28 Nisan 2019 Pazar

Lviv Gezi Hikayem -7 / Vişne Likörü Tadında Lviv Gecesi

İbrahim ve karısını “Sonra görüşürüz” gibi yuvarlak ve kibar bir temenni ile uğurladıktan sonra sokaklarda gezmeye başlıyoruz. Şehrin merkezi sanki kocaman bir film platosu gibi. Bütün binalar tarihi, bütün sokaklarda Arnavut kaldırımları, heykeller, sokak müzisyenleri, konsept kafeler...  Elbette yerdeki taşlar tertemiz. Hiç bir sokakta araba trafiği yok. Hiç bir yerde gözü yoran tabela yok; aksine tabelalar minimal ve adeta her biri sanat eseri gibi. Birkaçını fotoğraflamadığıma çok pişmanım şimdi. Hayran hayran bakmaktan fotoğraf çekmeyi akıl edememek çok da kötü bir şey değil aslında. Hissedebilmek ve hafızada kendine yer bulan anılar biriktirmek de güzel .
Lviv Belediye Binası- Gece
Bir köşede birisi mikrofonu eline almış gitarıyla şarkı söylüyor. Öbür köşede bir jonglör alkışlar eşliğinde yeteneklerini sergiliyor. Köşedeki havuzlu heykelin başında birileri gayet neşeyle bira içiyor. Dedim ya, sanki bir filmin eğlence sahnesinde gibiyiz. Benim en çok hoşuma giden şeyse, bütün bu aktivitelerin bir uğultu ya da gürültü oluşturmaması! Gerilim hiç yok, yüksek sesli taşkınlık yok. Sanki yıllardır bildiğim bir yerde, yıllardır tanıdığım insanların arasında gibiyim. O kadar huzurlu, o kadar güvenli ve bir o kadar da mutluyum. Herkes mi gülümsüyor, yoksa bana mı öyle geliyor ayırtedemiyorum. Son derece pozitif bir şeyler var ortamda. Hiç de ülkemizde alışık olmadığımız cinsten! Dedim ya mutlu bir senaryonun sayfalarında dolanıyorum sanki. 

Bir o sokağa giriyoruz, bir bu sokağa giriyoruz. Hayran hayran dolaşırken kendimizi yine Rynok Meydanı’nda buluyoruz.

Rynok Meydanı dört köşe; ortada kocaman Belediye Binası var. Turistleri gezdiren sevimli özel tramvay da buradan kalkıyor. Heykeller, fıskiyeler, dinlenmek için banklar, önleri kalabalık kafeler… Kafelerde biralar, likörler, pastalar... Ahlaki (ne demekse!) ya da dini kısıt yok!  İnsanı gülümseten her şey var;  ama polis yok, ama bekçi yok, ve asker yok. Demek ki bunlara ihtiyaç da yok! 

Zaten albenili olan meydan, daha da cıvıl cıvıl olacağı bahar ve yaz mevsimine hazırlanıyor. Belediye binasının önüne tahta platformlar ve küçük büfeler yerleştiriliyor. Kafelerin önlerine tahtadan çitler çekiyorlar. Hafiften kıskanıyor muyum yoksa!

Kaba” denilen kahve dükkanları her yerde. İnsanlar su yerine kahve içiyor bence. Güzel olan şey, kahve bu kadar günlük hayatın içindeyken, dünyaya hükmeden zincir markaların “henüz” bu şehre gelmemiş olması! Yereli koruyorlar, kendi kahvelerini içiyorlar ve kendi kahve kültürleri var. Şu anda bu yazıyı yazarken bile burnuma  geliyor baştan çıkaran güzel koku... Ve elbette hafif buruk tadıyla, vişne likörünün aromalı kokusu!

( Beni benden alan vişne likörü için özel bir paragraf ayırmam lazım; çünkü bence Lviv ruhu vişne likörüyle tamamlanıyor. Dolayısıyla bu şahane lezzet, benden özel saygı paragrafını hak ediyor! ) 

Canım vişne likörü

                                               Vişne likörüne saygı paragrafı 

"Sarhoş Vişne" Dükkanı
Rynok Meydanı’nın köşelerinden birinde yer alıyor Drunk Cherry. Küçücük bir dükkan burası. Dışında iki üç tane masa var, sandalye yok. İçerinin kırmızılığı, avize yerine tavandan sarkan onlarca vişne likörü şişesiyle tam bir uyum içinde.

Drunk Cherry
Lviv’de kaldığım her güne coşku ve mutluluk veriyor bu içki.  Kristal bardaktaki nefis likörün en dibinde mutlaka üç tane çekirdeksiz vişne oluyor. Ne bir eksik, ne bir fazla! Haydi fiyat da vereyim; bir kadehi 40 Grivna, yani sadece 8 TL. Yok böyle bir lezzet! Yıllar sonra yine Lviv’i hatırlasam, kesin damağımda hissederim bu tadı, bu aromayı!

Sürekli dolu burası. Gecenin on ikisine kadar hep kapıda kuyruk var. İster karton bardakta alıp, gezerken içiyorsun. İstersen de kapının önündeki kokteyl masalarının çevresinde ayakta duruyor ve gelene geçene bakarak kristal bardağından yudumluyorsun. Hızlı içersen içini tatlı bir sıcaklık kaplıyor, yavaş içersen de bir tane daha içesin geliyor!


Cherry cherry lady...
Likörlerimizi içerken bilin bakalım kimler geliyor? Evet, İbrahim’le karısı tabii ki. İbrahim’in bizimle vakit geçirmek istediği çok belli, bu durum kötü değil elbette! Ama biz zaten Türkiye’deki ağır seçim gündeminden, onlarca sorundan kaçmak ve kafa dinlemek için gelmemiş miydik buraya! Dolayısıyla onlarla birer kadeh vişne likörü içtikten sonra nazik bir şekilde uzaklaşıyoruz ortamdan. İstikamet elbette ki Bira Fabrikası!


