. Infrared kamera; kullanıcıları karanlık ortamda, şapkalıyken veya gözlüklüyken de 0.2 saniye içinde algılayıp, telefon açılmasını sağlıyor.

Düşünen ve Öğrenen Kameralarla Benzersiz Deneyim
Yapay zeka teknolojisinin en önemli özelliği olan öğrenme, kameraları kullanırken ve fotoğraf çekerken de büyük kolaylıklar sağlıyor. Yüksek performanslı 16MP RGB renkli ön kamera, en zorlu koşulda bile canlı ve aydınlık fotoğraf çekilmesine olanak sağlıyor. Geniş piksel aralığı ve 400nit parlaklığa sahip olan LED Flash; kapalı alanlarda, atmosferik gece çekimlerinde ve kalabalık portrelerde aydınlık ve berrak fotoğraflar çekilmesini sağlıyor. Ortam ışığını otomatik algılayan, sahne tespiti yapan ve objeleri tanıyan 16+5MP arka kameralar, kullanıcılara kaliteli fotoğraflar çekme olanağı sunuyor. Yapay zekanın nesne tespit özelliği sayesinde, odak istenilen şekilde ayarlanıyor ve odaklanmayan noktalar profesyonel fotoğraf makinelerinde olduğu gibi bulanıklaştırılıyor. Ayrıca VIA A3 Plus çekilen fotoğrafları keskin hatlar ve geliştirilmiş odak teknolojisine sahiptir.

Daha Büyük Ekran, Daha Dayanıklı Tasarım
Casper, yeni telefonunda Helio P60 yapay zekalı işlemcisi ile teknik donanımları üst seviyeye çıkarırken, tasarım ve dayanıklılığı da göz ardı etmiyor. Uçtan uca çerçevesiz 6.2” geniş ekranı ve oval tasarımı ile Casper VIA A3 Plus, kullanıcıya telefonu rahatça kavrama ve kolay kullanma imkanı sunuyor. FHD+  ekranı sayesinde görüntü kalitesini de yükselten telefon, çinko çerçevesi ile de darbelere ve düşmeye karşı yüzde 25 daha fazla dayanıklılık gösteriyor.

Yapay Zeka Sayesinde Uzun Pil Ömrü
Casper VIA A3 Plus, öğrenen teknolojisi sayesinde kullanıcıların en çok şikayetçi olduğu pil ömrü sorununu da çözüyor. İhtiyaca göre diğer programları durduran ve performansını artıran telefon, beklemede olduğu ve kullanılmadığı zamanlarda da pil tüketimini optimize ediyor. Böylece daha uzun süre kullanım imkanı tanıyan Casper VIA A3 Plus, zamanla yıpranmak yerine kendini geliştirerek daha üstün bir kullanıcı deneyimi sunuyor.

Casper VIA A3 Plus Teknik Özellikleri
İşlemci                                     : MediaTek Helio P60
İşletim Sistemi           : Android 8.1 Oreo
Ekran                           : 6.2” FHD+ Incell IPS
RAM                            : 6 GB
Depolama                  : 64 GB dahili, 256 GB microSD hafıza kart kapasitesi
Kamera                      : 16 MP + Infrared Ön Kamera, 16+5 MP LED Flaşlı arka kamera
Boyut ve Ağırlık        : 155 mm X 75.5mm X7.85mm
Pil                                : 3000 mAh
Renk                            : Oniks Gri, Platin Gri
Bağlantılar                 : Bluetooth 4.2, WLAN 802.11 a/b/g/n/ac  Type-C USB
Kutu içeriği                 : AC Adaptör, USB Kablosu, Premium Kulaklık, Kulaklık Çevirici, Mat Sert Kılıf, Ekran Koruma Jelatini, Sim Kart İğnesi
                                                  
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

17 Temmuz 2018 Salı

Paralel evrene ışınlanasım var...

