30 Mart 2017 Perşembe

Benim Komşum Tiyatro, Sizin Komşunuz Kim?

Biz Kadıköy'lü komşular kendi içimizde devrim gibi bir şey yaptık. Gitgide yalnızlaşan şehir yaşamında, apartman komşuları birbirini tanımazken; bizler komşumuz tiyatroya gitmeye başladık! Evet, belki ütopya gibi geliyor kulağa ama gerçek bu! Herkes kendi mahallesindeki tiyatroda toplanıyor. 
Haftada iki kere buluşuyoruz. 3 saatten 6 saat, az değil! Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz bile. Dünyadan koparak ruhumuzu besliyoruz, enerji depoluyoruz. Öğreniyoruz, deneyimliyoruz, gülüyoruz, düşünüyoruz, hep birlikte oyunlar izliyoruz. Yazarlar geliyor, sanat tarihçileri geliyor. Makyaj ustaları, koreograflar, oyuncular, ışık teknisyenleri, yönetmenler geliyor buluşmalarımıza. Adına “tiyatro” denilen şahane dünyanın kapılarını bize aralıyorlar.

Evet komşuluk geleneğine yakışır bir şekilde içimizden birileri pastalar kekler de yapıp getiriyor tiyatroya. Ders arasında fuayede şen şakrak çaylarımızı içip keklerimizi yerken “Sen o oyuna gittin mi, epik tiyatroydu değil mi o, off müthiş bir performansdı!” şeklinde konuşmalar geçiyor aramızda. Gerçekten abartmıyorum, hayat böyle akıyor şimdilerde bizim buralarda. Zamanlama şahane...
Düşünsenize, “Evlilik programı” izleyen herkes tiyatroya gitse!
Kadıköy'de var olan 62 tiyatro birleşmiş, Kadıköy Tiyatroları Platformu diye bir oluşum gerçekleştirmiş. Projeler üretmişler, sonra da gidip bizim ülke çapında meşhur olan Kadıköy Belediyemizin kapısını çalmışlar. Tiyatroyu mahalledeki komşularla kaynaştırmak için destek istemişler. Sanatın ve sanatçının yanında yer almayı seven belediyemiz, elbette bu projeye olumlu bakmış. Şu anda Kadıköy'ün 15 mahallesindeki 12 tiyatroda başladı “Benim Komşum Tiyatro” projesi. İlk gruplar 02 Haziran'a kadar devam edecek ve sonra bu proje halka halka büyüyerek belki de bütün ülkeye yayılacak! Düşünsenize,“evlilik programı” izleyen komşuların iyi bir tiyatro izleyicisine dönüşmesi ne muhteşem bir gelişme olur! Sonrasında her şey kendiliğinden gelir zaten; bence Ay'da koloni bile kurabiliriz!


Neler öğreniyoruz
Bizler Benim Komşum Tiyatro katılımcıları olarak öncelikle iyi bir izleyici olmayı öğreniyoruz. Hayatımızda tiyatro alışkanlığı oluşuyor. Oyun izlemeyince rahatsız olmaya başladık bile. Eski tabirle “Oyun izlemenin adab-ı muaşeret kaideleri” ni öğreniyoruz. Yani konuk olarak gittiğimiz tiyatro salonunda sandalyenin altına sakız yapıştırılmaması gerektiğinden tutun da, izleyicinin alkışını tutumlu kullanması gerektiğine kadar ince ince detayları atlamıyoruz. Sahne tozunu fiziksel anlamda yutuyoruz bir kere. Çünkü buluşmalarımız, tiyatro sahnelerinde gerçekleşiyor.
Tiyatronun nereden geldiğini, nereye evrildiğini öğreniyoruz. İki ay öncesine kadar bilmediğimiz pek çok kavramla tanıştık ve çoğunu içselleştirdik bile. Herkes sosyal medyada yediğini içtiğini gezdiğini paylaşırken, bizler de gittiğimiz oyunları paylaşır olduk. Sosyal medya sayfalarımız bile proje sayesinde dönüşmeye başladı. Proje katılımcılarının BKT'den önceki paylaşımlarında yer alan kahvaltı sofrası resimleri yerine profiller şimdilerde tiyatro salonundan öz çekimlerle doluyor taşıyor. Bu bile devrim değildir de nedir... 