Bira Fabrikası'nda Rock Müzik!
Bira Fabrikası


Yine Rynok Meydanı’nın köşelerinden birinde yer alıyor Pravda Beer Theatre. Ben gezmedim ama alt katında bira üretimi izlenebiliyormuş. Giriş katı adeta bir market gibi. Sol taraftaki raflarda yüzlerce farklı şişe bira var.

 Sağ tarafta masalar var, masaların arasında  dans edilebiliyor. Yaşlı adamla genç kadın vals yapıyor mesela rock müzikte. Kimileri yanında çocuklarıyla gelmiş. Herkes kendince eğleniyor, kalabalıkta ama özgür hissediyor insan kendini. 

Politik biralar :)
Asma katta nefis bir orkestra var. Şunu söylemeden geçmeyeyim; bu şehre rock müzik çok yakışıyor! Ve her yerde de rock var! Bira Fabrikası'ndaki canlı rock müzik ise gerçekten de kulakların pasını silen cinsten. Fonda Pink Floyd'dan nefis bir çalarken nefis yerel biralarımızı yudumluyoruz. 50 cc bira yanılmıyorsam 60 Grivna; yani 12 TL. Her şey çok güzel, tam da olması gerektiği gibi!


Çikolata Fabrikası, Bira Fabrikası, Kahve Fabrikası... Bu mekanların hepsinin özgün bir tasarımı var. Hepsinde hem imalat var, hem de bu imalatı turistlerin izlemesine izin veriyorlar. Hem oturup bu nefis yiyecek ve içecekleri tadabiliyorsun, hem de bu nefis şeyleri satın alabiliyorsun. Hepsinde müzik olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Çok güzel, gerçekten de çok güzel.

Lviv'de Sokak

Gecenin ilerleyen saatlerinde şişe biralarımızı alıp dışarıda fıskiyeli heykelin önünde eğlenen öğrencilere karışıyoruz. Bir tanesi kemanını çıkarıp çalmaya başlıyor. Sanat okuyormuş. Nefis bir müzik ziyafeti! İçiyoruz, sohbet ediyoruz. Biraz ötemizde “kızlı erkekli” başka bir grup da gitar çalarak şarkı söylüyor. Herkes çakır keyif. Ama kimse sigarasını yere atmıyor, kimse taşkınlık yapmıyor. Zaten doğru dürüst sigara içen de yok. Herkes bira şişesini topluyor giderken, kimse yere bir şey atmıyor.

Gecenin sanatçıı
İçim sızlıyor. Bizim kültürlerimiz gerçekten çok farklı! 

Eğlenemiyoruz biz, hep ağır gündemlerimiz var! Sokak adlarımız şairlerin yazarların değil, şehitlerin adlarıyla dolu! Yaralı bir coğrafyadayız, hep kan akıyor bir yerlerimizden!

Bir de yanlış anlamayın ama pisiz, saygısısız. Yani evi süpürüp tozları sokağa atan bir cinsiz maalesef. Gürültücüyüz. Kamusal alana saygı duymayı bilmiyoruz. Çok sevdiğim Kadıköy'de bile durum böyle! Barların konuşlandığı Kadife Sokak mesela. Gürültüden yürüyemezsin, mekanların yüksek müziği sokakta terör yaratır, yerler izmaritten geçilmez. Etrafı rahatsız etmek mi, "Öyle bir şey mi var?" modunda çoğumuz. 

İyiyiz güzeliz ama kimse kusura bakmasın; medeni dünyadan fersah fersah uzaktayız. 

Bütün bunlar aklıma geliyor ama iç sesimi susturuyorum. Çünkü turist olmak relaks olmayı gerektiriyor. 

Harika bir gece yaşanıyor burada, tadını çıkarmak lazım.

Zaten çakır keyif olmuşum; dünyaya pembe pembe bakıyorum;  ne şimdi bu düşünce bulutları, sırası mı... Nihayetinde kürkçü dükkanı değil mi gideceğimiz yer!

Konuşlandığımız heykel
Gece tam dozunda keyifle sonlanıyor, 

Ve macera devam ediyor,
To be continued...


Devamını Oku

25 Nisan 2019 Perşembe

Lviv Gezi Hikayem -6 / Şehirde İlk Akşam Yemeği

Saat neredeyse akşam 10’a geliyor. Açız. Kharkov’daki şubesini çok beğendiğimiz Churrasco Grill and Beer’a gidiyoruz. Zaten Lviv’e gidip de bu restoranda güzel bir akşam yemeği yememek olmaz. Yani anlayacağınız bu seçim bir turist ritüeli. Kapalı kavanozda, yanında iki tane kuru balıkla servis edilen yerel bira da bu ritüelin baş tacı.
Churrasco- Lviv'deki Arjantin tarzı et restoranı

Bizde yemek öncesinde gelen sıcak pufidik pide ve tereyağı yerine, adamların da bira yanında servis ettikleri kuru balıkları var. Yemezsek yemeyelim ama yerele saygı duyalım düşüncesindeyiz. Bu kuru balıkları daha sonra marketlerde de gördüğümü belirteyim.  Ama ben tipini beğenmiyorum ve tadına da bakmıyorum bu atıştırmalığın, üzgünüm.


Saat hayli geç olmasına rağmen restoran boş değil. Küçük bir masaya oturuyoruz. Siparişimizi veriyoruz. Şirin garson, iyi pişmiş et için 42 dakika bekleyeceğimizi söylüyor. Ne kadar aç olsam da bence sakıncası yok; standartların insanıyım ne de olsa!
İbrahim'in yediği tavuk.

Yan masada bir çift var, Türkçe konuşuyorlar. Belli etmemeye çabalasak da Türk olduğumuzu anlayınca başlıyorlar soru yağmuruna. Onlar masadan masaya soru sordukça ben utanıyorum; çevreye karşı saygısızlık bu! Cevap vermesen de olmaz! Yapacak bir şey yok;  “Bu akşamın hikayesi de böyle olsun!” diyerek, yan masaya geçiyoruz mecburen. Tipimiz rehbere falan mı benziyor acaba… Ama turist olmak relaks olmayı gerektirdiği için çok da rahatsız değiliz bu durumdan.

