İstanbul’dan uzaklaşınca hayat nasıl da
farklılaşıyor! Aslında bu konuyu coğrafyayla sınırlamak da pek doğru değil. “Herkesin
hayatı nasıl da kendine özgü” demeliyim belki de!
Geçen hafta çok özel bir yakınımın düğünü için
Adana-Ceyhan-Mersin üçgeninde bulununca bu konuyu çok daha net algıladım.Mersin’in en eski yazlık sitelerinden Şoray’daydım
bir süre. Orayı yaptıran kişi Türkan Şoray’a hayranmış, o yüzden sitenin adını
Şoray koymuş. Nefis bir peyzajı var, sahilde nefis bir yürüyüş yolu var, parkları
kafeleri falan var içinde. Günümüz inşaatçılarının “Her yere beton dikeyim,
sıkıştırıp daha çok ev yapayım, daha çok kazanayım” mantığının tam tersi bir
anlayışla yapıldığı o kadar belli ki! İnsana değer verilen, estetiğin
önemsendiği eski kafayla inşa edilmiş anlayacağınız. Evden çok yeşil alan var
sitede. Banklar, havuzlar, oyun alanları, dinlenme yerleri falan. Genelde
emekli öğretmenler ve onların çocuklarının ve torunlarının ikamet ettiği,
yazlık gibi ama yazın olduğu kadar kışın da yaşayan bir yer Şoray. İşte yazının
girişinde belirttiğim farklılaşan hayatlar teorisi tam da Şoray’a girince
başladı benim için.
Bu sitenin bloklarında bir katta belki yirmi daire belki de
daha fazla ev var bilemiyorum; ama çoğunun kapısı açık! Karşı komşuyla aynı
zamanda kapıları açık bırakıyorlar;
böylece hava akımı sağlanıyor ve evlerde doğal bir esinti oluşuyor. Ben
İstanbul’da böyle bir şeyi hayal bile edemiyorum! Site
komşuları çat kapı çaya kahveye gidiyor birbirlerine. Tabii ki yanlarında ya az
önce fırından çıkmış ve dumanı tütmekte olan börek, ya da akşamdan yapılan,
üzeri fındık fıstıkla süslenmiş tatlı oluyor. Başka yazlık sitelerde de böyle
midir bilemiyorum gerçi, belki de Şoray sakinlerinin çoğunlukla öğretmen
olmalarıyla alakalıdır bu durum.
Şoray |
Benim kaldığım evin karşı komşusu emekli resim
öğretmeniydi mesela. İstanbul hanımefendisi aynı zamanda. Eskilerden yani.
Biraz rahatsızlıkları var anladığım kadarıyla; ama beş gün boyunca O’nu hep
zarif, hep hafif makyajlı, hep düzgün kıyafetli, hep güler yüzlü ve hep nazik
gördüm. Diğer site sakinleri de pek farklı değildi. Deniz manzaralı köşe dairenin
sahibesi emekli ilkokul öğretmeni hocaanım (Böyle derler onlar birbirlerine)
beş sene önce gördüğüm gibi yine erkenden kalkıp denizine gidiyor, yine akşam
üzerleri arkadaşlarıyla toplanıp oyununu oynuyor, yine Akdeniz güneşinde
bekletildiği için nefis bir kıvama gelen reçellerinden komşularına ikram
ediyordu. Kızılcık ve ayva reçelinden tattım ben de bu sefer. Nasıl da hüzün ve
neşe vardı o tatlarda. Görmediğim dört beş sene içinde hocaanım zayıflamış,
hastalıkları çoğalmış ama yine dimdik, yine ayakta ve yine tatlı dilliydi.
Adana |
Bu zarif ve orta yaşlı kadınlar düğün sahibinin
misafirlerine jest olsun diye evlerinde yemekler yapıp getirdiler. Biri bir
tepsi kıymalı börek yapmış, öbürü bir tepsi revani yapmış; bir diğeri de daha
önce hiç yemediğim havuçlu, tavuklu, file bademli ve yeni bahar tadının damakta
iz bıraktığı nefis bir pilav getirmişti. Şaşkınlık içinde ev sahibine “Neden
yemek getiriyorlar?” diye sordum. Benim sorum, olayın kendisinden daha çok
şaşkınlık uyandırdı. Çünkü onlar öylelermiş; çünkü bu durum normalmiş. Birinin
evinde düğün varsa, uğraşmasın diye komşuları yemek yapar götürürmüş. Uzaktan
bakınca nasıl sıcak, nasıl hoş bir şey. Bana ise çok uzak bir durum bu!
Kadıköy’deki mahallemizde düğün olursa, en fazla camdan bakıyoruz biz; davetiye
veren bile olmuyor genelde. Aslına bakarsanız Kadıköy’de böyle şeyler olsa çok
da hoşnut olmam; ne yalan söyleyeyim misafirlik olayını sevmem pek. Kendimle
kalmak isterim. Dedim ya, herkesin
hayatı nasıl da kendine özgü… Coğrafya nasıl da baş rolde.
Bütün bunları neden anlattım… Hani bazen dünya
sanki kendi başımızın etrafında dönüyor sanıyoruz ya… Hani bakıyoruz ya kendi
penceremizden; kendi doğrularımızla, kendi değer yargılarımızla, kendi
standartlarımızla, kendi alışkanlıklarımızla, kendi okuduklarımızla, kendi…
Yok, öyle değil… Ne kadar kafa varsa, o kadar
dünya var. Ve coğrafyaların da kendilerine özgü dilleri var.