 
Katarsis'in arınma anlamına geldiğini, tarihdeki ilk oyuncunun Thespis olduğunu, Stanislavski'nin oyunculuğu metotlaştıran kişi olduğunu, 3 birlik kuralını, balonu şişirdikten sonra üfleyerek havada tutma egzersizinin diyaframı geliştirdiğini, içten dışa oyunculuk tekniğinde oyuncuların duygu belleklerinden yararlandıklarını, Meyerhold'un fiziksel tiyatroyu geliştirdiğini, Antik Yunan metinlerinin nasıl okunması gerektiğini, İtalyan sahne ile meydan sahne arasındaki farkı, sadece gözlerine bakarak bir insanla iletişim kurmayı, hd ekran makyajının sinema makyajından farkını...
 İki ay geçti ama ne çok şey öğrenmişiz! Sanat disiplinleri, ekoller, teknikler, oyunun sahnelenme süreci... Yeni şeyler öğrenmekten hayatı boyunca haz almış birisi olarak öğrendiklerimin bir kısmını yazarken bile heyecanlanıyorum.
Neler izliyoruz
Hani halk arasında “sana belediye baksın!” diye bir tabir vardır ya! Hep söylüyorum, kültür sanat ihtiyaçlarım konusunda Kadıköy Belediyesi bana gerçekten güzel bakıyor sağolsun. Zaten İstanbul'da değil de neredeyse sadece Kadıköy'de yaşamamın nedeni de budur. Aman diyeyim nazarlara gelmesin, hep böyle kalsınlar...
Neler izliyoruz; bir kere bu projenin sürdüğü 4 ay boyunca platforma üye sahnelerde her ay 4 oyunu ücretsiz izleyebiliyoruz. Onun haricinde hocalarımızla birlikte toplanıp farklı farklı oyunlara gidiyoruz, sonra oyun hakkında kritik yapıyoruz. Oyun dedektifi gibi olduk. "Nerede ne var, hangi oyunlar ücretsiz, hangi oyunlar indirimli, hangi oyunlar mutlaka izlenmeli" konularında gün geçtikçe her birimiz uzmanlaşmaya başladık.



Özel teşekkürlerim var
Bu müthiş projeyi hayata geçiren Kadıköy Tiyatrolar Platformu'na, Kadıköy Belediyesi'ne, Benim Komşum Tiyatro için emek verenlere, Karma Drama Sahnesi'ne, Kuzguncuk Sanat Tiyatrosu'na; mütevazı halleri, engin bilgileri, coşkuları ve samimiyetleriyle gönlümde taht kuran sevgili Damla Özen, Togay Kılıçoğlu ve Nuri Görsev'e ve tüm oyunculara ve emeği geçen herkese nasıl teşekkür etsem bilemiyorum...
Sloganımı atayım gideyim en iyisi;
YAŞASIN SANAT, YAŞASIN TİYATRO!
#tiyatroiyidir #tiyatroiyileştirir #haydiherkestiyatroya




Devamını Oku

26 Mart 2017 Pazar

Ay Işığında Şamata'yı izledim, mest oldum...

Dün akşam HaldunTaner Sahnesi'nde izlediğim Ay Işığında Şamata oyunu ile adeta stres attım. Sahnede ışıl ışıl parlayan oyuncular, enerjileriyle paslanan ruhumu yıkadılar. İzlediğim oyun sayesinde, -aslında şahane müzikleri ve danslarıyla şov desem belki de daha doğru olacak- keyifli iki saat geçirdim.


Oyunun konusu

Ay Işığında Şamata oyununda Çalışkur Apartmanı sakinleri ile tanışıyoruz. Bir doğum günü var ve bütün komşular bir araya geliyor. Bu insanlar o kadar renkli bir topluluk oluşturuyor ki; sanki apartman sakinleriyle değil, toplumun büyük bir kısmı ile tanışıyor gibi oluyoruz. Karakterlerin içinde eşini aldatan var, başka ülkeye hayranlıktan kendi kimliğini ve hatta yediği zeytini dahi unutan var. Para babası iş adamı var, zengin ailenin şımarık kızı elbette var.

 Komşularını gözetlemekten hoşlanan mı dersiniz, disiplin yoluyla apartmanı dize getirmeye çalışan emekli albay mı dersiniz, yüzü kırışacak diye tuhaf tuhaf gülen kadın mı dersiniz... Hatta mahallenin imamı bile bu garip topluluğun arasında yer alıyor. Bu insanlarla tanışırken, evlilik kurumunun yozlaşması, bağnazlık, gericilik, aç gözlülük, fırsatçılık, ihanet, para hırsı gibi pek çok konuda tatlı tatlı hicivlere tanık oluyoruz. Yazar ve yönetmen öyle ustaca aktarıyor ki bütün bu başlıkları; bir eğlencenin içinde iken bütün bu konuları düşünebildiğimize kendimiz bile inanamıyoruz. İşte bu nedenle oyuna gerçekten de bayıldım.


Oyunun sergilenişi
Epik tiyatronun özelliklerinden olan anlatıcı bu oyunda da vardı. Özellikle ilk sahnede oyunculardan tamamen farklı tarzda giysisiyle oyunu dondurup araya girmesi, bana zamanda yolculuk hikayesi izliyormuşum gibi hissettirdi. Çok hoşuma gitti bu durum. Anlatıcı oyuncuları dondurup haklarında bilgiler verirken oyundan kopmadım; bilakis oyunun içine daha çok girdim. Bence oyunun en başarılı kişilerinden biriydi anlatıcı. Kendisine belki de ayrı bir başlık açmam gerekecek ama, yeri gelmişken belirtmek isterim. Ben anlatıcıya bayıldım! Oyuncu ve seslendirme sanatçısı Sezai Aydın'ın oğlu, oyuncu ve seslendirme sanatçısı Arda Aydın'dı anlatıcı. Demek ki güzel ses babadan oğula geçiyormuş! Nasıl güzel bir sesi var, nasıl bir hitap şekli ve enerjisi var!  Heyecanı ve ilgiyi oyun boyunca yükseltmeye büyük katkısı oldu. Üstelik sadece konuşmasıyla değil, söylediği şarkılarla da bütün salonu mest etti.