Neyse başlıyorlar konuşmaya. Adana’dan gelmişler. Adam inşaatçı. Aileden zengin aslında. Son dönemin yükselen değeri inşaatın cazibesine kapılarak limon bahçelerini satmış  ve bu işe girmiş. Sektör sallanmaya başlayınca da ne yapacağını şaşırmış. Ödemeler aksamış, yaptığı evleri düşündüğü fiyatın yarısına bile satamaz olmuş, projeler yarım kalmış falan filan…

“İnsan doğru dürüst gülemiyor bizim memlekette” diyor. 

Mesela arabasında giderken telefonu çaldığında müzik dinliyorsa eğer, önce müziği kapatıp sonra telefonu açıyormuş. Çünkü karşı tarafın “Ooo, bakıyorum da her şey yolunda; neşen iyi, gülüp oynuyorsun, şarkı dinliyorsun!” demesinden korkuyormuş! Her iki taraf için de ne kadar acıklı bir durum! O anda aklıma Edip Cansever’in en sevdiğim dizelerinden biri geliyor:

“Gülemiyorsan ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir!”

Tabii ki aklıma gelen dizeyi içime saklıyorum; zira yemek arkadaşlarımızın şiirden anlayacaklarına hiç ihtimal vermiyorum.

Adamın adı İbrahim. İyi birine benziyor. Sınavı kazandığı halde şimdi hatırlamadığım baba mesleğini devam ettirmek için üniversiteye gitmemiş. Son yıllarda zenginliğine zenginlik katmak hayaliyle inşaata yatırım yapan girişimcilerden. Kendi burada ama aklı kim bilir nerede? Sürekli konuşma ihtiyacı hissetmesinden belli! Lviv’e de kimseye söylemeden iki günlüğüne kaçıp gelmişler; güya kafa dinlemeye. Ama bence o kafa pek de boşalacak gibi değil. Belli ki adam çok takılmış işlere güçlere, ne yapsa ne etse de konsantre olamıyor tatile.

Adını anımsamadığım karısının ise dünya umurunda değil gibi. Takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş. İçtiği bir bardak bira ile de çakır keyif olmuş zaten. Kocasından fırsat bulursa hemen araya girip anlatıyor:

 “Biz Venedikteyken…”  diye konuşmaya devam ettiğinde ben ise hayal kurmaya başlıyorum. Sevmem böyle kadınları. Kardeşi Odessa’da okuyormuş, oraya gitmişler ama hiç beğenmemişler. Güya bir akşam kardeşi bunları gece kulübüne götürmüş. Kadın işletmeciler bunları içeriye almamış. “Bence bizi kıskandılar” diyor. Ardından da ekliyor: “Halbuki onların yanında ben neyim ki!” İbrahim hemen giriyor araya:

“Öyle deme hayatım, sen çok güzelsin…”

Kadın, duymak istediği cümlenin İbrahim’in ağzından dökülmesiyle bir özgüven tazelenmesi yaşıyor ve kapının dışına sigara içmeye çıkıyor.

İbrahim daha doğal. Tam Anadolu tipi; rahat, mülayim. Karısı dışarıya çıktıktan sonra lafın arasında bütün doğallıyla şöyle diyor:

“Fakat genci yaşlısı buranın kadınları kendilerine ne kadar  da iyi bakıyor!”

Lviv gezim boyunca İbrahim’in tüm saflığıyla ağzından çıkan bu cümle aklıma geliyor ve hep gülümsüyorum.

Sahi, bu kadınlar kendilerine ne kadar da iyi bakıyor… 

Macera devam ediyor,

To be continued…
Devamını Oku

23 Nisan 2019 Salı

Lviv Gezi Hikayem -5 / Lviv'deki Evimiz

Lviv’in kalbi Rynok Meydanı’nda atıyor, bizim ev de bu meydanın tam dibinde. Taksim gibi burası; ama hayalini kurduğumuz, anılarımızda yer alan, betona bulanmamış, ruhunu koruyan Taksim gibi. Sanki Beyoğlu İstanbul’un turizm ve eğlence merkezi olmuş da Tarlabaşı’ndaki eski binaların hepsi restore edilmiş gibi.  Ve bu binalar turistleri ağırlıyormuş gibi... 
Lviv'de ilk sabah- güneş doğarken 

Pencereden pazar günü- Lviv
Tarihi bir binaya geliyoruz Yuri ile birlikte. Bina eski, ana kapısında dijital bir şifre var. Belli ki Sovyet Dönemi'nden kalma bir alışkanlık bu. Aklıma Kharkov'daki mekanik şifreli binalar geliyor.

Kapıdan girince inşaat pisliği her yer. Yerdeki nefis seramikler toz altında güzelliklerini saklamış. Dönen merdivenlerden çıkınca ilk katta yer alıyor ev. Dairenin kapısı eski. İçeriye giriyoruz, ve girdiğimiz anda sanki sırtımdan onlarca kilo yük kalkıyor. Ev gerçekten de çok sevimli; adımımı atar atmaz ısınıyorum buraya.

Evde nefis bir fotoğraf sergisi - Lviv
Dış kapıdan girince beyaza boyalı ikinci bir kapı daha çıkıyor karşımıza. Girişte solda tuvalet banyo var, gayet modern ve temiz. Hemen sağ tarafta yer alan boy aynasında kendime bakıyorum, mutlu bir ben var orada. Aynanın tam karşısında dekorasyonla uyumlu ahşap bir çerçevede güzel klasik bir tablo yer alıyor. Ve önümüzde genişçe bir mutfak uzanıyor. Koridor ve mutfağın yerleri eskitilmiş parke ile kaplı. Salonda ise eskiden kalmış çapraz geçmeli klasik ahşap parkeler değiştirilmemiş.


