30 Ekim 2014 Perşembe

Elif Şafak'ın Ustam ve Ben kitabını okudum

Nihayet bitti” dediğim kitaplardan birini daha kütüphaneme kaldırdım, üzerimden bir yük kalktı sanki ne yalan söyleyeyim. Tam 23 günde bitirmişim 470 sayfalık Ustam ve Ben'i. Bence çok uzun bir süre bu! Eğer kitabı çok sevseydim, ne yapar ne eder bu süreyi mutlaka kısaltırdım, ben kendimi bilmiyor muyum. Yeter ki beni sarmalayan bir hikaye olsun, o kitap bitene kadar dünyayla ilişkimi kesecek bir yol bulurum mutlaka, dediğim gibi bu sefer öyle olmadı maalesef.

Kitabın ilk 104 sayfası, yani “Ustamdan önce” adlı bölümü keyifle okudum. Padişaha hediye olarak gönderilen Çota adlı beyaz fil ve bakıcısı filbaz Cihan Hindistan'dan yola çıktılar, İstanbul'a geldiler, saraya adapte olmaya çalıştılar, sarayda renkli tiplerle tanıştılar... Gayet akıcı, gayet sürükleyici bir hikaye dedim kendi kendime.. Çok beğenerek okuduğum "Aşk" adlı kitabından sonra yarım bıraktığım Baba ve Piç kitabı yüzünden Elif Şafak'a uzak duruyordum. İlk 104 sayfada sanki bu uzaklığımız aşılıyor gibi gelmişti; ama olmadı..



Ustam” adlı bölümde Mimar Sinan'ı anlatmaya başladı yazar. Filbaz Cihan, Sinan'ın önce çırağı, sonra da dört kalfasından biri oldu. Başlarda iyi güzel hoştu, ama sonra bir çok konu girdi hikayeye. Sinan'la köprüler, camiler yaparlarken başlarından geçen olaylar, mimariyle ilgili teknik diyebileceğim detaylar, savaşlar, Kanuni, Selim ve Murat'a kadar değişen üç padişah, bu üç padişah zamanında yaşanılan olaylara şöyle böyle değinmeler...

Yazar, bütün bu olayları anlatma telaşına düşmüşken, bence romanın heyecanını da giderek yok etmişti. Hatta arada kurgu karakter filbaz Cihan'dan bahsetmese, Sinan'la ilgili kısa kısa tarihi hikayelerin derlendiği bir kitap okuyormuşum hissine kapıldığım çok oldu ne yalan söyleyeyim. Süleymaniye Camisi yapılırken neler olmuş, Selimiye camisi yapılırken halk neye tepki göstermiş, ilk rasathane neden yıkılmış...vs. şeklinde sanki yazar Sinan'ın eserlerinin yapılışını kronojik sırayla bir yerlerden okumuş ve Cihan gibi birkaç kurgu karakteri bu olaylara eklemleyerek kitabı kotarmış duygusuna kapıldım. Yani bir bölüm bittiğinde başka bir bölüm başlarken “acaba şimdi ne olacak?” hissiyatım oluşmadı, ki bu da kitabı yavaş okumamdaki en büyük etkendir. Sürüklenmedim anlayacağınız.  Bence bu kitabın kurgusu nasıl desem, sanki biraz yavan kalmıştı. Sonlara doğru olaylar hızlanır gibi oldu, Sinan'ın inşaatlarında oluşan kazaları kimin yaptığının izini sürdük biraz ama son elli sayfada “bir kitap bu kadar da uzatılmaz ki!” diye düşünerek “artık bitse de rahatlasam” dedim kendi kendime..

Mimar Sinan öldü, sonra filbaz Cihan'ı oradan oraya sürüklemeye devam etti yazar, hatta en sonunda Hindistan'daki Tac Mahal'in inşaatına bile tanık ettirince ben “yok artık!” moduna girmiştim çoktan..

Ortada bir emek var, saygı duymak lazım neticede. Elif Şafak, kitabı 3 yılda yazdığını, bir çok ön hazırlık yaptığını söylüyor. Dili de gerçekten çok güzel, çok akıcı.. Elif Şafak'tan özür dileyerek söylüyorum, ne yazık ki hikaye çarpıcı olmamış bence, dediğim gibi çoğu zaman bir roman okuduğumu unutarak Mimar Sinan eserlerinin hikayesini okuyor gibi hissettirdi bana. Aşk öyle miydi, elimden düşürmeden bir solukta okumuştum!



Romanda yok yoktu aslında. Osmanlı sarayından kesitler, padişahların çocuklarını öldürtmeleri, valide sultanların hırsları, hadım ağaların yaşamı, saray sofralarında yenilen yemekler, savaşlar, çingenelerin yaşamlarından kesitler, Sinan'ın ne kadar iyi bir mimar olduğu, saraydaki hayvanat bahçesi, hatta aşk... Evet bizim filbaz Cihan, Mihrimah Sultan'a aşıktı... Ama bütün bu saydıklarım derinlemesine incelenmemiş, arka fon olarak öylesine değinilmiş konulardı.

Elif Şafak hayranları mutlaka benden daha çok beğenecektir kitabı, bense zaman zaman romanın içindeki bağımsız hikayelerin etkisine kapılsam da, mutlaka okunmalı listeme alamadım bu kitabı diyorum..

Bakalım sırada hangi kitap olacak?

Bugünlük benden bu kadar, okumalarımız hiç bitmesin diyor ve gidiyorum.




Devamını Oku

23 Ekim 2014 Perşembe

#BUM14 BLOG OSCAR ÖDÜLLERİNDE OY İSTİYORUM :)

İşte biz blogger'lar için yılın en heyecanLı zamanı geldi çattı yine.

Blog yazarlarını yalnız bırakmayan Hürriyet Bumerang, bu sene de geleneksel yarışmayı başlattı.
Blog dünyasının Oscar'ıdır bu ödüller, bilen bilir..

 "En Çalışkan Blog" kategorisinde aday oldum ben de. Oylarınıza talibim.
Çalışkan bir blog yazarı mıyım?
Eh fena sayılmam hani..
Haftada en az 1, bazen 3 yazı yazıyorum, yazılarım uzun uzun oluyor, detaylı araştırmalar yapıyorum yazmadan önce, görselleri titizlikle arıyorum. Takip edenleriniz bilir, söylemişimdir, yazı yazmak için sabahın erken saatlerinde kalkıyorum..
Yani demem o ki, oylarınızı bana verirseniz boşa gitmezler, çalışkanım ben ☺♥


Şimdi efendim,  sözün özü naçizane oylarınıza talibim..

