28 Şubat 2013 Perşembe

Makale yazarak para kazanma maceralarım-2

          Önceki paylaşımımda yazarak kazanmanın mümkün olabileceğinden bahsetmiştim. İsterseniz şimdi biraz daha detaylandırarak bu işi yapmak isteyenlere ipuçları vereyim biraz kendi deneyimlerimden yola çıkarak.
          Bence işe kariyer sitelerindeki  ilanlara bakarak başlamak en iyi yöntem. Neden derseniz, bu tarz sitelere ilan verenler, şahıs değil şirketler. Bu durumda da iş disiplini ve ödeme düzenini garantiye almış oluyorsunuz. "Bırakın sanal ortamı, normalde ödeme yapmayan bir sürü şirket var" dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, her işte olacağı kadar risk elbette olacaktır. Kendilerini ballandıra ballandıra anlatıp da işe girdikten sonra iç yüzlerini gördüğümüz şirketler olmadı mı zaten iş hayatımızda? İnternet yazarlığında ise bir kaç yazı yazıp ödemelerin nasıl yapıldığını test etme şansınız var en azından. Gerçek hayattaki işlerde olduğu gibi en az bir aylık çalışmanız yerine en fazla 3 günlük çalışmanızı riske atmış oluyorsunuz.
          Kariyer sitelerinden şirket bulma süreci de normalde iş bulmaktan pek farklı değil. Özgeçmişinizi gönderiyorsunuz.Yazma yeteneğinizden bahseden bir ön yazı eklemeyi unutmuyorsunuz elbette. Eğer edebiyat veya sosyoloji gibi bir bölümden mezun değilseniz şansınız pek yok çünkü.. Yazarlık başvurusu yapan bir mühendise, ya da bankacıya çok rağbet etmiyorlar etrafta bunca edebiyat mezunu varken doğal olarak..
           Sanal yazarlık için iş başvuru sürecinin en güzel yanı da yüz yüze görüşme olmaması. Düşünsenize, ayağınızda pijamalar, saç baş dağınık bir halde mail yoluyla anlaşıyorsunuz karşınızdaki işverenle.. Yol derdi yok, kıyafet derdi yok.. Benim  gibi her seferinde birilerinin karşısına çıkarak kendini saatlerce anlatmaktan nefret edenler için kısa, öz ve mükemmel bir aşama bu.. Keşke fabrikaya alacakları elemanı da böyle maille anlaşarak seçseler ne güzel olurdu değil mi ama..
          Normalde nasıl onlarca yere başvurursunuz, içlerinden biri sizi görüşmeye çağırır. Süreç aynı böyle işliyor. Yani başvurdum hemen yazmaya başlayayım gibi hayaller kurmamalısınız. Yani her işte olduğu gibi sabretmeyi bileceksiniz internet yazarlığına adım atarken de..
          Araştırmalarınız ve başvurularınız sonucunda mutlaka bir firma bulursunuz. Sonrası ise cidden çok heyecan verici gelişiyor. Onlar size anahtar sözcükler veriyorlar, siz önce araştırma yapıyorsunuz, yeni şeyler öğreniyorsunuz. Sonrasında da okuduklarınızdan anladığınızı kendi sözcükleriniz ve tarzınızla şekillendirmeye başlıyorsunuz. İlk yazınızı gönderdiğinizde içinizi heyecan sarıyor. Beğenilip parası da hesabınıza yatınca miktar ne olursa olsun sanki dünyaları kazanmışcasına keyifleniyorsunuz.
          Sevgili okuyucular, umarım bu ilk aşama hakkındaki deneyimlerimden siz de faydalanırsınız. Bir sonraki aşamada neler olduğu da başka bir yazının konusu olsun.


          


          
          

Devamını Oku

20 Şubat 2013 Çarşamba

NERELERDEYDİM ?

Aslında hep aynı yerdeyim. Yani evdeyim.Bildiğiniz işlerle meşgulüm, yani evde yazarlık. Ama şu daha önce de bahsettiğim makale - makale de denmez aslında o yazılara, içerik diyelim- işte onlarla meşgulüm. Neler yazmadım ki, Marmaris tatillerinden tutun da gemi yolculuklarına kadar onlarca içerik yazdım turizm konusunda.Hatta Sarıgerme diye harika bir köy varmış Muğla'da, bu yazma çabaları sayesinde orayı da öğrendim.O kadar çok yazı yazdım ki, neredeyse gezmeden gezi yazarı olacağım.
gezmeden yazar..
yazar..
yaz
ya.
...


Devamını Oku

7 Şubat 2013 Perşembe

"BEN YAZDIM" ADLI OKURUMA CEVABIMDIR; İŞ/MESLEK NEDİR ?

İlk günden bu yana değerli yorumlarıyla sitemize katkıda bulunan, " ben yazdım" takma isimli okurumun aşağıda alıntıladığım yorumundan " aklınızdaki iş tanımı nedir ?" sorusuna bu yazıda yer vermek istiyorum. Çünkü o kadar kapsamlı sorular sormuş ki, her biri ayrı yazı konusu olacak derinlikte..