Lviv evimizin mutfağı
Mutfak tezgahı gayet temiz ve düzenli. Bardaklar, çatallar; iyi marka büyük bir buzdolabı, güzel elektronik bir ocak, mikrodalga fırın ve güzel bir çamaşır makinesi var.

Sol tarafta masa, arkasında bir raf. Rafın içinde Lviv’i anlatan objeler, süs eşyaları, toprak fincanlar. Onun yanında da kombi. Buradaki evlerin genelinde olduğu gibi dört metreye yakın tavan. Kapıdan bakınca göze çarpan upuzun bir pencere, camları ve pencereleri ise yenilenmiş, soğuk geçirmeyen cinsten.

Pencerenin geniş pervazı ve Lviv biraları





Pencerenin önünde bana çocukluğumu anımsatan masa gibi geniş bir pervaz bulunuyor. Çünkü duvarlar kalın. Zamanda yolculuk yapıyorum bir anlığına. Çocukluğuma doğru... İki katlı taş evin alt katındaki mutfaktayım sanki. O mutfaktaki pencereye, o pencerenin önüne, o pencerenin önünde ders çalıştığım zamanlara gidiyorum. Laz müteahhitlerin malzemeden çalmadığı zamanlara, insan hayatının paradan daha değerli olduğu zamanlara…



Yan tarafta kocaman bir oda var. Geniş, çok ferah, aynı yüksek camlardan bu odada da var. Duvarlar boylu boyunca sepya fotoğraflarla süslenmiş. Her biri sanatçı elinden çıkma belli ki. Nefti yeşil renkte kadife koltuklar, ceviz mobilyalar ve köşede tavana kadar uzanan dışı seramik kaplı soba... Demek ki bu yüksek tavanlı evler eskiden böyle ısınıyormuş. Kombiye geçseler de bu tarihi parçayı odada bırakmışlar. Şehirdeki müzeleri gördükten sonra bu sobayı neden atmadıklarını daha iyi anlıyorum. 

Retro soba- Lviv
Pencerelerde perde yok, çünkü odanın manzarası heybetli bir müze ile katedralin açıldığı geniş avluya bakıyor.

Lviv evimiz
Neredeyse Yuri’ye teşekkür etmek istiyorum. İyi ki öbür ev olmamış. Ying Yang işte. Her iyilikte bir kötülük, her kötülükte bir iyilik var.

Sonuçta tatlı ev sahibesi Natalie’ye parayı veriyoruz ve anahtarı alıyoruz. Hatta evden geçen pozitif enerjiyle Yuriye “Kusura bakma, biraz fazla gerildim!” bile diyorum. Turist olmak pozitif olmayı gerektiriyor demek ki...


Macera devam ediyor,


To be continued...




Devamını Oku

21 Nisan 2019 Pazar

Lviv Gezi Hikayem -4 / Eyvah Kalacak Ev Yok!


Tatil öncesinde Booking.com’dan Lviv’de kalacağımız evi beğendik. Ev sahibi Yuri ile sistem üzerinden yazıştık. Sonrasında Yuri aradan Booking’i çıkarıp da Whatsapp’dan yazmaya başlayınca ve ön ödemeyi Western Union ile yapmamızı isteyince hafiften şüphelenmiştik. Ön ödemeyi kabul etmedik gerçi ama, sistem dışına çıkması midemizi de bulandırdı açıkçası. İnsanın bazen basireti bağlanıyor işte. Niye başka ev bakmadık ki!

Neyse en son yazışmamızda Yuri ile evin altındaki kafede 20:00-20:30 gibi buluşmayı kararlaştırmıştık. Yürüyerek kafeye ulaştık. Elimizde valizler, yorgunuz, açız. Bir an önce şehrin ritmine karışmak istiyoruz. Etraf cıvıl cıvıl. Her yerde küçük konserler, mutlu yüzler. Adeta bir bayram havası var şehirde. 


Lviv'de coşkulu bir akşam karşıladı bizi... 

20:30 civarı kafeye geliyoruz. “Geldik” diye mesaj yazıyoruz, Yuri’de çıt yok! Üstelik yazdığımız Whatsapp mesajı ulaşmıyor bile kendisine! Bırakın “mavi tik”i, tek "tik" bile yok mesajda! “Yok canım” diyoruz, bir sıkıntı yoktur, o kadar konuştuk, o kadar pazarlık yaptı bizimle! Arayalım bari! Whatsapp’dan arıyoruz, çalıyor çalıyor açan yok telefonu! Hafiften geriliyoruz ama çaktırmıyoruz da! Aradan biraz daha zaman geçiyor, neredeyse akşam 21.00 olacak. Nihayet beklediğimiz “mavi tik” beliriyor mesajda, biraz olsun rahatlıyoruz. Ama kafamızdan da alternatif planlar geçmeye başlıyor. Ve Yuri’den bir mesaj geliyor:

Şehir merkezinde misiniz?”
Yuri'yi beklerken oturduğumuz şık kafe

Bu ne demek şimdi, sözleşmiştik ya hani, evin altındaki kafede buluşacaktık ya! Aradan on-on beş dakika daha geçiyor, nihayet Yuri geliyor. Profil fotosundaki özgüvenli tiple alakası yok! Şişe dibi gözlükleri olan, ergenlikten yeni çıkmış gibi, yirmili yaşlarının başında bir tip! Allahtan görüntüsü “hırt” değil, ama duruşu ve tavırları hayli telaşlı! Yanında iki tane de kadın var. Biri uzun boylu ve heybetli; diğeri ise kısa boylu ve daha sessiz, silik. Bavulları alıp evin giriş kapısına yöneliyoruz. O anda Yuri bombayı patlatıyor:

Bu evin ısınma ve su sorunu çıktı, şuradan taksiye atlayalım ben sizi başka bir eve götüreceğim!”

Başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor! Bu söylediğine kesinlikle inanmıyorum. Bize gösterdikleri evi muhtemelen başkasına kiraladılar!


Lviv çok güzel bir şehir!