OYLAMA İŞLEMİ ÇOK BASİT! 



Yukarıdaki resme tıklıyorsunuz, karşınıza gelen ekrana cep telefon numaranızı yazıyorsunuz. Sonra da cep telefonunuza gelen doğrulama kodunu oylama ekranına yazıyorsunuz. Hepsi bu kadar! 

OYLAMA İÇİN ÜCRET ÖDEMİYORSUNUZ!

CEP TELEFON NUMARANIZ,
HÜRRİYET GAZETESİ GÜVENCESİNDE

3.KİŞİLERLE PAYLAŞILMIYOR!

Bakalım Evdeyazar, ne kadar çalışkan bir blogmuş, hep birlikte göreceğiz..

Oylarınız için şimdiden teşekkürler:)
Devamını Oku

Yeni Doritos Reklamını Sen Çek, 1 Milyon Dolar Kazanma Şansını Yakala!

2007 yılında Doritos, ABD’deki hayranlarını Amerikan Futbol Ligi’nin sezon finali olan Super Bowl sırasında yayınlanmak üzere kendi Doritos reklam filmlerini çekmeye ve göndermeye davet ederek, kendi Super Bowl fenomenini yarattı. Bu reklamlar, yapan kişinin çektiği şekliyle aynen yayınlandı ve Super Bowl sırasında yayınlanan, tüketicilerin yarattığı ilk reklam filmleri oldu!
Doritos, bu muhteşem organizasyonla sevenlerini 1 Milyon Dolar kazanma şansı ve bunun yanı sıra 1 sene boyunca  Hollywood’daki Universal Pictures Stüdyoları’nda Elizabeth Banks gibi yıldızlarla çalışma fırsatı yakalamaya çağırıyor.
Unutulmaz Deneyim 
Bu yıl 9. kez düzenlenen Doritos Crash the Super Bowl’u kazananlar, büyük ödül olarak milyonlarca dolar para ödülü ve hayatlarının sonraki aşamalarında da farklı iş teklifleri aldılar. Örneğin; kendi yaptığı “Fashionista Daddy” reklamıyla 2013 yılında Crash the Super Bowl yarışmasında büyük ödülü kazanan Mark Freiburger, “Transformers 4”ün setinde yönetmen Michael Bay ile birlikte çalışma fırsatı elde etti. Mark, bugün büyük bir yetenek ajansı tarafından temsil ediliyor ve Universal ile FOX gibi dünya çapındaki stüdyoların film projelerinde yer alıyor.
Katılma Sırası Sende
Siz de hazırlayacağınız 30 saniyelik reklam filmini  (sözlü ise İngilizce) www.doritos.com.tr ‘de belirtilen teknik özelliklerle hazırlayıp tüm dünyanın beğenisine sunmak için 9 Kasım 2014’e kadar reklam filminizi çekip, rüya gibi bir iş ve 1 Milyon Dolar sahibi olmak için geri saymaya başlayabilirsiniz!
Katılım koşulları ve tüm detaylar için www.doritos.com.tr’yi ziyaret edebilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

22 Ekim 2014 Çarşamba

Cem Yılmaz yine haklı!

Çok erken kalkarım, erkenden kahvaltı ederken de televizyondaki haberlere bakarım. Dün yine İrfan Değirmencioğlu ile sabah haberlerini izliyordum, bir tweet üzerine dedi ki:
- Farkında mısınız, Türkiye'de en çok kullanılan cümle “Hakkımı istiyorum!”

Bu lafın üzerine aklıma Cem Yılmaz geldi. Cem Yılmaz geçenlerde gösterisi için Amerika'ya gittiğinde kendisiyle söyleşi yapan gazeteciler sormuş:

“Kendinizi Türkiye'de özgür hissediyor musunuz?”

Cem Yılmaz yanıt vermiş:

“Elbette hissetmiyorum, insan doğal haliyle özgür hissetmeli. Bunun için illa kahramanlık yapmasına gerek kalmamalı. Senin doğal hakkın olmalı... Nedir lan, savaş şartlarındaki gibi devamlı mücadeleyle hak elde etme meselesi? Bana hiç medeni gelmiyor!”

Düşündüm de, Cem Yılmaz bu sefer de haklı; tamam çok dinamik bir ülkede yaşıyoruz ama yoruyor be arkadaş! Her konuda ama her konuda mücadele etmek zorunda kalmak ne büyük stres! İyiliğimiz için birileri bir şeyler yapıyor, biz de o iyilikten(!) kurtulmak için mücadele etmek zorunda kalıyoruz! Mücadele derken de, tahmin ettiğiniz gibi sert olanından bahsediyorum; yani taşlı, sopalı, kavgalı, sloganlı, mitingli, eylemli, coplu, tomalı, gazlı, tutuklamalı, hapisli... olanından!



Bir tek biz değiliz elbette, batılılar mücadele etmiyor mu?

İsviçre'de yaşayan bir arkadaşım var, O anlatmıştı. İsviçre'de her şey için 3 ayda bir referandum yapılırmış, onlar da mücadele ediyor işte kendi çaplarında! Doğrudan demokrasinin mekanizmalarını çalıştırıyorlar. Yasa değişikliği, ülke bütçesi veya 100 bin imzayı aşan herhangi bir konuda İsviçreliler ülke çapında referanduma giderlermiş. Aramızdaki medeniyet farkının Alp Dağları'nı aştığını bilmem söylememe gerek var mı? Adamlar mesela 2012 yılında yıllık izin süresinin 4 haftadan 6 haftaya çıkarılmasını oylamışlar. Arkadaşım o yıl izne geldiğinde bu konudan bahsederken şöyle yorum yapmıştı:

“Bu İsviçreliler bir tuhaf insanlar, hayatta kabul etmezler bu yasayı. 6 hafta izin yapılırsa ülkemizin ekonomisi bozulur.” derler demişti. Ben çok şaşırmıştım, algılarım bizim ükenin standartlarına göre kalibre olmuş demek ki.. Nitekim o sene yıllık izin referandumu sonucunda seçmenlerin üçte ikisi yasaya red oyu vermiş. Buyurun haberi de burada:

Bizde ise istersen 20 sene çalış, ama son iş yerinde bir yılı doldurmadan izne çıkamazsın gibi bir saçmalık var! Son işyerinde beş seneni doldurmadan çıkacağın izin sadece 15 gün, onu da kesintisiz kullanamazsın! Hafta hafta, hatta gün gün verirler izni. Bir işyerinde 5 sene çalışmaksa senin şansına kalmış, ya iş yeri batar, ya zam yapmazlar ayrılmak zorunda kalırsın, ya da işveren senin yerine akrabasını işe alacağı için seni işten atar. 
Adamlar zaten 4 hafta izin yapıyor, zaten esnek çalışabiliyorlar, zaten bir sürü tatilleri var, yani izne doymuşlar demek ki “6 hafta izin ülke ekonomisine zarar” deme noktasına gelmişler.
 Aranızda özel sektörde çalışıp da 4 hafta kesintisiz izin yapan var mı Allasen? 4 hafta izin yapsak, geldiğimizde masamızda başkasını görme olasılığımız %90 bence, çünkü yokluğumuzda kim bilir nasıl dedi kodumuz yapılır, kim bilir nasıl gaza gelir işveren, bizden ucuza çalışacak işsiz çoook!



Adamlar aşmışlar, asgari ücretin olmadığı ülkelerinde mesela geçenlerde asgari ücret 4500 dolar olsun mu konusunda oylama yapmışlar, zaten ülkede çalışanların %90'ı 4000 dolar üzerinde para kazandığı için bu yasayı kabul etmemiş halk. Aynı referandumda 3.4 milyar dolar tutarında savaş uçağı alınsın mı sorusuna ise ülkenin %53'ü “hayır” demiş, zaten son 200 senedir savaş yapmadıkları için böyle bir harcamayı kabul etmemişler. Şaka ya da masal gibi geliyor kulağa değil mi?
İsviçre'de yaşayan arkadaşım, İsviçre o kadar kuralların olduğu, o kadar düzenli bir ülke ki, insanın canı sıkılıyor rutinlikten diyor. Adamların derdine bakar mısınız?

Bizdeki rutin güne bakalım bir de:


Dün yine Validebağ Korusu'na sabah sabah iş makineleri girmiş, ağaçları kesmeye çalışmışlar, mahalleli koştura koştura koruya inşaat yapılmasın diye hak arama mücadelesi yapıyor. Polis elbette baş aktör. Karadeniz'in yeşilliklerine, şırıl şırıl derelerine kıyıp HES yapmaya çalışanlar var, yöre halkı kendi çaplarında “dere bizim hakkımız, yeşilimizi soldurmayız” mücadelesi veriyor. Polis tabii ki yine baş aktör. İsviçre'de her mahallede bedava kreşten liseye kadar her türlü okul varken bizde de çocuklar evlerinden 20 kilometre uzaktaki okula zorla kayıt ettiriliyor, o okul olmazsa yakında İmam Hatip var, olmadı özel okul özgürlüğünü(!) alternatif olarak sunuyorlar. Zavallı aileler mücadele etmek zorunda kalıyor. Polis elbette yakınlarda yine.. Binlerce genç, öğretmen olarak mezun olmuş atama beklerken, devlet Bangladeş'ten ucuz eleman getirme yasaları çıkarmaya hazırlanıyor, öğretmenler sokaklarda mücadele etmek zorunda... Polisi sormayın bile!
Devlet güya teknolojiye ayak uyduracak diye 1 liraya mâl ettiği çipli kimliği edilen mücadeleler sonucunda, 18 liraya düşmüş haliyle(!) vatandaşına satmaya çalışıyor...


Daha sayayım mı? Sabah sabah gaza gelip yollara dökülür mücadeye falan kalkışırsınız maazallah, başınıza bir hal falan gelir, en iyisi susayım ben..

Bütün bunlardan sonra “hak verilmez alınır” saçmalığına inanmamı nasıl beklersiniz benden!
Hak hakkımdır arkadaş, niye almak için sinir stres olayım ki, hem kimsiniz ki siz bana haklarımı lütfederek sadaka gibi veriyorsunuz?

Bugün “çav bella” modundayım netekim.. Ama sokağa çıkıp da hak mücadelesi yapacak halim de yok ne yalan söyleyeyim, mücadele yapmak da istemiyorum zaten, Cem Yılmaz'ın dediği gibi bana da medeni gelmiyor bu yöntemler!

Sevgiyle efendim, yönetenle yönetilen arasındaki bütün sınırların sevgiyle yok olması dileğiyle hatta, uçuk kaçık ütopyamla elveda diyorum bugün...













Devamını Oku

20 Ekim 2014 Pazartesi

Her şey bizim iyiliğimiz için!

Dün Kurt Seyt ve Shura'yı seyrederken düşündüm, insan hayatında başkalarının ne kadar çok etkisi oluyor farkında mısınız?

Misal bu Kurt Seyt ve Shura hikayesinde kahramanlarımız birbirlerine deli gibi aşık ve fakat bir türlü kavuşamıyorlar. Neden?


Öncelikle Seyt'in babası oğlunun Shura gibi bir Rus'la evlenmesine izin vermiyor, diyor ki,

“Rus hanımlarla gezip tozup eğlenirsin, buna bir lafım yok. Ama bir Türk kızıyla evlenip soyumuzu sürdürmen lazım, öbür türlü hakkımı helal etmem.”

Buyur burdan yak şimdi!

Bir baba, güya oğlunun iyiliğini düşünüyor ve onun aşkına engel oluyor. Gerekçe ne? Gerekçe şovenist milliyetçi, hatta ırkçı düşünceler! Üzerine bir de hak helal etmeme mevzusu gelince sonuç ortada: Bir kişinin hayatı zindan! Çünkü baba, ne derse yapılmalıdır!


Birisinin iyiliğini (!) düşünerek onun adına karar vermeye bayıldığımız yetmezmiş gibi, bir de her duyduğumuza inanma gibi huylarımız da var:

O sana uygun değil!” diyor mesela birisi, inanıyoruz, ya da ortada hiçbir şey yokken sırf hasedinden dost sandığımız hem cinsimiz:
Seninkini bir kadınla görmüşler geçenlerde, seni aldatıyor olmasın!” diyor, bu zehirli yemi havada karada kapıp gereksiz kıskançlık krizlerine girerek gül gibi giden ilişkimizi mahvedebiliyoruz.

