11 Ekim 2018 Perşembe

Ne kadar kafa varsa o kadar dünya var!


İstanbul’dan uzaklaşınca hayat nasıl da farklılaşıyor! Aslında bu konuyu coğrafyayla sınırlamak da pek doğru değil. “Herkesin hayatı nasıl da kendine özgü” demeliyim belki de! 


Geçen hafta çok özel bir yakınımın düğünü için Adana-Ceyhan-Mersin üçgeninde bulununca bu konuyu çok daha net algıladım.Mersin’in en eski yazlık sitelerinden Şoray’daydım bir süre. Orayı yaptıran kişi Türkan Şoray’a hayranmış, o yüzden sitenin adını Şoray koymuş. Nefis bir peyzajı var, sahilde nefis bir yürüyüş yolu var, parkları kafeleri falan var içinde. Günümüz inşaatçılarının “Her yere beton dikeyim, sıkıştırıp daha çok ev yapayım, daha çok kazanayım” mantığının tam tersi bir anlayışla yapıldığı o kadar belli ki! İnsana değer verilen, estetiğin önemsendiği eski kafayla inşa edilmiş anlayacağınız. Evden çok yeşil alan var sitede. Banklar, havuzlar, oyun alanları, dinlenme yerleri falan. Genelde emekli öğretmenler ve onların çocuklarının ve torunlarının ikamet ettiği, yazlık gibi ama yazın olduğu kadar kışın da yaşayan bir yer Şoray. İşte yazının girişinde belirttiğim farklılaşan hayatlar teorisi tam da Şoray’a girince başladı benim için. 
Şoray
Bu sitenin bloklarında bir katta belki yirmi daire belki de daha fazla ev var bilemiyorum; ama çoğunun kapısı açık! Karşı komşuyla aynı zamanda  kapıları açık bırakıyorlar; böylece hava akımı sağlanıyor ve evlerde doğal bir esinti oluşuyor. Ben İstanbul’da böyle bir şeyi hayal bile edemiyorum! Site komşuları çat kapı çaya kahveye gidiyor birbirlerine. Tabii ki yanlarında ya az önce fırından çıkmış ve dumanı tütmekte olan börek, ya da akşamdan yapılan, üzeri fındık fıstıkla süslenmiş tatlı oluyor. Başka yazlık sitelerde de böyle midir bilemiyorum gerçi, belki de Şoray sakinlerinin çoğunlukla öğretmen olmalarıyla alakalıdır bu durum. 

Benim kaldığım evin karşı komşusu emekli resim öğretmeniydi mesela. İstanbul hanımefendisi aynı zamanda. Eskilerden yani. Biraz rahatsızlıkları var anladığım kadarıyla; ama beş gün boyunca O’nu hep zarif, hep hafif makyajlı, hep düzgün kıyafetli, hep güler yüzlü ve hep nazik gördüm. Diğer site sakinleri de pek farklı değildi. Deniz manzaralı köşe dairenin sahibesi emekli ilkokul öğretmeni hocaanım (Böyle derler onlar birbirlerine) beş sene önce gördüğüm gibi yine erkenden kalkıp denizine gidiyor, yine akşam üzerleri arkadaşlarıyla toplanıp oyununu oynuyor, yine Akdeniz güneşinde bekletildiği için nefis bir kıvama gelen reçellerinden komşularına ikram ediyordu. Kızılcık ve ayva reçelinden tattım ben de bu sefer. Nasıl da hüzün ve neşe vardı o tatlarda. Görmediğim dört beş sene içinde hocaanım zayıflamış, hastalıkları çoğalmış ama yine dimdik, yine ayakta ve yine tatlı dilliydi.
Adana

Bu zarif ve orta yaşlı kadınlar düğün sahibinin misafirlerine jest olsun diye evlerinde yemekler yapıp getirdiler. Biri bir tepsi kıymalı börek yapmış, öbürü bir tepsi revani yapmış; bir diğeri de daha önce hiç yemediğim havuçlu, tavuklu, file bademli ve yeni bahar tadının damakta iz bıraktığı nefis bir pilav getirmişti. Şaşkınlık içinde ev sahibine “Neden yemek getiriyorlar?” diye sordum. Benim sorum, olayın kendisinden daha çok şaşkınlık uyandırdı. Çünkü onlar öylelermiş; çünkü bu durum normalmiş. Birinin evinde düğün varsa, uğraşmasın diye komşuları yemek yapar götürürmüş. Uzaktan bakınca nasıl sıcak, nasıl hoş bir şey. Bana ise çok uzak bir durum bu! Kadıköy’deki mahallemizde düğün olursa, en fazla camdan bakıyoruz biz; davetiye veren bile olmuyor genelde. Aslına bakarsanız Kadıköy’de böyle şeyler olsa çok da hoşnut olmam; ne yalan söyleyeyim misafirlik olayını sevmem pek. Kendimle kalmak isterim.  Dedim ya, herkesin hayatı nasıl da kendine özgü… Coğrafya nasıl da baş rolde.

Bütün bunları neden anlattım… Hani bazen dünya sanki kendi başımızın etrafında dönüyor sanıyoruz ya… Hani bakıyoruz ya kendi penceremizden; kendi doğrularımızla, kendi değer yargılarımızla, kendi standartlarımızla, kendi alışkanlıklarımızla, kendi okuduklarımızla, kendi…

Yok, öyle değil… Ne kadar kafa varsa, o kadar dünya var. Ve coğrafyaların da kendilerine özgü dilleri var.



Devamını Oku

9 Ekim 2018 Salı

Bu Böyle Yarım Kalmayacak!


 Blogger'ların bazıları Instagram'a kaydı, bir kısmı vlogger oldu, bir kısmı instablogger oldu. Ben ise bu güzel ortamı hiç terk etmedim, hiç de düşünmüyorum gitmeyi. Ayrıca dinozor blogger'lar arasında yer almaktan son derece mutlu olduğumu da belirtmek isterim.

( Gördüğünüz üzere yazı aralarında gülen surat emojileri falan kullanmamaya da özen gösteriyorum.) 
gitmeyen...

İş hayatının hiç durmayan canavar çarklarının arasına tekrar döndüğüm için buraları biraz ihmal ettim. Hepsi bu aslında. Şimdi yakınmayayım uzun çalışma saatlerinden, kendime zaman ayıramamaktan… Sonuçta bu benim kendi tercihimdi.

Ama bu böyle gitmez; düzenli yazmam lazım. Öyle eksik hissediyorum ki yazmayınca.
Üstelik ne çok şey birikti anlatacak…  

Bilenler bilir; uzun anlatıların insanıyımdır ben. Hiç olmadı böyle kısa yazı ya, en azından araya giren uzun sürenin kirini pasını bir atayım dedim. Bir girizgah olsun, bir bi şey olsun dedim işte. Ne bileyim; durup dururken elim klavyeye gitti kendiliğinden. Hani sigara tiryakilerinin eli istemsizce pakete kayar ya; aynı öyle gibi... Özlemişim deliler gibi.


 "Virgül" koyarak gidiyorum şimdilik; elbette bu böyle yarım kalmayacak,

Sevgiyle








Devamını Oku