Evi yine de görmek istiyoruz” diyoruz, “Anahtar yanımda yok” diyor! Bize gösterecekleri yeni evin nerede olduğunu soruyoruz. “Forum tarafında, taksi ile 5 dakika” diyor! Tabii ki biz bunu kabul etmiyoruz. Önceden şehir haritasını Google sayesinde incelemiştik, söylediği Forum denilen yer şehrin dışında! Oysaki biz şehrin tam merkezinde kalmayı planlamıştık. “Forum tarafında asla kalmayız, şehir merkezinde kalmak istiyoruz” diye belirtiyoruz. Eğer önceden araştırma yapmamış olsak onlara uyup kim bilir ne kadar uzakta bir yere "Evet" demek zorunda kalacaktık! Tam bir “Avlanan turist hikayesi!”
Baktılar biz “salak” değiliz; üçü birden telefonlarına sarılıp bize alternatif ev bakmaya başlıyor. Saat akşam 10’a geliyor. Elimizde valizler, yorgunuz, açız ve kalacak bir yerimiz yok bu yabancı şehirde!

Bir tane ev resmi gösteriyorlar, beğenmiyoruz. Bir tane daha gösteriyorlar, yine beğenmiyoruz. Bir taraftan biz de cep telefonlarımızdan Booking.com’u açıp otellere bakmaya başlıyoruz. Onlar da bu durumun gayet farkındalar! Evet buluruz bir yer mutlaka, gerekirse üç katı para verir yine sokakta kalmayız ama tatilimiz kötü başlar! Buna ne gerek var! 

Bu arada kafenin dış kapısında ayaktayız hepimiz. Kafenin internetini kullanarak yapıyoruz bu aramaları.
Lviv muhteşem opera binası


Yuri ve arkadaşları bizim de otel aradığımızı görünce  araştırmaya devam ediyor. Başka emlakçıları arıyorlar.  Aralarında Ukraynaca konuşuyorlar, anlamıyoruz. Sonuçta onlar buranın yerlisi, elbette bizden daha hızlı ev  bulurlar. Üstelik işleri bu! 

Bilinçli olmasak, resmen turiste atılan kazıklardan birini yemiş olacaktık. İyi de dijital çağdayız sonuçta! Booking.com’a haklarında yazacağımız kötü yorum sonrasında emlakçılık hayatları bitebilir, farkında değiller mi! 

Tam da umuduumuz tükenmişken, gösterdikleri dört beş evden sonuncuyu beğeniyoruz, üstelik yeri de eski tuttuğumuz evden daha merkezi. Rynok Meydanı’na çıkan sokakların birinin başında.

Tamam” diyoruz. On- on beş dakika sonra eve varıyoruz. Allahtan ev sahibi de yakındaymış, hemen anahtarı ile geliyor.

Nihayet sokakta kalmaktan kurtuluyoruz. Yuri en azından bizi ortada bırakıp gitmedi gece vakti, buna da şükür diyoruz. 



Macera devam ediyor,

To be continued...




Devamını Oku

17 Nisan 2019 Çarşamba

Lviv Gezi Hikayem -3 / İlk Tanışma / Havaalanından Sarı Troleybüs İle Yolcuuk

Lviv’de İstanbul gibi keşmekeş yok. Nüfus, sekiz yüz bin civarında. Dolayısıyla küçük ve sakin şehir konforunu havaalanından çıkınca hemen hissetmeye başlıyoruz. Binanın dışında insan kalabalığı olmayan bir durak var mesela. Önceden çalışmıştık dersimizi. Biliyoruz ki 9 numaralı troleybüs ya da 48 numaralı otobüs ile havaalanı ile şehir merkezi arası 20-25 dakika sürüyor. 

Bu arada yeri gelmişken bir de bilgi vermek istiyorum. 
(Lviv’de metro yok, fakat şehri tramvay hatları ile örümcek ağı gibi örmüşler. 11 farklı tramvay hattını kullanarak şehrin en uç noktalarına gitmek mümkün. Nitekim gezimizin son günlerinde biz beş farklı hattı deneyimledik, iyi ki de öyle yapmışız.)
"Öğreten İnsan" moduna girmek değil elbette amacım; ama faydası olur belki diye araya yine küçük bir bilgi notu girmek  istiyorum. Şöyle ki: 

Lviv’de raylardan giden telli tramvaylar var. Raylardan gitmeyen, ama yine telli olan troleybüsler var. Marshrutka denilen sarı renkli midibüsler var ve bir de normal otobüsler var. Hepsi de aynı yolları kullanabiliyor.  

Bütün bu araçlar gözü yormayan sarı ve yeşil renklerde. Belki teknolojileri eski ama sevimliler. "Fakir ama gururlu" tanımı gibi, romantik ve retro bir havaları var. Üzerlerinde "I love Lviv" haricinde bir yazı görmedim.  Bizim İstanbul’da öyle mi?  Otobüslerin pembesi var, yeşili var, sarısı var, kırmızısı var. Bu kadar renk karmaşası yetmezmiş gibi üzerlerinde kocaman kocaman salam sosis reklamları bile var!  Zaten bizdeki en büyük sorun "standartsızlık" değil mi... (Görüyorsunuz işte, gezi anılarını yazarken bile içimdeki eleştiren/ muhalif kişiliği durduramıyorum.)


Lviv - 9 Numaralı Troleybüs
Troleybüs ve tramvay kullanan kişilere sanırım "Vatman" deniliyor. İşte Lviv’de o kişiler hep kadın. Tatil boyunca hiç erkek troleybüs sürücüsü görmedim. Kimisi oldukça yaşlı, kimisi aşırı makyajlı ve tabiri caizse tam bir" kokoş". Kimisi de sıradan. Ama hepsi çok güzel görünüyor gözüme. "Ukraynalı kadınlar güzeldir, Emekçi Ukraynalı kadınlar daha güzeldir" diye slogan atasım geliyor.  Kendime engel olmuyorum. 