Oyunun ilk perdesi biterken izleyicilere güzel bir sürpriz yaşatıldı. Merak edenler bu sürprizi elbette internette araştırdıklarında bulabilirler. Ama oyunun büyüsü bozulmasın diye ben söylemeyeceğim. Ve bence sürprizi öğrenmeden oyunu izlerseniz, inanın çok daha fazla keyif alırsınız.

İki perdeli oyunun ikinci perdesinde karakterlerin isimleri aynı kalıyor ama kişilikleri allak bullak oluyor diyeyim, fazla da anlatmayayım. Bence oyunun kurgusu gerçekten de çok güzel ve çok eğlenceli.


Oyunun müzikleri

Ay Işığında Şamata bir müzikal değil. Ama müzikli güldürü. Ve oyuncular canlı canlı şahane şarkılar söylüyorlar. Oyun boyunca nostalji rüzgarları estiren bu şarkıları çok beğendim. Bir ara Arda Aydın gitar çaldı, ikinci perdede ise piyano vardı. Koro şahaneydi. Halaylar, danslar, rap bile vardı; daha ne olsun...

Dekor, ışık çok güzeldi

Oyunun adına yaraşan ay figürünü özellikle çok beğendim.  Komik bir aydı yalnız, hareketlerini takip etmek lazım. Ve sahne tasarımını da çok beğendim. Işıklar mükemmeldi. Disko topu bütün salonu diskoya çevirdi. Görsel zenginlik göz dolduruyordu.

Yönetmen Naşit Özcan ve oyuncular
Komik-i Şehir Naşit Bey'in torunu, aktör Selim Naşit'in oğlu Naşit Özcan bence çok başarılı bir reji sergilemiş. Oyunun ilk hali nasıldı bilmiyorum ama ben bu halini çok beğendim. Çok eğlenceliydi, oyuncuların enerjisi çok yüksekti. Tam bir ekip ruhu hissettim, dolayısıyla yönetmeni de kutlamak isterim.


Oyuncuların hepsi çok başarılıydı. Ama yukarıda da belirttiğim gibi ben en çok anlatıcı rolündeki Arda Aydın'ı, bekçi Zülfikar rolündeki Şevket Avşar'ı, ve Melahat rolündeki Tuğçe Açıkgöz'ü beğendim. Zülfikar ve Melahat beni konuşmalarıyla mest ettiler. Bir bekçi ancak öyle konuşabilirdi ve Melahat tam da bu anlatılan kişiydi. Oyuncuların rolleri genel olarak eşit dağılımlıydı diyebilirim, ama keşke garsonun da bir repliği olsaydı. Açıkçası oyun bitince garson karakterini oynayan kişi için üzüldüm.

Oyun hakkında tarihi bilgi

Haldun Taner, öyküyü “ Ay Işığında Çalışkur” adıyla 1954 yılında yazmış. Aradan 23 yıl geçtikten sonra 1977 yılında tiyatro metni haline getirmiş. 1977 yılında oynandığında sunucu rolünde Nedret Güvenç, bekçi Zülfikar rolünde İlyas Salman, Aygen rolünde Tijen Par gibi dev oyuncular rol almış. Oyunu Zihni Küçümen yönetmiş.

Son bir not ;
Öncelikle yazdığı bu nefis oyunu doğumunun 101. yılında kendi adını taşıyan sahnede izlediğim Haldun Taner'i saygıyla anıyor, sonrasında da emeği geçen herkese ellerine sağlık demek istiyorum. Oyundan çıktığımda kendi kendime şunu söyledim:

“ İnsanların karakterleri bozuk olabilir, insanlar kötü olabilir, her şey kötü olabilir. Ama bakmasını bilirsek hayat hala çok güzel. Belki de biz abartıyoruz bazı şeyleri" dedim. Ve dedim ki "tiyatro iyidir, tiyatro insanı gerçekten de iyileştirir...”

Oyundan çıktığımda yüzümde kocaman bir gülümseme asılı kaldı..
 Yaşa be sanat, çok yaşa e mi tiyatro...