Hani derler ya “Bu çocuk hep burnunun dikine gidiyor!” Şimdi bunu duyunca aklınıza bağıran, çağıran, tepinen, çığlıklar atan, hatta “şımarık” tabir edilen çocuklar geliyor değil mi? Ama ben öyle değildim. Öyle değildim ama duruma itaat eden bir yanım da olmadı hiç. Dışarıdan uyumluymuş gibi görünen, kibarlığından taviz vermeyen; ama içten içe özgürlük çığlıkları atan içine dönük bir asiydim belki de. Örneğin, annem belki bulutların üzerinden şimdiki halime gülüyordur ama, bana matematik öğretmenliğini yakıştırdığında burun kıvırmıştım. Babam eczacı olmamı istediğinde “Dükkan açayım sen de emekli arkadaşlarınla orada çay kahve iç, hem gözünün önünden de ayrılmamış olurum” demedim yüzüne gerçi ama, aynen böyle düşünüp eczacılığı en son tercihlerime yazarak O’nu da kırmamış oldum bir anlamda. On yedi yaş asiliği miydi, yoksa ruhumdaki özgürlük eğilimi o günlerde böyle mi dışa vurmuştu bilemiyorum.


Yaşam önceliklerimde “kendi kararlarımı kendim alabilme” maddesi hep ilk sıralarda yer aldı. Yani birisi bana bir şeyi “Dikte ettiği için!“ değil, “O şeyi kendim istediğim için” yapmayı tercih ettim hep. Örnek mi, örnek çok... Örneğin okul hayatım boyunca bana kimse “Ders çalış!” demedi; istediğim için çalıştım ve başarılı oldum.  Ukala ve bir o kadar da itici diş doktoru “Sigarayı bırakmazsan seni tedavi etmem!” dediği için değil; bu olaydan bir sene sonra kendi özgür irademle kendim karar verdiğim için sigarayı bıraktım. Ya da İzmir’den İstanbul’a bir gün içinde taşınma kararı almakta beni iteleyen tek şey iç sesimdi. Ha bazen yanlış kararlar almadım mı, elbette aldım. Ama özgür irademle aldım. Yanlış kararlarımın yanlış sonuçlarına tek başına katlanmayı bildim üstelik. İnsandaki akıl, düşünme yetisi, karar verme güdüsü başka ne işe yarar ki zaten.

Kendi kendime haksızlıkları tespit eder, kendi kendime bunlarla baş etmeye çalışırdım. Hayatım boyunca da böyle oldu. Bir gruba dahil olmak, “emir komuta” zincirinde bir nefer olup verilen görevleri yerine getirmek, hiç de bana göre bir şey değildi, hala da değil… Kızgınlıklarımı, eleştirilerimi yazarak, çizerek ifade etmeye çalıştım hep. Ya da en kötüsü içimden yaşadım.
İşte bu nedenledir ki, yani yapım öyle olduğu içindir ki, “tepeden inmeci tavırlara” oldum olası tahammül edemem. Yani birisi bir karar alıp onu dayattığında kaşıntım tutar. Oradan kaçasım gelir, uzaklaşasım gelir.

Özgürce yazmak, çizmek, seyahat etmek, şarkı dinlemek, oyun izlemek varken… Yani dileyenin fasulyeye dilediği kadar soğan doğraması pekala da mümkünken ve fakat  tüm basitliğine rağmen hayat böyle yaşanmazken; üstüne üstlük bir de dikteler silsilesi yağmur gibi göklerden yağarken; benim gerçekten de paralel evrene ışınlanasım gelir… Hayal kurmak için yatağa koşan çocuklar gibi…


Devamını Oku

17 Haziran 2018 Pazar

Yoğurt Güzellemesi!

Hani uzun zamandan beri görüşmediğimiz bazı tipler vardır ve ilk karşılaşmada ya da ilk telefon aramasında şöyle derler:

Niye aramıyorsun hiç; hayırsız?” Ne diyeceğini bilemez insan, kalakalır. Sanki kendisi aramış mıdır, siz sorgulamamışsınızdır üstelik bu durumu, zaten umurunuzda da olmaz... Ya da sözleri daha da sivridir:
Hayırdır, hangi dağda kurt öldü de aradın bakalım?” Hebele gübele kem küm edersiniz, içinizdeki birikmiş özlem de tuzla buz olur o ara. “Hay bin kunduz!” diye düşünürsünüz sonra, “Keşke aramasaydım!”