Lviv - troleybüs bileti
Bilet delme sistemi
Troleybüs sürücüsü ile yolcular arasında camlı bir bölme var. Bölmenin altında da para uzatılabilecek bir oyuntu. Oradan parayı uzatıyoruz, sürücü  bize kağıt bileti veriyor. Durun daha bitmedi. Bileti cam kenarına monte edilmiş mekanik alete sokuyoruz, delgeç görevi yapan kolu indirerek bilette iki tane delik açıyoruz. Belli ki yıllar önce böyle bir sistem kurmuşlar ve tıkır tıkır işleyen bu sistemi değiştirme ihtiyacı hissetmemişler. 

Her zaman kontrol olmuyor, ama eğer deliksiz biletle yakalanırsanız cezası 40 Grivna. Zaten ortalıkta görevli falan da yok. Bizim bileti bir kere kontrol etti birisi. Sanırım  en çok da turistleri kontrol ediyorlar. Burada benim hoşuma giden nokta ise sistemin güven temelinde kurulmuş olması. Manuel, basit, pratik ve bence gayet de işlevsel. Sanki bizde dijital otobüs kartları var da başımız göğe mi eriyor, Avrupa Birliği'nden davetiye mi alıyoruz?  Ne demişti ünivesitedeki hocamız; 
"Kalite amaca uygunluk derecesidir. " Yani bir şeyin çok pahalı olması, çok dijital olması onun kaliteli olduğunu göstermiyor.  Kısacası demem o ki, bu delmeli bilet sistemi bu şehre çok yakışıyor, çok da özgün ve kaliteli duruyor. 

Öyle koştur koştur bir durum olmadığı için insanlar sakin sakin bilet alma, para üstü bekleme, bilet delme işlerini hallediyor. Kimse kimseyi itip kakmıyor. Hatta bizim dolmuşlarda olduğu gibi arkada oturanlar öne doğru parayı uzatıyor, para elden ele geçiyor, birileri bileti alıyor, birileri deliyor ve bileti paranın sahibine ulaştırıyor.  

Bir sene öncesinin bloglarında  tramvay biletleri 2 Grivna diye belirtiliyordu, artık  bilet 5 Grivna.  Yani bizim paramızla 1 TL.  Yeri gelmişken söyleyeyim;  eski bloglara bakarak çok ucuz bir şehir olduğunu düşünmeyin Lviv'in.  Evet mesela bakkalda tatları da güzel olan yerli şişe biralar 2 buçuk-3 TL  ama yemek konusunda fiyatlar İstanbul'u pek de aratmıyor. Hediyelik eşyalarda da fiyatlar yükselmiş. Mesela kahvecide bir tişört 80 TL civarındaydı. 

Ülkemizde malum devalüasyon olmadan önce Türk parası Grivna’nın yaklaşık 8 katıymış. Hesapsız kitapsız gezmek mümkünmüş. Maalesef biz o treni kaçırdık. Günümüzde TL Grivna’nın  sadece 5 katı. 

Ben para işlerinden pek anlamıyorum. İşin içine para hesabı girince matematik zekam gerçekten de dumura uğruyor. Bu nedenle de bizim paramızın Grivna’nın 5 katı olması işime geliyor.  Yerel fiyatları önce 10’a bölüyorum, yani  sondan bir sıfır atıyorum, sonra 2 ile çarpıyorum, ne kadar kolay oluyor.  Misal; kahveler 40 Grivna genelde. Sıfırı at 2 ile çarp hoop 8 TL oluyor.  İlkokul hesabı işe yarıyor anlayacağınız. 

İki sene önce kahveler sudan ucuz geliyormuş Türklere. Tabii ki bunda sadece bizim devalüasyonun suçu yok. Okuduğuma göre  Ukrayna, Avrupa Birliği normları gereği 2017’de asgari ücreti iki katına çıkarmış. Peki halkın geliri artmış mı? Tabii ki hayır. Bütün fiyatlar 3-4 katına fırlamış. Bu pahalılığın üzerine Avrupa'da serbest dolaşım hakkı da gelince, Ukraynalı gençler başka ülkelere çalışmaya gitmeye başlamışlar. Yani ucuz işçi kaynağı...
Hep söylüyorum; bu globalleşme iyi bir şey değil! Fakir ülkeler zengin ülkelerin oyun sahasına dahil ediliyor hepsi bu. Şimdi  düşünün; Ukrayna Avrupa Birliği’ne girdiğinde ekonomik olarak  İngiltere kıvamına gelir mi? Hiç sanmıyorum!  

Neyse tekrar dönelim troleybüse.. 
Lviv-güzel binalar
Troleybüsün kalkmasını beklerken pasaport kuyruğunda yardım isteyen çifti görüyoruz. "Şehir merkezine gidecekseniz gelin" diyoruz. Zaten niye dışarıdan bakıyorlardı ki... Neyse biniyorlar. araca. Bilet yöntemini anlatıyoruz. Kız hemen "bileti delme videosu" çekiyor. Yan tarafımıza oturuyorlar. 

Araç yavaş yavaş hareket etmeye başlıyor.  Bizim çiftin erkek olanı hafif kaygılı bir şekilde otelde kalacaklarını söylüyor. Biz evde kalacağımızı belirtiyoruz İç geçiriyor.  “Bize de ev bulabilir miyiz? “ diyor.  Ne bilelim!  Sanki “Evde fazla oda var, buyurun gelin” desek, gelecek gibiler.  Gurbetçi dayanışması hesapta! Ben böyle insanlara gerçekten şaşırıyorum.  Tanımadıkları kişilerden aşırı derecede yardım isteyebiliyorlar ve birden samimi oluveriyorlar. Bense yıllarca tanıdığım insanların evine bile gidemiyorum, gitsem de dolabı teklifsizce açıp su içemiyorum.

