Bugün
sizlerle bir Türkçe öğretmeninin kaleminden yazılmış çok güzel bir
öyküyü paylaşmak istiyorum. www.gonuldendile.com adındaki blogunda güzel yazılarını paylaşan değerli konuk yazara bloguma renk kattığı için teşekkür ediyor, sizleri bu güzel öyküyle başbaşa
bırakıyorum...
Leylak Kokulu Saçların
Leylak
kokulu yârim... Sana kalsa o yumuşacık saçlarının kokusu bir
kutu şampuanın mucizesi, bana göreyse başlı başına senin kokun
çiçekleri kıskandıran.
Ellerim
saçlarının arasında gezinirken bak aklıma ne geldi? İkimiz de
İstanbul'a gitmek için tren istasyonunda bekliyorduk hani. Şairin
dediği gibi galiba ikimiz de en çok İstanbul'a dönüş yolunu
seviyorduk bütün yolların. Düşünceli bir şekilde önümden
geçerken almıştım saçlarının kokusunu. Baharın bütün
çiçeklerini saklamıştın sanki her bir teline saçlarının. İşte
o an en çok leylak kokusu dolmuştu içime. Ben seni içime çekerken
önünde durduğum vagonun içine giriverdin. O an aklıma biletim
geldi, çantamdan alelacele çıkardığım kağıt ile senin biraz
önce adımını attığın vagonun sayısı birbirini tutunca bir
tebessüm kondu dudaklarıma. Bir elimi yerdeki bavuluma uzatmış,
diğer elimle pardösümü düzeltirken peşi sıra girdim ben de
trene. Vagonun ön taraflarında seni gördüğümde hemen arka
koltuğuna oturmaya karar vermiştim ki bilet numaraları geldi
aklıma. Şansımın yaver gitmesi arzusuyla koltuk numarama göz
gezdirdiğimde altı sıra kadar arkanda kaldığımı fark ettim.
Biraz buruk iliştim koltuğumun ucuna. Trenin hareket etmesine daha
vakit vardı, yalnız sayılırdık bulunduğumuz vagonda. Sonra seni
izlemeye başladım. Adını göremediğim bir kitabı ellerine
almış, ara sıra gözünün önüne düşen o güzelim saçlarını
kulağının arkasına atmakla meşguldün. Yüzünün her bir
ayrıntısını hafızama kazımaya çalışırken sen okuduğun
kitaba dalmış, benden habersiz gibiydin.
Trenin
hareket etmesiyle kaç dakikadır seni izlediğimden bihaber kendime
geldim. Çok da kalabalık olmayan bir vagonda İstanbul yolculuğumuz
başlamıştı sonunda. Yolcu sayısının az olmasını da fırsat
bilerek hemen arkanda bulunan koltuk sırasının yüzünü en çok
görebileceğim bir yerine geçiverdim. Ben senin yörüngende
yolculuğumu sürdürürken senin tek yaptığın, okuduğun kitabın
sayfalarını çevirmekten ibaretti. Kitabının pembe kapağının
ve az da olsa görebildiğim isminin yardımıyla Aşk'ı okuduğunu
fark ettim. Demek sen de Elif Şafak'ı benim gibi seviyordun.
İşte
aradığım fırsat dedim içimden. Yavaşça, ürkütmemeye
çalışarak tekrar içime dolan leylak kokunun sarhoşluğunda seni
yeni fark etmiş gibi "Aşkı bulmuşsunuz!" dedim.
Ağzımdan bu cümle çıkar çıkmaz normalde çok da girişken
olmayan kendimin böyle bir cümleyle konuşmaya girme cesaretini
nasıl bulduğumu aradan yıllar geçse de bilemiyorum. Biraz
şaşırdın önce, sonra tebessüm ederek "Kitaptan
bahsediyorsunuz." dedin. İçimdeki bütün heyecana rağmen
renk vermemeye çalışarak "Evet, elbette!" diyebildim.
Sonra biraz Elif Şafak'ı biraz hayatlarımızı konuştuk.
Editörlük yaptığını öğrenmemle neden bilmiyorum "Ben de
hikaye yazıyorum." dedim. Büyük ihtimalle seni son görüşümün
bu trenle sınırlı kalmasını istememiştim. Evrak çantamdan
çıkardığım henüz dumanı üstünde olan iki hikayeyi uzattım
sana. Bir süre hiç konuşmadan okudun kağıttakileri. Hiç
bitmeyecekmiş gibi gelen dakikaların ardından gözlerini
gözlerimle buluşturduğunda biraz şaşkınlık biraz da heyecan
vardı yüzündeki ifadede. "Belki yeni tanıştığı bir
insana nazik davranmaya çalıştığımı düşüneceksin ama
yazdıkların gerçekten güzeller." dedin. Şu anda hayat
arkadaşın olarak ne kadar sert bir eleştirmen olduğunu
bildiğimden o an için nezaket icabı söylediğini düşündüğüm
bu ifadenin aslında gerçek bir beğeni içerdiğini şimdi daha iyi
anlıyorum. Yanımızdan akıp giderken şehirler ne kadar şanslı
olduğumu düşünmüştüm o anda. Başka bir şehirde başka bir
zamanda alakasız insanlar olma ihtimali varken aynı trende aynı
şehre aynı dünyanın insanları olarak gidiyorduk.
Şimdi
yatağının yanı başında oturuyorum. Seni sarssam da
uyanmayacağını bilerek üstelik. Yanı başında bipleyen, bir
sürü sayının kalabalığında monitörler ve ciğerlerinin
yapamadığı işi sana mekanik olarak yaptıran solunum cihazının
o soğuk sesi... Bir yıllık mücadele, kimi zaman umut kimi zaman
acı ve hüzünle dolu tedavi süreci. Artık yoruldum deyişinden
sonraki üçüncü gün. Yanındayken hep güçlü kalmaya çalışsam
da şu anda beni göremeyeceğini bildiğim için gözyaşlarıma
izin veriyorum. İçimde kopan fırtınalar gözlerimdeki yağmur
damlalarıyla ruh halimi tamamlıyor adeta. Saçlarını bir süre
daha okşayıp yanağına bir öpücük konduruyorum bütün bu
düşünceler arasında. Odanın kapısında kanserle mücadelen
boyunca bize destek olan doktorun var. Bir saat kadar önce seni
artık bu halde görmeye dayanamadığımdan ve gerçekten
yorulduğunu bildiğim için imzaladım belgeleri. Yaşlar süzülmeye
devam ederken yanaklarımdan doktoruna son kez bakıyorum, dilim
kelimelere küs olsa da o anlıyor onay verdiğimi. Makineleri
kapatıyor teker teker. Artık nefes almıyorsun, monitörlerden de
hiçbir ses gelmiyor. Sen son nefesini verirken yanı başındaki
kitaba takılıyor gözüm. İlk kitabım, ilk göz ağrım, ilk
editörümün sen olduğu eser. Seni tanımamla yaşadığımı
hissettiğim için adını "Nefes" koyduğumuz kitabımız,
sen son nefesini verirken de yanı başında duruyor.
Zafer
Babal - 19.11.2016
Yazar
Hakkında: Satırların
arasında kaybolduğu ve sözcüklerin rehberliğinde yolunu bulduğu
her anın tadını çıkaran, 30'lu yaşlarında bir eğitimci,
www.gonuldendile.com
kişisel bloğunda gönlünden gelenleri dile getirme çabasında...
Kısa ve çok güzel bir öykü. Teşekkürler...
YanıtlaSilDeğerli yorumunuz için teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim.
Sil