OYUNUN KÜNYESİ 

Yazan : HALDUN TANER
Yöneten : NAŞİT ÖZCAN
Dramaturgi : HATİCE YURTDURU
Sahne Tasarımı : EYLÜL GÜRCAN
Kostüm Tasarımı: EYLÜL GÜRCAN
Işık Tasarımı : ÖZCAN ÇELİK
Müzik : HAKAN ELBIR
Koreografi : ÖZGE MİDİLLİ
Efekt : HİDAYET ÖZTÜRK
Yönetmen Yrd: ERTAN KILIÇ, CEYSU AYGEN, ERKAN AKKOYUNLU
Süre : 120 DAKİKA / 2 PERDE
OYUNCULAR
ADA ALİZE ERTEM, ARDA AYDIN, AZİZ SARVAN, BERRİN KOPER, CEYSU AYGEN, DERYA ÇETİNEL, EMRAH CAN YAYLI, EMRE NARCI, ERTAN KILIÇ, ESRA EDE, GÖKHAN EĞILMEZBAŞ, GÖKHAN METE, İBRAHİM CAN, İBRAHİM ULUTAŞ, MEHMET BULDUK, NİLAY YAZICIOĞLU, ÖZGE MİDİLLİ, ÖZGÜR DAĞ, SAMET HAFIZOĞLU, SAVAŞ BARUTÇU, ŞENAY SAÇBÜKER, ŞEVKET AVŞAR, TUĞÇE AÇIKGÖZ, YONCA İNAL



Devamını Oku

22 Mart 2017 Çarşamba

Adrenalinine sağlık Ayedaş Gardaş!

Biliyor musunuz size harika bir haberim var!

Bugün neredeyse tüm gün bakım çalışması nedeniyle elektriklerimiz kesilecekmiş! Bakılan elektriklerimiz olduğu için ne kadar şanslıyız! Ya bakılmasalardı, ne yapardık!
Sanki Candan Erçetin uzaklardan kulağıma fısıldıyor!

“Ya gelmeseydin yetişemeseydin
Beni bulamasaydın ne yapardım,
Yarım kalırdım melek...”

Bir melek gibi yetişiyor bakım perileri. Yoksa ne yapardık; yarım kalırdık, elektriklerimiz bakımsızlıktan solar giderdi...

İnsanın gerçekten de gözleri sulanıyor. Bakımsız dolaşmayan, manikürü pedikürü eksik olunca kendisini kötü hatta yarım hisseden elektriklerimiz kuaföre gidecek diye, AYEDAŞ'ın bize haber vermesi ne mükemmel bir incelik...

“Ya haber vermeseydin,
Ya aniden gitseydin
Ne yapardım meleek..
Mum yakardım melek, fener yakardım melek, Beynim yanardı melek...”

Ve biliyor musunuz, şu anda Ayedaş'ın verdiği kesinti saatine sadece 42 dakika 36 saniye kaldı! Heyecandan elim ayağıma dolaşarak yazıyorum bu yazıyı. Adeta bir hız yarışının ortasında gibiyim. Bir taraftan çamaşır makinesi çalışıyor, öte yandan telefonlar şarjda. Bu adrenalini yaşamak için millet bangi jamping yapıp kendini dağlardan aşağıya salarken, bense evimin konforunda missler gibi adrenalin dozumu yükseltiyorum! Yani içimden “Ayedaş sen bizim her şeyimizsin!“ diye slogan atasım falan geliyor.

Hem biliyor musunuz, bedava nostalji de yapıyoruz. Çocuklar neşeli bir sesle “elektrikler kesildi örtmenim, internetten ödev indiremedim!” diyecekler. Televizyon bağımlısı kadınlar, evlilik programındaki entrikaları görmek için elektrikleri olan akrabalarına gidecekler. Memurlar gerçekten tezgahta örgü örecekler ve vatandaşa “bugün git yarın gel!” diyebilecekler. Hem belki bir yerlerden Mahmut Hoca ile yakışıklı Ferit de çıkar belli mi olur...


Neden sevindiğimi daha uzun uzun anlatmak isterdim ama malumunuz, elektrikler gitmek üzere!

Ha bu arada aklıma gelmişken söyleyeyim. NASA geçtiğimiz şubat ayında dünyadan 40 ışık yılı uzakta 7 yeni gezegen keşfettiğini ve bunlardan 3'ünün yaşanabilir olduğunu açıkladı. Neyse bunlar derin mevzular, elektrikler gelince tekrar konuşuruz.

Haydi kaçtım ben; adrenalinine sağlık Ayedaş Gardaş...





Devamını Oku

18 Mart 2017 Cumartesi

Ben özlüyorum, hem de çok şeyi özlüyorum

Eurovision'da hangi şarkı yarışacak tartışmalarını özlüyorum mesela. İngilizce mi olsun, Türkçe mi olsun; dans nasıl olsun, şarkıda folklorik öge olsun mu, olmasın mı. En son 2012'de Can Bonomo ile katılmışız, aradan geçmiş kocaman 5 sene!  Özlüyorum...
O gece büyük bir heyecanla televizyonun karşısına oturup şarkıları dinlemeyi, gazetelerin verdiği tabloda şarkıların karşısına puan yazıp kendi birincilerimizi seçtiğimiz günleri özlüyorum. Ertesi gün “yine komşular birbirlerine oy verdi” manşetlerini görmeyi özlüyorum. Komşular birbirine oy veriyor bahanesiyle çekildik yarışmadan 2013'de, iyi de hep böyle değil miydi zaten. Komşular birbirine oy veriyordu madem, Sertap nasıl birinci olmuştu. Hem komşular birbirine oy verse ne değişirdi ki; biz de Azerbaycan'a oy vermiyor muyduk... Eğleniyorduk ülke olarak kendi çapımızda, eğlencemiz elimizden alındı.