Şimdiki kuşaklar biraz daha uyanıklar ama, şu da bir gerçek ki kendimize güvenimiz olmadan yetiştiriliyoruz.. O kadar güvensiziz ki, kendimiz fikir üretemiyoruz, dik duramıyoruz, kendimizi savunamıyoruz.

Özgür irademiz yok bizim, biz derken bizim toplumu, daha doğrusu doğu toplumlarının çoğunu kast ediyorum.

Töre, namus gibi kavramların ön planda olduğu filmleri izlerken hep aklıma gelir. Bu filmi bir batılı izlese anlayamaz derim, ne kadar saçma bulur diye düşünürüm. Düşünsenize klasik hikayeyi!

"..Baba zorla kızını birisi ile evlendirmeye kalkar, hatta bunun için para alır, o kız o hiç sevmediği adamla evlenir, çocukları olur ama o adamı hala sevmez, sonra o çocuklar da sevgisiz bir ortamda büyür ve sonrasında kısır döngü devam edip gider, ta ki bir yerde zincir kırılıp vicdanlı bir aile büyüğü kızının sevdiği ile evlenmesine razı olana kadar!"
 Gel de bunu bir batılıya, mesela İsviçreliye, mesela Hollandalıya anlat! Onların anlamakta zorlanacağı bu durumu biz kanıksamışız, ne acı değil mi...



Yazının başında dedim ya, insan hayatında başkalarının ne kadar çok etkisi oluyor diye..

Sadece ikili ilişkilerde mi, her şeyde ve her yerde bu böyle. Hep birileri bizim iyiliğimizi(!) düşünerek kararlar alıyor ve hep biz bu iyiliğimizi isteyen kararlar yüzünden mutsuz zamanlar geçiriyoruz. Çok derin bir mevzu bu, girdik mi çıkamayız içinden ama yine de biraz örnekleyelim.

 Mesela "temsili demokrasi" denilen sistem! Meclisteki dört yüz küsur vekil güya bizim iyiliğimiz için içtiğimiz suya zam yapma kararı alıyor mesela, bizim iyiliğimiz için 140 karakterlik tweet nedeniyle insanları hapse atacak yasalar çıkartabiliyorlar!Teoride bizim iyiliğimiz için, ama pratikte kendilerinin oturacağı milyon dolarlık saraylar yaptırıyorlar, bizim iyiliğimiz için kendileri lüks içinde yaşayıp ayda 17-25 bin lira maaş alırken, yine bizim iyiliğimiz için asgari ücreti 800 TL gibi en asgari düzeyde tutabiliyorlar! Hepsi bizim iyiliğimiz için, para karşılığı kızını sevmediği adama satan baba da kızının iyiliğini düşünüyor, “o adam sana göre değil” diyen haset kadın da arkadaşının(!) iyiliğini düşünüyor; tıpkı mecliste kendi maaşlarına %20 zam yaparken işçiye emekliye % 3 zammı reva gören vekillerin hepimizin iyiliğini düşündüğü gibi...




Uzar gider bu konu, sırf bizim iyiliğimiz için bütün bunlar, çünkü biz ne sevdiğimiz kişiyi seçebilecek kadar düşünebiliyoruz, ne de bizim iyiliğimiz için kararlar alan devlet mekanizmasına aklımız eriyor!

Kendi hayatlarımızda olup bitenlerin farkında olmadığımız yetmezmiş gibi, bir de dizi izlerken akıl vermeye kalkıyoruz:

“- Ah be Shura niye inanıyorsun ki Petro'ya, O senin iyiliğini istemiyor, niye gidip kendin sormuyorsun ki Seyt'e seni aldatmış mı diye” diye dizlerimizi dövüyoruz mesela..

Tuhafız vesselam! En iyisi susayım ve gideyim ben...

..............................


Kendi iyiliğinizi kendiniz düşüneceğiniz bir gün dileyerek ayrılıyorum bugün de aranızdan, sevgiyle...




Devamını Oku

18 Ekim 2014 Cumartesi

Yine mimlendim, yine eğlendim :)

Sevgili Kayb-ı Kelam ve Jaleceanne beni mimlemişler, eksik olmasınlar. Kendilerine teşekkür ediyorum bu eğlenceli aktivite için. Gerçi ben, blog mimleri konusunda pek beklenen cevapları veremiyorum maalesef; bu sefer de öyle oldu, sorulara cevap vermekten çok sorularla konuşmayı tercih ettim yine.. İçimden geldiği gibi yani..

Umarım sıkılmazsınız diyelim ve başlayalım o halde.

Bakalım sorular neymiş?



Bu aralar hayatında neler oluyor, seni nasıl etkiliyor bu olaylar?
Sevmedim ben bu soruyu, yani yazdım sildim, yazdım sildim, istediğim gibi yanıtlayamadım ve anladım ki soruyu sevmemişim. Nasıl desem, uzun süredir görmediğiniz biri ile sokakta karşılaşırsınız da hani size sorar ya:

  • Eee, daha daha ne var ne yok? Hayatın nasıl gidiyor?
Öylesine sormuştur belli ki, cevap vermek istemezsiniz ya, geçiştirirsiniz hani:

  • Ne olsun işte, bildiğin gibi iş, güç...
Böyle dersiniz genelde, içinizden fazlası gelmez, çünkü soru çok geneldir. İnsan bir çırpıda nasıl cevap verir ki böyle bir soruya.. Belki de en önemsediği şeyi söyler, ya da aklına ilk geleni, ki zaten akla ilk gelen o an için hayatı da etkileyen ana mevzudur.

Böyle bir soruyla karşılaşınca afalladım birden, neler oluyor hayatımda acaba dedim kendi kendime. Belirli bir konu başlığı gelmedi aklıma, demek ki hayatımda güzel dengeler var diye düşündüm sonra. Ondan bundan şundan karınca kararınca.. Ee böyle olunca da insan yere sağlam basıyor demek ki, etkilenmiyor.