Böylesi durumlarda zamandır tek suçlu aslında. İnsanın en sevdiği eylemlerle, en sevdiği insanlarla, en sevdiği şeylerle arasına öyle sinsice sızıverir ki, bir bakmışsınız o şeyi yapmayalı çook uzun zaman olmuş!  O kahvede çay içmeyeli, içtenlikle gülmeyeli, ezberden bir şiir dizesi söylemeyeli, ne bileyim işte o sevilen sahaftan kitap almayalı…

Bunları neden mi söylüyorum? Bir baktım da bloga yazmayalı neredeyse bir buçuk ay olmuş! Sormayın olur mu “Nerelerdeydin hayırsız?” diye. İnanın ben değilim ihmalkar, ben değilim suçlu! O zaman var ya o zaman; sinsice girmiş aramıza işte. Neyse ki ucundan bucağından yakaladım yine günü şu anda. Buna  da şükür; ya hiç geri gelmeseydi bu yazma isteği…

Son okuduğunuzdan bu yana bende bir değişiklik yok aslında. Sadece zaman akmaya devam ediyor hepsi bu. Haftaya bugün seçimler var malumunuz. Her ne kadar güncel politikadan uzak kalayım desem de yine başaramadım. Eminim siz de benim gibisiniz. Yine Twitter’a yapışık yaşıyorum bu aralar. Kim ne demiş, hangi politikacının sosyal medya grafiği yükselmiş, nerede ne miting olmuş, kalabalık mıymış falan filan. Aslında son yıllardaki en az gerildiğim seçim öncesi sürecini yaşıyorum diyebilirim. Hatta olan biteni izlerken eğleniyorum da. Psikolojideki “Yok sayma” sendromunu yaşıyor da olabilirim ne bileyim.  Yani “ Ya her şey kötüye giderse!” olasılığını aklıma bile getirmek istemiyorum.

Bu yüzden evrene olumlu mesajlar gönderiyorum sürekli. Koskoca Nasrettin Hoca göle maya çalmış, ben de O’nun izindeyim işte:


Ey göl, bu mayayı sana  çalıyorum ama yoğurttan beklentilerim var; şöyle ki;

Yoğurdum tertemiz olsun. İçinde kötü niyetli pislikler olmasın. Zorluklar karşısında taş gibi sert dursun ama, içine kaşık sallayınca güzel sözleriyle insanı mest eden bir dost gibi yumuşacık oluversin. Tadıyla içime sinsin, yağ gibi kayıp gitsin boğazımdan.

Öyle bir yoğurt olsun ki, herkesi eşit doyursun. Ekşi olmasın, çok tatlı da olmasın. Yoğurt gibi yoğurt olsun. Organik olsun, bizden olsun. Göz boyayan çakma sanayi yoğurtlarından olmasın. Anne elinden çıkmış ev yoğurdu kadar saf, bir o kadar da katıksız olsun.

Özümüz gibi olsun. Ne Orta Doğu’nun tuhaf baharatlarıyla tadı kekremsileştirilmiş olsun; ne de Batı’nın çilekli yoğurtlarını taklit eden yabancı bir lezzeti olsun. Damak tadımıza uysun uysun da; füzyon mutfağına da uyum sağlasın.

Öyle bir yoğurt olsun ki, gerekirse astronotlar uzaya götürebilsin! Can olsun, kan olsun, vitamin saçsın ülkemize.

Sanata ve sanatçıya da dost olsun bu yoğurt. Tiyatroda konu olsun, operada şarkılara girsin. Bu yoğurt gerekirse bizi Eurovision’da da temsil etsin.

Neşe olsun, kaygılardan uzaklaştırsın. Mesela bu yoğurdu yiyenler “Ya yazdığım sözcük başıma ekşirse” diye kaygılanmasın. Yoğurt dalga dalga yayılsın, bir kaşık yiyen herkes kardeş olsun sarılsın…

Çok mu abarttım, yoo bence abartmadım. Sadece ülke olarak düştüğümüz “Ayranı yok içmeye…” modundan çıkıp "yoğurdun  kaymağını yemeğe" ihtiyacımız var hepsi bu…
Devamını Oku