Troleybüs yavaş yavaş ilerliyor, hava güzel. Saat sekiz buçuğa gelmesine rağmen henüz akşam olmamış. Yaklaşık 20 dakika sonra şehrin en merkezi noktası olan Rynok  Meydanı 'nda yani son durakta iniyoruz.  Çift soruyor: “Akşam yemeğini nerede yiyeceksiniz?” “Bakacağız artık” diyerek onların gittiği yönün tersine doğru, aslında biraz da kaçarcasına  yol alıyoruz. 

Sokaklar nefis, her yer tarihi binalarla dolu. Bu kadarını gerçekten beklemediğimi düşünüyorum.  Şehre bakarken sanki gözlerime ışıltılı bir filtre takılmış gibi hissediyorum.

Macera devam ediyor,

To be continued…

Devamını Oku

15 Nisan 2019 Pazartesi

Lviv Gezi Hikayem -2 / Gümrük Kontrol ve Sorgu Odası


Yaklaşık 1 saat 40 dakika sürüyor yolculuk. Pilotun sesi ve diksiyonu hayal kırıklığına uğratsa da, hiç sarsmadan uçağı kaldırıp indirmesi benden tam puan alıyor.

Lviv Danylo Halytskyi Havaalanı
Havaalanı Kharkov’a göre oldukça büyük ve modern.  Tabii ki İstanbul'a göre çok sakin ve sessiz. Anons bile yok denecek kadar az. Bagaj olmadığı için hemen pasaport kontrolüne giriyoruz. Asker kıyafetli kadınlar oturuyor gişelerde. Benim pasaportum yok,  kimliğimle geldiğim için yan taraftaki “sorgu odası” kuyruğuna yönlendiriliyorum.  Bir form veriyorlar, gayet iyi diksiyonla İngilizce konuşan görevli asker kadın, nasıl doldurulması gerektiğini anlatıyor.  Bizden isten şey, kimlik bilgilerini ve kalacağımız otelin adresini her bir kutucuğa bir harf gelecek şekilde doldurmak. Çok basit bir şey bu, üstelik yan taraftaki duvara formun nasıl doldurulacağınıTürkçe olarak yazıp asmışlar. Daha ne yapsınlar! Ama nedense kuyruktaki insanların çoğunda telaşlı bir yüz ifadesi var.  Biri diyor ki “ Ben önceden de geldim,  burada beni üç saat beklettiler!  Sırada bekleyenler daha bir stres oluyor sanki. 


Lviv Havaalanı
Gezi hikayemi yazmak için çantamda taşıdığım deri kaplı defterimi ve kalemimi çıkarıyorum. Defteri altlık olarak kullanıp verilen formu kısa sürede dolduruyorum.  Önümde bir çift var.  Kalemimi istiyorlar, veriyorum. Sonrasında doldurduğum kağıdı da istiyorlar, kopya çekecekler. Veriyorum.  Hatta onlar istemeden altlık olarak kullandığım defteri de veriyorum. Çok mutlu oluyorlar. Sıra onlara geliyor.  Bir kaç dakika kaldıkları sorgu odasından çıkıp yanlış doldurdukları kağıdı tekrar düzeltiyorlar. Demek kopyalar işe yaramamış! Bu da ülkemizde sıradan bir durum değil mi zaten! Dikkatli okumamak, okuduğunu anlamamak, anladığını yazamamak; kalemsizlik ve kağıtsızlık halleri…
Lviv  sokak sahafı

Sıra bize geliyor.  Odaya giriyoruz. Asker kıyafetli, ifadesiz suratlı iki kadın görevli masanın diğer tarafında oturuyor. Bizi de karşılarına oturtuyorlar. Yüzlerinde duygu yok, mimik yok, belli ki hiç toleransları da yok! Aramızda İngilizce olarak şöyle bir diyalog geçiyor:

-        Ülkemize neden geldiniz?
Cem Yılmaz’ın önerdiği gibi gayet sade, gramersiz falan bir cevap veriyorum:
-        Seyehat için
Söylediğimi “turist” diye tekrarlayıp önündeki kağıda yazıyor.
-        Ülkemize ilk defa mı geliyorsunuz?
-        İkinci defa
-        Yanınızda kaç Dolar veya Euro var?
-        Şu kadar Euro ve kredi kartı diyorum. Cebimden çıkarıp saymaya başlıyorum.
-        “Gerek yok, bu yeterli “ diyor.

Lviv'de reklam çekimi

Hepsi bu kadar işte. 2-3 dakikalık sorgudan sonra artık ülkeye giriş yapabilir haldeyiz. Bir başka deyişle "test ediliyor ve onaylanıyoruz." 
Sorgu odasından çıktıktan sonra tekrar gümrük kontrole giriyoruz.  Zaten sıra yok, nasıl güzel bir sakinlik var ortamda.

 “Kalabalık bir çeşit faşizmdir” diye  düşünerek, hatta kendimce yargıda bulunarak  bu güzel ülkeye giriş yapmanın heyecanını yaşıyorum.

Macera devam ediyor,

To be continued…

Devamını Oku

14 Nisan 2019 Pazar

Lviv Gezi Hikayem -1 / Havalimanına giderken macera başlıyor


Mutsuz gibi olur ya bazen insan, tam da öyle bir anda Pegasus’un kampanyası çarpıyor gözüme. Hadi canım! Geçenlerde baktığımda bir yıl sonrası için verdiği fiyata bilet var Lviv’e; hem de bir hafta sonraya! Kısa bir ikircik yaşadıktan sonra bileti almaya karar veriyorum. Gidiş 5 Nisan Cuma 16:50, dönüş ise 10 Nisan Çarşamba 20:00. Hem geçen seneden kalma dört günlük yıllık iznimi değerlendirmiş olacağım, hem şehri doya doya gezmek için yeterince vaktim olacak, hem de gecenin köründe uykudan kalkmadan gayet insani saatlerde uçabileceğim. Böylesine spontane gelişen bir gezi programı ancak bu kadar güzel denk gelebilir diye düşünüyorum.