(Mim soruları hazırlayan kişi benim bu yanıtımı görse kimbilir ne düşünürdü, amma da abartmış, yazsaydı ya bu aralar saçlarımı kestirdiğim için kulaklarım üşüyor, ya da ne bileyim işte “makul şüpheli” yasası çıktı, kendimden şüphelenir oldum... Neymiş de soru çok genelmiş, bu blogger insanları içinde ne uyumsuz, kıl kuyruk tipler var kardeşim derdi kesin)

    Hayatın senin için ne kadar önem arz ediyor ?
Politikacıların iğrenç suratlarını görmek istemeyecek kadar önemsiyorum hayatımı desem, kendim hakkında hafif bir kıskançlık, haset ya da olumsuz düşüncesini yakaladığım insanlardan uzaklaşma kararı alacak kadar kendimi ve hayatımı seviyorum desem, önce huzurumu düşünüyorum desem, istemediğim şeyler talep eden insanların da üzerini çiziyorum desem, acaba hayatımın benim için ne kadar önem arz ettiğini yeterince ifade etmiş olur muyum? Yoksa bencilmiş bu evde yazan kişi mi dersiniz?
(Sahi bu soruları hazırlayan insan hakkında şüpheler oluşmaya başladı bende, mim görüntüsünde bir komplonun içine mi düştüm yoksa?)



    Kendini bir kenara çekip, hiç düşündüğün oldu mu ?
Mim değil sanki polis sorgusu gibi devam ediyor sorular, şaşırmaya ve afallamaya devam ediyorum... Bir dakika ne oluyor, kendimi bir kenara çekmek de ne demek? Ben şiddetten ve baskıdan nefret eden bir insanım, niye kendimi bir kenara çekip azarlayayım ki? Kendimi duvar kenarına çekip “hmmm, bak böyle yapmaya devam edersen görürsün gününü!” dememi istiyor soru soran kişi. Ya ben gerçekten bu mimin ana kaynağını çok merak etmeye başladım, bir faşizm kokusu geliyor burnuma bu sorularda ama, neyse bakalım devamında neler olacak..

Nefret duyduğun bir alışkanlığın var mı ?

Yine yanlış sözcükler ve yine negatif bir soru.. Bir kere insan kendisinden veya alışkanlıklarından nefret etmemeli zannımca.. Sanki soruları hazırlayanlar dış mihraklarmış da psikolojimizi bozmak gibi bir amaçları varmış gibi hissettim birden..
Hayır dış mihrak, sen böyle tuzak sorularla benim iç dengelerimi bozamazsın!
Bütün alışkalıklarımı seviyorum, hatta hayranım onlara oldu mu şimdi..
Günah çıkarma odasına döndü zaten bu mim ...

    5. Bu hafta içinde neler yaşadın ?
    Bak işte yine başa döndük. Bu aralar hayatında neler oluyor sorusuna geldik yani. Cidden bir şey yok öyle anlatılabilecek kıvamda, hem olduysa da zaten blogumda anatmışımdır. Soğuk soğuk terler dökmeye başladım, yoksa “makul şüpheli” mi seçildim?

    Hayat ...
Bunu bir soru olarak algılamadım, evet hayat ve üç nokta... Next...



    Son zamanlarda bir değişikliğe uğradığını düşünüyor musun ?
Nasıl yani, öyle mi düşünmem gerekiyor yoksa? Sanırım dış mihraklar bizi mutasyona uğratacak bir biyolojik bomba attılar, mim görüntüsündeki sorularla üzerimizde bilimsel analiz yapıyorlar..
Yoksa ben “makul şüpheli” miyim? Seçildim mi? Ama abiler ablalar, oto sansürüm çok kuvvetlidir benim...

    Hayattan beklentilerin neler ?
    Mutluluk, sevgi, huzur..
    Dış mihrak kardeş, cidden içimden gelen bu üç sözcük, inan ki en kalbî duygularım bunlar..

Sorular bitti mi?
Ohh, rahatladım birden, anladım ki sorguya çekilmek zor iş.. Bu mim sayesinde “makul şüpheli” kurbanlarla hemhâl oldum, anladım ki özgürlük gibisi yok..

Sevgi ve saygıyla efendim, ben eğlenerek yanıtladım soruları, umarım siz de beğendiniz. Mimlenmek isteyen herkes bu sorulara yanıt verebilir, ben şahsen sizi mimleyip sıkıntıya sokmayayım şimdi..

İyi hafta sonları..


Devamını Oku

15 Ekim 2014 Çarşamba

Jose Saramago ve Kopyalanmış Adam

Saramago'nun Körlük kitabını bir solukta okuduğumda allak bullak olmuştum. Hem yazarın sadece nokta ve virgül kullanarak bazen bir cümleyi bir sayfa boyunca uzatmasına, hem kurguya, hem de alt metinde anlatılan hikayeye hayranlıktı yaşadığım şey. Körlük biter bitmez gidip Görmek kitabını almıştım, Körlük kadar olmasa da yine etkileyici ve çarpıcı bir hikayeydi okuduğum. Yazarın ilk romanı olmasına rağmen öldükten sonra yayınlanan “Çatıdaki Pencere”yi aldım sonra. İlk iki kitapta beklentim iyice üst seviyeye çıktığı için sevemedim bir türlü ne yalan söyleyeyim, Saramago'ya saygımdan zorlana zorlana bitirdim. Hani damağınızdaki lezzeti bozan bir şeyden sonra bir süre ağzınıza benzer bir tat almak istemezsiniz ya, o hesap ara verdim bir süre Saramago'ya. Geçenlerde babil.com'da Saramago kitapları haftası indirimini görünce dayanamadım yine, üç kitabını daha aldım. Bunların ilki olan Kopyalanmış Adam'ı sanki eski bir dostuma uzunca bir aradan sonra yeniden kavuşuyormuşcasına okumaya başladım.



1998'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan ve benim en sevdiğim yazarlar arasında kendisine sağlam  bir yer edinmiş olan Jose Saramago'nun romanları hep bir cümlelik olay ile başlıyor, öyle çarpıcı bir cümle ki o, peşinden yüzlercesi dökülüyor sonrasında.


Mesela Körlük'de araba kullanırken bir adam aniden kör oluyor ve bu körlük bir salgın şeklinde hızla yayılıyor...
Görmek'de seçim günü sabahleyin çoğunluk oy atmaya gitmiyor, sandıklar açıldığında ise oyların %83 ünün boş olduğu görülüyor...


Her iki kitapta da kahramanların adı yok, ülkelerin adı yok, dolayısıyla okuyucu istediği gibi çalıştırabiliyor hayal gücünü. Müthiş bir keyifti benim için her iki kitap da. Dediğim gibi Çatıdaki Pencere'yi saymıyorum.