Merak ettim aklınızdaki iş tanımı nedir? iş nedir? iş yeri neresidir? maaş neden verilir? kaldı ki,mecbur muyuz birinin bize maaş vermesine, bir şekilde gördüğümüz üniversite eğitiminin bütün hayatımıza karar ve yön vermesine? 

bekliyorum bundan sonraki yazılarda : sen mühendissin/ mimarsın/ doktorsun/ master yapmış adamsın ne işin var böyle boş şeylerle uğraşıyorsun/neden böyle giyiniyorsun/neden onunla konuşuyorsun gibi yargılarla üniversiteyi hayatımızın tek hedefi ve sonucu yaparak bizi küçücük bir dünyaya sınırlamaya çalışanlar için, evde yazar elinden çıkmış bi kalın kazak giydirmenizi..



İş nedir,  neden çalışırız  ?

İş, yani "meslek" deyince hayatımızı sürdürebilmek için gereken parayı kazanabileceğimiz uzmanlık alanı geliyor aklımıza.. Meslek kavramı taa çocukluğumuzdan itibaren bir ideal olarak işlenir beyinlerimize.. Annelerimiz bizi "okuyacak, doktor olacak, mühendis olacak, eczacı olacak...vb. benim oğlum / kızım " diye yetiştirir. Hiç bir anne baba, çocuklarının geleceğini hayal ederken onların az para kazanacağı bir mesleği olmasını, daha kötüsü işsiz güçsüz bir serseri olmasını ya da son noktada sokaklardan çöp toplayarak geçinmesini arzulamaz elbette. İşini gücünü bırakıp uzak bir köyde sebze meyve yetiştirerek para kavramından uzak yaşayan özel insanlardan değilseniz eğer, paraya ihtiyacınız var çünkü.. Bu parayı kazanmanın da yolu iyi bir meslek sahibi olmaktan geçiyor. Aksini düşünürsek, ben de isterdim herkes sevdiği  şeyleri üretsin kendi çapında; para kavramı olmasın, ihtiyaçlar ortak bir havuzdan karşılansın, herkes eşit olsun..Thomas Moore'un idealize ettiği Ütopya'nın çeşitli varyasyonları var elbet benim gibi düşünen bir sürü insanın hayal dünyasında.. Ama maalesef öyle değil yaşanan gerçekler..Gerçekler çok katı; 

        Bir işin olacak, para kazanacaksın..

Bu kadar basit işte; para kazanmak için bir işin olacak, olmak zorunda.. "İnsanlığa katkım olsun, kazancı önemli değil" temelinden yola çıkarak bir iş tutturan kaç kişi vardır bilemiyorum. Belki Afrika'ya yardıma giden idealist doktorları, ücra bir köyde gece gündüz çalışan öğretmenleri koyabiliriz bu kategoriye.. Ya geriye kalan milyonlarca insan? İnsanlığa katkı sunmak için çalışan bir borsa broker'ı düşünebiliyor musunuz? Ya da  bankacılar, kuyumcular, silah tüccarları, politikacılar, futbolcular, tefeciler ve daha neler neler..

İyi bir yaşam standardı oluşturabilmek için başlar meslek macerası. Diğerlerinin arasından sıyrılabilmek için de  okuruz yıllarca.. Her ekstra donanım, ekstra para demektir çünkü.. Ya da öyle zannederiz. Hoş artık günümüzde donanımlı insan sayısı o kadar fazla ki, dört dil bilip de asgari ücrete razı olmak zorunda kalan insanlar var maalesef.. Maaş konusundaki bir sonraki yazımızın konusu olsun bu da..

Her dönemin yükselen meslekleri vardır.. Bir dönem inşaat sektörü patlama yapar örneğin, herkes inşaat mühendisi olmak ister. Doksanlı yılların başında endüstri mühendisliği çok popülerdi mesela, günümüzde pek tercih edilmiyor.. Bir dönem de herkes işletme okuma yarışındaydı.. Neden popüler olur bu meslekler? Çünkü kazancı iyidir, çünkü iş bulmak kolaydır. Sonra o meslekte doyma noktasına ulaşılır ve günümüzde  ziraat mühendislerinin kaale alınmaması gibi; doksanlı yılların başlarında astronomik rakamlarla çalışan, günümüzde ise sektörün batması nedeniyle iş bile bulmakta zorlanan tekstil mühendislerinin durumu gibi noktalara gelinir.. İş hayatının kendi dinamikleri bunu gerektirir çünkü..