Özlüyorum ben, Eurovision Şarkı Yarışması'nı özlüyorum!


Televizyonda film izlemeyi özlüyorum mesela. Parliament Sinema Kuşağı'nı, en çok da CBNC-E'nin kaliteli filmlerini ve dizilerini özlüyorum. Salı Gecesi Film Kuşağını, TRT-2'nin “entel kanal” olduğu zamanları, ya da nefes tutarak izlediğim Prison Break, perşembelerin gelmesini iple çektiğim The 24 ... CNBC-E kapandıktan bu yana televizyonda alt yazılı film kalmadı farkında mısınız! Bir zamanlar dublaj sanatında öncü olan ülkemizde o sanat da gerilediği için, artık dublajlı film izleyemiyorum. Hep aynı kötü sesleri duydukça filmlerin inandırıcılığı kalmıyor çünkü. E internet var diyeceksiniz; biliyorum ama, sadece televizyon izleyen milyonlarca insan da var! Fakat televizyonlarda artık film yok! Komedi de yok! Bir dönem unutulan ağalı beyli dizileri, en kötüsü de silahlı mafyalı, sahte kahramanlı şiddetli şeyleri gösteriyorlar. Tek eğlencesi televizyon olan insanların iyice kafası karışsın diye...

Özlüyorum ben, televizyonda kaliteli orijinal film izlemeyi özlüyorum!


Bir de neyi özlüyorum biliyor musunuz, çalışma umudunu özlüyorum. Mesela üniversiteyi kazanan gencin geleceğe dair umutlu olduğu, iş bulma konusunda daha az sorun yaşadığı, öğretmenlerin mezun olur olmaz atandığı, sanayinin teşvik edildiği günleri özlüyorum. Üretimi, fabrikaları özlüyorum. Sahi en son nerede bir fabrika açılışı haberi duydunuz hatırlıyor musunuz? Bir zamanlar Sabancı gibi iş adamlarına “fabrikatör” denilirdi; onlar fabrikalar açarlardı. Oysa şimdi iş adamları inşaatlarıyla, rezidanslarıyla anılır oldular. Her gün yollar açılıyor, köprüler açılıyor, avemeler açılıyor ama, bir tane yeni fabrika açılıyor mu?

Özlüyorum ben, üreten ülkemin fabrikalarını özlüyorum...


Aslında çok şey özlüyorum. Mesela özlediklerim arasında politikacıların birarada tartıştıkları, ama asla nezaket sınırlarını aşmadıkları programlar da var. Farkında mısınız, artık politikacılar değil aynı tartışma porgramına, aynı fotoğraf karesine girmeye bile tahammül edemiyorlar. Demirel'in nüktelerini, Ecevit'in şiirlerini, Erdal İnönü'nün zekasını, hatta Erbakan'ın esprilerini dahi özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama, itiraf edeyim özlüyorum. Bir de Olacak O Kadar gibi bir programda politikacılar hakkında yapılan ince mizahı özlüyorum. Milletçe politikacıların karikatürize edilmiş hallerine gülerken, aslında bir anlamda meditasyon yapar rahatlardık. Dolayısıyla bu kadar gergin değildik. Başka partilere oy veren insanlar, birbirlerine düşman değildi.

Özlüyorum ben; politikacıların hoşgörüsünü, rekabetin zarif olduğu günleri özlüyorum...


Zarafet demişken, insanların birbirlerine kolayca çemkirmediği zamanları da özlüyorum. Sosyal medyada ağzına geleni söyleyenler ve troller çoğaldıkça, onca faydasına rağmen neredeyse sosyal medyasız günleri de özleyeceğim! Okuyan insana saygı duyulan zamanları; hastaların doktor dövmediği, mankenlerin gerçek sanatçıları gölgelemediği, öğretmenin aşağılanmadığı, kitap okumanın teşvik edildiği, her aklına geleni uluorta söylemenin dürüstlük değil de kabalık olarak nitelendirildiği günleri özlüyorum.

Özlüyorum ben, insanların birbirlerine saygılı davranmalarını özlüyorum.


Ortak değerlerimizi özlüyorum bir de. Milli bayramlarda hep beraber coşmayı, milli yaslarda hep beraber ağlamayı özlüyorum. Folklorik gösterileri özlediğim gibi, o eski kahramanlık filmlerini bile özlüyorum. 23 Nisan günü, 19 Mayıs günü sanki sıradan bir günmüş gibi televizyonlarda evlilik, makyaj programlarının devam etmesini; üstelik ekranın sağ üst köşesinde göstermelik bir bayrakla bunun yapılmasını üzüntüyle karşılıyorum. Bir madende grizu patladıysa, bütün ülkenin yas tuttuğu zamanları özlüyorum mesela. Birimizin derdinin hepimizi üzdüğü zamanları özlüyorum.

Özlüyorum ben, asgari ortak noktalarda birleşmeyi özlüyorum....