Kopyalanmış Adam da böyle çarpıcı bir cümlenin peşinden gidiyor.

Kendi halindeki tarih öğretmenine arkadaşı bir gün ”Arayan Bulur” adında bir film verir. Filmi izlerken figüranlardan birinin kendisinin tıpkısının aynısı olduğunu fark eder öğretmen ve öykü başlar...

Dürüstçe söylemek gerekirse çok zor okunan bir kitaptı benim için. Yaklaşık 5 haftada ancak bitirebildim ve bu gerçekten de çok uzun bir süre.. Kitabın ilk 200 sayfası çok ağır aksak gitti. Kahramanımız Tertuliano Maximo Afonso da yavaş bir adamdı sağ olsun. Ne yapacağını düşündü, yavaş yavaş harekete geçti, sağduyusu sık sık devreye girdi. Yazar araya girdi, cümleler de bazen bir tam sayfa uzunluğunda olunca akşamları yatakta okurken abartmıyorum iki sayfa okuyup uykuya daldığım çok oldu. Fena bir okuyucu değilim aslında ama dedim ya zorlandım okurken. Ama kitabın acayip bir büyüsü de vardı, zorlandığım halde yine de yarım bırakamadım, iyi ki de bırakmamışım. Son 50 sayfada olaylar birden hızlanmaya başladı, bu sefer de tam ısınmışken kitap bitiyor diye üzüldüm açıkçası. Hiç beklemediğim bir anda sürpriz bir gelişme ile sonlandı hikaye, şaşkına döndüm desem yeridir..
Okuyucusuna resmen sabır testi uygulayan, ilk 200 sayfada sabredeni sonrasında heyecanlı olaylar örgüsü ile ödüllendiren bir kitap bu.


Jose Saramago'yu çok seviyorum ben, virgülle ayırarak yarım sayfada noktaladığı cümlelerini, olayların arasına girerek zaman zaman karakterleriyle dalga geçmesini, politik duruşunu, çok değişik konuları ele alışını.. 


Körlük kitabını herkese tavsiye edebilirim. Kopyalanmış Adam'ı ise iyi okuyuculara tavsiye ediyorum. Okuma konusunda kendi kendine meydan okuyanlar, sabırlıyım ben diyenler bu müthiş okuma deneyimini kaçırmasınlar bence.


Bugünlük de benden bu kadar, sevgiler efendim, kimse kitapsız kalmasın...









Devamını Oku

12 Ekim 2014 Pazar

Kadıköy Belediyesi ve Murat Ertürk Hoca'dan müthiş hizmet!

Hafif kilo alsanız ne yaparsınız?

Hemen diyete başlarsınız, diyet yetmez biraz da spor yapmak lazım dersiniz değil mi? Maddi imkanlarınızı zorlarsınız; evinizin yakınlarındaki pilates, yoga, kardiyo, zumba...vs. gibi kursları araştırır, artık ne canınız çekiyorsa ona başlar, kendinizi iyi hissedene kadar egzersiz yaparsınız. Sonra da Facebook sayfanızda “öncesi-sonrası” diye nitelendirdiğiniz fotoğraflarınızı paylaşarak dosta düşmana nasıl zayıflayıp forma girdiğinizi anlatırsınız. İşin en eğlenceli kısmı da burasıdır aslında; başarı duygusunun verdiği tatmin, paylaşıldığında daha da katlanan başarı duygusu..

Belediyenin engelliler için  yaptığı pırıl pırıl salon..




Diyelim ki salon sporlarına gidecek vaktiniz ya da paranız yok, o zaman da geçirirsiniz spor ayakkabılarınızı ayağınıza, yürürsünüz, koşarsınız, bisiklete binersiniz, elbette yapacak bir şey bulursunuz. Olmadı açarsınız Youtube videolarını, başlarsınız evinizde egzersiz yapmaya..

Eğer bütün bu saydıklarımın hiçbirini yapmıyorsanız da o sizin ayıbınız ne diyebilirim ki ben sizin bu tembelliğinize! Belki yazının sonunda tembeliğinizden utanadabilirsiniz o ayrı konu..



Şimdi kendinizi unutun. Tekerlekli sandalyede olduğunuzu, ya da ortopedik başka bir engelinizin olduğunu düşünün; hafif kilo aldınız ve sağlığınız için spor yapmanız lazım, ne yaparsınız?

Maddi imkanlarınız varsa özel hoca tutarsınız, evde egzersiz yaparsınız. Peki maddi imkanlarınız yoksa ne yaparsınız?

Murat Ertürk ve güler yüzlü ekibi iş başında!

İşte tam da bu noktada sosyal devlet anlayışını benimsemiş modern belediyeler ve de gönüllü güzel insanlar devreye giriyor. Kadıköy Belediyesi Engelli Merkezi örnek bir belediyecilik anlayışına, bütün ekibiyle birlikte engellilere pilates dersi veren Türkiye Master Trainer Murat Ertürk de bu güzel insanlara verilecek güzel örnekler. Keşke bütün belediyelerin aynı hizmeti verdiğini söyleyebilseydim burada, keşke spor eğitmenlerinin hepsinin engellilere Murat hoca ve ekibi gibi yaklaştığını müjdeleseydim...

Spor yapmak mutluluktur!

Olsun, bu yazıyı belki birileri okur, belki birileri ilham alır, belki onlar da uygular diye umut ediyorum. Siz anlıyorsunuz benim ne demek istediğimi ve biliyorum ki bu önemli konunun duyurulmasında, gündeme getirilmesinde hepiniz birer gönüllü elçiler olacaksınız.

Evet olaya dönelim tekrar:

Hayatlarında belki de ilk kez spor yapma şansını yakalayan engelli grupları, Murat Ertürk ve ekibindeki güler yüzlü eğitmenler eşliğinde kendilerini Kadıköy Engelli Merkezi'nde haftada bir kez mutlu hissediyorlar. Üstelik ilk kez Kadıköy Belediyesi'nde uygulamaya konulan, (başka örneği sanırım yok) engelli taksi ile kursiyerler her cumartesi Haldun Taner Tiyatrosu'nun önünden saat 13:30'da ücretsiz olarak alınıyor ve kurs bitiminde yine aynı araç ile aynı noktaya bırakılıyorlar. Bu bence müthiş bir hizmet, emeği geçen herkesi içtenlikle ayrı ayrı tebrik etmek istiyorum.