Uçuştan bir gece önce havabüs saatlerine, İETT tarifelerine falan bakarken birden bir uyarıyla karşılaşıyorum:


Atatürk Havalimanı 05 Nisan gecesi tamamen kapatılacağı için uçuşlar Sabiha Gökçen’e kaydırıldı. Yolcuların en az üç saat öncesinde Sabiha Gökçen Havalimanı'nda olmaları öneriliyor.”

           Haydaaa! Şansa bak! Tam da gidecek zamanı bulmuşuz!

Ya da şöyle de söylenebilir:

           Heyyooo! Şansa bak! Bu uyarıyı iyi ki görmüşüm!

Yani aslında şans bile bakış açısına göre  değişir diye düşünerek havalimanına gitme planlarımı revize ediyorum:


Uçak 16:50’de kalktığına göre 11:45’de havabüse binilecek. 12:35 gibi hava limanında olunacak! Seyahat riske atılmayacak!”


Tam da planladığım gibi oluyor. 12:35 gibi Sabiha Gökçen’de oluyoruz. Havabüsten iniyoruz. Aman Tanrım o da nesi! Daha binaya girmeden dışarıda upuzun bir kuyruk ile karşılaşıyoruz! Sanki Umre kuyruğu gibi, değil gibi! Uzun elbiseli bir çok insan var! Gözleri çekik çekik! İçimdeki uygar kişilik “Bu insanların oluşturduğu uzun kuyruğun en arkasına geç!” diyor. Aynı iç sesim bu kuyruğun sonundan havalimanına girmek için en az yarım saat ayakta bekleyeceğim uyarısını yapmayı da ihmal etmiyor. İçimdeki uygar kişiliğin kuyrukta bekleme planına dışımdaki “Aceleci İstanbullu” engel oluyor! Ve dış sesimi dinleyerek grubu solluyorum. İyi ki de öyle yapıyorum; zira bu uzun kuyruktaki insanlar binaya benim gireceğim kapıdan girmiyor! Malezya turu aktarması gibi bir durum içinde olduklarını duyuyorum. Neyse ki bu badireyi atlatıyorum. Saat 13:00 civarı, daha uçuşa üç buçuk saatten fazla zaman var. Ama yine de hafif bir stres hissetmekten kendimi alamıyorum.


Lviv'de park
5 dakikada güvenlikten geçiyorum. Sonrasında Pegasus’tan 5 dakika içinde uçuş kartımı alıyorum. Sonraki 5 dakika içinde de pasaport kontrolü bitiyor. Olağanüstü bir sakinlik var içeride. Geçen sefer Kharkov’a giderken uzun uzun kuyruklarda beklediğim aklıma geliyor ve şaşırıyorum. Saat 13:15’de bütün işlemlerim tamamlanıyor netekim!


CnnTurk muhabiri ve kameraman da gelmiş olası izdihamı yayınlamak için. Ama maalesef aradıkları haberi bu saatte bulamıyorlar. Çünkü beklenen kalabalık henüz yok ve haklarını yemeyeyim herkes iyi organize olmuş. Mesela bilet alımında bütün masalar çalışıyor, elemanlar tam kadro. Ben de  mutlu oluyorum. Çünkü tatilim sorunsuz başlıyor, artık yapmam gereken tek şey uçağı beklemek.

Havalimanlarında ekstra fiyatlarla kazıklanmayı sevmiyorum. Örneğin dışarıda 1 TL’ye aldığım suya burada 10 TL ödemek gerçekten de zoruma gidiyor. O yüzden de evden çıkmadan hazırladığım; içinde ponçikler, çubuk krakerler, muz, su ve meyvu suyu olan çantamı yanımdan hiç ayırmıyorum. Son kontrolde  görevli ile aramızda şöyle bir diyalog geçiyor:

- Çantada su var”
-Evet var.”
- Kaç tane var?”
- Bir tane”
-Hanımefendi suyu için, ya da çöpe atın”
Tamam diyorum, çantamı açıyorum suyu çıkarmadan geçip gidiyorum. Zaten görevli de beni kontrol etmiyor. Bizde standartlar böyle işler bilirsiniz. Görevlinin ruh haline göre aksiyon alırsınız. Bu seferki görevli iyi günündeydi, yiyecek çantama bir şey demedi, bilseydim deodorantımı da atardım çantaya. Hoş memleketimin suyunu gavur illerine kaçırmıyorum ya ben de! Sadece havalimanı büfelerinde normalin on katına su satmaya çalışan kapitalizme bir çocuk coşkusuyla küçük bir “nanik” yapıyorum içimden. Hepsi bu!

Lviv'e inerken
Uçağın kalkmasına daha çok var! Normalde çantasında kitap olmadan kuaföre bile gitmeyen ben, bu sefer bile isteye yanıma kitap almamıştım. Çünkü çantamda kitap yerine defter ve kalemim var. Ne için?  Geziyi sıcağı sıcağına kaydetmek için.  Belki de 10 bölüm sürecek olan bu okuduğunuz yazı dizisini yazmaya havalimanında başlıyorum. Elimde deri kaplı defterim ve ucu harflerden harflere kayıp giden kalemim var. Ne kadar da mutluyum. 

Ben yazarken Whatsapp’ın iş grubundan sürekli mesajlar akıyor, bip bip seslerini duyuyorum. Yeni sipariş gelmiş, o olmuş, bu olmuş…  Twitter dersen seçim hengamesi var orada da .Bütün bunlardan kafaca uzaklaşıyorum oysa ben. Bu durum çok hoşuma gidiyor. Olan biteni uzaktan, sanki beni hiç ilgilendirmiyormuş gibi izliyorum. Havaalanlarında veya şehirlerarası otobüslerde yaşadığım bu yabancılaşma duygusunu çok  da seviyorum. Buradayım ama değilim gibi; insanlar var, ama aslında yoklar gibi. Seçim bitmiş ama belirsizlik hala devam etmiyormuş gibi, demokrasi şenliği varmış da izliyormuşum gibi... 

Arada çantamdaki ponçiklerden atıştırarak uçağın gelmesini bekliyorum.

Macera devam ediyor.
To be continued…





Devamını Oku