Özlüyorum ben, basit şeyleri özlüyorum...

Özlemek suç mu, ya özlediğini itiraf etmek...



Devamını Oku

9 Mart 2017 Perşembe

Necip Fazıl eseri Reis Bey adlı oyunu izledim...

Dün bütün ön yargılarımdan sıyrılarak Necip Fazıl'ın kaleme aldığı Reis Bey adlı oyuna gittim. Oyun üç perdeydi ve aralar dahil tam 3 saat sürdü. Bugüne kadar izlediğim en uzun oyundu sanırım.


Oyun başladığında kendimizi Mesudiye Oteli'nin lobisinde bulduk. Otel katibi, Anadolu'dan gelmiş bir köylü, otelde kalan iki genç kadın, otele giren başka bir kadın, Reis Bey... İlk sahnede şaşkına döndüm. İzlediğim sanki bir tiyatro oyunu değil de bir müsamere gibi geldi bana. Oyuncular birbirlerine bakacaklarına seyirciye bakarak konuşuyorlardı. Üstelik noktalara virgüllere gereğinden fazla dikkat ederek; sanki konuşmuyor, şiir okuyor gibiydiler. Nasıl desem, eski Yeşilçam filmlerinde gibi, değil gibi... Bence oyunculuk gerçekçilikten uzak ve abartılıydı. Dolayısıyla genel olarak yabancılaşarak izledim oyunu. Çok sahneli oyunda içine girebildiğim tek yer sanırım idam sahnesiydi. Oyunda en çok hapishane müdürü rolündeki Mazlum Kiper'i sevdim. Kendisini zaten severim. Reis Bey rolündeki Selçuk Soğukçay da rolünün hakkını verdi, uzun tiradlarda oldukça başarılıydı. Fakat  26 kişilik kalabalık kadrolu oyunda iki oyuncu haricindeki reji genel olarak bana hitap etmedi.

Oyunun konusu


Metin, yasalara bağlı ve acımasız bir yargıcın idam kararı verdiği gencin sonradan suçsuz çıkması ve yargıcın iç hesaplaşmalarını anlatıyor. Vicdan azabı duyan yargıç yani Reis Bey, olaydan sonra hayata bakışını tamamen değiştirerek her şeye “merhamet” ekseninden yaklaşmaya başlıyor. Aslında içsel yolculuk anlamında güzel bir konu. Fakat metin doğal olarak yazarın hayata bakış açısına göre şekillendiği için, bu hesaplaşmanın içinde kendimi bulamadım. İzlediğim şey, konuşmalarıyla, bakış açısıyla, felsefesiyle bambaşka bir dünyaya ait gibiydi. Adaletin yanlış karar vermesinin karşılığı, bence adaletin doğru karar vermesidir. Yani yazarın üstünde durduğu gibi adaletin karşısında “merhamet” duygusunun yer alması, son derece sübjektif ve yanlış sonuçlar doğurabilecek bir yaklaşım diye düşündüm. Hele oyunun bir yerinde yazar, "toplumu acıyanlar ve acınanlar olarak iki sınıfa ayırıp, sonra da bu sınıfları aynı terazide değerlendirmek gerekir" gibi bir yaklaşım sergilediğinde, bu bakış açısını kendiminkinden oldukça farklı buldum.

Oyunun sonlarına doğru “İstanbul insanı kötü yapmak için iyileştirir” “Anne olun, insana acımanın temeli analıktır” , ”adaleti göklerde aramak” “birbirinizi affedin” gibi mesajlar verilmesi de benim için havada kalan söylemlerdi.

Oyunun dili


Bitirim yeri” diye daha önce hiç duymadığım bir sözcük sıkça kullanıldı oyunda. Sözlüğe baktım, “kumar oynatılan kahvehane” demekmiş. Bu sözcüğü gerçekten de çok beğendim. Fakat genel olarak oyunun dili çok ağır ve ağdalıydı. Konuşmaları can kulağıyla dinlememe rağmen çoğu kez cümlenin başı ile sonunu bağdaştıramadım, yazarın ne anlattığını anlayamadım. Aynı dönem şairlerinden Nazım Hikmet'in dilinin bugüne göre bile ne kadar yalın olduğu düşünülürse, bence bu dil farkı yazarın bakış açısından kaynaklanıyor.

Metin yazarının aynı zamanda şair oluşu repliklerde de hissediliyordu. Özellikle de Reis Bey'in sanık olarak yer aldığı mahkeme sahnesindeki tiratta bu çok hissedildi. Kulağa hoş gelen sözcük uyumları ve ahenk, edebi zenginlik olarak zaman zaman bana da iyi geldi. Fakat oyun esnasında yaşadığım hakim his yabancılaşma olduğu için, anlık edebi keyif ötesinde bir coşku duyumsamadım.

Oyunun dekoru ve görsel zenginlikleri

Ben oyunda en çok görsel efektleri ve yaratılan illüzyonu beğendim. Şehir tiyatroları ödenekli tiyatro olma avantajını bu noktada çok iyi kullanıyor. İlk sahnede otelin camlı kapısının ardına yansıtılan hareketli sokak görüntüsü, resmen sahneye derinlik kazandırmıştı. Bu anlamda izleyiciye yaşatılan üçüncü boyut keyfi bence çok başarılıydı. Diğer sahne geçişlerinde de fiziksel dekorların değişmesi yanı sıra sahnenin üç duvarına yansıtılan görüntüleri beğenerek izledim.

Sonuç ;
Bu oyunu izlemek benim açımdan değişik bir deneyim oldu. Oyunu tavsiye eder miyim, bilemiyorum. Farklı bakış açılarını görmek ve tiyatroda 3 saat vakit geçirmek isteyenler için olabilir. Ama bir daha aynı yazarın oyununa gider misin diye sorsalar, hayır gitmem...





Yazan : NECİP FAZIL KISAKÜREK
Yöneten : ŞÜKRÜ TÜREN
Dramaturgi : HİLMİ ZAFER ŞAHİN
Sahne Tasarımı : EMRAH KÜREKÇİ
Kostüm Tasarımı : SEBAHAT ÇOLAKOĞLU
Işık Tasarımı : ŞÜKRÜ TÜREN
Müzik : DENİZ NOYAN
Efekt : KADİR ARLI
Yönetmen Yardımcısı : MELİSA DEMİRHAN - HASİP TUZ - LALE KABUL - YARD. YÖN. ÜMRAN İNCEOĞLU
Süre : 180 DAKİKA / 3 PERDE

OYUNCULAR

ABDULLAH TOPAL, BERRİN KOPER, CANER BİLGİNER, CEYSU AYGEN, ÇAĞATAY PALABIYIK, DOĞAN ALTINEL, FATMA İNAN, GÖKHAN EĞILMEZBAŞ, HAKAN YAVAŞ, HASİP TUZ, İBRAHİM CAN, İBRAHİM ULUTAŞ, İSKENDER BAĞCILAR, LALE KABUL, MAZLUM KİPER, MEHMET BULDUK, MELİSA DEMİRHAN, MURAT DERYA KILIÇ, OKAN KARACA, OZAN AKİF SERMAN, ÖZGÜR DERELİ, RIDVAN ÇELEBİ, SEFA TURAN, SELÇUK SOĞUKÇAY , TANJU GİRİŞKEN, YELİZ ŞATIROĞLU
Devamını Oku

2 Mart 2017 Perşembe

Oğuz Atay'ın gölgesinde ezilen Poyraz Karayel'in kötü finali!

Dün akşam 2,5 sene boyunca gündemde kalmayı başaran Poyraz Karayel'e veda ettik nihayet. Nihayet diyorum; çünkü ilk zamanlar heyecanla izlediğim dizi, özellikle son sezon iyice inandırıcılığını, büyüsünü ve heyecanını kaybetmişti benim gözümde.

Keşke son sezon hiç çekilmeseydi, keşke Oğuz Atay göndermeleriyle, aşkın naifliğini gösteren şiirsel sahneleriyle zirvedeyken bitseydi Poyraz Karayel! Ama işte bilirsiniz, “şov biziniz” izleyiciyi düşünmüyor. Tutan dizi suyu çıkana kadar kullanılmaya, reklamlarla uzatıldıkça uzatılmaya devam ediliyor. Senariste de çok kızmamak lazım aslında...



....BUNDAN SONRASI SPOILER İÇERİR....

Dün akşamki final bence akıllara zarardı. Hikayenin neresinden tutsanız elinizde kalır cinsten bir özensizlik vardı. Elinde kocaman bir silahla özel hastahaneye psikopat katil giriyor, merdivenler falan bomboş. Tam Bahri Baba'yı öldürecekken, Poyraz ve beraberindeki 5 silahlı adam hastahaneye yetişiyor. Bu adamların her biri en az 5'er kez psikopata silah sıkıyor ve bilin bakalım ne oluyor? Hepsi polisin elinden kurtuluyor!

İçinde herhangi bir duygu kalmamış gibi gösterilen, kendi çocuğunu boğup öldürebilecek kadar katı olan mafya kadını Nevra, diğer oğlu Çınar ölünce aniden deliriyor! Delirmekle de kalmıyor; yanan arabadan yüzünün yarısı yanmış bir şekilde çıkıp Ayşegül'ü öldürüyor... Kendi gölgesinden bile korkan, Songül'ü parası için ayarlamaya çalışan öğrenci Fatih'in ne ara Songül'e deli gibi aşık olduğunu ve O'nu kaçırmaya kalkışacak kadar gözünün nasıl karardığı konusunu hiç gündeme getirmiyorum. Meltem'e  finalde neden üçüz bebek anesi rolü biçildiği ise,  bunca karmaşanın arasında kaynadı gitti zaten!

Tamam, kahramanımız Poyraz Karayel, sevgilisi Ayşegül'ün ölümünden sonra kafayı kırıp bu senaryoyu yazabilirdi, buna bir diyeceğim yok. Güzel bir final. Ama finale giden yol nedir böyle arkadaş... Detaylarda özensizlik, çekim planlarındaki saçmalıklar... Bölümün başında adamların bir ölüm halleri vardı, sanırsınız hepsi break dans ediyor!

Yönetmen ne kadar önemliymiş bu diziyle bir kez daha anladım!
Yönetmen Çağrı Lostuvalı ayrıldıktan sonra zaten dizi bir tuhaf olmaya başlamıştı. Ben en çok da yönetmen değiştikten sonra,  hızlı geçilen sahnelere ve konuşmalar gelse de görüntülerin yavaşladığı tuhaf çekimlere alışamadım. "Dzzt dzzt" diye ses efektleri vererek hareketleri hızlı çekime alıyorlar, işte o an izlediğim sahnenin bütün büyüsü bozuluyor. Sanki film değil bilgisayar oyununda gibi hissediyorum kendimi. 


Albayım sahneleri bittiğinde Poyraz Karayel zaten bitmişti!
Bu dizi, Oğuz Atay göndermeleriyle benim ve ben gibi birçok izleyicinin beğenisini toplamıştı. Tehlikeli Oyunlar romanındaki Hikmet Benol karakterinden pek çok alıntı vardı Poyraz Karayel'de. Tutunamamışlığı, anlaşılamamışlığı benziyordu Hikmet Benol'a. Hikmet'in komşusu Albayım Hüsamettin Tambay, dizide Cevher Albay olmuştu. Hikmet'in alt komşusu Nurhayat Hanım'ın oğlu Salim'e ödevini yazdırması, dizide Poyraz'ın alt komşusu İsa'nın ödevlerine yardım etmesiydi. Hatta “Üç yanı denizlerle çevrili ülkemizin...” diye başlayan tirat bile aynıydı. “Allah belanı versin Hikmet, peki albayım” cümlesi kitaptan, “Allah belanı versin Mümtaz” lafı diziden! 

Hikmet'in sorgulamaları, isyanları, bilinç akışlarına benzeyen Albay'lı, İsa'lı sahneler gerçekten de beni bu diziye bağlayan güzel unsurlardı. Üçüncü sezonda bu illüzyon tamamen yıkıldı. Poyraz evinden taşındı ve Albay senarist tarafından etkisiz hale getirildi. İşte o noktada Poyraz Karayel'in büyüsü de bozuldu. Sıradan bir mafya dizisine dönüştü. Daha çok silah, daha çok kan, bir de derin devlet girdi senaryoya. Günümüzde yaşanan “Paralel Fetö”, dizide “Girişim” adıyla yer aldı. 

Bomba patlatan, insan öldüren, acımasız Girişim, Poyraz'ın kahramanlığıyla yıkıldı ya finalde, tam bir KATARSİS etkisi oldu! Oh rahatladık hep birlikte! Paralel pardon Girişim, kahramanımız Poyraz tarafından yerle bir edildi, zaten 3-5 kişilermiş! Ülkece kurtulduk!

Oğuz Atay'ın gölgesinin gölgesi!

Oğuz Atay, romanında yarattığı dünya ile modern insanın tutunamamasını, yaşadığı çelişkileri anlatıp toplumsal sorunlara ve toplumdaki "aydın" olarak tanımlanan kişilere ayna tutarken; Oğuz Atay kahramanlarının gölgesinin gölgesi olmaktan öteye gidemeyen Poyraz Karayel, bir kurtarıcı olarak dizinin finalinde kutsandı... Hikmet Benol kendini gecekonduya kapatıp oyun yazarken, bizim Poyraz da akıl hastahenesinde bu izlediğimiz senaryoyu yazmış oldu... Kitabın sonunda Hikmet Benol'un intiharı üzerine albay Hüsamettin Bey gazeteye şikayet mektubu yazıyordu.  Bari dizide de Cevher Albay'a böyle bir paye biçseydiniz!

Tehlikeli Oyunlar için “Tutunamayanlar'ın gölgesinde kaldığı” söylenmiş. Bence Poyraz Karayel de Oğuz Atay'ın ağırlığı altında ezilerek kötü bir finalle dizi tarihinin çöplüğünde kendine yer buldu.



Son söz; izleyici beğenmediği oyuna domates atmalı mı?

Shakespeare döneminde tiyatrolarda sahneye fırlatılmak için çürük domates satılıyormuş. Rivayet odur ki Shakespeare oyunları o kadar büyülemiş ki izleyiciyi, hiçbir oyununda sahneye domates atılmamış...

Ben de izleyici olarak Poyraz Karayel'in üçüncü sezonuna ve berbat final bölümüne domates atma hakkımı buradan kullanıyorum. Zaten dün akşam Twitter, senarist Ethem Özışık'a atılan domatesler nedeniyle kıpkırmızı olmuştu...


Ülke gündemi kan revan içindeyken böyle bir yazı yazarak rahatladım, domateslerimi fırlattım hafifedim. Umarım siz de okuyunca aynı rahatlığı hissetmişsinizdir bir nebze de olsa, sevgiyle...


Devamını Oku