Belki çok etkilenmediniz bu haberden,  engelli bir insanın hayatında ilk defa eline top alıp havaya atmasındaki coşkuyu, engelli bir insanın hayatında ilk defa spor yapma mutluluğunu hissetmeniz çok da kolay değil zaten. Ama deneyin, hayal edin, empati kurun, hemhâl olmaya çalışın; belki o zaman bu olayın önemini daha iyi anlayacaksınız..



Üç grupta yapılıyor çalışmalar,

-Bedensel engelliler için pilates ve esneklik çalışmaları.
-Görme engelliler için kinestetik duyu beceri egzersizleri.
-Zihinsel engelliler için de bilişsel gelişim eğitimleri.


Belki bu yazıyı okuyan siz, İstanbul'da oturan bir engellisiniz; belki yakınlarınız, belki komşularınız engelli. Duyurun, paylaşın, bu şahane etkinlikten ihtiyacı olanlar faydalansınlar, sonra da Facebook sayfalarında belki de hayatlarında ilk kez şöyle bir paylaşım yapsınlar: 







Kayıt ve başvuru için (0216) 337 21 21 numaralı hattı kullanabilir veya merkezi ziyaret edebilirsiniz.


Kadıköy Belediyesi Engelli Merkezi:
Koşuyolu Caddesi Mahmut Yesari Sok. No: 84



Mutlu olmak herkesin hakkı ( slogan gibi oldu)


Sevgiyle...



Devamını Oku

10 Ekim 2014 Cuma

Gölgelerin gücü adına!

Bir iç ritim tutturmuş kendi halimde takılıyordum. Kitabımı okuyor, politikacıların o kara yüzlerini gördüğümde tv izliyorsam kanalı değiştiriyor, internette isem sayfayı kapatıyor, gazeteleri de sadece hafta sonlarında okuyordum. Günlük hayatın kaotik haberleri konusunda azıcık cahil kalıyordum gerçi ama, böyle bir arınmaya ihtiyacım vardı gerçekten de. Yakın zamanlarda yaşadığımız kavgalı gürültülü politik süreçlerden sonra ruhumu dinlendirmeliydim normale dönmek için...

Keyfim de yerindeydi hem, mahalledeki ve semtteki sanatsal faaliyetleri takip etmeye başlamıştım.Tek derdim, bu seneki tiyatro sezonunu kaçırmamak, yeni filmlerden mutlaka izlemek, ayda en az iki kitap bitirmek, bloga daha çok yazı yazmaktı. Hatta abartmış, mümkünse ünlü bir yazarın verdiği “yaratıcı yazarlık kursu” bulup katılmayı bile düşünmeye başlamıştım. Yani işte büyük şehirde yaşayıp da kendi çapında “entel takılan” herkes gibi ben de bir şeyler yapma derdindeydim, kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi...




Ben tam böyle bir döngünün içine girmiş mutlu mesut yaşamımı sürdürürken yine çıktılar sahneye!

Bu sefer dehşet saçarak geldiler hem! Sanki insan değildiler; elleri, kolları, beyinleri, yürekleri her yerleri kana bulanmıştı. Doymamışlardı lakin, sağa sola saldırmaya başlamışlardı. Gerilim filmlerinde dünyayı istila eden yaratıklar olur ya, aynı onlar gibiydiler işte! Sivri dişleri, korkunç gözleri, dev cüsseleri, yeşile çalan ten renkleri yoktu ama türlü türü silahları vardı. “İktidar hırsı” denilen zehirli iksiri içmişler, bu iksir gözlerini döndürmüş, önlerine geleni yakıp yıkıyorlardı, daha da kötüsü acımasızca öldürüyorlardı...



Kimdi bunlar, amaçları neydi?


Hiç önemi yoktu gerçekten de kim olduklarının. Hepsi ucubeydi, kimi dini bahane ederek, kimi etnisiteyi bahane ederek, kimi felsefe teorilerini bahane ederek, kimi tarihi saptırarak, kimi ise ağlak hikayeler uydurarak kendilerini savunmaya çalışıyorlardı.Oysa hepsi aynıydı gözümde. Paraya ve güce tapan, egolarının sivriliğinden neredeyse gökleri delecek kadar megalomanlığa bulaşmış, psikiyatrist incelemesine tabi olsalar hepsinin beyinlerinde ağır kimyasal hasarlar tespit edilmesi muhtemel, insan görünümlü ama kalpleri olmadığı için insanla alakası olmayan yaratıklardı.
...................................




Di”li geçmiş zamanla anlatmaya devam etmeyi ne kadar çok isterdim bir bilseniz! 

Ama işte bu gözü dönmüş canavarlar şu an her yerdeler maalesef. Yaşamımızı gasp etmeye çalışı(yor)lar ellerindeki o demirden silahları, ruhlarındaki kirlenmişlik ile. Yuttukları “iktidar hırsı” zehri midelerinde sindirilmeye başlandıkça oluşan iğrenç köpükler ağızlarından burunlarından saçılıyor etraflarına.. Ağır ve kekremsi bir koku bırakıyorlar arkalarında.

Bense şimdiden mis kokulu sabunlar, deterjanlar stokluyorum eve, gittiklerinde pislik kalıntılarını böyle arındıracağım!

İstedikleri kadar ürkünç olsunlar, istedikleri kadar koksunlar, istedikleri kadar kokuşsunlar hiç önemli değil gerçekten de! Dedim ya mis kokulu sabunlar stokluyorum evimde, gittiklerinde her yeri köpük köpük yıkayacağım! 
O saf, o tertemiz, o bembeyaz köpüklü umutlarım hiç tükenmiyor.

Evet ruhumdaki iyimserliği yok etmelerine izin vermeyeceğim, siz de izin vermeyin! Onlara benzemeyeceğim asla, siz de benzemeyin!

Bütün kötüler yok olmaya mahkumdur, hatta o kötüler kendi kendilerini yok ederler hep, bu sefer de öyle olacak. İçtikleri o zehirli iksir, her geçen gün kendi sonlarına yaklaştırıyor bu canavarları. Filmde tempo hızlandı, her yer toz duman, 5 dakika mola bile yok..!

Varsın olmasın, işte sesleniyorum taa derinden!

Gölgelerin gücü adınaaa, güüüüüçççç bende artıkk!


Devamını Oku

7 Ekim 2014 Salı

Yazmadım bayram yazısı!