Meslek kavramının para kazanma  haricinde saygınlık boyutunu da yadsıyamayız kuşkusuz. Toplumda yer edinebilmenin, kabul görmenin de aracıdır iş kavramı. Toplumdaki etiketinizdir çünkü. Yeni tanışılan insanlara "adınız ne?" sorusundan sonra " mesleğiniz ne ?" sorusu yöneltilir. Hoş ben insanları yaptıkları işe göre değil, karakterleriyle değerlendirmeye çalışırım. Nice doktorlar vardır, çevresindekileri aşağılayan; nice yazarlar vardır, kendini kaf dağının tepesinde gören; nice gazeteciler vardır, gerçekleri çarpıtan..  Ama toplumun geneli böyle mi? Bir doktora, eczacıya, mühendise, avukata, bankacıya duyulan saygı; namusuyla sokakta simit satana, pazarda limon satana, merdiven temizleyen gariban işçiye ya da mahalledeki emlakçıya gösterilmez ..

Aslında yaptığınız iş, biraz  karakterinize de yapışır, zaman içerisinde bakış açınızı da değiştirir. Yıllarca benzer evrakları benzer dosyalara koyma işi yapan bir memuru düşünün.. Sizce o memurun özel hayatında araştırma, geliştirme gibi kavramlar olabilir mi ? Sizce o memur, evinde düzensiz, özel hayatında serseri olabilir mi? Hiç sanmıyorum.. Ya da işkence yapmak zorunda kalan bir gardiyanı düşünün. Sizce evinde şefkatle davranabilir mi? İşinde gereken şiddet, yapışmaz mı karakterine de? Sürekli entrika çevirerek kendine yer edinen bir politikacıyı düşünün, özel ilişkilerinde de uygulamaz mı aynı yöntemleri? Tam tersine sürekli sevgi şiirleri yazan bir şairi düşünün, bakış açısı derinleşip hoş görülü olmaz mı çevresindekilere?
 Belki de tam tersi olmuştur; düşünün.. Yani yapılan iş karaktere yapışmamış, karaktere göre iş bulunmuştur. Şiddete meyilli adam gardiyan olmuş, kendine verilen işi yapmanın ötesine geçmek istemeyen pasif karakter memur olmuş, doğuştan entrikacı şahsiyet de politikacı olmuştur.. Başlangıcı nasıl olursa olursa olsun, o iş bir şekilde karakterle bütünleşir zaman içinde.. Benim şahsi görüşüm budur sayın okuyucu..

--------------------------------------------------------------

Sevgili " ben yazdım",


Umarım "sizce iş nedir?" sorunuza yanıt verebilmişimdir. Bu kavram üzerinde yorumlarınızdan sonra ortak bir noktaya gelebilirsek, bir sonraki yazıda da maaş konusunu kendi penceremden irdelemeye çalışacağım. Kalın sağlıcakla...

Devamını Oku

5 Şubat 2013 Salı

SEN Mİ GELDİN, WHO IS IT ?

Meşhur klişedir. Kapı çalar,her gün benzer saatlerde kapı çalmaktadır zaten. Her gün benzer saatlerde gelen insan da hep aynıdır çoğunlukla. Kapıyı açar düşünmeden konuşan yurdum insanı,  karşısındakini görür ve nedense her seferinde aynı soruyu sorar:


- Sen mi geldin?

Yanıt, gelen insanın hazırcevaplığına göre değişir:

- Yok bu benim suretim, kendim sonra gelecek.
- Ben ve paltom birlikte geldik.
- Ben geldim, gölgemi geride bıraktım.
-.....
Paranoyak kocaysa kapıdaki, yanıt da biraz nevrotik olur:

- Başkasını mı bekliyordun ?!? 

Soruyu soran yurdum insanı ise verilen cevaplara bir anlam veremez. Azıcık afallar, oysa kendince sevgi gösterisi sunmaktadır karşısındakine.
kapı çalma ritüelinin, her kültürde değişik yanıtı vardır . 
İngilizce'de ise durum biraz daha değişiktir. Kapı çalar, ev sahibi sorar:

- Who is it ? Kendi kendine yorum yapan İngiliz ev sahibi şöyle düşünür mesela: 

- It could be my husband

 "he" değil, "she" değil; "it!" 

 Bu İngilizce de harbiden tuhaf dil. "IT" dedikleri zamiri, cansızlar ve hayvanlar için kullanırlar normalde. Bizdeki "it"in biraz daha kapsamlısı yani. Benim anlamadığımsa kim olduğunu bilmediği kişi kapıyı çalınca İngiliz, neden o kişiyi hayvanlaştırıp yahut da nesneleştirip "it" demeyi uygun bulur?

- Tanımlanamayan bir canlı geldi,ittir o; .ittir gitsin! 

mantığında mıdır acaba? Yoksa gramer kurallarını yazan tarihi şahsiyet, meşhur İngiliz sarkastik mizah anlayışını mı katmıştır olaya, bilinmez.

Benim yorumumsa :

"- Oldu mu şimdi Sarah Yenge, durduk yerde Marc Enişteye "it" dedin, hiç yakıştıramadım" şeklindedir.

Neyse ki bu sözcükler, Sarah Yenge'nin iç konuşmalarıdır, enişte duymaz. Hoş duysa da aldırmaz, çünkü İngilizce böyledir. Marc Enişte de aldırmayacaktır.

 Marc yerine Hüseyin olsa ne olurdu? Süheyla Yenge kapıyı açmadan sorsa mesela: 

- Kim o kapıdaki it?

İşte size cinayet sebebi... Karakolda Hüseyin'e soruyorlar:

- Neden karını öldürdün?
- Bana "it" dedi komserim, vurmayıp da havlasa mıydım? Şerefim var bi yerde...

Bu İngilizler, telefonda da kendilerini "it" olarak tanıtırlar:

- It is Marc speaking...

Adamlar enteresan, kendilerini başlangıçta hayvan gibi ya da eşya gibi tanıtmayı tercih ediyorlar tanımadıkları kişiye. Belki de böylesi daha mantıklı. Bizdeki hanzoların insanmış gibi başlayıp, hayvana dönüşen diyaloglarından daha dürüstçe en azından... Kesin ingilizler, bu ihtimali göze alarak koymuşlardır bu gramer kuralını...

"Karşındaki potansiyel bir hayvan, ona göre dikkat et" mantığı vardır yüzde yüz. Haksız da değiller hani. Herkes potansiyel bir hayvandır çünkü yerine göre.

Hüseyin telefonda kendini tanıtsa mesela:

- Ben Hüseyin ayısı, biraz konuşalım diyom...

Kesin Süheyla sallardı afillisinden bir küfür... Hiç olmazsa kimse kimseyi kandırmamış olurdu değil mi ama. Kısa yoldan psikolojik analiz işte. Süheyla bu konuşmaya şöyle cevap verse:

- Oy ben senin bal tutan barnağına gurban olurum, Hüseyin'im, heybetli ayım benim...

Al sana ruh ikizini bulma durumu. Mutlu son!

Aynı dünyada, aynı olaya farklı bakabilmek ne enteresan değil mi... 

Şimdi sizin kapınız çalınsa mesela:

- tık tık tık
- knock knock knock

Cevabınız ne olurdu ?




Devamını Oku

4 Şubat 2013 Pazartesi

İŞ HAYATINDA DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR

İş hayatına başlarken bize öğretilen birinci kural: "çok çalışan kazanır" önermesidir.. İçimizden benim gibi bazı iyi niyetli olanlar buna yıllar boyu inanmış, tabiri caizse eşşek gibi çalışarak birilerinin takdir etmesini ve de sonuçta kazanmayı beklemiş olabilirler. Kendilerine verilen görevleri yapmanın yanısıra, farklı bakış açılarını işini geliştirmeye yönelik kullanan bu tiplere söylenecek tek kelime var: " YAZIK!" 
İşte çalışkan bir eleman, görev tanımının ötesinde ölümüne çaba harcıyor
Bir de sırtlanmış, servis ediyor ! 

Sevgili portakal kardeş, senin zaten misyonun belli..Ne demeye estetik kaygılara da girip en güzel sunumu yapmaya uğraşıyorsun ki ? Sanki değişik bir bakış açısı getirdin diye ödül mü alacaksın?? Yoo.. Patron , bu şekilde sunum yapmak da senin görev tanımında varmış gibi davranacak, senden beklentilerini yüksek tutarken karşılığında hiç bir şey vermeyecek; eğer biraz akıllıysa da sırtını sıvazlayarak" senden hep böyle güzel çalışmalar bekliyorum" diyecek.. Sen de saf saf aldığın gazla daha da çok çalışacak, parasal bir karşılık beklentisi ile hayallere kapılacaksın. İş rutinine hiç bir katkı sunmayan iş arkadaşlarının düşmanlığını kazanman da cabası olacak..
Yaratıcılığa prim vermeyen bir şirkette çalışıyorsan birinci kural:
PORTAKAL, ORDA KAL ! olmalıdır.. Beyhude kendini parçalayıp ekstra katkılar sunmaya kalkarak kendini yorarsan, karşılığında sadece yorulmuş olursun..Demek ki neymiş, çok çalışmak, çok kazanmak değilmiş...


Çok çalışana ödül veren şirket, kaç tanedir acaba? 


Yurdum firmalarının kaçı , çok çalışanı ödüllendirir?
"Sen bu ay çok çalıştın, al bir maaş hediye benden " diyen patron var mıdır, ben duymadım şahsen.. İsmi lazım olmayan hamburgercilerde ayın elemanı falan seçip ödüller veriyorlar diyecekseniz de orada bir durun.. Asgari ücret karşılığında nefes almadan çalıştırdıkları insanları, biraz daha nasıl gayretlendiririz mantığıdır o şirketlerin yaklaşımı.. Yani daha fazla sömürülen ayın elemanı arkadaş, belki ekstra bir tatlı yiyebiliyordur, bilemiyorum detayını. Ayın elemanı listesinde sona kalanları da  muhtemelen işten atıyorlardır. Öyle ya, işsizlik almış başını gidiyor, biri gider bini gelir mantığı..
  

İşten atılmayacak tek kişi, patrondur !

işini seven, aynı zamanda atılmaktan da  korkar !
Özel sektörde, üstelik aynı firmada yirmi sene çalışıp bütün haklarını alarak emekli olan sayısı diye bir istatistik olsa keşke de, kaç kişiymiş bu mutlu insanlar bilebilsek! 
Bizim gibi az gelişmiş ülkelerde ya firma batar, işten beş parasız ayrılmak zorunda kalırsınız; ya sektör batar, on sene önce aldığınız maaşa razı olmak zorunda kalırsınız.Ya da bin bir türlü dalavereyle tazminatsız işten atılırsınız. İşten atılmak da öyle kötü bir şey değildir haa, olur da başınıza gelirse sakın kendinizi suçlamayın.. İş hayatı öyle kurtların oturduğu bir sofradır ki, bazı durumlarda işten atılmak, çalışanın ayrıcalıklı kişiliğinin göstergesidir çünkü..

             Uzun saatler çalışınca, fazla mesailere kalınca başınız göğe ermez!

gece yarısına kadar çalıştın, eve iş götürdün; sonuç ???
Bazıları çok sorumluluk sahibidir, iş yetişmeyince eve götürür, hatta şirkette sabahlar.. Ben şahsen yıllarca böyle çalıştım.. Karşılığında ne aldığımı soruyorsanız eğer; hadi yine ağzımı bozmadan yanıtlamaya çalışayım: Son çalıştığım iş yerinde doğru dürüst maaşımı bile alamadım.. Sorumluluk duygusu var ya serde, çalıştım mesai kavramı olmadan.. Maaş alamayınca da " İnsanları zor zamanlarında nasıl yalnız bırakayım, elbet düzelecek şirketin durumu" dedim ve devam ettim. Evet, haklısınız; o söylediğiniz sıfatı hak ettiğimi ben de biliyorum. Zaten ben yaptım, siz yapmayın diye yazıyorum ya bütün bunları..Yani demem o ki ; maaşınız aksayınca kendinize yeni iş bulun , benim gibi özverili salak pozisyonuna düşmeyin ! 
bu çalışan, asla onlar gibi yönetici olamayacak ! 

Nasıl oluyor da sizinle aynı sene mezun olan arkadaşınız, iki senede yönetici oluyor?

Şans diyeceksiniz, beceri diyeceksiniz, zeka diyeceksiniz, bilgi düzeyi diyeceksiniz, yabancı dil diyeceksiniz, düzgün firmada çalışmak diyeceksiniz.. Hepsine katılıyorum. Ama ilave etmek istediklerim de var..
Kısa sürede yönetici olup, fazla çalışmadan çok para kazanmak istiyorsanız şunlar da lazım..

  • Üstlerinizin her dediğini onaylayıp, hatta en mantıksız kararlarının ateşli savunucusu olacaksınız, özellikle de kulağına gideceğini bildiğiniz ortamlarda.. 
  • Detaylara fazla özen göstermeden kısa sürede ortaya bir şey çıkarıp, kıvrak zekanızı öveceksiniz. Projenizde soru işaretleri kaldıysa da boş vereceksiniz, "sonuç odaklılık" kavramı çok revaçta biliyorsunuz ki..Sorun çıkarsa bulursunuz çaresini nasılsa; hele bir başlasın da .. Planlama, metodoloji de neymiş?
  • Geç saatlere kadar ofiste kalacaksınız işiniz olmasa bile ve en önemlisi de gecenin ilerleyen saatlerinde mail yazacaksınız üstlerinize..Ne kadar özveriyle çalıştığınızı görecekler,siz Facebook'ta oyun oynasanız bile o saate kadar..Kim biliyor ki ne yaptığınızı, siz yeter ki geç çıkın!
  • Saflarınızı belirleyip, işverene yakın kişilere oynayacaksınız hep.  Bire bin verecek elbet çabalarınız.
  • İş arkadaşlarınızı kötüleyeceksiniz üstlerinize..Sizi özel ajanı gibi himayesine alsın diye..
  • Tepeden bakacaksınız hep. İş hayatında mütevaziliğe yer yoktur çünkü..Böylece patronunuz, egosal boyutlarda sizi kendisine yakın hissedecek.
  • İşlerinizi herkesin ulaşabileceği sistematik ve yazılı şekilde yapmayacaksınız. Kafanızda olacak bir şeyler.. Tatile gittiğinizde telefonunuz hiç susmayacak böylece.Tatilden dönünce de patronunuza " telefonlardan havuza bile giremedim" diye yakınmayı ihmal etmeyeceksiniz tabii ki.. Eğer patronunuz da sizin kafanızdansa, yani tabiri caizse alaylı mantığında ise " Vay be, Ayşe olmadan işler yürümüyor" diyecek ve sizi asla kaybetmek istemeyecek..Siz de zaman zaman " gidiyorum" kozunu öne sürerek kısa sürede yükselir ve  güzel zamlar alırsınız böylece..
  • Eğer siz bir kadınsanız, dişiliğiniz hep ön planda olacak. Dekolteniz ve buğulu sesinizle yükselmeniz ve zam almanız daha kolay çünkü..
  • Asla yaptığınız hatayı kabul edip özür dilemeyeceksiniz! O zaman ezik olursunuz.Aksine hataları hep başkalarının üzerine atacaksınız, hatta sahte gözyaşları da işe yarar çoğunlukla..Hele gözleriniz renkliyse, şans hep sizden yana olacaktır böylesi durumlarda..
  • İş arkadaşlarınızla hep uyumlu çalışıyormuş havası vereceksiniz. Çoğundan nefret bile etseniz, dışarıda sık sık onlarla görüşecek, sempatilerini kazanacaksınız. Böylece işveren, çok sevildiğiniz için sizi en kısa zamanda yönetici yapacaktır.
  • Hele de o iş yerinden biriyle evlenirseniz, ve o kişi de patronun sevdiği biriyse artık sizi kimse tutamayacaktır. Öyle ya, şirket kocaman bir aile; sizler de o ailenin sevgi yumağında bir kelebeksiniz artık..
  • ........
Yaz yaz bitmez önerilerim bu konuda..

                             Bir gün elbet sizin de başınıza gelebilir ! 

iş hayatı, çıkar temeline dayanır, unutmayın..

Her ne kadar yukarıdaki önerilerimi dikkate alsanız da, bir gün, nedensizce işten çıkarılabileceğinizi unutmamalısınız . Genel müdür de olsanız, baş danışman da ; iş dünyası, insanları kullanıp atma temeline dayandığı için bir gün işinizden olabilirsiniz. Bu yüzden ben diyorum ki , fazla da kendinizi paralamayın. Hırslarınızı ve egolarınızı dizginleyin. Çünkü iş hayatı, insanlardan değil; robot mantığındaki değişik yaratıklardan oluşan garip bir dünyadır. Çok içine girmeden, dışında da kalmadan;  kendiniz olmayı koruyarak, yaptığınız işlere imzanızı atabiliyorsanız; sizden iyisi yoktur bilesiniz.
Kalın sağlıcakla..

























Devamını Oku

2 Şubat 2013 Cumartesi

İŞ HAYATINDAN PEK DOST ÇIKMAZ !

"İş hayatından çok arkadaşım yoktur" deyince insanlar bana garip garip bakıyor. Belki de içlerinden
     "İnsan sevgisi yok mu bunda, yabani şey.."  diyorlardır.


İŞ HAYATINDA DOSTLUK DEĞİL, REKABET VARDIR!
Birlikte cumartesi akşamlarını geçirdikleri, hatta nedenini hiç anlayamadığım bir şekilde sık sık birlikte pazar kahvaltılarına katıldıkları, içmeye gittikleri iş arkadaşları; aslında beyinlerinin  bir yerinde hep rakip olarak kalır.. En küçük çıkar çatışmasında da bütün o paylaşımlar tuzla buz olur. Hatta samimi içki ortamlarında dile getirilen özel konular bile bir haset anında ortalara saçılıverir.. Söylem şu tarzdadır:
"Sen zaten çocukken de böyleymişsin, kendin söylemiştin ya ..? "
 "Yahu söyledim söyledim de sen ofiste herkese yayasın diye değil!" 
şeklindeki savunmalar ise artık boştur. Özel hayat saçılmıştır bir kere ortaya. Ya dedikodulara aldırmadan orada çalışmaya devam edersin, ya da şapkanı alıp gitmek ve o insanlarla bağlantıyı koparmaktan başka seçeneğin yoktur. Dostluk bunun neresinde ?

                     Rekabetin olduğu yerde samimi dostluk olur mu  ?

çıkarlar gündeme gelince iş arkadaşlığı son bulur..
Hep bir çekişme vardır; kimi zaman gizli, kimi zaman da açık açık.. Hele bazıları vardır ki - kıl olduğum insan tiplerinden-  muhasebecilerle özellikle samimi olurlar. Herkesin maaşını bilmek, onlar için yaşamsal bir kaygıdır çünkü.. Öğrendiklerinde de yaptıkları işin niteliğine bakmadan, örneğin  yan masada çalışan kendinden kat be kat deneyimli ve detaylı işler yapan arkadaş eğer kendilerinden çok maaş alıyorsa, hemen savaş kılıçlarını çekerler. Her şeyin en iyisini bilen ve yapabilecek kabiliyette olduğunu sanan meraklı arkadaş, neden maaşı diğerinden daha az diye sinirden kendini paralamaya başlar. Bir taraftan da o arkadaşının yüzüne gülmeye devam eder, hatta ağzından laf alabilmek için daha da samimi ayaklarına yatar.. Yazarken bile midem bulanıyor bu tiplerden, öğğkk!

        Kaytarmaya ortak olmazsan, iş arkadaşlarının birinci düşmanı olursun..

 Facebook oyunlarından en bilineni Farmwille yeni çıkmıştı, bizim ofiste çalışanların hepsi günlerinin büyük bölümünü sanal tarlalarına domates ekerek geçiriyordu. Bense işyerinde değil oyun oynamak, MSN bile kullanmayan bir tiptim. Sonucu tahmin edersiniz, hepsi bana cephe aldı!
Çok kolay uyutulabilen saftirik patron ne zaman ofisten çıksa tarlalar açılıyor, patron ne zaman içeri girse; telefonlara sarılıp yüksek sesle birilerine fırça çekiliyordu. Çok ikiyüzlüydüler, çoğundan nefret ediyordum ve tabii ki onlar da beni dışlıyorlardı.
Sonuç mu? Saftirik patron benim bildiğim üç kere battı, her seferinde de çok iyi olduklarını zannettiği o insanlarla çalışmaya devam etti. O çok mükemmel domates arkadaşlıkları ise salça kıvamına geldi. Tarlaları ortak sır olarak kaldı  tabii ki...

       "Biz" kavramını bilmeyen, hep "ben" diyen tiplerle asla arkadaş olmam !

Tipik telefon konuşmaları aşağıdaki gibi olanlara olan nefretimi tarif bile edemiyorum. Maalesef iş hayatında genel olarak bu tiplerle karşılaştığım için doğal olarak "arkadaşım" sıfatını da hak etmiyorlar ..
- kamyonum birazdan gelecek, malımı yükledim.
Bütün gece çalıştım; imalatı bitirdim...
Konu " ekip çalışması" olunca mangalda kül bırakmayan bu egosu tavana vurmuş "ben"ci insanlara diyebileceğim hiç bir söz yok.
Be geri zekalı, kamyon senin mi ? Şirketin..Malları sen mi yükledin tek başına; sen sadece zincirin bir halkasıydın.Sen evinde sıcak sıcak oturup arada telefonla " nasıl gidiyor?" diye sorarken sabahlayanlar ;sen eğer yöneticiysen senin zavallı ekibindi..İmalatı nasıl kendin yapmış gibi böyle bireyci konuşursun?
İşin en iğrenç tarafı da ortada bir başarı varsa kendini ön plana çıkaran bu iğrenç yaratıklar,kollektif başarısızlıkları birilerinin üzerine atmakta da ustadırlar. Şöyle derler genelde:
-Bizim Ali Usta , malı yanlış üretmiş. Depocumuz Seyfettin, irsaliyeyi kaybetmiş....
A be bencil yaratık, sen değil miydin " tamam, böyle yap Ali Usta" diyen; sen değil miydin Seyfettin'e " irsaliye sende kalsın." diyen.. Seyfettinlere gelesin..."Bakanıma talimat verdim, valimi uyardım..vb söylemlerinde bulunan politikacılara da kıllığım aynı sebeplere dayanır hatırlatayım...
Şimdi sevgili okuyucu, söyle bana, nasıl arkadaş olunur bu iğrenç tiplerle ?
Buyurgan tavırlı ukalalar mı dersin, benmerkezci yarım akıllılar mı dersin, dedikoduyla reklamlarını yapıp bütün gün yaydıranlar mı dersin, küfürbaz tipler mi dersin, her şeyi kendilerinin bildiğini sanan cahil cesaretli zavallılar mı dersin, astlarına bağırınca bir şey olduklalarını sanan ama patronun karşısında yalayacak elma şekeri arayan dalkavuklar mı dersin, sevmeseler de her iş ortamına girip boy gösteren popülistler mi dersin...

İş hayatından fazla arkadaşım olmadığı için kendimle gurur duyuyorum..

 
 Her insanın içinde hem iyi, hem kötü yan vardır denilir ya.. Sanırım bu kötü yanlar genelde iş hayatında ortaya çıkıyor. Kendilerini nasıl bir dev aynasında görüyorlarsa artık, neredeyse dünyayı bile kendileri yaratmışçasına kibir ve böbürlenme içine giriyorlar..
 Ya kardeşim, bırak da başkaları takdir etsin seni, ne övünüp duruyorsun..
Kendileri dev olduğu için diğer cücelerle asla muhatap da  olmazlar..Sen eğer biraz alçakgönüllüysen, zaten onların gözünde saf dışı olursun.
Kendileri gibi olmayanı asla kabul etmezler.. Örneğin adamın biri kibarsa, " kadın kılıklı" diye dışlanır, çünkü küfür etmiyordur. Biri eğer yaşlıysa direkt " dede" lakabını takarak onu incittiklerinin farkına bile varmadan dalga geçerler. Gözlüklüyse " dört göz, ne o göremedin mi ? " şeklinde alay ederler. .Hiç unutmam, bir erkek arkadaşımızın göğüsleri biraz büyükçeydi. Muhtemelen hormonsal bir sorunu vardı. Hepsi üniversite mezunu, yurtdışı görmüş müşteri temsilcileri sürekli arkasından konuşurdu: " Ameliyat olması lazım, iğrençç.." Hatta hiç unutmuyorum bir tanesi
" Ben bu görüntüye dayanamıyorum, söyleyeceğim kendisine , dar t-shirt giymesin; rahatsız oluyorum " demişti..
Sevgili okuyucu, mobingi aşıp faşizm boyutuna yaklaşan bu tavırdaki insanlarla nasıl arkadaş olabilirim ?
Bir de hayat standartlarının yüksekliğiyle övünenler vardır ki genelde ofis ortamlarında olurlar..Hiç unutmuyorum, babası yıllarca işçilik yaparak iki yıllık okulda güç bela okutmuş kızını. Güzelce olduğu için süs püs meraklısı da kendisi. " Asla sahte parfüm kullanmam, en pahalısını alırım elbet" demişti.. Boğaziçi mezunuyum diye hava atan öbürü ise " saç boyamın maliyetini söylemeyim şimdi , dudağınız uçuklar" diyerek direkt sınıfını ayırmıştı bizlerden..
Söyle bana sevgili okuyucu, ofise podyum muamelesi yapıp güzelliğini ön plana çıkararak, yeri gelince sahte gözyaşları döküp hep haklı çıkmayı başaran kafası boş kızla mı arkadaş olaydım; yoksa Boğaziçi diye diye övünen hatunun aslında Boğaziçi'nin kıytırık iki yıllık bölümünden mezuniyetini saklamasını ve de saç boyasına verdiği parayı çay saatlerine malzeme yapmasını dikkate mi alsaydım ?

                 Anti-sosyal kalmayı tercih ettim iş hayatında..

Anti-sosyal oldum genelde.. Ev gezmelerine gitmedim, patronun gözdeleriyle sahte yakınlıklar kurmadım, okey partilerine katılmadım, sahte diyaloglara girmedim, iş saatinde toplu yapılan kaytarma partilerine katılmadım, insanların maaşını merak etmedim, böbürlenmedim..
Sen de tahmin edersin ki genel olarak sevilmedim iş yerlerinde..Yüzlerce kişinin çalıştığı yerlerde bile en fazla iki kişiyle diyaloğa girdim. İyi ki de öyle yapmışım, hiç pişman değilim..
Bir kez daha yineliyorum:
AYIDAN POST,  İŞ HAYATINDAN DOST OLMAZ..
  

 

         


Devamını Oku

1 Şubat 2013 Cuma

İŞ GÖRÜŞMESİ SIKINTILARI

İş ilanı yayınlayanların, gelen başvuruları neye göre değerlendirdiklerini, daha doğrusu neye göre eleme yaptıklarını anlamak gerçekten mümkün değil.
Afilli bir özgeçmişiniz olsa dahi bir şey farketmiyor. İnsan kaynağı arayıcısı arkadaşın o andaki psikolojisi neyse, seçimleri de o yönde herhalde diye düşünmeye başladım artık.Tabii ki insan kaynakları diye bir bölüm varsa ..
Çalıştığım iş yerlerinden birinde sekreter alırdı başvuruları, önce kendisi bakardı. Hatta özgeçmişler ortaya saçılır, insanların fotoğraflarına ulu orta yorum yapılırdı.. Bir insanın özenle hazırladığı özgeçmişiyle dalga geçmek nasıl bir tatminse artık?
Sekreterden geçtiniz diyelim, çoğunlukla bir koltukta oturduğu için kendini Amerika Başkanı sanan biri karşılar sizi.
' Anlatın ' diye  başlayan bir iş görüşmesi ise harbiden kötüye gidişin başlangıcıdır.. Neyi anlatayım sayın başkan, menemen tarifi mi bu yumurtaları kırmaktan başlayayım? İnsan bir girizgah yapar, kendini tanıtır, şirketi tanıtır değil mi ama ? 
Anlatayım da neyi ? diye sormak istersiniz. Zaten işsizlik başınıza vurmuş, başlarsınız artık ezberlediğiniz özgeçmişinizi anlatmaya.. "Yahu zaten yazmışım, okumaya üşenen bay başkan, beni çağırmadan önce lütfedip göz gezdirseydi de , orada yazmayan şeyleri sorsaydı ! " serzenişiniz, boğazınızda bir yumruk gibi kalır, görüşme sonrasında kendi kendinize kızarsınız:
" Benim bu adamların karşısında ne işim var? " diye..Ama sistem bu, değerinizi anlayacak birileriyle karşılaşmak o kadar zor ki..

Zaten ö..zgeçmiş göndermişsinizdir, bir daha form doldurturlar sabır testi gibi
form doldurmak, sabır testi gibidir !


Devamını Oku