Evet yazmadım, bayramla ilgili özel bir yazı yazmadım, yazasım gelmedi ne yalan söyleyeyim!

Ne yazacaktım ki, çocukluğumun bayramlarının coşkusunu mu, gittikçe bu coşkunun hayatımdan çıkmasını mı, cep telefonuma gelen kopyala-yapıştır olduğu belli, samimiyetsiz bayram mesajlarını mı, bayramda gezdiklerini, yediklerini, içtiklerini sosyal medyadan -hayatları çok mutluymuşcasına- paylaşıp, resimlere baktıkça kendilerini de kandıran modern insanların sanal zavallılıklarını mı, toplum olarak hiçbir ilerleme kaydedemediğimizin kanıtı olan sokaklardan hayvan kesme manzaralarını mı, hamburger yerken bir şey demeyip de konu kurban kesmek olunca hayvan hakları sözcüsü geçinen, kendileriyle çelişkili insancıkları mı, sahi neyi yazacaktım ki!




Yazmadım, bayramla ilgili bir şey yazmadım, bu yazı bayram yazısı sayılmaz hem..

Bayramlarını kutlamam gerektiğini düşündüğüm aile büyüklerine telefon etmek için bile kendimi çok zorladım itiraf edeyim. Ben böyle zoraki şeyler yapmayı zaten hiç sevmiyorum. Mesela ayıp olur diye bir düğüne katılmak zorunda olmak, orada zoraki eğleniyormuş gibi bulunmak, uzun süre aramadığım insanlara bayram diye telefon etmek zorunda kalmak, “bayramınız kutlu olsun” dedikten sonra ortaya çıkan, “konuşacak bir şey bulamamanın” getirdiği, insana çok uzunmuş gibi gelen o boşluk, o kısa boşlukta aslında ne kadar çok mesafenin varlığını hissetmek...

Yazmadım bayram yazısı, evet belki de gülmek, eğlenmek için geldiniz bugün buraya, ama dedim ya işte, yazmadım bayram yazısı, dağılabilirsiniz istiyorsanız...

Bayram yazısı da neymiş ki zaten!



Devamını Oku

2 Ekim 2014 Perşembe

Volkswagen Ticari Araç'ın yeni web sitesi göz hareketlerini takip ediyor

Dijital platformdaki yenilikçi yaklaşımı ve sosyal medya kullanımına getirdiği farklılıklarla öne çıkan Volkswagen Ticari Araç’ın yeni web sitesi açıldı.
Tasarımı ve işlevselliği ile fark yaratan web sitesi, göz hareketleriyle kumanda edilebiliyor. 
Volkswagen Ticari Araç’ın yeni web sitesi, birçok teknolojik özelliği barındırıyor. Sitedeki en dikkat çeken yeniliklerden biri model seçme ekranının göz ile kumanda edilebilmesi.  Web sitesi kullanıcıları, bilgisayarın kamerasını kullanarak göz hareketleriyle sayfayı kumada edebiliyor. Bu sayede ihtiyaçlarına göre, kendilerine uygun modeli ister manuel ister göz hareketleriyle seçebiliyor.
Bu sıra dışı teknoloji, site içinde yer alan Amarok sayfasındaki mikrosite ekranında da kullanılabiliyor. Bu ekranda kum, toprak, asfalt, taş parkur seçeneklerinde Amarok ile sanal bir sürüş deneyimi yaşanıyor.
Interaktif ana sayfa
Web sitesini açar açmaz kullanıcının dikkatini çeken interaktif ana sayfa, fare ile etkileşime geçerek ana sayfadaki görseli hareketlendiriyor. Kullanıcılara farklı bir deneyim sunan etkileşimli yapısı sayesinde, sitede kalma süresinin artırılması hedefleniyor.
Yeni Parallax tasarım 
Değişen kullanıcı alışkanlıkları doğrultusunda tasarlanan yeni web sitesinde, akıllı telefonlarda ve tabletlerde kullanılan deneyim masaüstüne taşınıyor. Dijital dünyaya yeni iOS8 ve Windows sürümüyle giren basit ve sade tasarım, Parallax teknolojisiyle Volkswagen Ticari Araç web sitesinde buluşuyor.
Akıllı cihazlarla kullanıcıların hayatına giren ve yukarı-aşağı hareketlerle sayfada gezebilmeyi sağlayan Parallax tasarım sayesinde, her model mikro site mantığıyla ayrışıyor.
Tüm cihazlarda uyumlu
Dijital çağın getirdiği çok ekranlı yaşama uyum sağlayabilen HTML5 formatında hazırlanan yeni web sitesi, mobil cihazların yanı sıra, tabletlerde de sorunsuz çalışıyor.
Volkswagen Doğuş Finans (VDF) kredi hesaplama imkanı
Sitede sunulan bir başka yenilik ise, VDF sitesiyle entegre olarak çalışan ‘Kredi Hesaplama Ekranı’. Entegre sistem sayesinde kullanıcılar, seçtikleri model için azami ne kadar kredi gerektiği, ödeme planları, faizler gibi birçok bilgiye sahip olabiliyor. Aynı zamanda kredi için ön başvuru yapabiliyor.
Model seçimini kolaylaştıran yenilikler
Kararsız kullanıcıların beş modele kadar kıyaslama yapabileceği “dinamik model karşılaştırma ekranı” kullanıma sunulan yenilikler arasında yer alıyor. Bu özelliğe göre modeller arasında farklılık gösteren donanımlar, listenin en altında farklı renkle sıralanıyor.
Ayrıca yeni “detaylı model filtre ekranı”, kullanıcıların ihtiyaçları doğrultusunda kendilerine uygun modeli kolayca seçmelerine imkân sağlıyor.
Bu özellikler sayesinde kullanıcıların karar verme sürecinin kısalması amaçlanıyor.
Kullanıcı taleplerine cevap veren web sitesi
Web sitesinde kullanılan teknoloji, kullanıcıların araştırdıkları modeli fark ederek, ekrana ilgilendiği model bazında özel bir bilgi formu çıkarıyor. Kullanıcı ekrana gelen formu doldurduğu takdirde, kendisinin belirleyeceği yetkili satıcı tarafından aranıyor ve test sürüşüne davet ediliyor. Bu sayede kullanıcıların bulundukları yerden hızlıca yetkili satıcıyla iletişime geçmesi sağlanıyor.
Web adresi için: ticariarac.vw.com.tr
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku